Etiket arşivi: Sokrates

KARANLIKLARA YAĞAN KALICI IŞIK YAĞMURLARI…

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Büyük tasavvuf insanı ve gerçek hümanist halk ozanımız YUNUS EMRE, yaratılmışların hepsini Yaradan’dan ötürü sevmemizi söylüyor.

Yılanlar bile okşanıp sevilmekten hoşlanır, ancak teşekkürlerini ısırıp, ölümcül zehirlerini akıtarak gösterirler. Akrepler de öyle… örnekler çoğaltılabilir.

Gerçek evrensel hümanizm ise, hiçbir değer hükmüne (yargısına) saplanmadan, bıkmadan usanmadan, tıpkı evrensel hümanizm gibi, canlı cansız herkesi ve her şeyi karşılıksız ve koşulsuz sevebilmektir.

Bu sevgi davranışlarını sözde değil, özde ve sürekli olarak yapabilirseniz, sizler de ete kemiğe bürünüp “Yunus” diye görünebilirsiniz.

Yunus Emre’nin mezarı yurdun her köşesinde var. Çünkü halk O’nu sevip, bağrına basıp ebedileştirmiştir (sonsuzlaştırmıştır).

Fakat Yunus’u, bu ulu çınarı, yazdığı tasavvuf şiirleri nedeniyle mürted (kafir, dinden çıkmış) ilan eden ve onun şiirlerini okuyup felsefesini benimseyenleri de dinden çıkmış sayıp “katli vaciptir” diyen kara düşüncelilerin kimler olduğunu kimse anımsamıyor… Tıpkı Sokrates‘e idam hükmü veren 30 yargıcın kimler olduğunun bilinmediği gibi.

Hüner, ışığı, aydınlığı karanlıklara boğdurmak değil; karanlık düşüncelerin üstüne hiç dinmeyen ışık yağmurları yağdırabilmektir.

Hacı (Hace) Bektaş Veli diyor ki; “Karanlığa ışık tutanlara ne mutlu..”

Ulu Önderimiz ve Ulusal Kurtarıcımız büyük Atatürk diyor ki;

  • “Dünyada en hakiki mürşit ilimdir, fendir…”

Ancak her türlü kalıcı ve dinmeyen ışık ve aydınlık yağmurları, yalnızca ve yalnızca gerçek laik ve özgür demokrasiler ve çağdaş hukuk devletlerinde olasıdır.

Hiç unutulmasın ki; gelecek karanlıklarla değil, aydınlık ve hiç sönmeyecek ışıklarla, yani özgür akıl ve bilimle inşa edilebilir.

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.

Heidegger, felsefe ve üniversite

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 26 Temmuz 2021
Tarihteki acı olaylardan ders çıkaranlar, geleceklerini daha sağlam temeller üzerine inşa edebilirler. Türkiye’nin de, Almanya’da 1932 ve 1933 yılında yaşananlardan alacağı çok önemli dersler var.

1932 yılının kasım ayında yapılan serbest seçimlerde, Adolf Hitler’in Nazi partisi, oyların %33’ünü alarak 1. parti çıktı. Aynı seçimde Sosyal Demokrat Parti %20, Komünist Parti %17, Merkez Parti % 12, Alman Ulusal Halk Partisi %8 oy aldı. Kalan oylar da oy tabanları düşük olan küçük partilerin arasında dağıldı.

Ancak Nazi partisinin aldığı oy oranı, ülkeyi yönetebilmek için gerekli parlamento çoğunluğunu sağlayamadığı için, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, seçimlerin yenilenmesi koşuluyla hükümeti kurma görevini Hitler’e verdi.

Hitler, 1933 yılının ocak ayında başbakan olarak atandıktan birkaç hafta sonra, şubat ayında, Alman Parlamentosu’nda bir yangın felaketi yaşandı, parlamento binası yandı. Hitler bu yangının, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş bir sabotaj olduğunu iddia etti ve Cumhurbaşkanı’nın da desteğiyle ülkede olağanüstü hal ilan etti.

1933 yılının mart ayında, muhalefete yönelik olağanüstü hal baskısı altında yenilenen seçimlerde, Nazi partisinin oyları “%44” olarak açıklandı. Hitler, bu aşamadan sonra diktatörlüğünü pekiştirdi; devlet kurumlarındaki kadrolara parti üyelerini yerleştirdi; sosyalistleri, komünistleri, Musevileri tutuklattı; muhalif sendikaları, dernekleri, vakıfları ve muhalefet partilerini kapattı, medyayı tamamıyla kontrolü (AS: tümüyle denetimi) altına aldı.

Siyasal çizgisini antikomünizm, anti-Marksizm ve antisemitizm üzerine inşa eden Hitler ve Nazi partisi, çok partili serbest seçimleri bir araç olarak kullanarak, faşist bir diktatörlük rejimi kurdu.
***
Bu süreçte Hitler ve Nazi partisi, üniversitelere de müdahale etti, üniversitelere Nazi partisi yandaşı rektörleri, dekanları ve akademisyenleri yerleştirdi. Bunlardan birisi de filozof Martin Heidegger idi. Heidegger, 1933 yılında Freiburg Üniversitesi rektörü oldu.

Heidegger’in rektörlük görevi kısa sürmüş olsa da, aynı yıl Nazi partisine üye olan Heidegger, 1945 yılına kadar, yani Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayıp Nazi rejimi sona erene kadar, Nazi partisi üyesi olmaya devam etti. Heidegger’in Nazi partisi (NSDAP) üyelik kaydı bölgesi Bau Gaden, üyelik numarası ise 312589 idi.

Heidegger rektörlük döneminde, Hitler’i ve Nazi partisinin siyasetini destekleyen birçok konuşma yaptı. 26 Mayıs 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Schlageter”, 30 Haziran 1933’te Heidelberg Üniversitesi Öğrenci Derneği’ndeki “Yeni İmparatorlukta Üniversite”, 3 Kasım 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Alman Öğrenciler”, 11 Kasım 1933’te Leipzig’deki “Adolf Hitler’e Destek Deklarasyonu”, 22 Ocak 1934’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Nasyonal Sosyalist Eğitim” konulu konuşmalar bunlara dair bazı örnekler olarak sayılabilir.

Heidegger, 1931 yılından itibaren tuttuğu ve “Kara Defterler” adı altında yayımlanan notlarında da, birçok antisemitist ve Nazi siyasetini destekleyen ifadeler kullandı.
***
Bu süreçte Nazi yönetimine karşı çıkan ve Heidegger’in hem siyasi hem de felsefi olarak eleştirdiği mantıkçı pozitivist (mantıkçı deneyimci) birçok akademisyen, bilim insanı ve felsefeci, üniversiteden atıldı, sürgün edildi, öldürüldü.

Fizikçi, filozof Moritz Schlick, öğrencisi Johann Nelböck tarafından öldürüldü; Nelböck, Naziler tarafından iki yıl sonra serbest bırakıldı ve Nazi partisine üye oldu. Fizikçi, filozof Rudolf Carnap, fizikçi, matematikçi, filozof Carl Hempel ABD’ye; iktisatçı, pedagog, filozof Otto Neurath Britanya’ya; fizikçi, matematikçi, filozof Hans Reichenbach önce Türkiye’ye, sonra ABD’ye göç etmek zorunda kaldı.

Mantıkçı pozitivistler, Nazilere karşı ahlaklı ve erdemli bir duruş sergileyip bunun bedelini öderken Heidegger, faşist Nazi yönetimiyle işbirliği yaptı.

Antik Yunan filozofları Sokrates’in, Platon’un ve Aristoteles’in söyledikleri gibi, filozof olmak, bilgeliği sevmek için, ahlaklı ve erdemli de olmak gerekiyor.

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Örsan K. Öymen

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Türkiye aslında, uygarlık tarihini “doğu” ve “batı” karşıtlığı üzerine kurmanın sancılarını yaşamaktadır. “Batı” düşmanlığı ve “doğu” hayranlığı ve buna bağlı olarak geliştirilen kurgular, sadece İslamcı kesimde değil, laik olduğunu savunan kesimlerde de oldukça yaygındır.

Oysa uygarlık, belli bir dönemin, coğrafyanın ve etnik topluluğun tekelinde olan bir şey değildir. Uygarlık sürekli hareket halinde olan bir şeydir ve insana özgü bir oluşumdur.

Uygarlığın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi olmaz. Antik Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin uygarlıklarını ve İslam dünyasındaki uygarlığı, antik Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıklarıyla yarıştırmak saçmadır. Söz konusu uygarlıkların hepsi, bilim, felsefe, kültür, sanat, siyaset gibi alanlarda, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
***
Söz konusu “batı” düşmanlığının ve “doğu” hayranlığının altında yatan şey, bir eziklik ve kompleks duygusundan başka bir şey değildir. İleri uygarlık seviyesi adına somut bir eser ortaya koyamayan topluluklar, bunu başaranları, yarattıkları kurgularla veya geçmişe yönelik hayallerle, küçümsemeye kalkmaktadırlar.

Oysa yapılması gereken şey, batı, doğu, kuzey, güney fark etmeksizin, bütün uygarlıkların insanlığa katkılarını nesnel bir biçimde ortaya çıkarmak ve onun üzerinden ilerlemektir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir topluluk, bilim, felsefe, sanat, kültür, siyaset, hukuk, demokrasi adına insanlık ve toplum için yararlı bir eser ortaya koyuyorsa, bunun hakkını vermek, bunu takdir etmek, buna saygı duymak ve olanaklıysa ortaya konan eseri aşmaya çalışmak gerekir. Dedikoduyla, söylentiyle, yalanla, kurgularla, din, mezhep ve etnik kimlik üzerine dayalı şovenist yaklaşımlarla uygarlık konusunda bir ilerleme sağlanamaz.
***
İslam dünyasında 9. ve 12. yüzyıllar arasında bilim ve felsefe alanında yaşanan gelişmeler de bu ilkel yaklaşımların aşılmasıyla olanaklı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi gibi önemli bilim insanları ve filozoflar, antik Yunan felsefesinden ve biliminden etkilenmişler, antik Yunan dönemindeki kazanımları yok saymamışlar, aksine, onları anlamaya çalışmışlardır.

Özellikle Platon ve Aristoteles, İslam dünyasındaki felsefenin ve bilimin esin kaynağı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi, antik Yunan filozoflarını ve bilim insanlarını, “Bunlar Pers, Arap, Türkmen değil, bunlar Müslüman da değil, o zaman bunları bir kenara atalım” dememişlerdir. Platon’un ve Aristoteles’in eserleri Arapçaya ve Farsçaya çevrilmiş, İslam dünyasındaki filozoflar ve bilim insanları da bu eserler üzerinden çalışmalarını geliştirmişlerdir.

13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını esir alan, “Müslüman olmayan batılı gâvurdan uzak duralım” biçimindeki ilkel anlayış ve kendi kabuğuna çekilme tavrı, İslam dünyasının sonunu getirmiştir. O dönemden itibaren İslam dünyasında, bilim ve felsefe alanında hiçbir olumlu gelişme yaşanmamıştır. Bu nedenle İslam dünyası siyasi olarak da geri kalmıştır.

Avrupa ise antik Yunan felsefesini ve bilimini, 15. yüzyıldan itibaren geliştirmeye başlamıştır. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Pitagoras, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros, Hippokrates, Herodotos, Eukleidos, Arkhimedes, Aristarkhos Hıristiyan değillerdi, Alman, Fransız, İngiliz de değillerdi, ancak Avrupalı aydınlar için yine de esin kaynağı oldular. Avrupa’daki Rönesans ve aydınlanma devrimleri bu sayede gerçekleşti.

Felsefe ve bilim açısından bakıldığında, İslam dünyası ve Avrupa aynı kaynaktan beslenmiştir. O kaynak da ağırlıklı olarak antik Yunan’dır.

Din açısından bakıldığında da, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı coğrafyada, yani Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardır. Ayrıca üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır ve üç din de kozmoloji ve ahlak bağlamında aynı ilkeleri savunmaktadır.

Buna rağmen doğu ve batı arasında bir karşıtlık yaratmak cehaletten kaynaklandığı gibi, emperyalizme hizmet etmektedir. Bunu anlamak için, yaşananlara bakmak yeterlidir.

Ne yapmalı?

Ne yapmalı?

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 27.9.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’nin içinde bulunduğu derin bunalımdan çıkması için elbette birçok şey yapılmalıdır. Ancak öncelikle yapılması gereken şey, ruhsal ve zihinsel paradigmanın değiştirilmesidir. 
Bu konuda Antik Yunan filozoflarından SokratesPlaton ve Aristoteles, yaklaşık 2400 yıl önce, insanlığa çok önemli bir yol göstermişlerdir. Bu filozoflar, yaşamın amacının iyi bir ruhu taşımak olduğunu, bunun da erdemli olmakla sağlanabileceğini savunmuşlardır. 
Onlara göre erdemden bağımsız bir ahlak anlayışı ortaya koymak yanlıştır. Ahlak gelenekle, töreyle, alışkanlıkla ilgili bir şey olmamalıdır. Ahlak, erdemle bütünleşirse anlam ve değer kazanır. Onlara göre başlıca erdemlerin arasında da, adalet ve cesaret gelir. 

Zalim ve korkak bir insanın ahlaklı ve erdemli olması olanaklı değildir.

Bunun ötesinde, adalet ve cesaret adı verilen erdemlerin, ayrı ayrı tek başına bir anlamları da yoktur. Bu iki erdem birlikte bir anlam ve değer kazanırlar. Bir insan adilse, ama aynı zamanda korkaksa, adaleti sağlayamaz. Bir insan cesursa, ama aynı zamanda zalimse, sahip olduğu cesaret onu iyi bir insan yapmaz. O nedenle, bu iki erdemden birisine değil, bu iki erdeme birden sahip olmak gerekir. Öncelikle yapılması gereken en temel iş budur. Siyaset, böyle bir temel üzerine yapılandırılırsa anlam ve değer kazanır. 

Bu filozofların bizlere öğrettiği bir başka şey; ahlakın, erdemin ve adaletin bireysel bir konu değil, toplumsal bir konu olduğudur. Çünkü insan toplumsal bir canlıdır. Toplumdan yalıtılmış bireyin ahlakı, erdemi ve adaleti olmaz.

Ahlak, erdem ve adalet toplumsal boyutta gerçekliğe dönüşebilir. 

Sokrates bu bağlamda, “iyilik nedir?”, “ahlak nedir?”, “erdem nedir?”, “adalet nedir?” gibi sorulara odaklanarak, bir yandan “güçlü olan haklıdır” zihniyetine sahip yönetici sınıfı sorgulamıştır, bir yandan da retoriği, yani güzel konuşma ve hitabet sanatını eleştirmiştir. Çünkü insanlar retorikle kandırılabilir ve ikna edilebilir, retorikle, doğrulara yanlış, yanlışlara doğru görüntüsü kazandırılabilir. Siyasetin temelinde de retorik değil, doğruluk olmalıdır

Sokrates bu nedenlerle, tanrılara karşı gelmek ve gençlerin zihinlerini yozlaştırmakla suçlanmış, Atina kent devleti meclisi tarafından, oyçokluğuyla ölüme mahkûm edilmiş, mücadelesinin bedelini yaşamıyla ödemiştir. Böylece Sokrates ölümüyle bile ne kadar haklı olduğunu insanlığa göstermiştir. Sokrates ölümüyle insanlığa bir kanıt bırakmıştır. Bu, çoğunluğun ve güçlü olanın her zaman haklı olmadığının kanıtıdır. 

Türkiye’de yapılması gereken ilk şey bunun kavranmasıdır.

21. yüzyılda;

  • demokrasiyi sandıkçılık ve oyçokluğu oyununa indirgeyen,
  • yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığı ilkesini yok eden,
  • yargının bağımsızlığını ve düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldıran,
  • laiklik ilkesini yerle bir eden,
  • eğitimi dinselleştirerek halkını cehalete mahkûm eden,
  • sosyal ve ekonomik adaleti sağlayamayan,
  • Anayasa’nın 2. maddesindeki “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” ilkesini fiilen bertaraf eden

    AKP iktidarının;
    ahlaktan, erdemden, adaletten ve haktan söz etmesi, boş laftan ve safsatadan başka bir şey değildir.
    ====================================
    Dostlar,

Sayın Örsan K. Öymen felsefe profesesörüdür.
Cumhuriyet‘te yazması başlıbaşına bir değerdir.
Prof. Öymen Cumhuriyet‘e yakışır, tersi de doğrudur..

Bu ilk yazısından çok temel kazanımlar sağlıyoruz..

İktidar, 2400 yıl önce tanımlanan demokratik değerleri ayaklar altına almakta ve üstelik pişkince ve agresyonla (saldırganlıkla) savunabilmektedir.

AKP = Erdoğan, fiili adımlarını her adımda demokrasiyi daha da yok edercesine atıp, özgürlük çemberini daraltmakta

  • Toplum nefes alamaz kerteye sürüklenmiş durumda.

    Bunun nereye varacağını ise, yine 2400 yıl önce Aristoteles’in Devrim Kuramından öğreniyoruz. Dünyanın pek çok yerinde ve bu topraklarda kezlerce yaşayarak deneyimlemiş bulunuyoruz üstelik..

Erdoğan bundan sonrasını merak ederse, O’nu kuşatan danışmanlar umarız Aristoteles’in 24 yüzyıl önce yazdıklarını cesaret ve dürüstlükle O’na sunar, anlatırlar.. daha çok gecikmeden.

Sevgi ve saygı ile. 01 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Saray’ın hesabı

Saray’ın hesabı

AKP’nin erken seçimde başkanlık için referandum sayısı olan 330 milletvekilini yakalaması planlanıyor.
Cumhuriyet, 15.8.2015

AKP’nin koalisyon yerine ısrarla erken seçim istemesinin arkasında tek başına iktidar hedefiyle sınırlı olmayan daha büyük bir plan olduğu konuşulmaya başlandı. Buna göre erken seçimde Başkanlık için referandum sayısı olan 330 milletvekilinin yakalanması planlanıyor. Anketlere göre olanaksız olan planın temel ayağını ise çatışmalı bir seçim ortamında HDP’yi sürekli yargıyla uğraşan “suçlu” ve savunma konumunda bir parti konumuna getirme yoluyla baraj altına itmek oluşturuyor. Erken seçimde asıl büyük plan olarak konuşulan senaryonun ayrıntıları şöyle:

276’daki sıkıntı

7 Haziran’dan sonra AKP tarafından yaptırılan anketler, tek başına iktidar sonucu vermedi. En iyimserinde partinin oyu en fazla %2 arttı. Ancak yine bu anketlerde asıl sorun HDP’nin oyunda ciddi bir düşüş yok. HDP’de baraj sorunu hiç yok. AKP’nin şu anda 276’yı yakalaması için 18 milletvekiline gereksinimi var. Ancak anketlerdeki bu tablo
276 sonucunu vermiyor. HDP oy oranını sürdürdükçe belki AKP sayısını 15-20 daha artırabilir. Belki 270 ile 280 arası sayıyı da yakalayabilir. Ama bu durumda hükümet, birkaç milletvekilinin istifa tehdidi altında kalır. Bu da milletvekili istifalarını,
transfer pazarlıklarını gündeme getirebilir ve iktidarın icraat gücünü azaltır.

Başkanlık gerekli

AKP, bu tespitlerle oyunu daha büyük oynamak istiyor. Koalisyon da bunun için kurulmadı ve seçime iktidarda gitmek artık bunun için çok önemli. Artık plan, 276 da değil, yürütülecek bir strateji ve iktidarda seçime giderek 330 sayısını yakalamak.
330’un üstüne çıkılınca yeniden anayasayı değiştirip başkanlık sistemine geçilebilmesi için gereken referandum çoğunluğu yakalanmış olacak. Erdoğan, bu sayı yakalandığında başkanlık için referandumu denemek isteyecektir. Anketler başkanlığa desteğin azınlıkta olduğunu göstermesine karşın eğer plan tutarsa Türkiye’ye bu referandum yaptırılır.

HDP baraj altına

7 Haziran seçimi ve sonrasındaki tüm anketler de gösteriyor ki, planın gerçekleşmesinin tek yolu HDP’nin baraj altına itilmesi. Plan da zaten HDP’nin baraj altına düşürülmesi üzerine kuruluyor. Bu iki ayak üzerinde yürütülecek. Birincisi “çözüm süreci” buzdolabına konulduğu için seçime çatışmalı bir ortamda ve güvenlikçi politikalarla gidilecek. Çatışmalı ortam içinde HDP’yi güvenlik politikasının siyasal hedefi olarak seçen söylemler sürdürülecek. İkinci olarak da HDP milletvekilleri ve örgütü,
“terörle bağlantılı” suçlamasıyla sürekli yargı müdahalesiyle karşı karşıya bırakılacak. HDP’nin suçlu konumuna getirilmesi ve seçmende “Türkiyelileşen” değil “kriminalleşen” bir parti görünümüyle barajın altına çekilmesi hedeflenecek.

İttifaklar

7emsilct Haziran’a birlikte giren ve %2’nin üzerinde oy alan SP ve BBP seçmenleri ittifak girişiminin hedefi içinde. %2’lik bu oyu alabilecek ittifak arayışları gündemde.

=================================

Dostlar,

AKP planları Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Sn. Erdem Gül’e göre böyle..

Bunlar kendilerinden başka herkesi akılsız sanıyorlar galiba!?

Bir de yaptıkları hukuksuzluk artık arş-ı alaya erişiyor..

Sokrat‘a ne denli çok bildiğini söylemişler..
O da ne denli bildiğini bilmediğini ancak bilmediklerini ayaklarının ayaklarının altına alabilseydi başının göğe ereceğini.. söyler..

AKP’nin hukuksuzlukları Sokrates’in başını göğe erdirebilir!
Uyan Sokrates, başını göğe erdirecek bir araç – nesne – olgu – süreç
Türkiye’de 2015’te somut olarak var..

Uyan Türkiye halkı uyan.. AKP hukuksuzluğu arş-ı alaya ulaştı..
Bir adam, gemleyemediği kişisel hırsları, egosu uğruna ülkeyi nasıl yıkıma sürüklüyor…

Gör artık ve bu acımasız oyunu, “OY” larınla beğenilmeyen, zorla yineletilecek seçimde
boz artık bu kahpe politik yüzsüzlüğü..

Sevgi ve saygı ile.
15 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

portresi_adiyla

 

 

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

2010 yılında Tuğamiral rütbesindeyken istifa ederek mesleğimden ayrıldım.
Ayrılmamın nedeni, bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da sıkça söylenen
ama zamanında “savcısıyım ve arkasındayım” dediği kumpas operasyonlarıydı.

Kumpas, en başta Deniz Kuvvetlerini ve onun subay kaynağını oluşturan Deniz Harp Okulu’nu hedef alan, esas itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmaya, bir bölümünü içeri atarak ve tasfiye ederek geri kalanını sindirmek maksadıyla yapılan operasyonlar manzumesiydi (AS: demetiydi, bütünüydü).

İşte bu operasyonlar sırasında 2008-2010 arasında Deniz Harp Okulu Komutanı olarak kumpasın merkezinde görev yaptım.

İstifa ettiğim 2010’dan beri gazetecilik yapmaktayım. Aydınlık Gazetesi ile İngiltere, Fransa, Amerika, İsveç, Danimarka, Almanya ve Türkiye’de yayın yapan 20’yi aşkın gazete ve
internet sitesinde yazılarım yayınlanmaktadır. Bu süre içinde çok sayıda yerli ve yabancı
çeşitli TV ve radyo programlarına katıldım.

Ayrıca yine bu süre içinde 55 bin kilometre yol yaparak Türkiye’de ve Türklerin yoğun yaşadığı yabancı ülkelerde, siyaset, güvenlik, denizcilik, strateji, jeopolitik, “sözde Ermeni soykırımı”, Atatürk ve Türk Devrimleri konularında 270 konferans ve panele konuşmacı olarak katıldım. 271’inci konferansımı 5 Mayıs 2015 Salı günü İzmit’te Türk Ocağı’nda “Türkiye Nereye Gidiyor?” konusunda vereceğim.

Gazeteciliğimin yanında aktif olarak 2010’dan beri siyasetle uğraşmaktayım.
31.05.2014’te Tekirdağ’da konuşma yaptığım esnada CHP üyesiydim.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, sıradan bir yurttaş ve seçmen olmanın yanında
aktif bir gazeteci ve siyasetçiyim.

Kumpas ile yaratılan ihanete, haksızlığa, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan düşmanlığa, gayri hukuki (AS: hukuk dışı) bir biçimde zindanlara atılan askerlere sahip çıkmak ve toplumsal farkındalık sağlayabilmek için her hafta cumartesi günleri saat 13 00’de
ülke genelinde yapılan “Sessiz Çığlık” eylemlerinin yıldönümünde konuşma yapmak için
davet üzerine Tekirdağ’a gelmiştim.

Konuşmam sırasında o tarihte Başbakan olan Erdoğan’a hakaret etmedim. Konuşmamda
hakaret kastım asla olmamıştır. Yalnızca ülkenin mevcut durumu hakkında siyasal bir değerlendirmede bulundum.

Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na hakaret etmedim. Her şeyden önce eğitimim, öğretimim ve devlet terbiyem buna müsait değil. 14 yaşından beri devlet terbiyesi ile büyüdüm.
Bir sınıf büyüğüme “Efendim” derim. Devlet hiyerarşisinde onu geçsem ve üstünde olsam bile! Bir devlet büyüğünü idari ve yönetimsel tasarrufları nedeniyle en acımasız biçimde eleştiririm ama hakaret asla etmem. Nerede nasıl davranılması ve konuşulması gerektiğini iyi bilirim. Deneyimim ve sicilim bunun kanıtıdır. Ülkemi, hem yurt dışında hem yurt içinde her düzeyde temsil ettim.

31.05.2014’te Tekirdağ’da “Sessiz Çığlık” eyleminde yaptığım konuşmada bir siyasetçi olarak
o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ı eleştirdim ve “Faşist ve Diktatör” olarak niteledim.

O gün Gezi Olaylarının da yıldönümüydü. İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken gördüğüm manzara tam anlamıyla antidemokratikti ve polis devleti görüntüsü içindeydi. Her noktada polisler ve ellerinde uzun namlulu silahlar vardı. Vapur, metro ve tramvay seferleri iptal edilmiş, kentte adeta sıkıyönetim ilan edilmiş gibiydi. Her taraf polis kaynıyordu! Bu görünüm
demokratik ülkelerde rastlanabilecek bir manzara değildi!

Bu durumdaki güzergahlardan geçerek Tekirdağ’a geldim ve konuşmamı yaptım.
Erdoğan herhangi birisi değildi, o siyasetçiydi! Eleştirilere açık ve dayanıklı olmalıydı. Konuşmam sırasında kullandığım “Faşist ve Diktatör” ifadeleri bir siyasetçi ve gazeteci olarak yaptığım değerlendirmelerimdi.

Sözlükler, Faşist kelimesini “Salt kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve öbür insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayana denir.” olarak açıklamaktadır. Ben bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın
idari tasarruflarını eleştirdim ve niteledim.

Erdoğan yaptığı konuşmalarda sık sık yargıyı faaliyetleri için sorun olarak görüyor “yargı bize engel olmazsa” daha iyi hizmet yapacağını söylüyor. Ayrıca Demokrasinin olmaz ise olmazı olan Güçler Ayrımını kıyasıya eleştiriyor. Hangi demokratik ülkenin bir siyasisi veya üst düzey yöneticisi yargıyı icraatlarına (AS: icraat zaten icra’nın çoğulu..) engel olarak görebilir ve Güçler Ayrımına itiraz edebilir?

Erdoğan, Başkan olmak ve tüm yetkileri kendinde toplamak istiyor.
Ama dünyadaki örnekleri gibi değil, bize özgü olsun istiyor. Demokratik ülkelerde, örneğin ABD’de Başkanlık sisteminin kontrol ve denetleme mekanizmaları vardır. Bunların
en önemlisi keskin Güçler Ayrımı, çift meclis ve yüksek yargıdır. Fakat Erdoğan bunlar olmadan Başkanlık sistemi istiyor. Bunun adı dünyanın her tarafında siz kabul etseniz de etmeseniz de Diktatörlüktür. Ben bu görüşleri ve eylemleri nedeniyle “Diktatör” dedim. Hakaret kastım asla olmamıştır.

Dünyanın saygın dergilerinden, The Economist, demokrasi endeksinde belli kriterler
(AS: ölçütler) üzerinden yapılan değerlendirmede “Türkiye’nin hızla otoriter rejime doğru
yol aldığı” sonucuna ulaşmış ve Türkiye’yi endekste Kenya ve Uganda’dan sonra 98’inci sıraya yerleştirmiş. Dergi yazısında “Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi,
Türkiye’nin demokratik kurumları için yeni bir tehdit ortaya koydu.” diyor.
The Economist’i suçlayabilir ve beğenmeyebilirsiniz ama bu örnekler çok!

2013’te ABD’de Georgetown Üniversitesi’nde konferans veren Emine Erdoğan’a “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitap hediye edildi. Bunun bir anlamı var!
Türkiye’deki otoriterliğe ve diktatörlüğe doğru gidişe bir uyarı niteliğinde.
Kitabın yazarı İranlı Profesör Fathali Moghaddam ile yapılan mülakat bunu doğruluyor.
Erdoğan “taraf olmayan bertaraf olur” diyor, “Demokrasi bizi istediğimiz istasyona getirecek bir trendir.” diyor. Bu söylemlerin demokratik geleneklere uygun olmadığını düşünüyorum.

Başbakan Erdoğan 25 Haziran 2013’te AKP Grup toplantısında;

– “Parti Genel Merkezindeki Milli Şef’in fotoğrafına, Dersim katliamının mimarı
Milli Şeflerine baksınlar. İşte orada faşist diktatörü görürler.” diyor.

Sanırım burada Erdoğan İstiklal Savaşı kahramanı, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı ve
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü
’ye hakaret etmek istemiyor, siyasi eleştiri yapıyor.

23 Kasım 2013 Antalya-Demre konuşmasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Erdoğan’a “Diktatör” diyor ve “Yasaklar her tarafı sardı. Yasaklarla, demokrasiyle gelen şahsiyet,
diktatör olma yolunda kıvrılıyor.” diyerek devam ediyor.

Erdoğan bu kez, 15 Temmuz 2014’te Ana Muhalefet Partisi (CHP) Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Senden daha güzel diktatör olmaz” diyerek siyasal eleştiri yapıyor.
Sanırım yine hakaret kastı yok.

Tekirdağ’da yaptığım konuşmada gazeteci ve siyasetçi kimliğimle eleştiri hakkını kullandım.
Bu benim anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümdür. Ayrıca siyasetçi ve gazeteci olarak eleştirdiğim Erdoğan da siyasetçi olarak bu eleştirilere katlanmak zorundadır.
O, sıradan bir yurttaş değildir.

  • Yargıtay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, siyasetçilerin öbür bireylerden
    farklı olarak çok sert eleştirilere bile katlanmak zorunda olduğunu söylemektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 08.07.1986 9815/82 Lingens – Avusturya Kararında;

“Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir kişiye yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi özel kişiden farklı olarak her sözünü ve eylemini, bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar.
Ve bu nedenle, daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır.”
diyor.

AİHM 13.11.2003 39394/98Scharsch – Avusturya Kararında ise;

Nazi terimini kullanmak, bu terime yapıştırılan özel damga nedeniyle otomatik olarak
hakaret suçundan mahkum edilmeyi haklı kılmadığını düşündürmektedir. Bir kişinin siyasal etkinliklerini ahlaksal yönden değerlendirilmesinde uygulanan standartlar ile
ceza yasasına göre bir suçun varlığını kanıtlanması için gerekli standartlar farklıdır.” diyor.

İç hukuka gelince;

İzmir 7. Sulh Ceza Mahkemesi twitter hesabından “Diktatörler istifa etmez devrilirler”, “Avrupa’nın yeni Hitler’i Tayyip” diye yazan Yurt Gazetesi Muhabiri Ahmet Çınar’ı
beraat ettirmiştir. Mahkeme, bu davada sanık, Diktatör, demiş olsa bile bu sözün
suç teşkil etmediği yolunda hüküm vermiştir.

Bir yöneticiye “kötü yönettiğini” ve “tiran” olduğunu söylemek yargılama konusu olamaz, eleştiridir.

Tekirdağ konuşmamda 24 Nisan’ı çok yakında idrak etmiş olmamız ve gelecek 24 Nisan’da da 100’üncü yıldönümünü idrak edecek olmamız nedeniyle sözde Ermeni soykırımı konusuna girilmiş, bu suçlamanın emperyalist bir yalan olduğu ifade edilmiştir.

Konuşmam sırasında “bizim atalarımız böyle bir şerefsizlik yapmadı, onların atalarını bilemem” derken, sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’nin Osmanlı dönemi dahil atalarımızın böyle bir suçu işlemediğini ve atalarımızın savunulması gerektiği ifade edilmek istenmiş ve
bu konuda yeterli çaba gösterilmediği vurgulanmıştır. Bu ifadede Erdoğan’a atfen bir söylemde bulunmadığım gibi, özel hiçbir kişi hedeflenmemiş, bu sözde soykırım iftirasını destekleyenler kastedilmiştir. Burada da siyaseten bir eleştiri yapılmış, hakaret edilmemiştir.

18’inci yüzyılda bir Alman köylüsü, Alman İmparatoru Büyük Frederik’e meydan okuyor, arazisini vermiyor, “Gitsin sarayını başka yere yapsın..” diyor ve korkmuyor.
Çünkü Alman yargısına güveniyor ve “Berlin’de hakimler var” diyor.
Ben de her şeye karşın “Türkiye’de hukuk var, yargıçlar var” diyorum, demek istiyorum.

Günümüze ulaşan ve hukuk tarihinde kara leke niteliğindeki kayıtlara göre, Eski Yunan’dan
bu güne dek düşünenler, düşüncelerini açıklayanlar ve ülkeyi yönetenleri eleştiren aydınlar,
her dönemde suçlanmış, yargılanmış, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Hatta Sokrates,
Atina Şehrinin tanrılarına inanmadığı ve onları eleştirdiği için yargılanmış ve baldıran zehri ile yaşamına son verilmiştir.

Tabii ki, Sokrates değilim! Ama ben de bugün ülkemizi yönetenlerin başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iyi yönetmediğini ve Türkiye’yi felakete doğru sürüklediklerini
“testi kırılmadan” söylemeye çalışanlardan yalnızca biriyim ve O’nu en acımasız biçimde eleştiriyorum. Çünkü bu ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğumdur.

Ancak günümüzdeki yöneticiler Sokrates dönemi yöneticileri gibi, tahammülden, hoşgörüden yoksun ve farklı düşüncelere açık olmasalar da, çok şükür, ne yasalar Sokrates dönemi yasalarıdır, ne de yargıçlar Sokrates dönemi yargıçlarıdır.

Bu nedenle mahkemenize ve adalete olan güvenimi belirterek, gerek AHİM müktesebatını dikkate alarak, gerekse Türk mahkemelerinin benzer sözleri kullanan, gazetecilerle ilgili davalardaki bağlayıcı içtihatları örnek alarak, Siyasetçi ve Gazeteci olmam itibarıyla
sözlerimi hakaret maksatlı olmayıp, düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde söylediğimi
göz önünde bulundurmanızı ve bu şekilde değerlendirilmesini yüce takdirlerinize sunuyor ve beraatımı talep ediyorum.

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk
30 Nisan 2015

===================================

Dostlar,

Sayın Ertürk’e e-ileti olarak aşağıdakileri yazdık :

*****
Türker amiralm,
SAVUNMANIZ nefis…
Geçmiş olsun ve kutlarım enfes savunmanızı..
Dilerim Yargıtay bozar…
Bu yolla yol alamazlar.. 
Ne güzel buyurdunuz dava çıkışında :
“MUSTAFA KEMAL’in askerleri susmaz, susturulamaz..”

Yanınızdayım ve bana ne düşerse yapmaya hazırım…
Savunmanız web sitemizde..
LÜTFEN bakar mısınız???
Yorum bölümüne yorumunuzu beklerim..
*****

E. Amiral Türker Ertürk, bir yiğit insandır. Harman yürekli ve ölçüsüz özverilidir.
Deniz Harp Okulu Komutanlığı gibi geleceği çok parlak bir görevi, protesto ile bırakmış
ve genç yaşta, en verimli çağlarında emekli olmuştur.
Durmamış, köşesine çekilmemiş, ülkesinin geleceği için etkin savaşımı seçmiştir.
Çok iyi bir eğitim aldığından, çok iyi İngilizce bildiğinden… değerli birikimlerini siyaset kulvarında ve gazetecilikte Ulusumuzun hizmetine cömertce ve yüreklice sunmuştur..
270 konferans dile kolaydır.

Bu dizelerin yazarı olarak Biz, “halden anlarız”..
1996 başından bu yana bizim yurt içi – dışı AYDINLANMA KONFERANSLARIMZIN sayısı 1500’e varmak üzeredir. Bu rakam, Dünya çevresinde birkaç kez tur atmaya bedel onbinlerce km yol yapmak demektir. Çoğunda da yol vb. giderler size kalmıştır.

Çağrı yapan yer, zorunlu giderlerinizi öderse ne ala, değilse sineye çekersiniz.
Ailenizden, hobilerinizden, dinlenme ve uykunuzdan yaptığınız özveriler bir başka boyuttur.

Berlin ADD’nin bizi konferansa, TV konuşmalarına davet ettiği (ilk çağrı), ADD Genel Başkan Yardımcısı olduğumuz dönemde, 31 Ocak 2005’te, ADD Yönetim Kurulu Üyelerinden bir dostumuz Berlin Hilton’da görev yaptığından, Derneğe akçal yük olmayacak bir jestle bize orada yer ayırtmıştı. Nefis bir oda ve “French type bed” ile insanı derin ve uzun bir uykuya – dinlenmeye çağırıyordu adeta.. Ancak bizim çalışmamız, çalışmamız ve ertesi gün (31.02.2005) vereceğimiz çooook önemsediğimiz (her konuşmamız gibi) salon

Türkiye’yi Kuşatan Güncel Tehditler ve Atatürkçü Çıkış Yolları

 

ve TV programına

Türkiye’de ve Almanya’da ADD’nin Gündemi: AB, Irak, Kıbrıs, AKP.. Berlin TD 1 televizyonu

daha da  daha da hazırlanmamız gerekiyordu. Her 2 konu da çok önemliydi.
Sorumlu bulunduğumuz makam (ADD Genel Başkan Yardımcılığı),
taşıdığımız ağır akademik unvan ve de

en önemlisi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün AYDINLIK yolunun bir neferi olarak elimizden gelenin en iyisini yapmalıydık.. Gurbetçi kardeşler dişlerinden – tırnaklarından kesiyor
ve Türrkiyemiz için gurbet ellerde büyük özveriler gösteriyorlardı…
ADD Berlin Şubesi Başkanı Sayın Nalan Arkad hanımefendi,
inanılmaz derecede zarif ve koşturmada idi.

Akşam yemek sonrası oturmuştuk çalışmaya çok soğuk bir Berlin sabahında gün üzerimize ışımıştı..  100+ yansı hazırlamıştık. Konuşmalarımızı hep görsel yapmaya çalışıyorduk
konuşmalarımızı daha kalıcı olsun diye ve arşivliyorduk

O güzelim yatağa ve kuştüyü yastığına başımızı bir an bile koyamamıştık.
Sabah resepsiyonda odanın akıllı kartını iade ederken Alman görevliye,
“Yatağı yenilemeniz gerekmiyor..” dediğimde şaşkınlıkla “Neden??!” diye sormuştu..

“Hiç yatmadım ki!” dediğimizde şaşkınlığı daha da büyümüş ve açıklama rica etmişti..
Kısa bir açıklamadan sonra ise elimizi coşkuyla sıkarak

“You’re in a great patriotism!”

sözlerini kullanmıştı sağolsun.. (Siz büyük bir yurtseverlik gösteriyorsunuz…) 

*****

Yargı mutlaka yansız – bağımsız bir
ADALET DAĞITICI – SAĞLAYICI olmak zorundadır.

Bunun tartışılır yanı, lamı – cimi yoktur.
Yarın Tayyip bey dahil, herkese gerekli olabilecektir.
Dileriz, temyiz aşamasında Yargıtay’ın ilgili Ceza Dairesinde sağduyu – hukukun üstünlüğü, AİHM’nin ifade özgürlüğüne ilişkin yerleşik – istikrarlı içtihatları dikkate alınır ve Tekirdağ’daki yerel mahkemenin hukuk tanımadan verdiği ve zorunlu olarak ertelediği
1 yıla yaklaşan hapis cezası kaldırılır.
Bu tür uygulamalar ülkemize yakışmamaktadır;
toplumsal vicdanı derinden yaralamakta, iç barışı dinamitlemektedir.
Her halde Yargının görevi bu olmasa gerektir!
Türkiye 1. sınıf bir HUKUK DEVLETİ olmak zorundadır.
YARGITAY’ı kritik bir görev, çok ağır bir tarihsel sorumluluk bekliyor.

“Ankara’da yargıçlar var” dedirtmeli, bu feneri – meşaleyi – umudu söndürmemelidirler.

******

Sevgili Türker Paşam,
Durmak yok, yola devam… Bu da geçer…

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının pdf biçimi için lütfen tıklar mısınız??

TURKER_ERTURK’UN_SAVUNMASI_UZERINE

ALLAH VAR MIDIR ??


ALLAH VAR MIDIR ??

PORTRESİ

Örsan K. Öymen
orsanoymen@gmail.com
AYDINLIK, 1.2.15

 

Felsefe, sorgulayıcı düşünce demektir. Bilgi Felsefesi (Epistemoloji), Zihin Felsefesi,
Ahlak Felsefesi (Etik), Siyaset Felsefesi, Varlık Felsefesi (Ontoloji), Bilim Felsefesi,
Dil Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Din Felsefesi gibi Felsefe’nin çeşitli alt dallarında,
analitik kavram çözümlemeleri ve sorgulamalar yürütülür, çeşitli kuramlar geliştirilir.

“Allah / Tanrı var mıdır?” sorusu da, Din Felsefesi’nin temel sorularından bir tanesidir.
Bu soru aynı zamanda, Epistemoloji ve Ontoloji ile de kesişir. Felsefe tarihinde, bu konuda, – Teizm,
– Deizm,
– Fideizm,
– Ateizm,
– Agnostisizm,
– Panteizm gibi birçok farklı açılım ortaya konmuştur.

Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Parmenides, Demokritos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozofların yaşadığı Antik Yunan döneminde tektanrıcılık egemen olmadığı için, Allah / Tanrı kavramı Felsefe’nin gündeminde zaten olmamıştır.
Ancak Hristiyanlık ve İslam dinlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Allah / Tanrı konusu da Felsefe’nin gündemine girmiştir.

Bu bağlamda Augustinus, Aquinas, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Locke, Berkeley gibi filozoflar Tanrı’nın varlığını savunmuşlar, farklı boyutlarda Teist yani Tanrıcı kuramlar ortaya atmışlar, ayrıca dini de reddetmemişlerdir.

Öte yanda Hume, Nietzsche, Marx, Sartre, Russell gibi filozoflar ateist ve/veya agnostik kuramlar geliştirerek, Tanrı kavramını ve dini reddetmişlerdir.

Felsefe’nin önemi de bu çoğulculuğundan ve diyalektik yapısından kaynaklanmaktadır.

Felsefe kendisini Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ayetlerine sıkıştırmaz.

Bırakın ateist ve agnostik filozofları, teist filozoflar bile bunu yapmazlar;
ayetlerin ötesine geçerek, kendi akıl yürütmelerini gerçekleştirirler.

Çünkü din kitapları referans alınarak Felsefe yapılmaz.

Filozof, hahamdan, papazdan ve imamdan farklı konumda bir kişidir.
Felsefe açısından, bir şeyin gerçekliği, onun Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da
yazılmış olmasından kaynaklanamaz.

Dinci despotizm ve dogmatizm vesayetinin yaşandığı Türkiye’de,
din derslerinin neredeyse her yıl zorunlu olması,
Felsefe derslerinin ise yalnızca bir yıl zorunlu olmasının nedeni de budur.

Çünkü iktidarlar her zaman Felsefe’den ve sorgulanmaktan korkmuşlardır.

Bu çarpık eğitim sistemine bağlı olarak, Türkiye’deki sözde aydınlar da Felsefe ile ilgilenmedikleri için, Allah / Tanrı ve din konusu sözde entelektüel ortamlarda bile adeta bir tabu haline dönüşmüştür.

Sözde aydınların bu korkaklığı nedeniyle de,
dinci despotizm ve dogmatizm Türkiye’de mutlak egemenliğini ilan etmiştir.

Örneğin, Türkiye’de medyadaki ve akademideki sözde aydınlar, Hume, Nietzsche ve Marx’ın din konusundaki kuramlarını biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrenmeye çalışıyorlar mı? Öğreniyorlarsa bu konuda ne düşünüyorlar?

Hume, deneyimlerden bağımsız olarak bilgi ve varlık adına bir şeyin ortaya konamayacağını,
bu bağlamda nedensellik ilkesinin de Teoloji’de ve dinde geçerli olamayacağını,
çünkü nedensellik ilkesinin zihinde, belli olayların ardışıklığının sürekli deneyim edilmesiyle oluştuğunu, bir ilk neden olarak sözde Tanrı’nın ise deneyim kapsamının dışında olduğunu, Tanrı’nın var olduğunun ve her şeyin nedeni olduğunun söylenemeyeceğini, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini, bilginin matematiksel ve olgusal önermelerle sınırlı olduğunu, Tanrı’nın antropomorfik bir kurgu olduğunu, Tanrı’ya yönelik iman temelli bir inanç geliştirilebileceğini, ancak imanın da akla ve deneyime aykırı olduğunu, bilge bir insanın da akla ve deneyime uygun inançlar geliştirmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk gibi istençler ve dürtüler nedeniyle “Tanrı” adı verilen bir kurgu oluşturduklarını, ancak bunun özgür ruh anlayışına aykırı olduğunu, dinlerin dayattığı ahlak ve yaşam anlayışının sürü ahlakı ve yaşamı olduğunu, özgür ve güçlü bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini,
tektanrıcı ve mutlakçı dinlerin bir çöküşün ve yozlaşmanın göstergesi olduğunu,
dinlerin aşılması gerektiğini söyler.

Marx, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin bir mutluluk vaadiyle ve kalpsiz dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu olarak ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali bir mutluluk olduğunu, dinin, metafizik yapısı nedeniyle eşitsizliklerin ekonomik temellerini çözümleyemediğini, din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini, kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini söyler.

Yalnızca iktidarların değil, sahte-aydınların da korktuğu düşünceler işte bunlardır!

Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı er ya da geç tartışmaya açılır!

Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı
er ya da geç tartışmaya açılır!

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Ali Demirsoy, bu ülkenin yüzakı yurtsever aydınlarından.
34 yaşında Biyoloji Profesörü oldu Hacettepe Üniversitesinde ve 67 yaşının sonuna dek bu sanla (ünvanla) çalıştı. Emekliliğine yaklaşan yıllarda Türkiye’nin en kıdemli profesörü idi. Yaşamını özellikle Evrim Biyolojisine adadı ve Evrimin Biyolojisini
çok kapsamlı kitaplarıyla yazdı. Kahreden bir trafik kazasında (cinayetinde!) eşini ve çocuklarını yitirdi ve yalnız kaldı. Ancak yılmadı.. 10 yıl kadar önce 61 yaşında iken, Kemaliye – Eğin’de 26 yaşında bir genç hanımla evlendi ve yaşama yeniden tutundu.

Ülkesinin sorunlarına gerçek bir aydın olarak hep ilgi duydu ve kafa yordu.
Her biri kısa raporlar sayılabilecek 8-9 sayfa dolayında değerlendirmeler yaptı. Bunlardan bize sanal ortamda ulaşan birçoğunu yayımladık.
Son olarak ulaşan yazısı aşağıda..

  • Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı
    er ya da geç tartışmaya açılır!

Biraz sıkıştırınca 9 yerine 6 A4 sayfasına sığdı. Bu yüzden, uzun yazılarda
hep yaptığımız gibi kısa alıntılar yapıp tüm metni pdf olarak ekliyoruz.

Şöyle giriyor Ali hoca :

portresi

  • ” Sevgili Kardeşim, Bu coğrafya üzerinde kara bulutların daha da yoğunlaştığı uzun zamandır biliniyor. Hanımı Sokrates’i yaşam tarzı ile ilgili olarak sürekli uyarıyor. Bir gün yine sorumsuz bir şekilde öğrencileri ile eve girerken, karısı kalın bir oklavayla kafasına vuruyor. Sokrates, öğrencilerine dönerek,
    bu kadar gök gürlemesinden ve şimşek çakmasından sonra dolu yağacağı belliydi. Biz de bu coğrafyada doluya tutulduk. Bunu bu ülkenin kenara atılmış çok sınırlı sayıda kalan aydını
    tahmin etmişti. Zayıf da olsa uyarmıştı.
    Bu ülkenin toprak yönetimini de aydınlar uyardı, uyarıyor. Ancak sağırlık bilinen
    en kötü duyu eksikliğidir…

    Bu ülkenin topraklarını yaklaşık 700 yıldan beri kullanıyoruz. Nasıl kullandığımızı bir kenara bırakalım; sicilimiz temiz olmayabilir. Ancak bundan böyle nasıl kullanmalıyız, yönetmeliyiz sorusunun yanıtını arayalım. Topraklar bir millete kullanım hakkıyla verilir, tapusuyla değil; eğer onu hor kullanırsanız ya da
    kısa vadeli çıkarlarınız için peş keş çekerseniz, bir gün tümüne birileri
    sahip çıkmaya kalkışır.

    Yaşamadan öğrenmeye ne dersiniz?

    ………………………

Devamla                      :

  • Ne alıp veremeyeceğimiz vardı Suriye ile neden Suriye devletini parçalamaya çalışanlara yan çıktık? İlişkilerimiz ve ticaretimiz en yüksek düzeyine yükselmişti. Türkiye zengin Suriyeli turistleri ağırlamaya başlamıştı. Görünürde Suriye’de önemli bir değişim olmamıştı. Birden bire Sünni Müslümanlara eziyet ediliyor diye kalkışma başlatıldı. Türkiye bu ateşe benzin döken ülkelerin başına geçti.
    Sanki bu ülkede Sünnilerin dışındakiler el üstünde taşınıyormuş gibi.
    Aslında Suriye bize göre daha çok şeriat yasaları ile idare edilmesine karşın, yönetimin bakış açısı uygar dünyaya dönüktü; Başkan Esad’ın eşinin

    giyim kuşamına uygar dünyan bile gıpta ile bakıyordu. Belli ki Esad gerici,
    yobaz dincilere karşıydı. Çevre ülkelerini rahatsız eden de buydu.

    Suriye karıştı da iyi mi oldu? Bir milyonu bizde fuhşun, dilenciliğin, hırsızlığın pençesine düşmüş durumda. Büyük kentlerin parklarına bir gece uğrarsanız, orada reşit olmayan erkek ve kız çocuklarının dramını görebilirsiniz. Bir devlet adamı ‘biz öyle düşünmemiştik’ diyemez. Çünkü yüzlerce danışmanı vardır; yüzlerce kanaldan bilgi ve istihbarat alabilir. Kişiler hata yapar, yanılır;

    Devlet adamlarının yanılması suç oluşturur.

    Libya’da yanıldık,
    Mısır’da yanıldık,
    Afganistan’da yanıldık,
    Irak’ta yanıldık,
    Suriye’de yanıldık,
    Ukrayna’da yanıldık,
    Mavi Marmara’da yanıldık,
    Gazze’de yanıldık,
    Paralel Devletle olan ilişkilerimizde yanıldık,

    Çok yakında demokrasi ve açılım politikasında da nasıl yanıldığımızı
    (bizzat açılım ve bağımsızlık isteyen tarafla birlikte) anlayacağız. ”

********************

Ve şöyle bağlıyor Sn. Demirsoy                    :

  • ” Sonuç                   : Devlet yalnızca vatandaşların devleti değildir; yeni oluşturulacak hukuk sisteminde devlet, ağaçların, meraların, bitkilerin ve hayvanların, çeşitli habitatların (sulak alanların, mağaraların) da devletidir. Bu topraklar neden yalnızca insanlara tahsis edilsin; bizimle aynı ülkeyi paylaşan öbür canlı varlıkların da belirli bir oranda
    bu topraklarda tapulu malları olması gerekir.
    Uygar bir ülkenin, örneğin topraklarının neden %10’u insan ayağı girmeyecek biçimde bu canlıların
    özel mülkiyetine geçirilmesin. Korkmayın, hayvanlarda, mal edinme histerisi, çocuklarına
    mal bırakma tutkusu, karaborsa ve mal biriktirme dürtüsü henüz oluşmadı. Emin olun beğenmediğiniz o canlılar bu toprakları satmayacaklar;
    hor kullanmayacaklar; doğal yapısını binlerce yıl koruyarak buralarda
    mutlu yaşayacaklar, bizim de mutlu yaşamamız için
    ortam oluşturacaklardır.

    Gerçek uygarlaşmaya yeni düzenlemelerle başlayalım derim… 

    Prof. Dr. Ali Demirsoy,
    Hacettepe Üniversitesi (Emekli)
    22.9.14, Ankara

********************

Dostlar,

Bu çok değerli makaleyi tümüyle okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki)
tıklar mısınız??

Topraginizi_koruyamazsaniz_devlet_olamazsiniz

Sevgi ve saygı ile.
22 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

Dostlar,

Hacettepe Üniv. Biyoloji bölümünden emekli, Evrim Biyoloğu ve gerçek bir yurtsever aydın olan Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy‘dan bize ulaşan bir makaleyi paylaşmak istiyoruz. Yakın tarihimize ışık tutan ibret dolu bir yazı..
Biraz uzun olmakla birlikte dikkatle okunmalı, paylaşılmalı bizce..

Dileyenler pdf olarak da okuyabilirler..

Turkiye_Cumhuriyeti’nin_Tuzaga_Dusuruldugu_Donem

Sevgi ve saygı ile.
17.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

ali_demirsoy_portresi

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

Bir ülkenin ya da toplumun doğru karar vermesi ve geleceğini düzenlemesi için geçmişini doğru değerlendirmesi kaçınılmazdır. Bunun için de birbirini izleyen üç hususun yerine getirilmesi gerekir: Geçmişin arşivlenmesi, yaşananların geçmişle ilintisinin doğru kurulması ve geleceğe yönelik tasarımlar için bu bilgilerin dikkatle kullanılması. Bütün bunların yerine getirilmesi ve uygulanması profesyonel olarak uzmanlaşmış kurumlar tarafından (başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere) yapılır ve bilimsel kuruluşlar da (bu cümleden olmak üzere üniversitelerin ilgili bölümleri başta olmak üzere) bu konuda çeşitli görüşler üreterek, geçmişte yaşananları, bugüne olan etkilerini
değişik açıdan irdelerler.

Ancak demokratik düzenlerde -oylama ile hükümetlerin değiştirilebildiği ülkelerde- halkın da bu gelişmelerden ucundan-kıyısından haberi olması gerekir. En azından orta eğitim ya da yüksek eğitimde genel anlamda, insanların, bu ülkenin geçmişteki bağlantıları ve kararlarından kabaca da olsa fikir sahibi olması gerekir ki, seçimini doğru yapabilsin. Bilgisiz ve meraksız bir insan ile bir görme özürlünün seçeceği yolu doğrulukla bulması hemen hemen aynıdır. Geçmişini bilemeyenler gelecekleri konusunda doğru karar veremezler. Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç da: Eflatun (Plato)’nun Devlet adlı eserinde yazmış olduğu gibi, devleti idare edecek kişilerin bilgili, seciyeli ve ahlaklı, zeki insanlardan seçilmiş olma koşulunun çıkarılmasıdır. Buradaki yaklaşım, bugünkü demokrasi tanımına çok da uygunluk göstermez. Çünkü günümüzün demokrasi tanımlanmasının hiçbir yerinde yöneticilerin ahlaklı, bilgili ve iyi yetiştirilmiş olması gibi bir koşul mevcut değildir.

Bir insanın ya da zümrenin yönetimi ele alması için, her ne yolu kullanırsa kullansın (açıkça yasalara ters düşmedikçe; hatta zamanımızda birçok ülkede yasalara, ahlaka ve mantığı ters düşse de) yeterli oy alması, bu zümrenin bu ülkenin geleceğini yönlendirmesi açısından yeterlidir. Batı demokrasisi ve özellikle Türk demokrasisi için bu tanım tümüyle geçerlidir. Ancak kuzu postuna bürünmüş kurtların egemen olduğu bir dünyada, kuzu rolünü üstlenmenin, daha doğru bir tanımla koyun rolünü üstlenmiş toplumların geleceği kurban olmasından öteye geçemeyecektir. Bu toplumlarda -bugünkü haliyle tanımlanmış- demokrasi o ülkenin güdülmesi demek olacaktır.

Dünyada demokratik ülke kimliği taşıyan kaç ülkenin, bağımsız olduğunu, kurtların izni olmadan bir adım bile atabildiğini düşünürsünüz? Böyle bir ülke yok. Dünyayı demokrasi ve insan hakları havariliği ile terbiye etmeye kalkışmış, özünde kendi demokrasisini bile belirli sayıdaki uluslar arası şirketlerin güdümüne sokmuş birkaç ülkenin egemenliği söz konusudur. Ambargoyu da bunlar koyar, ticareti de bunlar yönlendirir, bir ülke işgal edilecekse bu ülkeyi de (koyunların askerlerini de yerine göre parasını da kullanarak) onlar işgal eder, bir yer devlet olarak tanınacaksa bu ülkelerin izniyle tanınır; hatta kuzu-koyun rolünü üstlenmiş güya bu demokratik ülkelerin hükümetlerini -şu ya da bu yolla halkını manüple etmek suretiyle, olmaz ise gizli ya da açık askeri güç kullanarak seçtirir, devirir, değiştirir.

Bu ülkelerin geçmişten gelen iyi bir tarih ve siyaset bilgisi vardır. Geçmişi unutmazlar, geleceği de biriktirmiş oldukları bu bilgilerle çok kurnaz olarak tasarlarlar. Başarılarının sırrı da bu işleri yapacak kişileri özenle seçmeleri ve yetiştirmiş olmalarından kaynaklanır. Hâlbuki kendini demokratik ülke safında gören kuzu ülkeler, her seçim döneminde bu işleri izlemek ve duruma göre çözüm yolları üretmekle yükümlü olan kurumların en az üst düzey yöneticilerini A’dan Z’ye değiştirir, çok defa da, halkın oyları ile geldi safsatası ile kurtlar ülkesinin adamlarını iş başına yerleştirirler. Parazit vücuda ustalıkla yerleştirilir. Birçok tırtıl, vücudunun içine parazit sinek ve arılarla yumurta yerleştirildiğinin farkına varamaz; bu larvalar sinsi sinsi gelişir ve bir gün patlayarak etrafa saçılır. Tırtıl için yapacak bir şey yoktur; yolun sonuna gelinmiştir. Parazit arı, en uygun evreyi ve en uygun zamanı seçmede uzmanlaşmıştır. Batı’nın stratejisi parazit stratejisidir: Sessiz, kurnaz ve sabırlı.

TÜRKİYE NE ZAMAN BATAĞA SAPLANDI?

Birçok insan, özellikle tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun kesim (denebilir ki halkımızın çok büyük bir kısmı), şu son günlerde yaşanan talihsiz olayların nedenini son birkaç on yıla bağlamakta. Yumurtanın tırtılın içine ne zaman konduğunun farkında bile değildir. Esasında yaşadıklarımız, sancılarımız, kıvranmalarımız, yıllarca tırtılın içinde sinsi sinsi büyüyen larvaların, konukçuyu parçalama ve deşilme zamanının geldiğini işaret etmektedir. Bundan sonra yararı olur mu olmaz mı onu bilemem; ancak buraya nasıl geldiğimizi görmek açısından, geçmişimizle ilgili önemli bir olayın ve bugün yarattığı sonuçları irdelemek istedim. Yakın zamanda yaşayacaklarımızın nedenini daha iyi anlama açısından, bu sürecin irdelenmesi -ne yazık ki- yalnızca merakınızı gidermesi için yararlı olur.

Herkesin bildiği gibi, Almanya’nın çok çeşitli vaatleri; Osmanlının hayalperest, bir koyup bin alma peşinde olan paşa ve devlet adamlarının basiretsizliği sonucu Birinci Dünya Savaşına girdik ve büyük toprak yitirilmesi ile birlikte, bugün yaşamakta olduğumuz topraklarımızın, bugün politikacılarımızın akşam sabah yatıp kalkıp stratejik dostlarımız olarak ilan ettikleri devletlerin acımasız bir şekilde işgaline uğradık. Bu bataklıktan adı geçen ya da geçmeyen birçok vatanseverle birlikte Atatürk’ün engin devlet adamlığı görüşü ve askeri dehası sayesinde kayıplarla da olsa kurtulduk. Bunu ben ya da Kemalistler değil(,) Atatürk’le bizzat karşı karşıya gelmiş olan devletlerin o günkü devlet adamları da teslim etmektedir. Etmeyenler var mıdır? Vardır: Ülkemizdeki bilinen -çoğu da tutucu kesime mensup- kronik anti Kemalistler.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu zorluğu aşmasında birçok ülkenin ve özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin önemli katkısı olduğu da bilinmektedir (bizzat Rusya Devlet Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisinde yaptığı konuşmada bu hususu vurgulamıştır). Doğal olarak bu tarihi yardım iki ülkenin yakınlaşmasını da sağlamış ve bazı anlaşmalarla bu dostluğun pekiştirilmesine gidilmiştir. İşte Türkiye’nin yazgısı (1924?) tarihinde yapılan bir anlaşma ve bu anlaşmanın sonuçları ile çizilmiştir. Birçoğumuzun belki hiç bilmediği ve duymadığı bu anlaşma ve bu anlaşmanın ihlallerinin başımıza açtığı dertleri burada dip not olarak ana hatları ile anlatmaya çalışacağım.

Niye bunu yapıyor diyebilirsiniz? Belki bu yazıyı okuyan olur da, -okuyanlar için sanki çok geç kaldık diyebilirim- en azından çocuklarına, dostu düşmanı, geçmişteki basiretli ve basiretsiz devlet adamlarını tanıtır; Türkiye’nin bugün Avrupa ve Amerika kapılarında neden sürüm sürüm süründüğünü; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini 38 yıl geçmesine karşın neden en yakın bildiğimiz
dost ülkelere bile tanıtamadığımızı; Amerika’nın neden Lozan Anlaşmasını tanımadığını, her yıl 24 Nisanda Ermeni Soykırımı tasarısını ABD Başkanı onaylayacak diye kırk doğurduğumuzu ve ödün üzerine ödün verdiğimizi; cumhuriyet tarihimizdeki batının ihanetlerini ve düşmanlıklarını; 1946 yılından sonra da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin 180 derece dönerek Türkiye’ye karşı neden tavır aldığını; bölücülerin arkasında açık ya da gizli olarak neden
hep –kurtuluş savaşını yaptığımız ülkelerin- durduklarını ve belki de bugün
hiç kimsenin anlayamadığı Ergenekon Davalarının nedenini; Kozmik Oda araştırmalarının, orduya saldırıların, suikast ihbarlarının kaynağının neden Amerika olduğunu; Kontra Gerilla- Gladio olgusunun kimlerce başımıza sarıldığını; Bush denen başkanlarının Müslümanları neden şeytan olarak ilan etmesine ve ABD Anayasasındaki hükümleri bile çiğneyerek bilmem ne adasında yüzlerce Müslüman’ı 5-6 senedir mahkemeye bir defa bile çıkarmadan inanılmaz kötü koşullarda tutmasına karşın, ülkemizin yöneticilerin hiçbir zaman bunları kınayan bir açıklama yapamadığını, hiçbir resmi geliri ve ticari faaliyeti olmayan, ayrıca Stratejik ortağı olan Türkiye’de mahkûmiyet giymiş birini, 138 dönümlük bir alanın içindeki malikânede neden özel korumaya almasının mantığını anlatabilme umuduyla kaleme alınmıştır. Neden Balkanlardan Çin’e kadar, kuzey komşularımızdan Afrika’nın ortasına kadar bir ekonomik ve dayanışma birliği kurarak dünya devi olmadık da, batının şamar oğlanı haline dönüştük? Neden komşularımızla olması gereken dostluk bağlantılarını kuramadık ve ticari ilişkilerimizi geliştiremedik; onları stratejik ortaklarımızın insafına ve iznine bıraktık? Bunların hepsi 1940’lı yıllardaki basiretsizliğimiz ile başlar; benzer kadroyla da devam ettirilir. Birlikte olayları izleyelim.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasındaki
tarihi anlaşma ve ülkemize kurulan tuzak

Türkiye’nin kırılma noktalarından en önemlisi, Atatürk’ün ölümünden sonra, başa geçenlerin uyguladığı politikalardır. Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi eserinde belgelerle anlattığı 1940’lı yıllardaki Türk-Sovyet ilişkisi önümüzü görmeye yetecek bilgilerle doludur. 1920’li yıllarda Sovyetlerin Milli Kurtuluş Savaşında bize verdikleri destekten sonra 20 yıl geçerliliği olan önemli
bir anlaşma yapmışız (Ek-1). Bu anlaşmaya göre, her iki ülke bundan böyle komşuları ile yapacakları anlaşmaların geçerli olabilmesi için yaptıkları anlaşmaları birbirlerinin onayına sunacaklar.

Bu, bize göre çok daha büyük ve etkili olan Sovyetler için aslında önemli bir özveri olmalıydı. Kitaba göre Sovyetler bu anlaşmaya harfiyen uyuyor. Ancak Atatürk’ten sonra İngilizler gelerek Sovyetler ‘e karşı, Türkiye’nin yetkilileri ile gizli görüşmeler yapıyor. Bu görüşmeler Kafkaslardan Sovyetleri sıkıştırma için yapılacak hareketlerde gerekli yardımın tarafımızdan yapılmasını öngörüyormuş.

Görüşmenin metnini İngilizler aynı gün Sovyetlere iletiyorlar. Sovyet idaresi hiç ses çıkarmıyor. Anlaşmanın süresi dolunca büyük elçi Selim Sarper önderliğinde kalabalık bir heyet Moskova’ya gidiyor ve Mareşal Molotov’la (Vyaçeslav Mihayloviç Skryabin) masaya oturuyorlar ve Türk delegasyonu anlaşmadan çok mutlu olduklarını dile getirerek, uzatılmasını talep edince, Molotov İngilizlerle yapılan görüşmelerin metnini, elçimizin önüne koyarak bizimkilere yolu gösteriyorlar. Delegasyon Ankara’ya ulaştıktan sonra, Sovyetlerin, Kars ve Ardahan’ı istediği yönünde talepleri olmuş. Bunun gerçek olduğuna ilişkin birçok yayın olduğu gibi, bunun batılılar tarafından bizim onların kucaklarına oturmamız için bir tertip olduğu da söyleniyor (http://www.ozgurlukdunyasi.org/ arsiv/151-sayi-196/420-bogazlar-kars-ve-ardahan-uzerine-abd-turk-dezenformasyonu). Türkiye’nin eli ayağı tutuşuyor. Bunun üzerine NATO’ya girerek korunabilme amacıyla, o güne kadar bize oldukça uzak duran Amerika’nın ve her zaman olduğu gibi İngilizlerin ve Fransızların kucağına oturuyor ve bu güne kadar da kalkamıyor. Uzun zaman da kalkamayacağa benziyor.

Türkiye tuzağa düşmüş, yuları kaptırmıştır.

ABD, Milli Eğitim Politikamızı yönlendirmek için yetkili dört kişiden oluşan bir uzmanlar heyeti kurulmasını önermiş, bu uzmanların kararları 2 – 2 çıkarsa Amerikan uzmanın birinin oyunun 2 olarak alınması teklifini getirmiş ve kabul ettirmiş.

Türkiye’yi kurtaracak proje olarak bilinen
Köy Enstitülerinin kapatılmasını zorunlu kılmıştır.

NATO’ya girebilmek için zorunlu din eğitiminin yapılmasını talep etmiştir.

Marshall yardımı ile Türkiye’ye 180 milyon dolar vereceğini; ancak bundan böyle bu yardımı denetlemek için hiçbir izin almadan gizli istihbarat elemanlarının, denetçilerinin, siyasi gözlemcilerin her yere girip çıkabileceklerini kabul ettirmiştir. Daha sonra Marshall gibi bir general olan, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması kararını veren, 1948 yılında İsrail’in kurulmasını destekleyen, Soğuk Savaş dönemini başlatan ve CIA’yı kuran H. Truman devreye girerek ‘Truman Doktorini’ adı altında yarayı iyice derinleştirdi. Kongre’den Yunanistan ile Türkiye için 400 milyon $ kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Türkiye’nin neredeyse sekizde biri olan Yunanistan’a ise 300 milyon $ yardım yapılarak iki ülke arasındaki husumetin körüklenmesi sağlandı. Esasında ABD, Fransa ve İngiltere, 1941-44 arasında, Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için yaptıkları bütün girişimlerin sonuçsuz kalmasını bir türlü unutmamışlardı.

Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı mektubunda şöyle anlatıyor:

“Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre yönlendirmelidir.”

Askeri yardım yapacağım diyerek (kredili ve hibe yoluyla) 2. Dünya Harbinde elinde kalan, üretimi durmuş, yapıldığı fabrikalar kapanmış, miadı dolmuş araçları (hurdaları) bize vermiş; bunları Amerika’da teslim edeceği, taşımaya karışmayacağı koşulunu getirmiş; yedek parça için garanti vermediği gibi; gerekli olanlara da yüksek ücretler (en az 5-6 kat fiyatla) istemiş; bunlar yetmiyormuş gibi bu silah ve araçların kullanımını Amerika’nın iznine bağlamıştır.

ABD ile 1945’te yapılan anlaşmanın ardından Türkiye ödünler vermeye başladı ve 27.2.1946’da yapılan 10 milyon $’lık askeri anlaşma ile kazık kızağa kondu;
yıl ve yıl kazık genişleyerek ve daha derinlere girerek sonunda kalbimize dek saplandı. Türkiye’deki (Kayseri) o devrin en önemli uçak fabrikasını ve yeni kurulmakta olan askeri gereç ve donanım fabrikalarının kapatılması sağlandı.

Faiziyle geri ödenme koşuluyla gerek askeri ve gerekse ticari kredilerin,
yayın yoluyla Türk halkına halka Amerika Hibesi olarak tanıtılma zorunluluğunu getirildi.

Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947″de IMF’ye, 14 Şubat 1947″de Dünya Bankası’na üye oldu.

Türkiye’nin yediği diplomasi kazığının bir benzeri de dünyayı sömüren bu iki kuruluşa üye olmasıyla başladı. Ürettiğimiz birçok malı hatta tavuk etini bile ithal etmeyle batağa saplanmaya başladık. Daha sonra 1954’lerdeTürkiye’de demokrasi tehlikeye girerse Amerika’ya müdahale yetkisi verdik. Esasında buradaki demokrasi havariliği Türklerin demokrasisinin tehlikeye girmesi değil, o günkü koşullarda sola kayma tehlikesinin önlenmesiydi. Çünkü bu anlaşmadan sonra ikisi ihtilal olmak üzere demokrasiye müdahale olarak bilinen en az 4-5 müdahaleye bu dostlarımızın sesi çıkmadığı gibi, özellikle 1980 cuntasının arkasında bu kadim dostumuzun olduğu birçok çevre tarafından kabul edilmektedir.

Büyük bir olasılıkla o tarihten bu yana ABD ile aramızda yapılmış gizli anlaşmaların içeriğini hiçbir vatandaşımız bilmiyor. Hissettiğimiz kadarıyla, eğer içeriklerini bilseydik birçoğumuz geceleri uyuyamazdık. O gün bu gün ne askeri ne de ekonomik bağımsızlığımızı ilan edemedik ve her bağımlı ülke gibi taviz üzerine taviz verdik. Bir imparatorluğun siyasi mirasına da sahip çıkamadık. Geldiğimiz noktada, attığımız adımın bile Amerikalılar tarafından denetlendiği korkusu ya da paranoyası ile bunalıma düştük. Yazarlarımızı, yatırımcılarımızı, siyasilerimizi, okurlarımızı, çizerlerimizi (örneklerini çok gördüğümüz için) birer Amerikan ajanı olarak görmeye başladık. Siyasilerimizin en ufak bir girişimde bile Amerikan Başkanının yanına giderek, baş başa bir şeyleri konuşması, yasal olarak yanlarına almaları gereken yetkilileri bu konuşmalara ortak etmemeleri
bu kuşkularımızı azdıran ve perçinleyen hareketler olarak görülmeye başlandı. Zaman zaman Amerikan kökenli belgelerin yayın dünyasına verilmesi ve burada yazılı olanların zamanla başımıza geldiğini görünce paniğe de kapıldık diyebiliriz. Ne yazık ki, Atatürk Cumhuriyeti, halkı, yöneticileri, hatta güvenlik güçleriyle bir adım atarken bile “Amerika ne der?” vehmine tutuldu.

Aslında son 2 yıldır Ortadoğu’da yaşanan olaylar ve hareketler, bu coğrafyanın tarih boyunca yaşadığı kanlı, hileli, desiseli, çok ortaklı, çoğu zaman akıl ve izandan yoksun dogmaya dayalı acı olaylardan pek farklı değil. Bu coğrafyanın kaderini değiştirecek bir devlet adamı gelmişti, onun dünya görüşünü de ne yazık ki elimizle dogmatiklerin kirli ellerine teslim ettik. Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Yemen, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan şu ya da bu şekilde anlatmaya çalıştığımız güçlerin ve onların bu coğrafyadaki açık ve gizli işbirlikçileri ile kargaşa içine itildiler. Yanlış tanımlardan yanlış sonuçlar çıkacağı için bu coğrafyadaki olaylara da bu coğrafyanın yöneticileri tarafından doğru tanı konamıyor. Çağdışı görünümü, yaşam tarzı, inancı olanların sandıktaki oy sayılarının demokrasinin vazgeçilmez belirleyici bir kuralı olduğu düşüncesine saplanmışız.

Belli ki, dünyada dünyanın gündemini belirleyen bir kesim bunu böyle anlamıyor. Demokrasiyi elit (aydın, bilgili ve üretici) insanların bir idare sistemi olarak görüyor. Bu nedenle de Mısır’daki el değiştirmeyi darbe olarak kabul etmiyor; Suriye’ye de çıkarlarına karşı olsa bile sert önlemler alamıyor. Kendi içindeki ülkelerde, örneğin Avusturya’da bir zamanlar oy üstünlüğüyle hükümet kurmuş olan, aşırı ırkçı tutumuyla kendini tanıtan partiyi, baskıyla palas pandıras aşağı aldılar. Bizimkiler o aşağı almayı ayağa kalkarak alkışlamışlardı. Mısır’da halkına, şeriat düzenini getirmeye çalışan, dünya görüşü olarak toplumu Ortaçağın da gerisindeki bir anlayışa sürüklemeye hazırlanan bir yönetimi hiç bir zaman yerleşeceğine inanmadığı demokrasi safsatası ile korumaya batı dünyası hiç yeltenmedi. Bu durum bu bölgedeki din simsarlarını açıkça korkutmuş olmalı ki, ülkelerinin önemli sorunlarını bırakarak, bu ülkelerin içindeki olaylara müdahale etme gereğini duymaya başladılar. Korkunun ecele yarar olmadığını yakında bu coğrafyanın yönetimleri acı bir şekilde göreceklerdir.

Mısır’daki gerici yönetimin arkasında duranlar, tarihsel bir gerçeği galiba bilmiyorlar. Şu anda Mursi’nin arkasında duran Mısırlıların çoğunluk Müslüman Kardeşler üyesi olduğu bilinmektedir. Pekâlâ, Müslüman Kardeşler neyin nesidir? Süveyş Kanalı, İngiltere ve Fransa denetimindeydi; önemli gelir elde ediyorlardı. Cemal Abdülnasır 1956 yılında ülkesinin ortasından geçen Süveyş Kanalını millileştirmeye kalkıştığında, durumun ciddiyetini çıkarları açısından anlayan ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere-Fransa ve İsrail işbirliğine karşı cephe aldı; bu üçlü savaşı kazansalar da sonuçta Kanalı terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bölgeyi gelecekte denetim altında tutabilme için, Amerika CIA teşkilatı tarafından ülkeleri içten içe kemiren bir örgütün kurulması gerekiyordu, işte bu amaçla Müslüman Kardeşler örgütü kuruldu. Bu örgüt daha sonra Mısır’ın demokrasi hareketlerine ve millileştirme hareketlerine karşı İsrail’den yardım dilenen örgüttür.

Bu açıdan bakıldığında Mursi’nin seçmenlerinin büyük bölümünün aslında sadece Mısır kimliği taşıdığı, ancak göbek bağının Amerika olduğu anlaşılır.
Bu durumda da demokratik bir çoğunluğun hakkından söz edilemez. Amerika’nın başka ülkelerdeki çıkarları ve operasyonları için bağrında sıkı sıkıya koruduğu, seçimlerde önemli etkilere neden olan Cemaat Liderlerinin durumu da farklı değildir. Demokrasi insanın hür iradesi ile verdiği karardır; bağlı olduğu cemaat ve etnik kimliklerin yönetiminde, özellikle kökü yabancı ülkelerin denetimindeki örgütlenmelerin yönlendirilmesi ile verilecek kararlar değildir. Din istismarcılığı yapan ve etnik kimlik ile yola çıkan hiçbir yöneticinin, yönetimin, buna laik görünüp de uygulamalarında anti laik olan hiçbir yönetimin gerçek demokrat olamayacağı gerçeği hemen anlaşılır. İşte bu nedenle, kimse bu ülkelerin demokrasisine ve bu ülkelerin demokrasi sözcüğünü ağızlarından bırakmayan yöneticilerine inanmıyor.

Batı destekli yöneticilerin egemen olduğu coğrafyalarda şu ünlü oyun hep oynanır:

Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer; sular çekildiğinde de karıncalar balıkları. Ortadoğu’da kimin balık kimin karınca olduğu yakında anlaşılır. Bu coğrafyadaki halk hareketlerinin balıklar tarafından mı yoksa karıncalar tarafından mı gerçekleştiğini anlayacağız. Kullanılan orantısız güç balıkların ya da karıncaların etkinliğini önlese bile, suyun değişimini asla değiştiremeyecektir.

Bu coğrafya neden hiç durulmuyor, huzura kavuşmuyor?

Bu sorunun yanıtını, M.Ö. 427 yılında doğmuş olan, Sokrates’in öğrencisi, esas adı Aristacles olan Eflatun (Plato), ilk olarak yazmış olduğu Cumhuriyet (Devlet) ve daha sonra yazmış olduğu Yasalar adlı kitabında veriyor ve bakın ne diyor:

  • “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

İki bin küsur yıl önce yazılmış kitaplarda, günümüz yöneticilerinin tanımını ve demokrasi söylemi ile halkın nasıl aldatıldığını görme doğrusu ilginçtir… Aslında Eflatun, bugün hem bizim hem de Ortadoğu ülkelerinin içine düştüğü (tarihsel) durumu açıklayan iki cümlesi ile de anılır:

  • “Aldanmaya en elverişli bir yaşta yalanla yoğrulmak, işe, cehaletle başlamaktır. Çünkü ‘Gerçek yalan’ cehalettir’ “. Ve ekler:
  • “Çocuklar, gelenek ve göreneklerin masalları ile değil, iyiyi amaçlayan yurt ve ahlak bilgisi ile eğitilmelidir.” 

Dün söylediğini bugün inkâr eden ya da tersini yapan, haklı çıkmak için doğru olmayan beyanlarda bulunan, belgeler üreten yöneticiler ne yazık ki bu kokuşmanın odak noktalarını oluşturmaktadır. Türkiye ve coğrafyamızın kargaşalıklar içinde tükenen ülkeleri, bizleri bu bunalımdan kurtaracak
siyasal iradeyi ve gelişmeyi bekliyor.

Atatürk’ün manevi mirasını ve dünya görüşünü yaşatanlar bu ülkede bulunduğu sürece umut bitmiş değildir. (Temmuz 2013, Ankara)

Ek-1 : Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri düzenleyen en sağlam temel,
bu dönemde, 18 Mart 1921 tarihli, Moskova’da imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’yla atılmıştı. Bu antlaşmaya göre, Sovyet Rusya Sevr antlaşmasını reddediyor, yeni Türk devletinin Misak-ı Milli sınırlarını tanıyarak,
Türk-Sovyet sınırlarını kesin olarak saptıyordu. Yine 17 Aralık 1925’te, Paris’te iki ülke arasında bir ‘dostluk ve tarafsızlık antlaşması’ imzalanmıştı. Bu antlaşmanın en göze çarpan maddesi ise, “Taraflardan herhangi biri saldırıya uğradığında diğerinin tarafsız kalacağı” şeklindeydi. İki ülkenin imzaladığı bu ilk saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşması, 9 Eylül 1926’da yapılan bir ek protokolle, sınırların arazi üzerinde de netleştirilmesiyle genişletilmişti. 11 Mart 1927 tarihinde de, Ankara’da imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması ile iki ülkenin ticari temsilcilikleri diplomatik düzeye çıkarılmıştı. Ayrıca Türkiye ile Sovyetler Birliği, 1928’de, saldırı savaşlarını yasaklayan Kellog-Briand Paktı’nı ortak olarak imzalamışlardı. 17 Aralık 1929’da, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması, Ankara’da yapılan bir protokolle iki yıllığına uzatılmıştı. 7 Mart 1931’de ise, ek bir protokolle antlaşma yürürlüğe giriyor, 30 Ekim 1931’de yeni bir protokolle antlaşma 5 yıllığına daha uzatılıyordu. Yine 1935’te, son kez olmak üzere 10 yıllığına uzatılmıştı. 2. Dünya Savaşı sonuna dek, ilişkilerde dostluk egemendi.