Etiket arşivi: siyasal İslamcı

Bedeviye esir düştün Türkiye

Barış TerkoğluBarış Terkoğlu

06 Temmuz 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

 

“Cehalet aklın gecesidir” diyor Konfüçyüs, “Aysız yıldızsız bir gece” diye de devam ediyor.

İstanbul’da bir sanat sergisi. Önünde kalabalık toplanmış. Hayır, görmeye gelmemişler. Söylediklerine göre, “ecdat yadigarı” mekanda; paganizm, LGBT, ahlaksızlık vb. her türlü “din düşmanlığı” var.

İBB’nin düzenlediği Feshane’deki sergiyi, dinciler protesto etti. Haliyle merak ettim: Acaba içeride, İslamcıları ayağa kaldıracak ne var?

Protestocular, içeri girmiş, “cemiyet ahlakına dinamit atan” eserleri fotoğraflamış, paylaşmıştı. 300 sanatçının, 400’den fazla eserinin olduğu sergide saldırı, üç eser üzerinde yoğunlaşmıştı.

ŞÖVALYE DEDİLER KEÇİ ÇIKTI

Birincisi; serginin girişinde yer alan heykellerdi. Protestoculara göre “Tapınak Şövalyeleri’nin taptığı şeytanı” temsil ediyordu.

Heykeli buldum. Eserin adı “No man’s land” yani “Sahipsiz toprak”. Hazırlayan sanatçı, Gönül Nuhoğlu. Gönül Hanım’la konuştum. “Ben bir enstalasyon (yerleştirme) sanatçısıyım, eserin sergileneceği mekâna göre iş yapıyorum” diye söze başladı Nuhoğlu. Bu eserini, İtalya-Milano’da bir şatoda düzenlenen sergi için yapmıştı. Şato, sınırları savunma için oluşturulmuş mekânlardan biriydi. Ortamın havasını, dışarıyı gözetleyen, keçilerle tamamlamıştı.

Keçilere yakından bakıldığında, ayakları, mühendislerin harita hazırlarken kullandığı aletlerin ayaklarından oluşmuştu. Nuhoğlu, eserin mesajını şöyle anlattı: “Dağ keçileri sınır tanımıyorlar. İnsanların çizdiklerinden bağımsız olarak, doğal sınırları onlar belirliyorlar.” Söyledikleri gayet açıklayıcıydı…

“Herkesi İtalya’ya götürmek mümkün değil. Mekânın dışına çıkınca anlaşılmıyor olabilir. Ama herkes anlamak zorunda da sevmek zorunda da değil. Ama birlikte yaşayacaksak en azından anlamaya çalışmak, saygı göstermek zorunda.” “Sığlığın kendisiyle derinlik ölçülmez” diyen Nuhoğlu, yaşananların sebebinin cehalet olduğunu düşünüyordu.

SEVİŞMİYOR SAVAŞIYOR

İkinci eserin sorunu LGBT idi! Protestocular, çırılçıplak iki erkeğin, kucak kucağa seviştiğini söylüyordu. O eseri de buldum. Dikkatli bakınca, sevişen değil savaşan iki canavar resmedilmiş gibi duruyordu.

Sanatçı Sema Maşkılı’yı buldum. Maşkılı, “O resim hâlâ devam eden kişisel sergimin bir parçası. Serginin adı ‘Güç Canavarlar Yaratır’ diye söze başladı. “Bu resimlerin hiçbirinde sanıldığı gibi cinsellik yok. İnsanlar birbiriyle güç mücadelesi yapıyorlar. Onları dövüşürken, boğuşurken resmediyorum.”

Canavarlar neden çıplak? Maşkılı anlatıyor: “Onları medeni olarak göstermek istemiyorum çünkü kıyafet medeniyetin temsilidir.”

Maşkılı, “Ben insanlığın sorunlarına eğiliyorum” derken sanatının siyasete alet edilmesini istemediğini ifade etti. Gerçekten de Maşkılı’nın aynı tema üzerine bir dizi eseri vardı.

ALATURKALIĞI ANLATIYOR

Hedefteki üçüncü eser ise mahyasında “Ala Turca” yazan minarelerin olduğu, şehir silüetinin göründüğü resimdi. Resimde rakı masası ve dansöz olması, İslamcı cenahı kızdırmıştı. Ressam Mevlüt Akyıldız’ın 2001 tarihli “Ala Turca” isimli eseriydi. Resme bakınca, sayamadığım kadar çok insan gördüm. Asker de aşçı da vardı. Protestocuların gözü ise dansöze ve rakıya takılmıştı. Ben ise onları çok zor seçebilmiştim.

Akyıldız’ı aradım. Adı üstünde, bizim alaturkalığımızı anlatmaya çalışıyordu. Osmanlı’dan bugüne tarihimizin farklı öğelerini yan yana getirmişti. “Arkada bir kantocu kadın, önde yerel bir şarkıcı, öbür yanda bir dansöz, yanına hem gelini hem sevgilisini oturtmuş bir damat, bir tarafta rakı içenler bir tarafta güreşenler…” diyerek resimdeki unsurları sıralamaya başladı Akyıldız. Bir tür kültürel karmaşa serüvenimizdi. Resimlerinde ironiyi sevdiğini anlatan Akyıldız, “Sanat öyle bir şey ki 80 yıl sonra resmime bakan belki de bambaşka yorumlayacak” ifadelerini kullandı. Ona göre sorun, dini bile tanımayan cahil insanlardan kaynaklanıyordu.

FESHANE KUTSAL DEĞİL

Kısacası siyasal İslamcılar neyi protesto ettiğini dahi bilmiyor. İBB’nin muhalefette olması, sanat sergisi düzenlemesi, onları sokağa dökmeye yetmişti.

Sanatçılarla konuştuktan sonra Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ni açtım. Serginin olduğu Feshane’nin tarihini okudum. Elbette bir kutsallığı yoktu. Aksine, bir ticarethaneydi. Fes ithalatının ekonomiye zarar vermesi üzerine milli üretim için II. Mahmut tarafından kurulmuş bir fes fabrikasıydı. Osmanlı’da sanayileşmenin, modernleşmenin, Batı’yı yakalama arayışının bir parçasıydı. İBB ise dökülen yapıyı restore edip bir sanat merkezine çevirmişti. Haliyle içerdeki resimler-heykeller, kapıdaki İslamcı protestoculardan daha fazla Feshane’nin ruhunu temsil ediyordu. II. Mahmut yaşasa sergiyi gezer, belki de sarayın duvarlarına birkaç resim seçerdi.

  • Sorun bizim Talibanlaşmış İslamcılar’daydı.
  • Çölleşmiş Bedevi zihniyetini, sanki dinle, ecdatla, tarihle alakası varmış gibi millete dikte ediyorlardı.

Cehaletten daha kötüsü, eyleme geçmiş cehalettir. Asla küçümsemeyin!

====================================
Evet dostlar…

AKP=RTE ile 20,5 yılda sürüklendiğimiz yer bu batak.
Üstelik 21. yy’ın şafağında.

İrticaya sınır yok!
Yetenekli – araştırmacı – yürekli gazeteci Barış Terkoğlu‘nu içtenlikle kutluyoruz.

Siyasal İslamcı‘nın cehaletine sınır olmadığından, buna dayalı kör cüretine de sınır yok.

Ama ciddiye alınmalı, direnmeli.. bu asla kabul edilemez çöl şeriatı baskısına asla boyun eğilmemeli. Tüm uygar Türkiye’den gür sesle itirazlar yükselmeli..
***
Acaba??
Bu arada,
Kimin tavuğuna kışt dedik?” diyen zat-ı şahaneleri mübarek Reis hazretlerimiz ne buyururlar bu ilkel, cehalet kuyusu saldırıya??

Demokrasi tramvayından yıllardır indiklerini biliyoruz da,
Türkiye’yi daha ne denli şer’i / teokratik devlet yapacaklar?

Anayasal laik rejimi nereye dek budayacaklar?

Nerede duracaklar??

Unutulmasın                                   :

  • Türkiye, tarihinin en gerici tarikatlar koalisyonunca yönetilmekte.. 

Sevgi ve saygı ile. 06 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ACABA TÜRKİYE’DE YENİDEN USSAl (RASYONEL) ve BİLİMSEL EKONOMİK KURALLARA ve ÖZERK KURUMLARA DÖNMEK OLASI MI?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Türkiye’ de 14 ve 28 Mayıs 2023’te yapılan iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi sona erdi. Görevdeki siyasal iktidar değişmedi. Fakat dün gece Bakanlar açıklandı. Daha önce, siyasal iktidarın ekonomi yönetiminden ayrılmak zorunda kalan sayın Mehmet Şimşek, ekibiyle birlikte eski görevine geri döndü. Yeniden maliye bakanı oldu ve ekonomi yönetiminin sorumluluğu üstlendi.

Sayın Şimşek, bakanlık devir teslim törenindeki kısa açıklamasında; “Ekonomide rasyonel politikalara dönmekten başka seçenek yoktur” saptamasını yaptı. Bu çok doğru bir belirlemeydi. Sayın Şimşek’in söz konusu açıklamasının anlamı şudur:

  • Türkiye serbest (liberal) piyasa ekonomisine, klasik iktisat öğretisine ve ortodoks iktisat politikasına geri dönmek zorunda kaldı.
  • Çünkü Türkiye ekonomisi üretim, istihdam, enflasyon, gelir dağılımı, döviz kuru ve faiz oranları… açısından önemli açmazlara girmişti.

Önce bilimsel bir saptama yapalım : Peki, acaba bu ekonomik açmazın ana nedeni ne olabilir?

Bilindiği gibi, Türkiye’de görevdeki iktidar SİYASAL İSLAMCI bir iktidardır. Fakat

  • Siyasal İslamcılık ya da siyasal dinciliğin kendine özgü, denenmiş ve kanıtlanmış ussal (rasyonel) ve uygulanabilir bir ekonomi politikası yoktur.

Bu tür din odaklı siyasal iktidarlar, ekonomi politikalarını ancak klasik liberal, serbest piyasa ekonomisinden ödünç alarak varlıklarını sürdürebilirler. Türkiye’de de öyle olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte giderek serbest piyasa ekonomisi göz ardı edilmiş, başta faiz olmak üzere, fiyat denetimleri başlamış, kumanda ekonomisi belirtileri yaygınlaşmıştır. Ussal (Rasyonel) ve bilimsel ekonomi yönetiminden giderek uzaklaşılmıştır.

Peki Sn. M. Şimşek‘in ussal (rasyonel), klasik, geleneksel ve ortodoks politikası kalıcı olabilir mi?

Görevdeki tek kişilik, katı merkezci siyasal yönetimin bu yeni ussal (rasyonel), ortodoks iktisat politikasına sadık mı kalacağı, yoksa işler rayına girdikten sonra yeniden dinci (teokratik), usdışı (irrasyonel) ve heteredoks iktisat öğretilerine geri mi dönüleceğini zaman gösterecektir. Eğer tek kişi merkezli yönetim, Siyasal İslamcılık dürtüleri ile yeniden teokratik ve heterodoks ekonomi politikalarına geri dönüş yaparsa, sonuç yeniden hüsran ve düş kırıklıkları olabilir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, Siyasal İslamcılık ideolojisinin evrensel, ussal (rasyonel) bir iktisat öğretisi ve politikası yoktur. Zaten dinler de, İslamiyet dahil, insanlara bilim, üretim, teknoloji ve ekonomi öğretmek için değil; güzel ahlak, sevgi, barış ve dayanışma için gelirler.

Okuyucuların yoğun istekleri üzerine, varolan (mevcut) ekonomik gündem ve gelişmeleri de fırsat bilerek, İKTİSAT POLİTİKALARININ NİTELİK VE İÇERİKLERİ HAKKINDA özet açıklamalar yapma zorunluluğu doğdu. Denemeye çalışalım.

Klasik İktisat politikalarının temel amacı ekonomik kararlılıktır (istikrardır). Mal arzı ile mal talebi, hizmet arzı ile hizmet talebi, sermaye arzı ile sermaye talebi, para arzı ile para talebi, döviz arzı ile döviz talebi, kamu gelirleri ile kamu giderleri, emek arzı ile emek talebi… arasındaki dengesizlikleri ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Ancak bu dengesizlikler arasında mallar ve hizmetlerin piyasa fiyatları ile faiz oranları ve döviz kurları özel bir önem taşır. Daha dar anlamda İktisat politikası, FİYAT İSTİKRARI (mal, hizmet, faiz ve döviz fiyatlarının tutarlı dengesi) anlamına gelir.

Stratejik ya da taktik açıdan, iktisat politikaları,

  • Ortodoks iktisat politikaları ve
  • Heterodoks iktisat politikaları olarak ikiye ayrılır.

Ortodoks iktisat politikası, ekonomi biliminin gelenekselleşmiş klasik öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalınarak ekonomik dengesizliklere ve sorunlara çözüm üretme anlamına gelir.

Heterodoks iktisat politikası, ekonomi biliminin öğretilerine çok  bağlı kalmadan, dinsel, toplumbilimsel (sosyolojik) ve ekinsel (kültürel) değişkenleri de sisteme katmak demektir. Örneğin ekonomi biliminin klasik faiz öğretisini göz ardı etmek ya da faiz yasağı için faizle ilgili dinsel yasak öğretisini sisteme aktarmak heteredoks bir yaklaşımdır.

Kapsam ya da içerik olarak iktisat politikalarını da;

  • Para politikası,
  • Maliye politikası ve
  • Yapısal politikalar olarak üçe ayırmak olasıdır.

Para politikası demek; piyasadaki toplam para stokunu (arzını, emisyonu) azaltmak ya da çoğaltmak yoluyla arzı, talebi, tasarrufları ve kredi talebini etkilemek demektir. Eğer para ve kredi hacmi genişletilirse talep artar, fiyatlar yükselir, tasarruflar azalır, kredi talebi artar, faizler yükselme eğilimine girer. Tersine piyasadaki para ve kredi hacmi daraltılırsa durum tersine döner. Talep daralır, fiyatlar düşer, tasarruflar artar, kredi talebi azalır. faizler düşme eğilimine girer.

Maliye politikası demek, daha çok Keynesgil öğreti içinde kamu ya da devlet eliyle piyasadaki toplam kamu harcamalarını azaltarak ya da çoğaltarak toplam talebi etkilemek anlamına gelir.. Eğer vergiler artırılır, parasal ücretler sabit kalır ve kamu ihaleleri azaltılırsa kamu harcamaları kısılır ve piyasadaki toplam talep azaltılmış, piyasadaki fiyat artışları frenlenmiş olur. Tersine, kamu emekçilerinin aylıkları artırılır, vergiler düşürülür ve kamu ihaleleri hızlandırılırsa kamu harcamaları artmış, toplam talep yükselmiş, piyasa canlanmış olur.

Yapısal iktisat politikasına gelince:
Böyle durumlarda, doğrudan arza ve talebe değil, arz ve talebi oluşturan etmenlere ve girdilere müdahale edilir.
Üretimi ve verimi artırıcı, teknoloji geliştirici, tarımsal üretim alanlarını genişletici ve ıslah edici, ürün niteliğini (kalitesini) yükseltici, mesleksel ve teknik eğitimin niteliklerini geliştirici, araştırma ve geliştirme etkinliklerini (faaliyetlerini) destekleyici, istihdamı artırıcı, döviz gelirlerini çoğaltıcı, gelir dağılımını düzeltici, makro ve mikro ölçekteki üretim ve hizmet birimlerini etkinleştirici ve ussallaştırıcı (rasyonelleştirici)… vb. politikalar yapısal politikalar olarak adlandırılır.

EKONOMİK GÜVEN

Bu sayılan politik seçeneklere ek olarak, ekonomi politikasını yönetenlerin en önemli görevlerinden biri ve belki birincisi de iç ve dış ekonomik aktörlere, iş insanlarına GÜVEN VERMEKTİR.

Güven bireysel değil hukuksal ve kurumsal bir olgudur. Güven olgusunun temelinde de hukuka, ekonomik kurumlara ve adalete, yargı sistemine olan güven önemlidir. Bu güven kalıcı ve tartışmasız olmalıdır. Kanımca Türkiye’de, iç ve özellikle de dış piyasa aktörleri için, önemli bir güven eksikliği vardır.

Güven yoksa dış kaynak gelmez, yatırım riskli olur, uzun erimli (vadeli) reel yatırımlar yapılamaz.

Güven duyulması için ekonominin doğal işleyiş kurallarına uyulması, hukuk dışı işlere asla girilmemesi gereken kurumların başında da T.C. Merkez Bankası ve bankacılık sistemi – BDDK, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), Üniversiteler, TMSF – Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu, SPK, yargı kurumu ve mahkemeler gelir. Saydam (Şeffaf) ve denetlenebilir bir ekonomik yapı kaçınılmazdır. Siyasal müdahale, telkin ve yönlendirmelere açık kurallar, kurumlar ve yöneticiler asla güven vermezler.

Ayrıca otoriter rejimlerdeki siyasal iktidarların hak, hukuk, adalet ve gerçek demokrasi ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olmaları, ülkelerindeki önemli kurumlara profesyonel mesleksel tam özerklik tanıyabilmeleri, iç ve dış piyasalar için kalıcı güven üretebilmeleri acaba ne denli olasıdır? Aynı riskli durum Türkiye için de söz konusudur.

Bana düşen, hiçbir ön yargıya kapılmadan Sn. Mehmet Şimşek ve takımına (ekibine), var olan ağır ekonomik sorunları yeniden düzene koyabilmeleri için, kendilerine başarı dilemektir. Çünkü toplumun, ailelerin, bireylerin, ekonomik kurumların ve iş insanlarının ivedilikle (acilen) varolan ekonomik sorunlarının çözülmesine gereksinmeleri vardır. İşlerinin hiç de kolay olmadığını biliyorum. Haydi kolay gelsin..

Son ve çok önemli bir not daha : Her türlü istikrar politikaları kemer sıkma politikaları demektir. Yani talep, gelir azaltıcı ve vergi artırıcı karar ve uygulamalardır. Bu politikanın ekonomik maliyeti de işçi, memur, emekli, küçük esnaf gibi dar gelirli olan insanların sırtına yüklenir. Dar gelirli kesimler önce enflasyonun ve daha sonra da istikrar politikalarının çifte maliyetini yüklenmek zorunda kalır.

İktidarın tükenişi!

Deprem felaketi, Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek gibi görünüyor. Sadece yer altındaki tektonik faylar değil, yer üstündeki toplumsal faylar da kırılmış durumda. Ülkenin yaklaşık beşte birini enkaz altında bırakan deprem, asıl afetin İslamcı-faşizan iktidar olduğunu gözler önüne serdi. Bir ortaçağ arızası olan inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu kamu yönetiminin iflas ettiğine toplumun büyük kesimi tanık oldu. Bu bağlamda, geçen pazar günü yayımlanan “Silkelense düşecekler” başlıklı yazımda ileri sürdüğüm tezlere devam ediyorum.

Ağır bir yenilgiye doğru sürüklenen İslamcı hareketin tutunmaya çalıştığı son iktidar sütunları da gürültüyle çöküyor. Ancak, bu tablo AKP’nin ve ortağı MHP’nin iktidarı direnmeden terk edip muhalefete bırakacağı anlamına gelmiyor. Tam tersi olacaktır. İktidar, eline geçirdiği devlet gücünü bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Durumun farkında olan iktidar, toparlanmaya ve inisiyatifi yeniden ele geçirmeye, yeni bir algı operasyonu ve psikolojik harp hazırlığı yapmaya, bu bağlamda bağımsız medyayı susturmaya yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Bu nedenle, ilk görev olarak AKP’nin ve dinci-faşizan blokun toparlanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da zamanında yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlere doğru –deyim uygunsa– sürükleniyor. Eğer Erdoğan-AKP iktidarı, seçimleri kaybedeceğini görürse, hiç kuşku yok ki, bu sonuçtan kaçmak için her yolu deneyecektir. İlk deneyeceği yöntem ise, Yüksek Seçim Kurulu dahil, seçim kurulları marifetiyle, sandık sonuçlarını değiştirmek, halkın ortaya çıkacak iradesini çalma girişimi olacaktır. Siyasal İslamcılar için “milli irade” kendi dar ideolojik programlarını desteklemek için verilen oylardan ibarettir. Gerisinin bir önemi ve değeri yoktur. Milletin geriye kalanı, zorla ya da rızayla “hak yoluna sokulmayı bekleyen” günahkârlardan oluşur, o kadar.

Israrla vurguladık; AKP klasik bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti değildir. Cumhuriyet’i yıkmayı hedefleyen siyasal İslamcı ve faşizan hareketin ülkeye el koymuş örgütlü bir ifadesidir. Bu nedenle, rejim değişikliğini sonuna kadar zorlamadan, “kutlu dava” dedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken son bir hamle daha yapmadan geri çekilmeyecekleri kesindir.

İKTİDARIN GÜCÜ ve KORKUSU

İslamcı hareket, iktidarı bir kez yitirirse bir daha böyle bir tarihsel fırsat yakalayamayacağını görüyor. Dahası, kendilerine yönelecek bir hesap sorma dalgasının altında ezilerek, ele geçirdikleri bütün mevzileri kaybedeceklerinden de korkuyor. Bu korkunun ima ettiği sonuçlar bütünüyle gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, kestirmek güç. (AS: Yüce Divan’a yollamak için 400 MV gerek!) Çünkü bunun gerçekleşmesi esas olarak AKP sonrası iktidarın niteliğine, yani radikallik düzeyi ile cumhuriyetçi ve halkçı karakterinin belirgin olup olmamasına bağlı. Ancak öyle görülüyor ki, bu korku, AKP iktidarına bir çılgınlık yaptıracak kadar derin ve travmatik bir nitelik taşıyor.

Diğer taraftan, paradoksal olarak gerici-faşizan iktidarın bütün kamu gücünü elinde tuttuğu, denge ve denetim kurumlarını tasfiye ettiği, kurumsal bakımdan kendilerine “dur” diyecek bir kurum bırakmadığı, dolayısıyla istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlü göründüğü… mevcut koşullarda, gerçek tablo tam tersidir. Erdoğan-AKP iktidarı büyük bir hızla gücünü ve ülkeyi yönetme yeteneğini kaybediyor.

Merkez sağ siyaset havzasının, tarihsel sahipleri tarafından yeniden doldurulmaya başlanması nedeniyle, AKP iktidarının dayandığı tek güç olan toplumsal desteği de hızla eriyor. Kamuoyu araştırmaları AKP oylarının, geleneksel İslamcı tabana, diğer bir ifadeyle dinci çekirdek kesimlere doğru daraldığını ortaya koyuyor. AKP iktidarı, Rusya dışında bütün dış desteğini de yitirmiş görünüyor.

Eğer muhalefet yaşamsal bir hata yapmazsa, AKP’nin bir daha siyasal ömrünü uzatması zor görünüyor. Öyle ki; AKP iktidarının bir ganimet gibi gördüğü Cumhuriyet Türkiye’sinin zenginliklerini yağmaladığını biliyoruz; işte bu yağma düzenine ortak ettiği muhafazakâr ve yandaş sermaye kesimleri bile, toplumsal bir depremin enkazı altında kalmaktan korkuyor. Bu nedenle AKP’den uzaklaşmanın yollarını arıyor.

TÜRKİYE’NİN ÜÇ YOLU

Fantastik bir teori gibi görülebilir, ama yine de söyleyeyim; AKP (ve MHP) gerçekte iktidarı kaybetmiş görünüyor. Fiili durum bu. Gelgelelim, Türkiye’nin sol dahil, ilerici ve geleneksel muhalefet güçleri bu durumun tam olarak farkında değil. İşin kötüsü, iktidar da kaybettiğini göremiyor. Oysa tablo açık; ortada her tarafı dökülen, silkelense düşecek rüküş bir iktidar var. Ancak, tam da bu nedenle, saldırgan olabilecek ve kötülük yapmaktan kaçınmayacak bir iktidar bu. Dolayısıyla işi hafife almadan, bütün muhalefet güçlerini birleştirerek dikkatle, kararlılıkla ve cesaretle mücadele edilmesi gereken bir iktidar.

Türkiye’nin önünde fazla yol yok. Seçimlerden sonra ya AKP iktidarının aşırılıklarının törpülendiği, toplumdaki tansiyonu düşürecek ve Cumhuriyetin bozulan yapısının kısmen de olsa onarıldığı demokratik bir restorasyon dönemi yaşanacak ya da siyasal İslamcılar ve ortaklarının her türlü çılgınlığı yaparak (darbe, iç çatışma vb.) iktidara yeniden el koyup, ülkeyi sürükleyecekleri dinci-faşist bir diktatörlük olacak. Elbette, şimdilik zayıf da olsa bir üçüncü yol daha var: Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sol güçlerinin geniş ittifakına dayanan –burada “geniş ittifak” kavramı önemlihalkçı, laik ve kamucu bir atılım gerçekleştirilecek.

Eğer Erdoğan-AKP yönetimi seçimden istediği sonucu alamaz ve direnmeye yönelirse, hiç kuşkusuz ülkenin, niteliği ve sonuçları kestirilemeyecek yıkıcı bir kalkışma, iç savaş vb. gibi, her türden olasılığa açık bir kaos (karmaşa) ortamına sürükleneceği öngörülebilir. Ancak, AKP iktidarının seçimi kaybetmesi halinde (yitirmesi durumunda), sanıldığı gibi etkili bir direnme gücü de yok. Kaybeden bir siyasal güç için hayatını ve geleceğini ortaya koyacak pek fazla kişi ve çevre olmayacaktır.

Sonuç olarak; gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı tarihsel ve sosyolojik bir sorunla boğuşuyoruz. Ancak, teolojik literatüre yönelik eleştirileri uzunca bir süredir geri çeken “modern” Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda. Artık böyle devam edemez.

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

10 Kasım 2022.. 84 Yıl Sonra Atılım Üniversitesinde Atatürk’ü anma : EĞİTİMDE YARATICILIK..

Dostlar,

Güncelleme (19.1.23) Bu konuyu çok daha kapsamlı işlediğimiz zoom ortamı..
EĞİTİMDE YARATICILIK ve ATATÜRK’ün ULUSAL EĞİTİM DİZGESİ | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
***
Bu gün 10 Kasım 2022… / Güncelleme : 21 Kasım 2022 (konuşmamızın erişkesi aşağılarda…)

Türkiye Cumhuriyeti’mizi yıkılan ve parçalanan Osmanlı Devletinden kalan enkazdan yaratan Yüce insan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün aramızdan bedensel olarak ayrılmasının 84. yılı.

10 Kasım 1938 – 10 Kasım 2022..

Sabah saat 09:05’te, çalışmakta olduğumuz Atılım Üniversitesi bahçesinde, Atatürk anıtı önünde toplanacak ve geleneksel saygı duruşunda bulunacağız.. / bulunduk..

Saat 10:00’da, Mühendislik Fak. binasındaki Kemal Zaim konferans salonuna geçecek ve bir açıkoturum gerçekleştireceğiz. Aşağıdaki görselde (posterde) izleneceği üzere, bu yıl 9. kez düzenlenen 9th International Conference on Future Learning and Informatics dizisi bağlamında bir açıkoturuma (panele) katılacağız.. / katıldık

Tema; İNSAN ODAKLI BİR GELECEK YARATMAK..

Bu kapsamda Atılım Üniversitesinde bizim de konuşmacı olarak katılacağımız açıkoturumun konusu EĞİTİMDE YARATICILIK olarak belirlendi.

ODTÜ Matematik Bölümünden Sn. Doç. Dr. Tarkan Gürbüz‘ün yöneteceği açıkoturuma yine ODTÜ’den Eğitimbilimci Sn. Prof. Dr. Erdinç Çakıroğlu ve Makine Müh. Sn. Prof. Dr. Arzu Günenç Sorguç da bizimle birlikte konuşmacı olacaklar. Destekleyen kurumlar da görselde belli. Toplantıya emek veren ve bizi de konuşmacı olarak onurlandıranlara teşekkür ederiz.

Açıkoturum, zoom ortamında uzaktan da eşzamanlı olarak izlenebilecek, gerçek ve sanal katılımcılar konuşmaların ardından soru sorup katkı sağlayabilecek. Oturum kayıt altına alınacak ve daha sonra uygun web sitelerinde paylaşılacak.

zoom.us/j/3125869090
ID: 3125869090

Sözlerimizi şöyle bağlayalım.. Sahi, konumuz YARATICLILIK idi değil mi?

21. yy’da Türkiye Cumhuriyeti ile çatışacak ve becerebilirse yerine bir siyasal islamcı Anadolu federe islam devleti (!) kurmak üzere AKP = RTE’nin “dinini ve kinini eksik etmeyecek” nesilleri mi;

Yoksa büyük devrimci Mustafa Kemal ATATÜRK‘ ün “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür“, yaşamda en gerçek yol gösterici olarak akıl ve bilimi / Bilimsel akılcılığı rehber edinecek çağdaş Cumhuriyet kuşakları mı?

Türkiye gündemi bu yaman gerilim ekseninde kutuplaşmış bulunuyor ne yazık ki ve biriken olumsuz enerjinin ülkemize olası en az zararla boşaltılması gerekiyor. Ustalıkla.

Buyurun tartışmaya..

Oturumu izlemek için tıklayınız :

https://zoom.us/rec/share/2Rgb5AdVKjtKRUCJc1e8BaEFCsjHsRhlV7YGNCynrhYoGeO-5_gWyziR0wyp2yG4.OsNbguEy1-vN0yZQ

Bizim konuşmamız 1:09:00’da başlıyor, 35 dakika süreli..

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2022, Ankara
(Güncelleme : 21 Kasım 2022)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Atatürkçü Düşünce Derneği Bilim Kurulu 2. Başkanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik
twitter : @profsaltik

TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR

Dostlar,

Cumhuriyetimizin 99. yılında, Almanya Hildesheim ADD Başkanı sayın Fatma Anders ile bir sanal konferansımız oldu 29 Ekim 2022 günü. Türkiye ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi de youtube kanalı üzerinden eşzamanlı olarak konuşmamızı yayınladı.

Türkiye saati le 21:00 – 22:00 arasında yaptığımız irdelemede,

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR..
    başlıklı temayı işledik.

İlginç biçimde, o akşam İstanbul Sarıyer’de, Boğaz’da bir lokantada sınıf yemeğimiz vardı!
1971 yılında bitirdiğimiz Van Atatürk Lisesi 6 Fen A sınıfı arkadaşlarımız, 51 yıl sonra ilk kez bir araya gelmiştik. Arkadaşlarımızdan izin isteyerek, lokantada küçücük bir odacıkta zor koşullarda sanal konferansımızı gerçekleştirdik.

İzlemek için lütfen tıklayınız..  https://youtu.be/Dtq-8V3wakc

Büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ile dava ve silah arkadaşlarının görkemli ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti, insanlık tarihine örnek biçimde ilk 100 yılını tamamladı, tamamlayacak.

Hiç kuşku yok inişli – çıkışlı yıllar oldu bu yüz yıla varan tarihsel serüvende.. Mustafa Kemal Paşa 1923-38 arasında Cumhuriyet’e kol kanat gerdi kurucu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak. Ardından 1938-50 arasında, O’nun en yakın yoldaşı İsmet İnönü sürdürdü aynı kritik görevi 2. Cumhurbaşkanı olarak ve ülkemiz 14 Mayıs 1950’de çok partili siyasal yaşama geçti; kurucu parti CHP, iktidarı kendi içinden çıkan DP’ye devretti.

3 Kasım 2002’de AKP iktidar oldu ve 20 yıldır tek başına ülkemizi idare etmekte. Bu uzun 2 onyılda açıkça saptamak gerekir ki, Cumhuriyetimiz ciddi biçimde başkalaştırıldı. Erdoğan hükümetleri giderek artan bir ivmelenme ile Cumhuriyet’imizin temel değerlerine savaş açtılar.

AKP = RTE açıkça Saltanatçı – hilafetçi – dinci – sermaye yanlısı ve
Batı uydusu politikaları tüm ülkeye dayattı.

15 Temmuz 2016‘da ABD maşası FETÖ eliyle girişilen silahlı darbe, önceden haber alındığı halde bastırılmadı ve sergilenmesine izin verilerek sonrası için gerekçe yapıldı. Erdoğan açıkça, “Bu darbe girişimi bize Allah’ın bir lütfudur..” diyebildi! 5 gün sonra OHAL ilan edildi ve Cumhurbaşkanı OHAL Kararnameleri ile Türkiye Cumhuriyeti son derece köklü bir yozlaştırma operasyonuna sokuldu..

2. kez Anayasa değiştirildi halkoylaması ile ve 16 Nisan 2017 halkoylamasında apaçık hile yapılarak 2,5 milyona yakın mühürsüz oy kullandırılarak oylama kıl payı “kazanılmış” oldu!

Bu sivil darbenin ardından 9 Temmuz 2018’de Erdoğan adeta “tahta çıktı” !

Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi Türk Milleti, bu devredilemez ve vazgeçilmez hakkını adeta TEK ADAM Erdoğan’a bıraktı. RTE, padişahlar ölçüsünde hatta yer yer daha “güçlü” post-modern bir patrimonyal sultan oldu! 3 ana Erk’i (Yasama/Yürütme/Yargı) güdümüne soktu.

Türkiye genel seçim eğik düzleminde. Her bakımdan son derece ağır sorunlarla kuşatılmış durumda. Yolsuzluklar, yasaklar ve yoksulluk ülkemizi kasıp kavurmakta. Siyasal islamcı AKP = RTE iktidarı, bir türlü açıkla(ya)madığı 2023 hedefleri peşinde. En geç Haziran 2023’te genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte, aynı gün yapılacak; çok kritik çoook!

  • Geldiğimiz yerde Türkiye’nin en büyük sorunu, tehdidi AKP = RTE iktidarıdır!
  • Yaşanan sorunların hemen tümü bu parti / kişi politikalarının türevidir ve
    Atlantik ötesi ile tartışmasız eşgüdüm içindedir.

En ivedi ve yaşamsal sorun, bu partiden ve TEK ADAM rejiminden ilk
genel seçimde mutlaka ama mutlaka kurtulmaktır. AKP = RTE, Türkiye ve
bölge – dünya için kritik bir istikrar ve güvenlik sorunu durumuna gelmiştir.

Cumhuriyetimizin sağkalımı (bekası) için hem taktik hem de stratejik somut hedef budur.

Bir saat boyunca somut örneklerle ve belgelerle bu konuyu işledik ve çözüm önerileri sunduk.
İzlenmesi, paylaşılması ve gereğinin yapılması dileğimizdir.
Fırsat veren sayın Anders’e\ Türkiye ADD Genel Merkezine teşekkür ederiz.

Hiç kuşkusuz, Büyük Atatürk’ün de 1926’da İzmir’de öldürü (suikast) girişimini atlattıktan sonra söylediği üzere; O’nun ölümlü bedeni elbette toprak olmuştur ancak

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR (sonsuza dek yaşayacaktır)!

Bundan hiç kimsenin, –diyalektik gerekleri örgütlü yapılmak koşulu ile– kuşkusu olmasın.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

  • Yaşatacağız, yaşatacağız, yaşatacağız!
  • Sonsuza dek, başı dik, şan ve şerefle, onurla, çağdaşlaşarak, bilimsel akılcılıkla..
  • Dünya aleme meydan okuyarak ilan ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 01 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

AKP’nin ‘göçmen politikası’ mı?

Erol ManisalıErol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
Son Yazısı / Tüm Yazıları
Cumhuriyet, 26 Nisan 2022

AKP iktidarının sığınmacı (ve göçmen) politikası dünyadan olağanüstü bir ayrıcalığa sahip:

– Güvenlik, ekonomi, siyaset alanında Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından en zararlı unsurlara 2011’den beri kapıları sonuna kadar açtı:

– Buna karşılık Türkiye’nin ulusal ekonomik, bilimsel ve kültürel alanda en değerli yetişmiş ve yetişmekte olan “insan gücü ve potansiyelini” yurtdışına gitmeye, kaçmaya mecbur bıraktı: hatta teşvik eder hale geldi.

Cumhuriyetimizin kuruluş ve gelişme yıllarında Avrupa’dan Türkiye’ye, yetişmiş insan gücü geldi. İktidar bunları özellikle davet ediyordu. Çoğu da Türk vatandaşı oldular. Bugün ise Türk vatandaşlığı, ne idüğü belirsiz yabancılara -Arap ağırlıklı olarak- satılır hale getirildi.

Özellikle 2011’den itibaren (başlayarak), Türkiye’nin ulusal çıkarları ile taban tabana zıt bu uygulamalar neden yapılıyor, amaç ne?

Ülkeyi Ortadoğululaştırmak, siyasal İslamcı bir zemine oturtmak mı? Yaklaşan seçimlerde yapay bir biçimde, yandaş bir zemine oturtmak mı?

  • Kozmopolit bir sosyopolitik ve sosyokültürel yapıya giderek Cumhuriyet felsefesinden ve çağdaş demokratik değerlerden uzaklaşmak mı?

ABD ve AB’nin gözünde öne çıkmak için, “Ortadoğu’dan Avrupa’ya ve Batı’ya göçü biz önlüyoruz” diyerek siyasal destek sağlamak mı? Aynen “çöp ithalatında” olduğu gibi, onları rahatlatmak mı?

SON 11 YILIN FATURASI

1- İçeri alınan her bir sığınmacı (ve göçmen), bir Türk vatandaşının daha işsiz kalmasına yol açtı.

2- Zaten ekonomik kriz içindeki Türkiye’de, Türk vatandaşına verilecek destek, yabancılara verilmeye başlandı. Çiftçiden memura herkes ekonomik kayba uğradı.

3- Türkiye’nin ulusal siyasi, sosyal ve ekonomik bütünlüğü bozulmaya, dağılmaya ve parçalanmaya başladı.

4- Tüm Güney sınırlarımız, “potansiyel bir siyasal tehdidin içine sürüklendi”. Araplaşma ve yabancılaşma yerel yönetimlerde öne çıktı.

5- Sevr’i yırtıp atan ve Lozan’ı getiren Türkiye Cumhuriyeti tekrar, “Sevr sevdası güden yabancı odakların ilgisini çekmeye başladı”. BOP ile yürüttükleri süreç, AKP’nin “yanlış sığınmacı ve göç politikası sonucu” tekrar devreye sokuldu.

  • Sığınmacılar (ve göçler) yolu ile “ülkenin içerden işgali” kimilerinin gündemine sokuldu.

İstanbul Üniversitesi’ndeki 55 yıllık akademik hayatım boyunca, 1979-2007 arasında da Avrupa ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nin başkanlığını yürüttüm. 1960’larda başlayan ve 25 yıl süren Türkiye’den Almanya’ya (ve diğer Avrupa ülkelerine) düzenli ve programlı göç hareketinin içinde oldum. Bu konuda 10 dolayında da kitap yazdım.

Örneğin Almanların “işgücü kabul ederken” ne kadar titiz, ne kadar hesaplı: kendi ulusal çıkarlarını nasıl ön plana alan uygulamalar yaptıklarını fiilen sahada yaşadım.

Bir de bugün AKP iktidarının, özellikle 2011’den itibaren nasıl bir yanlışlar yumağının içine savrulduğunu: Türkiye’nin ulusal çıkarlarına nasıl zarar verdiğini gözledim. Sorunun temelinde demokrasinin bulunmaması yatmaktadır. Bu yüzden de iktidardakilerin çıkarları ile ulusal çıkarlar çatışmaktadır.

Gelmekte olan seçimler bu yolun sürdürülüp sürdürülmemesinin sonucunu ortaya çıkaracaktır.

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULU, KÜLTÜREL ASİMİLASYONU, ALEVİLER VE ATATÜRK

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Baskın olan görüşe göre, Türklerin anayurdu Orta Asya’dır. Ancak tarihin belli bir aşamasından sonra, kuraklık, nüfus artışı ve Moğol baskısı… gibi nedenlerle Türklerin Orta Doğu’ya, Batıya ve hatta günümüz Avrupa’sına doğru yüzyıllar süren bir göç dalgası içinde oldukları bilinmektedir.

Güneşin doğduğu yer anlamına gelen Horasan Bölgesi ve suyun öte yakası anlamına gelen Maveraünnehir coğrafyası da yine Türkler için uzun süreli bir yerleşim ve yaşam bölgesi olmuştur. Günümüzde Tunceli Yöresi dahil, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, Alevi Türkmenler, Anadolu’ya Horasan’dan geldiklerini söylerler.

Peki bu tarihsel yolculuk sürecindeki Türk kavimleri dinsel ve kültürel kimlik yitimine uğradılar mı? Yani asimile oldular mı? Evet; Macar ve Bulgar Türkleri bunun günümüzdeki en somut örnekleridir. Macar ve Bulgar Türklerinin asimilasyonu dil, din, gelenek, töre gibi tüm kültür alanlarını kapsar.

Acaba asimilasyon ne demektir?

Asimilasyon insanların, bireylerin, toplulukların, toplum ya da ulusların (milletlerin) kendi öz kültürel kimliğinden, kültürel tarihinden, kültürel geçmişinden, anadilinden, dininden, gündelik yaşam alışkanlığından kopup başka bir toplumun kültürü içinde eriyip yok olması anlamına gelir.

Asimilasyon, zorla çeşitli azınlıklara dayatılan bir politika olabileceği gibi, baskın kültürün öbür etnik ve azınlık kültürlerini zamanla eritip yok eden yumuşak ve gizli politika süreçleri de olabilir. En hızlı asimilasyon devlet eliyle zorla yapılmaya çalışılan asimilasyondur.

Acaba Türkler, İslamiyetin kabulü ile birlikte, bir kültürel asimilasyon süreci içine girdiler mi, yani ana dillerini ve öbür kültür kodlarını, örneğin kadın – erkek eşitliğine dayanan aile yapısını… yitirdiler mi? Ünlü Orta Doğu uzmanı Bernard Lewis; 

  • Türklerin gelişi, bozkır halklarının Orta Doğu’ya nüfuz etmelerinin ilk aşamalarıydı… Türkler dalga dalga gelmiş ihtida ederek (Islamı kabul edip din değiştirerek) asimile olmuşlardı” (1).

Bernard Lewis’in bu saptaması doğru mu, kanımca evet, büyük oranda doğru. İslam dini kabul edilip Selçuklu Devleti kurulduktan sonra devletin resmi ve edebi dili Farsça, din dili de Arapça olarak kabul edilmişti.

Türk kültürü Acem ve Arap dilleri ile harmanlamaya, Türk aile düzeni de Arap aile düzeni olmaya, Arap kültür kodları, dinsel inancın ötesine geçerek, Türklerin binlerce yıllık aile ve toplum düzenini yeni baştan değişime uğratmaya başladı… Tek eşlilik, kadın – erkek eşitliği ortadan kalktı.

Uzun yıllar sonra, Anadolu Selçuklu Beyi Karamanoğlu Mehmet Bey,

  • “Bundan böyle divanda, dergahta ve bargahta Türkçe’den başka dil konuşulmayacak”

yani resmi dil, din dili ve konuşma dili Türkçe olacak buyruğunu verdikten kısa bir süre sonra öldürüldü..

Bu Arap ve Acem kültürlerinin asimilasyon sürecine direnen en önemli kesimler ise Alevi Türkmenler oldular. Gündelik yaşamlarında Türkçe’den asla vazgeçmediler. En önemli olarak da Arapça dayatılan din dilini Türkçeleştirip ibadetlerini Türkçe yapmayı, kanları ve canları pahasına günümüze dek sürdürmeyi başardılar.

Hiç kuşkusuz, Türk Dili’ne, Türk kimliğine ve Türk kültürüne, hem adıyla ve sanıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran ve hem de Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu hayata geçiren M.K.Atatatürk olmuştur.

Atatürk’ün ölümünden, özellikle de 1950’lerden sonra giderek tedavüle (AS: dolaşıma) sokulmaya çalışılan ve günümüzde de hızlanarak süren siyasal İslamcı, sünni mezhebine dayalı kültür politikaları, yeniden, baskı ile  asimilasyon özlemlerini çağrıştırmaktadır.

Dilimize, tarihimize ve öz kültürümüze sırt çevirmek kanımca yanlış ve bozuk bir rotadır. Bu yanlış, akıl ve bilim dışı, rota her anlamda çıkmaz yoldur. Modern ve laik Cumhuriyetin yolu değildir. Mutlaka geri dönülmelidir.

(1)- BERNARD LEWIS, İSLAM, Akılçelen Kitapları, Çeviren Çağdaş Sümer. s.89. Ankara 2020.

KİLİS’TE TAHRİBAT ÇOK BÜYÜK!

Türker Ertürk
(E) Tuğamiral, ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi
KILISTE-TAHRIBAT-COK-BUYUK.pdf (add.org.tr)

Bu gün (7 Aralık 2021), Kilis’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz ve kutluyoruz. Kilis, 1. Dünya Savaşı (1914-18) sonunda İngilizler tarafından 6 Aralık 1918’de işgal edilmiştir. İngilizler yerlerini 22 Ekim 1919 tarihinde, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması gereğince Fransızlara bırakmışlardır. Kilis savunması henüz başlamadan önce, 28 Ekim 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen büyük Mustafa Kemal Paşa;

  • Halep’te gördüğüm vaziyet karşısında sağlam bir Türk toprağına ayak basmadan düşmana karşı koymanın hemen hemen imkânsız olduğunu iyice anlamıştım. 40 asırlık Türk Yurdu düşman eline bırakılamazdı. Şimdi ilk ayak bastığım Türk şehrindeki bu uyanıklığa cidden hayran kaldım. Ve bir daha iman ettim ki; bu millet asla ölmeyecektir. Var olun Aziz Kilisliler…” demiştir.

Suriyelilerin Nüfus Üstünlüğü Artıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle Kilis’te Kuvayı Milliye daha etkin ve mücadeleci bir hale dönüştürülmüş, 24 ay Kilis sokaklarında işgalciye karşı direniş gösterilmiş ve kurtuluşa ulaşılmıştır. Kilis, toplam olarak iki yıl düşman işgalinde kalmış olmasına rağmen (AS : karşın) son 20 yılda gördüğü tahribatı ve zararı görmemiştir. 1918’de Atatürk’ün de ifadesiyle bir Türk toprağı görünümü veren Kilis’in nüfusunun çoğunluğu artık Suriyeli ve doğurganlık farklılığı nedeniyle Suriyelilerin nüfus üstünlüğü dramatik bir biçimde artıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde, bir nebze bile vatan sevgisi olan ve ülkesine ve geleceğine karşı sorumluluk duyan bir iktidar böyle bir duruma rıza göstermez.

Kontrolsüz Kitlesel Göç

Bugün ülkeler için en büyük tehdit; kontrolsüz kitlesel göçtür. Bu tehdit değerlendirmesi, içinde
bulunduğumuz NATO için de böyle. Bu değerlendirmeye katılmış ve altını da imzalamışız. Çok zengin ülkeler bile sığınmacıları seçerek alıyor, bir program dahilinde topluma entegre ediyor ve dilini öğretiyor. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışı Türkiye hariç hiçbir ülkede yok! Türkiye’yi yöneten iktidar ise toplumun huzurunu ve bekasını düşünmek bir yana, gelecekte ne gibi problemler yaratacaklarını hesaba katmadan ülkemize sığınmacıları doldurdu!

Yalnız Suriye’den 5 milyona yakın insan ülkemize getirildi

Tabii ki resmi rakamlara inanmak güç. Bu iktidar döneminde açıklanan rakamlar kandırmaya ve manipülasyona (AS: oynanmaya) yönelik. Aynen enflasyon ve işsizlik rakamları gibi! Kilis’teki bu vahim durumu yerinde de gördük. Geçtiğimiz hafta sonu, 3-5 Aralık 2021 tarihleri arasında Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi’nin davetlisi olarak Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinliklerine katılmak ve

  • “Atatürk İlke ve Devrimleri Işığında Kurtuluşundan Günümüze Kilis”

konusunda bir konferans vermek üzere Kilis’teydik. Tüm şehri dolaştık, toplumun her kesimiyle
ve özellikle esnaf vatandaşlarımızla konuştuk ve dertleştik. Ekonomik olarak şehrin üzerine bir bomba düşmüş gibi. Esnaf perişandı ve siftah yapamadan günü geçirebildiklerini, sattıkları fiyata aynı malı alıp yerine koyamadıklarını anlattılar. Suriyelilerin vergi vermeden esnaflık yapabildiklerini ve haksız rekabeti örnekleriyle ifade ettiler. Yani iktidar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir anlamda cezalandırıyor.

Ateş Püskürüyorlar

Kilis’te bazı mahalleler, caddeler ve sokaklar tamamen (AS: tümüyle) Suriyelilerin yaşam alanı haline gelmiş. Dükkânlarında tüm yazılar Arapça ve yanlarına Türkçe karşılıklarını yazmaya ihtiyaç bile duymamışlar. Kendi aralarında getto kültürüyle yaşıyorlar, Türkçe’ye ihtiyaçları da yok. Çoğu okulda Suriyeli öğrenciler sayıca Türk öğrencilerden çok daha fazla. Bazı okulların 30-40 kişilik sınıflarında en fazla 5 veya 6 Türk öğrenci var. Bunları anlatanlar, bu okullarda öğretmenlik yapanlar.

  • Böyle giderse bu durum Türkiye’nin başına hem de çok yakın bir gelecekte büyük sorunlar açacak.

Bu arada CHP Kilis İl Başkanlığı’nı da ziyaret ettik; sohbet konumuz yine aynı sorunlar üzerineydi. Konferansa İyi Parti Kilis İl Başkanlığı da tam kadro olarak geldi. Aynı şikayetleri onlar da dile getirdi. Bu iktidara yandaşlık yapmayan ve nemalanma peşinde koşmayan, solcusuyla sağcısıyla tüm Kilisliler iktidarın ve sürdürdüğü politikaların Kilis’i mahvettiğini söylüyor. Ülkücü vatandaşlarımızı da dinledim; hepsi AKP’ye ve MHP’ye ateş püskürüyordu.

İktidar Taşeronluk Yaptı

Kilis’in bu hale (AS: duruma) gelmesinin başat sorumlusu iktidarın bizatihi (AS: doğrudan) kendisi ve yaşananlar da onun Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) taşeronluk yapmasının sonuçlarıdır.

  • BOP, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı yeniden dizayn etmeye (AS: tasarlamaya) ve siyasal haritasını yeni baştan çizmeye çalışan projenin adı ve İktidar, bu projenin lehine yardım ve yataklık yaptı.

İktidar, BOP ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama daldı ve bu fırsatla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve Ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini sandı. Bunun gerçekleştirilemeyecek boş bir hayalden öteye gidemeyeceğini Mart 2012’den bu yana köşe yazılarımızda yazdık ve ekranlarda anlattık. Ama iktidar bildiğini okudu ve Türkiye’ye tecavüz etmeyi planlayan projeye eş başkanlık etti. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyine bir dönem egemen olan IŞİD, Ocak-Ekim 2016 arasında ağırlıklı hedef Kilis olmak üzere, 70’i aşkın sayıda roket ve havan saldırısında bulundu, 10 Türk vatandaşı ve 12 Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, 80 sivilin de yaralanmasına neden oldu.

Kimden İzin Aldınız?

Bu affedilmez fahiş yanlış nedeniyle, 5 milyon sığınmacı ülkemize doluştu, Kilis’in demografik yapısı radikal bir biçimde değişti, Türkler azınlığa düştü ve bu durum Türkiye için güvenlik ve ekonomi konularında birçok sorun daha yarattı. Bugün ekonomik olarak iflas etmemizin nedenlerinden biri de yapılan bu yanlışlardır.

  • Hulusi Akar’ın ifadesiyle 9 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır Türkiye.

Bunun için kimden izin aldınız? Seçim kampanyasında; “Sizi aç bırakacağız, kuyruklara mahkûm edeceğiz, paranızı pul yapıp zamlara maruz bırakacağız ama 9 milyon Suriyeliye bakacak ve onların hayır dualarını alarak size hizmet edeceğiz” dediniz mi?

2 Aralık 2021’de Suriye Parlamentosu yine Hatay‘ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek, geri almak için her şeyi yapacaklarını açıkladı. Suriye, bu cesareti Türkiye’deki iktidarın yaptıkları ve Hatay’da Suriyeliler lehine değişen demografik yapı nedeni ile buluyor. Resmi rakamlara göre Hatay’a 500 bin Suriyeli geldi.

Başkasının Parası ve Projeleriyle Olmaz!

Yarın aynı talebi (AS: istemi) Kilis için yapmayacaklarının bir garantisi var mı? “Nüfusun çoğunluğu bizden, zaten eskiden Kilis, Halep’e bağlı bir yerleşim merkeziydi” derlerse ve Kilis’te bu yönde eylemler yaparlarsa bu, bugünkü yanlış politikaların eseri olmayacak mı?

İktidarın anlamadığı şu                        :

Kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” emperyalist girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP’un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur!

Oysa Atatürk;

Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinlikleri kapsamında bizi davet eden, Kilis’i yakından tanıma
ve Kilislilere hitap etme şansını veren Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi Başkanı Mehtap Okatan ve Yönetim Kuruluna teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.

Şeriat rüyası ve iki ensar 

Gani AŞIK
E. CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ / MÜFTÜ
Cumhuriyet, 06 Aralık 2021

İlk insanları tutsak alan kar, şelaleler gibi yağmur, ürperten gök gürültüsü, vahşi doğa, yırtıcı hayvan dehşeti, onları sığınıp korunabileceği bir üstün kudrete yöneltmiştir. Dinler ulviyet, ruhaniyet ve kutsiyeti açılarından insanlığın vazgeçilmezi olmakla birlikte, evrenin şayanı hayret yasaları, sürekli genişlemesi ve büyüklüğüne oranla toplu iğne başı bile sayılmayan dünyamızda, insanoğlunun nice kanlı kavgalardan sonra ulaştığı uygarlık düzeyini dinlere değil, müspet ilme borçlu olması, Kuran’la çelişmez. Çünkü Kuran’da akıl sözcüğü “aklınızı doğru kullanın” anlamında 49 yerde geçer. O nedenle, halkın neredeyse tümüne yakınının hak edilmiş bir minnet duyduğu Atatürk’e olan kinleri,

  • Siyasal İslamcıların haram zengini ama akıl yoksulu olduğunu gösterir.

Mustafa Kemal, Milli Mücadele boyunca cephe teftişlerinde asker hafızlara okuttuğu Kuran’ın kendine özgü şiirselliği ve ruhunun derinliğinde hissettiği ilahi musiki ile kurtuluşa olan inancını tahkim etmiş, Cumhuriyeti temellendirirken de İslam’ın iman ve ibadet hükümlerine sadık kalmış,

“muamelat”ı ise bilime açarak uygarlaşmanın önündeki skolastik engelleri tasfiye etmiştir.

Bu müthiş hamle, İslam dünyasında benzeri olmayan bir “Türk devrimi”dir.

  • Atatürk’ün, devletin bekasına engel gördüğü, Osmanlı’nın da yıkılış sebeplerinden olan skolastizmin üretim merkezi tarikatlar, içinde bulunduğumuz süreçte devlete el koymuş durumda.
  • Bu topraklarda kökü 150 yıl gerilere uzanan, uygarlıkla kavgalı hareketin günümüzdeki organize gücü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), öncü aktörleri ve bürokratları ile bizatihi tarikattır.

İSİMLER TUZAKTIR      

Köye vaaz için gönüllü gelen hoca “Sarığın neden görkemli?” sorusuna “bulgura tuzak” karşılığı vermiş.

Adaleti yağlı sicimle boğan ve halkı yoksulluğun ateşine atan iktidarın ismi de uygulamalarına temelden ters olduğu için bir tuzaktır.

Amacı cehaleti yaymak olan kuruluşun adı, İlim Yayma Cemiyeti’dir.

Aynı amaçla pek çok dernek ve vakıf kuruldu. En ünlüleri “evladım devleti”nin kanatları altındaki TÜRGEV, TÜGVA ve ENSAR’dır.

Belediyenin el değiştirmesi ile ortaya çıktı ki İstanbul’u yıllar yılı söğüşlemişler.

Ekrem İmamoğlu’na duyulan husumetin bir sebebi de bu hortumun kesilmesidir.

Siyasal İslamcılar, halkın kutsallarını çağrıştıracak simgelere sarılırlar.

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinde onu ve Muhacir arkadaşlarını (Eshab) bağrına basan Medine yerlilerine “yardımsever” anlamında ENSAR denilir. O Ensar kendi malından veriyordu, bu Ensar halkın malından alıyor. O Ensar hurma bahçelerinin mülkiyetini Muhacirler ile paylaşmak bile istedi, Hz. Muhammed, “bu doğru olmaz, bahçelerinizde çalışıp üründen pay alsınlar” diyerek başkasının mülküne çökmeye izin vermedi.

U dönüşlerinin dünya şampiyonu AKP Genel Başkanı Erdoğan, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığında 40 yıl önce hangi noktada ise bugün de orada.

Siyasal İslamın dünya ölçeğinde fiyasko ile sonuçlandığını hiç önemsemeden Türkiye’yi orta çağın zifiri karanlığına sürükleme “davası”nda olağanüstü tutarlı. Anıtkabir defterine “Atatürk’ün çağdaş hedef ve ideallerine bağlılık”  vurgusu yapmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden, okulöncesi eğitime din eğitiminin de eklenmesi önerisi Milli Eğitim Şûrası’nda kabul edildi.

HEDEF BELLİ

Eğitimci, psikolog ve pedagogların bilimsel bulmamalarının, sabi sübyan durumundaki bu yavruların dikkat, bellek ve zihinsel yetileri yönünden de uygunsuzluğunun hiç önemi yoktur. Amaç, Ali Erbaş’ın beklentilerini de karşılayacak, “dindar nesil” kisvesine büründürülmüş, şeriata militan yetiştirme projesini kotarmak.

Dini oy avcılığına, ekranları göz bayıcılığına çevirme becerileri dahil, iktidarın yalan ve desise stokları eridi.

Bir kaşık sıcak çorba özlemi çeken halk, devletle birlikte kendisinin de ne yaman soyulduğunun öfkesini yaşıyor.