Etiket arşivi: Shakespeare

Halkın egemenliği

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Kralın, padişahın, çarın, hanedanın, toprak ağasının ve ruhban sınıfının egemenliğine son verip egemenliğin halka devredilmesinin yolunu açan iki büyük devrim, insanlık tarihinde ilk defa, 18. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu süreci başlatan iki büyük devrimdir. Bu devrimlere, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması sürecini başlatmaları nedeniyle, aydınlanma devrimleri denir.

14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Avrupa’da felsefe, bilim ve sanat alanındaki bazı gelişmeler, bu devrim sürecinin altyapısını hazırlamıştır.

– Sanatta Da Vinci, Botticelli, Raffaello, Michelangelo, Dante, Shakespeare, Cervantes;
– Felsefede Bacon, Hobbes, Locke, Descartes, Leibniz, Hume, Rousseau, Kant;
– Bilimde Kopernik, Galilei, Kepler, Newton;

monarşik, feodal ve teokratik güç odaklarının dogmalarının sarsılmasında büyük rol oynamışlardır.

Dönemin ekonomik ve siyasi koşullarıyla birlikte, alanlarında devrimci çalışmalar gerçekleştiren bu kişilerin eserleri birleşince, insanlık yeni bir dönemeçle karşılaştı.

Halkın egemenliği, birkaç yüzyıldır gündemde olan bir konudur. İnsanın yüz binlerce yıllık tarihi dikkate alınacak olursa, bunun çok yeni bir gelişme olduğu açıktır.

Halkın egemenliğinin sağlanması konusunda günümüzde yaşanan sancılar da insanlığın oldukça uzun süren karanlık geçmişinden hâlâ tam olarak kurtulamamış olmasıyla ilgilidir.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimleri, Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan bu sürecin, 20. yüzyıldaki bir yansımasıdır.

Avrupa’da ve Amerika’da, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik devreye girmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu aynı dönemde bu alanlarda hiçbir devrim gerçekleştirmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı, tek başına, sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlı bir konu değildir. Sanayi devrimi Avrupa’da ve Amerika’da 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Gelişmişlik bağlamında esas konu sanayi devrimi değildir; esas konu, sanayi devriminden önce gerçekleşen siyasi devrimlerdir.

Sanayi devrimi, kapitalizm adı verilen yeni bir sömürü düzenine yol açtığı için, aydınlanma devrimleri bağlamında yüceltilecek bir şey değildir. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen kapitalizm, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük idealini yerle bir etmiştir.

Atatürk, bir taraftan, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerini, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk ve devrimcilik ilkeleriyle uygulamaya koymuştur, bir taraftan da kapitalizmin, özel sektörün ve serbest piyasa ekonomisinin yol açacağı adaletsizlikleri, belli bir ölçüde bertaraf etmek için, devletçilik ilkesini yürürlüğe koymuştur.

Bu ilkeler, Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin “altı ok” olarak da bilinen temel ilkeleridir.

  • Cumhuriyet Halk Partisi, aydınlanma felsefesini, Türkiye’de siyaseten örgütlemek üzere, Atatürk tarafından kurulan bir siyasi partidir. CHP bir aydınlanma projesidir.
    ***

23 Nisan 1920’de, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın egemen olmasının sağlanması doğrultusundaki ilk büyük adımdır. Atatürk bu ulusal bayramı çocuklara, yani gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu nedenle 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır.

Dünyada bu bayramın başka bir örneği yoktur. Türkiye bu bayramı, Atatürk’ün yaratıcılığına, insancıllığına ve iyimserliğine borçludur.

  • TBMM’nin kurulmasıyla birlikte, egemenlik saraydan ve padişahtan alınıp halka devredilmiştir.
  • Bugün AKP hükümeti, egemenliği halktan alıp yeniden saraya ve padişaha devretmeye çalışmaktadır! 

Ancak halkın egemen olması için, milletin temsilcilerinin yer aldığı Meclis’in kurulması yeterli değildir. TBMM bu nedenle, 1922’de saltanatı ve 1924 yılında halifeliği kaldırmıştır; 1923’te cumhuriyeti kurmuştur; 1924’te Öğretim Birliği Kanunu’nu, 1926’da Medeni Kanunu çıkarmıştır; 1928’de ve 1937’de laiklikle ilgili anayasal düzenlemeler yapmıştır; 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.

Sağda solda, halkın, milletin, ulusun egemenliğini ağızlarında sakız yapanların, öncelikle bunları öğrenerek aydınlanmaları gerekmektedir.

Kozlar yaylasından günaydın!

Dostlar,

Dün, 29 Temmuz 2014, Şeker Bayramının 2. günü sabah

20140729__Olimpos_Salih_ve_Arap_ailesi20140729__Olimpos_Salih_ve_Arap_ailesi120140729_Olimpos_dorugu20140729_Olimpos_DORUK20140729_Olimpos_doruk_Birsen20140729_Olimpos_DORUK120140729_Olimpos_Doruk320140729_Olimpos_Doruk520140729_Olimpos_Teleferigi120140729_Olimpos_teleferik_tirmanirken20140729_Olimpos_teleferik_tirmanirken120140729_Olimpos_teleferik_tirmanirken220140729_Olimpos_teleferik_tirmanirken320140730_Kozlar_Yaylasi_Doga_otelden“Adrassan açık hava saunası” ndan adeta kaçtık..

Olimpos Ören yerini gezdikten sonra Antalya’ya doğru yöneldik.

Olimpos Ören yerinde ve de genel olarak çevrede gözden kaçmayan bir olgu var ki; dereler kurumuş!

Derelerde ya hiç ya çooook az su kalmış..

Üstlerine yapılan köprüler boşa çıkmış!..
Olimpos’ta dere yatakları neredeyse insan sayısınca olan otomobillere park yeri yapılmış..

Oradaki tesislere su sorununu nasıl çözdüklerini sorduğumuzda “kuyular… ” dediler.

 


Demek ki yüzeysel sular bitti ve kurudu, yer altı kaynaklara yöneldik..

Bu gidiş iyi gidiş değil..

Bu sitede “su sorunu” öteden beri işlendi.. Çok sayıda yazı yazdık.
Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan’ın “Sularımız Azalıyor!..” başlıklı yazısına da
yer vereceğiz..

İVEDİLİKLE dünya nüfus artışının frenlenmesi artık kaçınılmaz bir zorunluktur.

Evrensel bir ilke hatta yasa durumuna getirilmelidir ki; HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Kıyamet adım adım geliyorum diyor.. Çocuklarımıza bizden daha beter, daha tükenmiş bir Dünya bırakma hakkımız var mı??

***** 

Phaselis’i geçince Olimpos’a tırmanan teleferiğe geçilebiliyor. Kemer – Antalya yolundan ayrılan 7 km orman içi yol ve sisteme erişiliyor. Bilim Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığı bu işletmeyi özelleştirmiş. Sigorta şirketleri bile yabancı..
Lokantası “Şhakespeare” adını taşıyor (!), teras kafe astronomik fiyatlı..

80 kişilik kabinlerle 10 dakika süren yolculukla, yaklaşık 700 metrelerden 2365 metreye tırmanılıyor. 4 aktarma direği ve oldukça dik bir parkur.. 

Antik Yunan Tanrılarının ikamet ettiği (!?) Olimpos Tanrılar Dağı doruğu 2365 m ve manzara görkemli.. Yamaç paraşütçüleri için de ele geçmez bir yer..

*****

Antalya bir beton bina koridoru.. Çevre yolu yok ve girişten çıkışa belki de 1 saatinizi alıyor.. Çoook kalabalık ve de çook sıcak..

40-50 km batısından başlayarak taa 135 km doğusundaki Alanya’yı geçene dek yol artık kentler arası yol olma niteliğini yitirmiş.. “Greater Antalya” olmuş ve bu yerler Antalya merkezin adeta banliyösü.. Serik’in nüfusu yüz bini, Manavgat’ın iki yüz bini geçmiş, Alanya ise üç yüz bine dayanmış..

Dağ taş yapılanmış.. Her yer bina, ev, özellikle de otel..

Bu tablo Türkiye’nin ekolojisine çok ciddi yük. Çook dikkatli bilimsel öngörü raporlarına gereksinim var.. Hesapsız biçimde gelen turist sayısını ve döviz girdisini fetişleştirmenin hiçbir anlamı yok. 32+ milyon turist / yıl ve 35 milyar $ / yıl dolayında gelirle (brüt girdiyle!?) dünyada ilk 10 ülke içinde olma sarhoşluğu bilimsel değildir.

“SÜRDÜRÜLEBİLİR TURİZM” olgusunu Türkiye hızla masaya yatırmak zorunda..
Ekolojik yüke ek olarak bir de arkeolojik varlıklarımızın talanı boyutu var ki 
o da ayrı bir dert..

**************

Mersin – Antalya yolu yalaşık 500 km ve 20 yıl kadar önce katettiğimizde büyük ölçüde kıyıya koşut (paralel) idi. Şimdilerde yer yer daha içerilere alınmış. Kıyılar Turizme açılacak her halde?? Ve Anamur yollarının o ünlü, bıktıran ve de riskli safari dönemeçleri aynen duruyor! Birazcık zemin iyileşmiş, biraz da genişletilmiş yer yer. 
2 yerde ikiz tuneller gördük fakat daha yapılacak çook iş var bölünmüş yol için..

****

Aydıncık’tan kuzeye, Toroslara yöneldik.. Gülnar’a dek Toroslara tırmanırken, 
itiraf edelim ki; bu denli dönemeçli, zor bir dağ yolu ile daha önce karşılaşmamıştık. 
20 yıl kadar önce Marmaris – Datça arsı 78 km’lik yol tam bir safari yolu idi ki; 
Aydıncık – Gülnar “etabı” onu hiç aratmıyor..

Gazipaşa, Anamur’u, Aydıncık’ı, Gülnar… koca koca ilçeler olmuşlar.. Nüfusları birkaç onbinden gei değil. 40-50 yıl öncenin şehirleri gibi.. Türkiye nüfusu korkunç ve o ölçüde de gereksiz biçimde HIZLA ARTIYOR! Ve de büyük ölçüde Batı’da yoğunlaşıyor.. Doğu – Güneydoğu adeta boşalıyor.. Antalya ve Mersin’in 6330 sayılı yasa ile 31 Mart 2014’ten başlayarak Bütünşehir yapılmasının yansılamaları başlamış bile :

Bu 2 kentte, Türkiye’nin 30 ilinde olduğu gibi artık “KÖYLER YOK”!
Tüm köyler “mahalle” oluverdi bir gecede, yasa gücü ile..

********

Mut, Mersin’in bir ilçesi olarak Toroslar eteğinde yerleşik ve kıyıdan Aydıncık üzerinden 79 km.. Zorlu bir parkur.. Kozlar yaylası ise ondan 19 km daha yukarılarda.. 
Saat gece yarısına yaklaşıyor ve internetten bulduğumuz DOĞA OTEL’e ulaşıyoruz..
Rakım 1415 m.. İtiraf edelim ki, Torosların dağ yollarında yolumuzu yitirdiğimizi – yitireceğimizi düşünmeye başlamıştık.. Yollar öyle dar ki, bir kenara çekip güvenle 
park etme ve kimi risklerle sabahlamayı bekleme olanağı da yok çoğu yerde.. 
Tabii bir de aracınızın onca zorlu yokuş ve dönemeçlerde (rampa ve viraj demeden de oluyor!) “benden bu kadar” demesi olasılığı da var.. Bereket, küçücük Renault Clio aracımız 1460 cc motorcuğu, 90 HP gücü ve inanılmaz başarımlı (performanslı) dizel DCI motor teknolojisiyle bizi hiiiç üzmeden, kliması hep açık üstüne düşeni fazlasıyla başardı. O minik motor 220 nm tork üretiyor ve önden çekiş ile gerçekten müthiş bir çekiş – ivmelenme sağlıyor.. 

*****

Birkaç fotoğrafı paylaşmış olduk..

İyi bayramlar ve iyi tatiller Türkiye..

Sevgi ve saygıyla
30.7.2014, Kozlar Yaylası (Mut / Mersin)

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Atatürk’ün dış görünüşü

Atatürk’ün dış görünüşü

Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli

İlkel toplumlarda beden, gelişmiş toplumlarda ise beyin gücü önemlidir

Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyuyla ilgili açıklama yapmış.
Ne gereksiz bir çaba. Birkaç santim kısa ya da uzun olması neyi değiştirir ki?

Bir okurum, bu konunun gündeme gelmesini, Bizans’taki meleklerin cinsiyeti tartışmasına benzetmiş ki haklı.

İnsanın uzun boylu olması daha çok bacak boyuna bağlıdır.
Bunun da soy sopla, genlerle çok ilgisi var.

Mesela İskandinavlar uzundur, İtalyanlar kısa. Zaten kuzeyliler,
belki de haşin doğa koşullarıyla baş edebilmek için, güneylilerden daha uzundur.

Beyin, beden, karizma

Abraham Lincoln’e insanın ideal bacak boyu ne kadar olmalıdır diye sormuşlar;
O da “Yere uzanmaya yetecek kadar” cevabını vermiş.

Toplumların entelektüel gücü arttıkça gürünüşten çok beyne önem verilir.

Mesela İngilizler, bin yılın en önemli İngiliz’i olarak Shakespeare’i seçtiler.
Oysa temsili de olsa bir parça gerçeği yansıtan çizimlerde Shakespeare pek zayıf,
pek çelimsiz bir adam gibi görünüyor. Bir Afrika kabilesinde doğmuş olsa, bırakın
bin yılın adamı seçilmeyi, büyük ihtimalle, iyi döğüşemediği, ağaçlara tırmanamadığı için işe yaramaz biri sayılacaktı.

Çünkü ilkel toplumlarda beden gücü, gelişmiş toplumlarda ise beyin gücü önemlidir.
Az gelişmiş toplumlarda iri yarı ve korkutucu bir görünüş “karizma” sayılır.

Delip geçen bakışlar!

Yine de dış görünüşün önemi inkâr edilmemeli elbette. Montaigne “Güzellik insanlar arasında çok tutulan bir şeydir.” diyor. “Aramızdaki ilk anlaşma dış görünüşle başlar. Bedenin varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür.”

Bence de doğru.

Zaman zaman Gazi Mustafa Kemal, askeri ve siyasi dehasının yanı sıra
bu kadar yakışıklı olmasaydı, aynı etkiyi yapabilir miydi acaba diye düşünürüm.
Çünkü gözlemlerine inanabileceğimiz birçok kişi, O’nunla karşılaştıklarında kapıldıkları “büyülü hava”dan söz eder. Nâzım Hikmet “altından bir baş” der ve O’nu sarışın bir kurda benzetir. Abidin Dino Ankara Palas’ta bir akşam resmini çizdiği Gazi’nin
etkileyici yüzünü anlatır. Dünyada pek çok film yıldızıyla çalışmış olan Zsa Zsa Gabor, O’nun yakışıklığının hiçbir erkekle mukayese edilemeyeceğini belirtir.

Gaziyle röportaj yapmış olan yabancı gazeteciler de yazılarına hep bu etkileyici görünüş ve “insanı delip geçen bakışlar”la başlarlar; “Olympos’tan inmiş bir Grek tanrısı gibi” demiş yabancılar vardır.

Lider olmanın, kahramanlığın, iktidarı elinde tutmanın, insanlarda hayranlık uyandırdığı bilinir ama işin önemli yanı Gazi’ye ilgili bu değerlendirmelerin bir kısmının,
o başarıya kavuşmadan önce yapılmış olması.

Bugün bile genç kızların, O’nun fotoğrafını ceplerinde taşıyıp, kollarına, sırtlarına dövmesini yaptırmalarında bu dış görünüşün bir etkisi vardır muhakkak.

Bu yüzden, eğer dış görünüşten söz edeceksek Gazi’nin, o dönemdeki Osmanlılara göre gayet normal olan boyundan değil de, bu çarpıcı yakışıklılığından ve karşısındaki herkesi etkilemiş olan yüz hatlarına yansıyan irade gücünden laf açmak gerekir. 

Bugünün Hollywood’unda bile bu kadar yakışıklı bir yüze rastlamak zor.
Dünya liderlerinde de.

İsterseniz koyun fotoğrafları yan yana ve bakın.

Ruhlarını satanlar

ADNAN BİNYAZAR
binyazar@gmail.com

Ruhlarını satanlar

Suriye’de süregelen vahşete ilişkin aşağıdaki haberi okuyunca, “Demek, ruhunu satacak kadar alçalıyor şu insanoğlu!” dedim içimden:

“Her kafa kesimine 50 bin lira!”

Muhalif gruplar arasında eylemini sürdüren Cabir Mustafa Şehabi, bir başka tugaydan Hayr Derviş’in önerisiyle, aylık maaşının yanı sıra, keseceği her kafa için 50 bin lira aldığını söylüyor. Hayr Derviş, Muhammed Dip Naime adlı polisi hedef gösterir. Şehabi, kuzeniyle birlikte polisin yerini saptar. Şehabi, buyruğu yerine getirerek Dip Naime’nin kafasını gövdesinden ayırır!

Olayı Şehabi’den dinleyelim:

“İkinci gün Naime’yi, sürekli alışveriş yaptığı bir sebze pazarından dönüşü sırasında kaçırıp yakındaki bir okula götürdük. Yere yatırdık. Kuzenim ayaklarından tuttu. Ben de sürekli üzerimde taşıdığım bıçağı boynuna dayayıp boğazından kestim. Cesedi bir torbaya koyup mezarlığa gömdük.”

Şehabi, operasyonu gerçekleştirip 50 bin lirasını alır, daha sonra iki kişinin daha kafasını keserek, 100 bin lirayı da cebine indirir.

Sorular, sorular… Üretim değiş tokuşunun yerini para aldıktan sonra mı insan soyu böylesine canavarlaştı? Uygarlaşmış kafa, tavuk kesilirken acı duymasın diye önlemler alırken, nasıl oluyor da paraya ruhunu satan insanlar türüyor aramızda? Hayvan bile, var oluşunu sürdürmek için kendi türünden olana dokunmazken, insan, nasıl üç kuruş için iradesini başkasının kölesi kılabiliyor! Şehabi ve onun soyundan olanların, işkembesini tıka basa doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen canavar ruhlu yaratıklardan ne farkı var?..

Shakespeare, kim bilir nasıl bir olay yaşadı da, paraya

“Seni bütün insanlığın ortak orospusu seni!
Sen değil misin millet sürülerini birbirine düşüren?” dedi?

O’a göre, para insanın gözünü, vicdanını da körleştirir:

Cehennemliği cennetlik eder;
İğrenç cüzamları sevdirir insana;
Hırsızları başköşeye oturtup
Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar.
Yıpranmış dullara koca bulduran odur;
Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına
Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir!”
(Atinalı Timon, Çev. Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, İst. 1985, s. 122).

Varlıklı bir aileden gelmesine karşın, Shakespeare’den on altı yüzyıl önce yaşayan Plutarkhos da aynı mantıkla düşünüyor:

“Herkes bilir ki, eğer para ortadan kaldırılacak olsaydı, dolandırıcılık, hırsızlık, soygunculuk, kavgalar, dövüşler, fesatçılık, cinayetler, vatan hainlikleri, bozgunculuklar ve cellat tarafından öcü alınan, ama önlenemeyen tüm suçlar bir anda yok olup giderdi. Eğer para ortadan kalksaydı, korkular, kaygılar, tasalar, düşkünlükler ve uykusuz geceler de ortadan kalkardı. Para tümden yok edilebilseydi, her şeyden çok paraya gereksinim duyan yoksulluktan eser kalmazdı.”
(Sözün Özü, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, İst. 2010, s. 242).

Çağımızın insanına göre paranın ortadan kalkması hayal bile edilemez.

Yokülkelerde (utopia) bile parasızlığı öngören bir yönetim biçimi öngörülmüyor. Plutarkhos’un isteği gerçekleşip para ortadan kaldırılsaydı,
belki ülkesi Yunanistan bugün krizden krize sürüklenmez, halkın kulağı,
Avro patronlarının ağzından çıkacak bir çift sözde olmazdı…

Para bir değer. Ona değer biçen de insan. Bu değer, yaşamı güzelleştirme yolunda kullanılmadıkça, para her türlü kötülüğe yol açacaktır. Oysa hep sömürü yolları aranacağına insanca bir paylaşım düzeni kurulabilseydi, ne Şehabi ne de ona paranın parlak yüzünü gösteren Derviş, ruhunu satıp kendi türünün kanına girerdi.

Kuşkusuz, Irak petrollerinde, Türkiye’nin yerüstü, yeraltı zenginliklerinde gözü olan bir sermayeden de söz edilmezdi…

(Cumhuriyet Pazar Dergi 16.09.2012)