Etiket arşivi: Şeyh Sait

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

“İkinci Dil” Üzerinden Yapılmak İstenen Gerçekte Nedir ?

ARŞİVİMİZDEN….

Dostlar,

23 Aralık 2010’da 5+ yıl önce kaleme aldığımız

“İkinci Dil” Üzerinden Yapılmak İstenen Gerçekte Nedir ? 

başlıklı makalemizi 12.5 2012, 09.12.13 ve 21.09.014’te 3 kez öne çekerek sunmuşuz.
bir kez daha yineleme gereği duyuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
10.02.2016, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltk@gmail.com

=====================================================

Dostlar,

Güncel tartışmalar bağlamında, bu sitede 12 Mayıs 2012’de yayımladığımız,
23 Aralık 2010’da kaleme aldığımız makalemizi yeniden paylaşmak istiyoruz..

“İkinci Dil” Üzerinden Yapılmak İstenen Gerçekte Nedir ?

Bir de, Şeyh Sait‘in İstanbul’da yayımlanan İKDAM Gazetesi’ne 07 Mart 1920’de yazdığı çok önemli bir mektup söz konusu..

Bu mektubunda Şeyh Sait, geçmişin kanlı bedellerini – tuzaklarını unutmadıklarını,

  • Kürtlerin Ermenilerin ve emperyalistlerin oyununa gelerek
    Osmanlı yönetimine isyan etmeyeceğini
    … vurgulamakta.

Mektubun önemli bir bölümü aşağıda..

Günümüz Kürt önderlerinin dikkatle okumalarında sayısız yarar var..

Kürt kardeşlerimizin kanı – canı ve gözyaşı üzerinden Kürtçülük yaparak siyaset eyleyen ve Kürt ve Türk’ü birbirine kırdıran sefil siyaset esnafına bir yararı yok elbette.

Fakat, ırkçılık yapmayan ve bölücü emperyalist Batı’ya taşeron politikalara alet olmak istemeyen Kürt kökenli yurttaşlarımızın aydınlanması içindir ibretle doludur..
Kürt kökenli aydınlarımızın ise bu bağlamda öncü aydınlatıcı rol üstlenmeleri,
namus borçlarıdır.

Thomas_Jefferson_Bir_Ulus_Yarattik

Sevgi ve saygı ile.
9.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

“İkinci Dil” Üzerinden Yapılmak İstenen Gerçekte Nedir ?

portremiz_SALTIK_ Ahmet

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Dil Derneği Üyesi
23.12.10, Ankara

Son günlerde Güneydoğu bölgemizde kimi genç politikacılar, haklı gerilim doğuran sözler etmeye, tuhaf demeçler vermeye, yandaşlarına “ilginç” kararlar aldırmaya başladılar. Neyin savunulabilir olduğunu ve neler söylenerek neler yapılabileceğini sınamak için taktik amaçlı zemin arıyorlar sanırız. Ancak altını çizelim ki; Kuzey Irak’ta bu yapay “nation building” süreci, dıştan dayatmayla sağlanan elverişli ortamda gerçekleştirilmek ve bağımsız bir kukla Kürt devletine dönüşmek üzeredir.

Ülkemizin, Anayasadaki “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” niteliklerini
henüz tümüyle yaşama geçiremediği, hatta kimi bakımlardan AKP iktidarı döneminde geriletildiği acı bir olgudur.

Fakat ekonomide ve toplumsal yapıda, Büyük Atatürk’ün gösterdiği doğrultuda

  • “Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”

yönlü girişimlerle bu temel sorunu aşarak, yine Atatürk’ün özlemiyle “Ayrıcalıksız sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız.” hedefine dönük bir ulus-devlet yaratmayı sürdürmek varken; sonu belirsiz etnik köken, mezhep vb. ayrılıkları körükleme sorumsuzluğu, kendi dilini ve bağımsız yaşama direncini koruyarak tarihin derinliklerinden 21. yy’a dek ulaşan 80 milyon nüfuslu koca ülkeye yakışmıyor.

E. Büyükelçi Deniz Bölükbaşı; AKP damgalı “açılım ve çok dilliliğin arkasında ABD’nin olduğunu” öne sürmekte ve “5 Kasım 2007’deki Beyaz Saray görüşmesi tutanakları açıklanırsa Demokratik açılımın arkasında ABD’nin olduğu net olarak görülecektir.” demektedir. Buna göre Başbakan R.T. Erdoğan, ABD Başkanıyla etnik açılımın
3 temele dayanmasında uzlaşmıştır :

1. Etnik kimlik
2. Yönetim hakkı
3. Dil dayatması !

Washington’a giden Kürt heyetlerinin kulağına Ankara-Washington uzlaşmasının içeriği fısıldanmış olmalı ki; AKP açılım projesinin uygulandığı süreçte Kürtler bu 3 dayatmayı gündeme getirmişlerdir.

Son olarak Kürdistan parlamentosu niteliğindeki Demokratik Toplum Kongresi’nde alınan kararla; demokratik açılım gerekçesiyle ayrı bayrak, öz savunma direnişi, demokratik özerk Kürdistan’da resmi dil Kürtçe ve Türkçe tasarımlarını
ileri sürmüşlerdir..

Bölükbaşı’nın söylemini doğrulayan demeç Beyaz Saray’dan gelmiştir. Başkan Obama, -Hürriyet’in sorularını yanıtlarken- PKK ile savaşımdaki birlikteliğe değinirken AKP’nin inatla sürdürdüğü, bugüne dek içeriği anlaşılmayan Milli Birlik Projesi adındaki “açılımı” övmüş, “Açılım sürerse PKK’nin çekiciliği kalmaz” demiştir. Gerçekte Başkan Obama; Kürtlerin sorunun çözümünde doyurucu bulmadıkları öneriler / ödünler “sürdürülür ve genişletilirse, PKK’nin gücünün zayıflayacağını” söyleyebilmiştir!

  • Bizler, tüm Anadolu halkı olarak Homeros’un, Hipokrat’ın, Tales’in, Diyojen’in, Yunus’un, Hacıbektaşı Veli’nin, Mevlana’nın, Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ların, İbni Haldun’un… Kurtuluş Savaşımızda ve sonrasında
    bir potada kaynaşan görkemli harmanıyız.

Büyük Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir.” diyerek hepimizi emperyalizme karşı birleşmeye çağırmıştır.

Çağdaş toplumdan ne anlamak gerekir ?

Her şeyden önce çağdaş bir ulus ve ona dayalı bir “ulus devlet” yaratmaktır.
Ancak ulus yaratma, kan ya da soy bağına dayalı ilkel bir ırkçı anlayışı şiddetle dışlar. Kaldı ki, günümüzde tüm farklı etnik kökenler, -başta evlilik olmak üzere- birlikte yaşamın ürünü olarak öylesine kaynaşmışlardır ki, genetik olarak saf bir ırk ya da etnisiteden
söz etme olanağı bilimsel olarak kalmamıştır.

Denebilir ki; etnisiteler tarihsel, sosyal bir hatıraya indirgenmiştir..

Türkiye’mizde Türk ve Kürt -ve öbür- yurttaşlar arasında bu kaynaşma çok daha ileri aşamadadır.

Bu sayededir ki, 40 bine varan yurttaşını yitiren, çok ağır bir bedel ödeyen halkımız,
hâlâ “Kürt kardeşlerine” karşı intikam ya da şiddet dürtüsüne yenilmemektedir, yenilmemelidir de..

Ancak bu sosyal psikolojik eşiğin daha çok zorlanmaması gerektiği de
açık bir tarihsel gerçekliktir.

Çünkü çağdaş ulus hümanisttir. Eşitlik ve özgürlük üzerine kurulur.
Kalkınmacıdır; kalkınmayı planlı bir ekonomiyle yurdun her yanına dengeli biçimde dağıtmayı, sosyal adaleti amaçlar. Tekil / Üniter yapı içinde ve çağdaş değerler ışığında; bireylerin kendilerini, dinsel inançlarını dile getirme olanağı sağlar. Amaç,
tüm yurttaşların özgürce mutlu olarak yaşayacakları bir ortamın yaratılmasıdır;

Nazım Hikmet’in özlemi gibi :

  • Bir ağaç gibi tek başına ve özgür, bir orman gibi bir arada ve kardeşçe..

“Dünyada barış, yurtta barış” Atatürk’ten bize ve tüm insanlığa temel öğüttür..

Elbette etnik kümeler, böylesine uygarlıklar beşiği bir Türkiye’de kendilerini özgürce dile getirecektir. Türkülerini söyleyecekler, ağıtlarını yakacaklar, kültürlerini yaşatacak ve geliştireceklerdir. Yürürlükteki yasal düzenlemeler ve yaygın olarak benimsenen uygulamalar buna elvermektedir.

Türkçe dışında herhangi bir dilin konuşulması, yazılması, öğretilmesi, bu dilde yayın yapılmasına… yaşam alanlarında kullanımına engel yoktur. Hatta TRT, Kürtçe yayın yapan bir kanal kurmuştur. Çağdaş kültür; kökü bu topraklarda olan, bu topraklarda yaşayan tüm kültür değerlerinin laiklik ilkesi ışığında aklın ve bilimin süzgecinden geçirilerek, ortaklaşa oluşturacağımız bir yaşam biçimdir.

Büyük Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” derken bu harmana işaret etmektedir.

Tüm bunların beşiği ise bağımsız bir devlettir; ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez vatandır. Ne var ki,

“Çift dil dayatması” yalnız değildir. Yukarıda da değindiğimiz üzere 3’lü bir salvo ile karşı karşıyayız :

Etnik kimlik – yönetim hakkı – dil dayatması !
Herkesin, 21. yy’ın şu çıplak gerçeklerini çok iyi kavraması gerekmektedir :

1.Emperyalizm “divida et impera” atasözüyle kültüründe, genetik kodlarında yer alan “böl ve yönet” oyununu türlü yöntemlerle acımasızca ve
son derece sinsi olarak sürdürmektedir. Kürt kardeşlerimiz bu olguyu görüyorlar mı? Soralım : Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme hizmet edebilirler mi?

20. yy. başında 20+ devletten o yüzyıl sonunda 100+ devlete, 21. yy. sonunda ise 1000 devletçiğe ulaşma planı neyin nesidir? Halkları özgürleştirme midir, karakol / istasyon / kukla devletçikler yaratarak sömürgeciliği sürdürmek midir ? Ve bu atomizasyon politikasının temel aracı nedir? Emperyalizm, dağın başındaki 3,5 etnisiteye özgürlük / devlet kurma aşkı ile yanarken (!);

AB neyin nesidir? 27 farklı millet (etnisite değil!) neden ekonomik işbirliği ile yetinmeyip var gücüyle siyasal bir birlik kurmak için çırpınmaktadır? Kendi içlerindeki çatışmaları dondurup (konsolide edip) “Birlik” gücüyle dışa dönük emperyal sömürgen politikaları sürdürmek için değil midir?

Emperyalizm ile işbirliği yaparak özgürlük savaşı vermenin tarihte tek bir örneği var mıdır? AB neden İngiltere, Fransa, Belçika, İspanya gibi üyelerinde çok milletli, çok resmi dilli federal devlet modeli dayat(a)mamaktadır? Gücü bizlere mi yetmektedir? Haritalarını yayınladıkları “Büyük Kürdistan” ın sınırları gerçekten doğal, tarihsel, demografik verilere mi dayalıdır; yoksa uzaydan hiperspektral imza tekniğiyle çizilen iştah kabartan petro-coğrafya mıdır?

2. “Ulus devlet” kavramı, 20. yy’ın en parlak sosyal bilim buluşudur. Etnisitelerin birbirine karıştığı ve her birine ayrı coğrafyaların ayrılmasının olanaksız olduğu bir aşamada, “birlikte yaşama” vazgeçilmez bir zorunluk olmuştur. Bu amaçla, tanımlı bir coğrafyada, örneğin Türkiye’de -ki Türklerin diyarı, Türklerin yurdu anlamında TURCHIA adını Batılılar 800 yıl önce koymuşlardır- çoğunlukta olanın dilinin “resmi dil” kabul edildiği bir uzlaşma oluşmuştur. Kürt kardeşlerimiz bin yıldır bu coğrafyada Türkçe’yi resmi dil olarak konuşmaktadırlar ve Lozan’a göre azınlık da değillerdir.

3.En büyük ulus devlet ABD olmak üzere, güçlü büyük emperyalist devletler Ulus Devlettir.

Örn. ABD’de neredeyse 50 faklı millet (etnisite değil!) önce bağımsız devletçikler biçiminde örgütlenmişler, 18. yy’da uzun süren kanlı savaşlardan sonra “Birleşik Devlet” e dönüşmüşlerdir. Yaygın konuşulan dil İngilizce’yi de tek resmi dil olarak kabul etmişlerdir. Amerikan mucizesinin altında yatan budur. İngiltere de öyledir.
Küçücük adada ve İrlanda’da 4 etnisite, çoğunluğun dilini-bayrağını resmi dil ve bayrak edinmiş, birlikte yaşamaktadırlar. Örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir..

4.Çıplak olarak görülmelidir ki; emperyalizm kendi içinde ULUS DEVLET’e ve onun kurumlarına en başta resmi dil olmak üzere son derece katı biçimde sarılmakta iken, bizim gibi ülkelerde tam da tersine zoraki, yapay “millet inşa etme” (nation building) süreciyle yeni postmodern sömürgeler elde etme kanlı oyunu içindedir. Oysa ULUS DEVLET, dağınık, küçük nüfuslu, güçsüz etnisitelerin emperyalizme karşı başlıca kalkanıdır. Rus devrimci V.İ. Lenin’in ünlü ve çok yerinde uyarısı belleklerden silinmiş değildir : Bütün ülkelerin ezilen halkları, birleşiniz..

5. Emperyalizmin ülkemize dönük ertelenmiş Sevr takıntısı, açık açık haritalarla, AB dayatmalarıyla gözümüze gözümüze sokulmaktadır. Tarihte, emperyalist kışkırtmalarla ortak vatan yoldaşlarını arkadan vuran kimi halkların acı öyküleri henüz çok tazedir.

Herkese ama herkese, Said-i Kürdî’nin İkdam gazetesinde (22 Şubat 1336,
7 Mart 1920, sayı: 8273) yer alan Kürtleri uyarıcı makalesine göz atmalarını
ısrarla salık veririz. (Kısa bir alıntı dip not olarak verilmektedir ..)

Anımsamak gerekir ki; resmi dili 1’den çok olan tekil (üniter) ulus devlet örneği yeryüzünde yok gibidir. İsviçre örneği belki de bir ayrıktır (istisnadır) ve Avrupa’nın ortasındaki bu kendine özgü ülke AB üyesi de olmadığı gibi, kendisini bölüp parçalama heveslisi de yoktur. Dilbirliği bozulunca parçalanma olmaktadır.

Öneriler                           :

Günümüzde İnsan Hakları ne yazık ki, tüm dünyada geçerli kılınamamıştır.
Dahası, giderek özü boşaltılmaktadır ve kendisini “Küreselleşme” diye zihinlere -retorik- tuzak kurarak sunan yeni emperyalizm, insan haklarının en büyük engeli hatta düşmanı durumuna gelmiştir.

ABD Dışişleri Bakanı H. Kissinger açıkça itiraf ederek,

  • “Küreselleşme, Amerikan hegemonyasının öteki adıdır.” diyebilmiştir.

Dünya ağır bir sömürü, işsizlik, yoksullaştırma, sağlıksızlaştırma, sosyal güvencesizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik soğuk ve sıcak çatışma, korku.. ortamına sürüklenmiştir.

Oysa Atatürkçülük = Kemalizm, “Yurtta barış, dünyada barış!”ı yüce bir erek olarak öğütlemektedir.

Anayasamızın 2. maddesinde yer alan ve Cumhuriyetimizin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan 6 temel niteliğinin hakkıyla uygulanması hepimizin yararınadır ve yeterlidir :

1. insan haklarına saygılı,
2. Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
3. demokratik,
4. laik
5. s o s y a l bir
6. hukuk Devletidir.

Türk vatandaşı olan Kürt yurttaşların anadillerini unutmamalarını sağlayacak her türlü kolaylıkları uygulamak Devletin görevleri arasındadır. Kasaba, köy adları anadille söylenebilir, nüfus daireleri dileyen yurttaşın ad değiştirme isteğini kabul edebilir.
Bu istemler üzerinden Türkiye’nin tekil (üniter) yapısına zarar verecek ve ülkeyi eyalet düzenine sokup parçalayacak, eşdeğer deyimle “özerk-yerinden yönetim” istemlerine yol açacak bir gidişi tartışmanın hiç kimseye somut, uzun erimli bir yararı olamaz.

Sorun; etnik ya da dinsel inanç temelli ayrışma ve çatışma ile çözümlenemez.Yaşayageldiğimiz yıkım süreci göstermiştir ki; devletimiz, milletimiz, vatanımız ve çağdaşlaşma kazanımlarımız, ancak Atatürk Devrimi temelinde yaşatılabilir. Atatürk Devrimi, Türkiye için herhangi bir seçenek değil, tek seçenektir. Atatürk önderliğindeki kurucu irade, Türk Devrimi’nin deneyimlerine göre Cumhuriyet’imizin temel niteliklerini 1937’de Anayasa’nın en başına koymuştur.
İnsan haklarının ülkemizde ve dünyada yaşama geçirilmesinde 6 Ok’u denenmiş, başarmış evrensel bir model olarak görmeli ve ısrarla sahiplenmeliyiz :

“Türkiye Devleti;

1. Cumhuriyetçi,
2. Milliyetçi,
3. Halkçı,
4. Devletçi,
5. Laik ve
6. Devrimcidir.”

Batı’dan devşirme emperyalist ezberleri bırakarak, ulusal devrim sürecimizde ürettiğimiz ve dünyaya model bu temel stratejik formülü, yeniden Anayasamıza koymak koşuldur. Atatürk Devrimi temelinde Cumhuriyeti ve toplumumuzu yeniden örgütlemek amacıyla aşağıdaki ilkelere dayalı yeni bir
Anayasa yapılabilir :

– Bağımsız ve güçlü devlet,
– Etkin hükümet,
– Hızlı adalet,
– Örgütlü halk,
– Özgür ve eşit yurttaş,
– Planlı, halkçı, karma ekonomi,
– Bölgelerarası denge,
– Çalışan ve üreten Türkiye.

Bunun için ise “aklın ve bilimin egemen kılınması” gereklidir. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi : “Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir.” Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü bu ilkedir ve yalnız Türkiye’yi değil, tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir. Dolayısıyla başta ülkemizde, “her-ke-si” -özellikle siyasal iktidarı- akla ve bilime, ülkenin temeli olan sosyal adalete ivedilikle davet ederiz. Dış dayatmalı “açılım” tuzağını, özellikle Kürt kardeşlerimiz ayrımsamalıdır.

* Demokrasiyi cumhuriyet düşmanlığı için,
* İnsan haklarını bölücülük için ve
* Küreselleşmeyi ulus devleti tasfiye etmek için.. kullanan çevrelere alet olmamak gerekir..

Çare; bir bütün olarak insan haklarının ülkemizde yaşayan herkese hiçbir etnik-dinsel vb. ayrım yapmadan uygulanmasında, demokratik standartların yükseltilmesindedir. Temel hedefimiz bu olmalıdır. Birleşerek emperyalizme karşı güç birliği yapmak yerine, onun sinsi tuzaklarına bilerek ya da bilmeyerek düşmek çağdaşlık ve ilericilik olarak kabul edilemez; tarih de bağışlamaz.

TEKEL işçilerinin yaman kış ortasında 78 gün çadırlarda sergilediği şanlı direnişi anımsayalım :

Orada Türk, Kürt, PKK’lı, Bingöl’lü, İzmir’li, dahası kadın-erkek ayrımı var mıydı? Hayır! Ortak özellik emekçi olmaktı. Tüm öbür aidiyetler ikincil kalmıştı. Bu sayede güçlüydüler ve başardılar. Çok öğretici değil midir? Ortak özelliğimiz TÜRKİYE CUMHURİYETİ YURTTAŞLIĞI değil midir? Uluslararası arenada onurlu ve başı dik, bağımsız bir ülkenin eşit, özgür, 1. sınıf yurttaşı olmak; ABD’de 50 ayrı millet için büyük şereftir de ülkemizde başka bir şey midir? Hızla kendimize gelmeliyiz!

“Türk-Kürt kardeş tir, ayıran kalleştir.”
söylemi, tarihsel ortak sağduyumuzdan imbiklenen görkemli bir reçetedir.

================================
Çok önemli dipnot                     :

Şeyh Saitin 7 Mart 1920 tarihli kritik makalesi :

İkdam Ceride-i Muteberesine!

Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir anlaşma yapıldığını yazarak, Kürt kamuoyuna açıklamada bulunuyorlardı. 4.5 yy’dan beri
İslam birliğinin özverili ve cesur koruyucu ve yandaşları olarak yaşamış ve dinsel töreye sadakati yaşam amacı bilmiş olan Kürtler; henüz beş yüz bine varan şehitlerinin kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının anılarını acılarla anarken; İslamiyetin zararına olarak, tarihsel ve yaşamsal düşmanlarıyla anlaşma imzalamak yoluyla; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.”

  • Ayrıca 1925 isyanının nedeni özerklik istemi değil, şeriattır :

Şeyh Sait İsyanı ile ilgili davanın savcısı Ahmet Süreya Örgeevren’in “Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklál Mahkemesi” (Temel Yayınları, 2002) adlı kitabında söz konusu dava sanıklarının ifadeleri ve itirafları yer alıyor. Şeyh Sait verdiği ifadelerde Kürtlerin özerkliğine kesinlikle değinMEmekte, isyanın nedeni olarak şeriatı göstermektedir
(s. 187-191). Şeyh Sait’in ifadesine göre isyanın nedeni şeriat uygulanmasına
son verilmesi ve medreselerin kapatılmasıdır.

KÜRT MESELESİ

KÜRT MESELESİ

“Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu
tavsiye ederim ki:
sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar
çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i aslîyi,
çok iyi tahlil etmek dikkatinden,
bir an dahi feragat etmesin!...”
Mustafa Kemal Atatürk

 
Portresi_gulumseyen

Prof. Dr.. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar, 
Kısa süre önce sizlerle paylaştığım bir iletide,
Ülkemizdeki Kürt sorununa ve HDP’nin seçim başarısına değinmiştim. (Kurtler_ve_HDP_Ali_Ercan
Kürt sorunu aslında 100 yıllık bir sorundur.. 1. Dünya savaşında donanmasını petrol gücüyle yürütmek isteyen ve bu nedenle Orta Doğu petrollerine gözünü dikmiş olan İngilizlerin yardım ve desteğini alan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Kürt Azadi Cemiyeti” (Kürdistan Bağımsızlık Komitesi) … gibi İngiliz muhibbi (sempatizanı) dernekleri, Ali Galipleri,
Yusuf Ziyaları, Şeyh Saitleri unutmayalım..  
İstiklal Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde bir düzine Kürt isyanı çıkmıştır.
Bu isyanlarda ölen asker sayısı İstiklal Savaşı sırasında 
(İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ölen asker sayısının yaklaşık 2 katıdır; yani Batı cephesinden çok Doğu cephesinde savaştı Türk Ordusu.
 
1921’de Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken, Koçgiri isyanını başlatan Alişer ve 3 bin silahlı adamı TBMM’ni arkadan vurmak için Tunceli üzerinden Sivas’a doğru ilerliyordu. 1925’te Mustafa Kemal, Petrol zengini bir bölgenin, Musul ve Kerkük bölgesinin Misak-ı Milli‘ye dahil edilmesi için uğraşırken, tüm planları altüst eden Şeyh Sait isyanı baş göstermiştir. Musul’u kurtarmaya gidecek kuvvetler isyanı bastırmak için kullanılınca, fırsat elden kaçmış ve 400 yıldan beri Osmanlı toprağı olan (ve gelecek umutlarını Türkiye’ye bağlamış yüz binlerce Türkmen’in de yaşadığı) bu bölge İngiliz denetiminden kurtarılamamış, topraklarımıza katılamamıştı. (Bkz. Milli Micadele’de İşbirlikçiler; Milli_Mucadelede_ Isbirlikciler_Ali_ERCAN)
 
Mustafa Kemal‘in Cumhuriyet Ordusu, bu isyanları ödün vermeden,
isyanın adına ‘terör’ diyerek sorunu saptırmadan, bütün olanaklar kullanılarak, şiddetle ve kısa sürede bastırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Doğu Anadolu’da sınırları güvene almış, asayiş ve sükûnu
tesis etmişti; “Devlete isyan” fikrini kafalardan silerek, tüm yurttaşları kucaklayan bir
Laik Cumhuriyetin eşit Yurttaşları olmak bilincine ulaştırmaya çabalamıştı… Özellikle 1940 sonrasında bölgede kurulan (Pamukpınar, Cılavuz, Erciş, Dicle, Pulur) Köy Enstitülerinin Genç Türkiye’nin çağdaşlık projesine büyük katkıları olmuştur. Her şeye karşın,
Toprak Reformunu gerçekleştiremeyen, Ortaçağ sosyal yapılarını kökünden kazıyamayan Cumhuriyet için bu bölge sürekli sorunlar yumağı olagelmiştir.
Mustafa Kemal‘in ölümünden epey sonra cesaret toplayan Ermeni Diyasporası‘nın faaliyetini, ardından Kürt ayrılıkçı hareketinin başlayışını görüyoruz. 30 yıldır süregelen bu ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ Devlet tarafından yaklaşık 10 bin, İsyancılar tarafından yaklaşık 30 bin, toplamda 40 bin insan ölümüne mal olmuştur. Türkiye’nin bu savaş nedeniyle 30 yıllık maddi kaybının ~300 milyar $ olduğu hesaplanıyor. Bu hesaba yalnızca askeri harcamalar değil,
savaş nedeniyle yitirilen üretim, iş gücü vs. tüm ekonomik yitikler de dahildir.
Dolayısıyla 1 ‘teröristin’ * ölümü Türkiye’ye ~10 milyon dolara mal olmuş demektir
Oysa 10 milyon dolara değil bir kişiyi, dağa çıkmış olanların tümünü, -ABD, İsrail, Emperyalizm yaveleri okumadan- Devlete Millete yararlı yurttaşlar haline getirmek
işten bile değildir. Türkiye’nin yıllardan beri nasıl bir Vatan haini işbirlikçiler-acizler-vurdumduymazlar-geri zekalılar-saftirikler koalisyonu tarafından yönetildiği
apaçık görülüyor. 
 
Ve bu yitiklerin insan kaybının, zaman kayının, para kaybının, özetle ‘Ülkenin geleceğinin kaybı’ nın sonu ne zaman gelecek, akan kan ne zaman duracak, bilinmiyor… Görünen o ki; Türkiye’de Devleti yönetenlerin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, beceriksizliği, teknik kadroların yetersizliği, bilgisizliği böyle sürdükçe, başta silah ve petrol tacirleri, uyuşturucu kaçakçıları olmak üzere Bölge bataklığından nemalanabn grupların ve yarattıkları ‘kontrollu kaos’
(AS: denetimli karmaşa) ortamında sömürü düzenini sürdüren emperyal güçlerin planları
tıkır tıkır işleyemeye devam edecek demektir. 30 yıldır bu sorun çözülemedi.
Bu kafa ile çözüme erişileceğini de sanmıyorum.Kaygılarımla… æ
12 Eylül 2015
_____________________

* Aslında bunlara hiç gocunmadan ‘ayrılıkçı, isyancı’ veya ‘gerilla’ demek gerekir;
ama bizim her şeyi bildiğini sanan kimi aklı evvellerimiz, gerillanın özgürlük savaşçısı anlamında “kutsal bir kavram” olduğunu ileri sürerek itiraz edebilirler. Polemiğe girmemek için, ben de terörist diyeyim. Oysa Gerilla hiç de sanıldığı gibi, özel ve kutsal  bir kavram değildir. Gerilla da fırsat bulduğunda terör eylemleri yapar. PKK’nin yıllardır Türkiye’ye karşı yürüttüğü organize savaş, açıkça ayrılıkçı bir isyan hareketidir; istilacı bir yabancı güç olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun düzenli Ordusuna, güvenlik güçlerine karşı yürüttükleri “gayr-i nizami harp” şeklidir, gerilla savaşıdır.
Terör ve terörist diyerek gerçeği görmezden gelmeyelim, kendimizi aldatmayalım.
Halktan geniş çapta destek alan, kadınlı-erkekli sayıları on binlere varan ve 30 yıldır Dünyanın en büyük 10 Ordusundan birine kafa tutan, varlığını inatla sürdüren bir örgüt var karşımızda.
***
Bu arada dikkat ettiniz mi, yukarıda, “…PKK’nin…” dedim; yani PE-KE-KE dedim.
Çünkü bizim alfabemizde KA diye bir harf yoktur.. KE vardır. 29 harfimizin okunuşları
(adları) şöyledir:
 
a, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge, he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te,
u, ü, ve, ye, ze. 
Dolayısıyla alfabemizde ka, ha, er- aş, eyç, en, ti, vi, şeklinde okunan harfler yoktur..
Ce-Ha-Pe şeklinde söyleyen, Atatürk’ün alfabesini bilmeyen CHP lileri, Te-Ka diye anons
(AS: duyuru) yapan THY personelini (AS: çalışanını) , Pe-Ka-Ka veya Ka-Ka-Te-Ce veya er-aş negatif diyen Türkçe’ye saygısız cahilleri duydukça üzülüyorum. æ
(AS: Biz de Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..)

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’a teşekkür ederek ve yazdıklarına katılarak makalesini paylaşıyoruz.
Ayrıca 2 önemli dosya da bu yazının ekleri.. Metin içinde erişkeleri (linkleri) verilmiştir.

– Kürtler ve HDP
– Milli Mücadele’de İşbirlikiler

Sevgi ve saygı ile.
12.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..

DERSİM İSYANI


DERSİM İSYANI

Dostlar,

Sayın Em. Tümg.Naci BEŞTEPE’nin 05 Ocak 2013’te yayımladığımız yazısını,
konunun gene utanmazca siyasal sömürüye (istismara) alet edilmesi nedeniyle
bir kez daha okuyucularımızın, ilgililerin bilgi ve ilgisine sunmak istiyoruz.

Arşivde yer alan, bizim makalemiz de dahil olmak üzere birkaç yazıyı daha
öne çekeceğiz.

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

Naci_Bestepe_portresi

Em. Tümg. Naci BEŞTEPE

Tunceli bölgesine devletçe yatırım (yol, köprü, okul, sağlık ocağı vb.) yapılmaya başlanması, askere alma ve vergi işlemlerinin düzene sokulmak istenmesi üzerine, bölge halkını sömürmek üzerine inşa edilmiş dinsel kisvelerden de yararlanan feodal düzenin uygulayıcılarının başlattığı bir isyandır.

SEYİT Rıza da, ŞEYH Sait gibi dinsel sıfatından yararlanmıştır.

Bölge halkının Seyit Rıza’nın peşinden gitmesinde bir etken bilinçli veya körü körüne inanç ise, bir etken de bölge halkının Osmanlı döneminden (Yavuz Sultan Selim’in
İran seferi öncesindeki kıyımı) kalan devlete karşı koşullanmışlığıdır.

GÜNEYDOĞU SORUNU MU, KÜRT SORUNU MU?
TERÖR SORUNU MU, BAĞIMSIZLIK SORUNU MU? ÇÖZÜM NEDİR?

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Osmanlı döneminden başlayarak (1806’dan sonra)
44 isyan olmuştur. Bunların 24’ü Cumhuriyet dönemine rastlar. İsyanların çoğu,
devlet otoritesini kabul etmeyerek feodal düzenin sürmesinin istenmesinden kaynaklanmıştır.

Şeyh Sait isyanı ise, Musul petrollerinin paylaşımında Türkiye Cumhuriyeti’nin devre dışı bırakılmasını sağlamak amaçlı, İngiliz emperyalizmi güdüm ve destekli bir isyandır. Etnik köken yanında din sömürüsünden de yararlanılmıştır.

1937-38 DERSİM (Tunceli) isyanından sonra, 1984’e kadar benzer olaylar yaşanmamıştır.

1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan PKK eylemi ise emperyalist güçlerce yönlendirilen ve desteklenen ayrılıkçı bir silahlı kalkışma (isyan)dır.
Tarihteki en uzun ve en büyük çaplı (bölge-insan sayısı) isyandır.
Etnik yapının istismar edilmesi temeline oturtulmuştur.

Dil, kültürel haklar, demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi göreceli kavramlar gerekçe ve
bahane olarak kullanılmıştır. Hâlâ da kullanılmaktadır.

Emperyalistlerin amacı; enerji kaynaklarını, ulaşım, nakil yollarını en kolay-en ekonomik biçimde denetlemektir.

Bunun için, dört devlet içindeki Kürt kökenlilerin yoğun oldukları bölgelerin koparılmasıyla kurulacak bir Kürt Devleti en iyi çözümdür.

PKK‘nın kullanıldığı ve başı çektiği bu başkaldırının uzaması, bölge halkında
kin ve intikam duyguları ile AYRIŞMA ve KENDİ DEVLETİNİ KURMA düşüncesini pekiştirmektedir.

Bu düşünce özellikle 35-40 yaş ve altındaki kuşak için geçerlidir.

Başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin isteği de tam budur.

  • Olayın adını KÜRT SORUNU koyarsak baştan taraf olmayı ve
    bölünmeyi kabul etmiş oluruz.

Yapılan, silahlı başkaldırıya karşı mücadeledir.

Uluslararası hukuka göre savaş; iki devlet veya devletler grubu arasında, siyaset yoluyla çözülemeyen sorunların silahla çözülmesidir.

Çözüm; siyasi kararlılıktadır.

Çünkü ulusal irade TBMM’ndedir.

Rifat Serdaroğlu : KANA DOYMADINIZ MI?

 

KANA DOYMADINIZ MI?

portresi3

Rifat Serdaroglu

Kürtçü-Bölücü- Marksist-Leninist PKK Narko- Terör Örgütü ve onu destekleyen iç ve dış güçler, son 30 yılda 54 bin insanımızın ölümüne, sakat (AS: Engelli) kalmasına, yaşamdan kopmasına nden oldular.

Geleceğimiz olan çocuklarımızın daha iyi eğitim almalarını, daha sağlıklı beslenmelerini, birer “Dünya İnsanı” olarak yetiştirilmelerini sağlayacak olan
çok ciddi ekonomik kaynaklarımızı, yani çocuklarımızın geleceğini çaldılar.

2002 yılında (AS: 14.11.2002) AKP iktidara geldiğinde T.C. Devleti, eli kanlı çocuk katili terör örgütünü, bitirme noktasına getirmişti.

AKP ve Erdoğan, bilerek yanlış strateji uygulayarak, terör örgütünün yeniden toplanmasına-güçlenmesine neden oldu. Alan egemenliği, yapılan yasal düzenlemelerle PKK’nın buyruğuna verildi. Türk Askeri kışlasından – Türk Polisi de Emniyet binalarından çıkamaz hale getirildi. Taşlar bağlandı, itler serbest bırakıldı.

Yakın tarihimizi doğru olarak bilmeyen Erdoğan ve danışmanları, kişiliği hakkında
çok ciddi kuşkular bulunan bir istihbaratçıyı, doğrudan terör örgütü ile muhatap yaptılar. Oslo’da T.C. Başbakanının emri ile yapılan görüşmelerin iğrençliği,
PKK yetkilileriyle yapılan görüşmelerindeki çirkin üslup hala belleklerimizdedir.

Gerek Osmanlı zamanında, gerekse Cumhuriyet döneminde yapılan ve çok sayıda insanımızın yitirilmesine neden olan silahlı isyanlara baktığımızda,
istisnasız her olayda iki kesimin işbirliğini net olarak görürüz.

Birincisi; özellikle İngilizlere ve öbür yabancılara uşaklık yapmaktan zevk alan
Kürtçü- Bölücüler,
İkincisi; Hilafet ve Şeriat düzenini isteyen dinci yobazlar.

Birinci grup, bölgedeki feodal yapıyı korumak isteyen toprak ağaları, aşiret reisleri ve kaçakçı çetelerinin önderleri,

İkinci grup, Tarikat ve Cemaatlere Osmanlı zamanında tanınan “Özel Hakların” korunmasını isteyenler. (Vergi vermeme-Askerlik yapmama- Para toplama gibi)

Dün Şeyh Sait’in yaptığını, günümüz formatında PKK Narko-Terör örgütü yapmaktadır.

Dün “İngiliz Muhipleri Derneği”nin yaptıklarını, onların torunları ve
AKP’nin Kürtçü Prensleri yapmaktadırlar.

Erdoğan ve AKP Hükümetinin T.C. Devletini düşürdükleri durumu,
Türk Milleti görmüyor mu?

T.C. Devletinden maaş alan, Anayasada ve makama gelirken ettikleri yeminde görevleri açık-net olarak yazan askeri-sivil üst bürokratlar bu durumu içlerine sindirebiliyorlar mı?

*İstihbarat raporları ve basında çıkan haberlere göre, PKK militanları bölgede örgütlenmişler ve AKP Hükümetine

  • Haydi, Öcalan ile yaptığın anlaşma koşullarını yerine getir,
    yoksa yakar-yıkarız!
    ” diye dayatmada (AS: Tehditte!) bulunmaktadırlar.

*Erdoğan’dan cesaret alan örgüt yöneticileri, T.C. topraklarına “Kürdistan” demektedirler.
*BDP’li Belediyeler, fiili olarak “Özerklik” ilan etmektedirler.
*Petrolden pay isteyen mi ararsınız, bölgedeki barajlardan pay isteyen mi ararsınız, vatandaştan “Vergi” adı altında haraç toplayan mı ararsınız,
özel giyimli kendi asayiş gücünü oluşturan mı ararsınız,
özel mahkeme kuranlar mı ararsınız, hepsi Erdoğan ve AKP desteğiyle
bölgede cirit atıyorlar.

  • Herkesin aklını başına alma zamanı gelmiştir.

– AKP Hükümeti ve Erdoğan, bu tutumlarıyla “Vatana İhanet” suçlamasıyla
karşı karşıya kalacaklarını görmeli ve geri adım atmalıdır.

– BDP ve Bölücü-Kürtçüler etnik kimliklerini öne çıkarıp terör örgütünü desteklemeye devam ettikçe,

  • Vatan topraklarına Kürdistan demeyi sürdürdükçe,
    tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızı felakete sürüklemektedirler.

Ama bizler, yani etnik kökenimiz ne olursa olsun, “Türk Milleti” adında yaşamaktan onur duyanlar, onların bu tuzağına bu güne kadar düşmedik.
Bundan sonra da düşmeyeceğiz.

Türk Tarihi ve Türk Milleti önünde bildirmek, açıklamak istiyoruz ki;

– Artık bölücülüğü bırakın.
– Kürt kimliğini çıkar ve bölünme aracı olarak kullananlar, ülkemizin cennet köşesine  Kürdistan diyenler,
PKK Narko-Terör örgütünü destekleyenler,
– Teröristbaşı ve bebek katili Öcalan’a “Kürtlerin Lideri” yaftasını takan
Erdoğan, Beşir Atalay ve Hakan Fidan gibiler;

İyi bilin ki Türk Milleti sabrının sonuna gelmiştir.

Bu ülke sizlere iyilikten başka ne yaptı ki?
Dökün eteğinizdeki taşları, her şeyi Türk Milletinin önünde konuşalım.
Kararı Türk Milleti versin.

Duydunuz mu Başbakan Erdoğan;
Türk Milleti bu ikiyüzlülük oyunundan bıktı artık. Bir taraftan “Tek Millet-Tek Devlet- Tek Bayrak” diyeceksiniz, diğer taraftan “Kürdistan” diyeceksiniz, üç-beş oy uğruna bölücülere destek vereceksiniz.
Yetti artık. Hayatınızda bir kez olsun cesur olun, televizyon canlı yayınında bu konuyu tartışalım. Yürek mi o, göğüste taşıdığınız yoksa et parçası mı?

Sağlık ve başarı dileklerimle 16 Nisan 2014
Rifat Serdaroğlu

Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu??


Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu?? 

PORTRESİ

Doç. Dr. Barış DOSTER

 

 

 

Devletin çöktüğünü, çözüldüğünü, çürüdüğünü söylüyorlar. Sadece yargının değil, bürokrasinin, başta içişleri, milli eğitim, maliye olmak üzere devlet aygıtının, kamu yönetiminin ile tutar tarafının kalmadığını dillendiriyor pek çokları. Doğal bir sonuçtur. Mekteb-i Mülkiye’nin, Mülkiye ruhunu taşıyan hocalarından, soyadı gibi ışık saçan hocamız, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, fakültesindeki gidişatı esprili bir dille şöyle özetlerdi:

“Mülkiye, ‘The Mülkiye oldu’.”

Işıklar içinde yatsın…

Biraz gerilere gidelim. Mülkiye’nin Mülkiye olduğu, Mülkiye Marşı söylenirken, insanların gözünün dolduğu, boğazının düğümlendiği yıllara… Meraklıları bilir, ülkemizde kamu yönetimi bir bilim olarak, İkinci Cihan Harbi sonrasında gelişmiştir. Dönemin değişen koşulları, ülkenin gelişen ihtiyaçları, emperyalizmin talepleri söz konusudur. Ve Engels’in dediği gibi; “İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır”. Nasıl, sonraki yıllarda gelişecek olan uluslararası ilişkiler disiplini, ABD’nin dünya politikalarını yaygınlaştırmanın araçlarından biri olarak temellendirilmiş, Türkiye dahil pek çok ülkede bu disiplin, tarihten, hukuktan, toplumsal gerçeklikten, sınıf çatışmalarından, siyasal – iktisattan koparılarak, emperyalizm terimi dışlanarak okutuluyorsa, bizde de kamu yönetimi eğitiminde, benzer bir anlayış öne çıkarılmak istenmiştir. Zira Türkiye’ye bu konuda akıl verenler ABD’li uzmanlardır, BM’nin görevlendirdiği kişilerdir. O kadar ki, amme idaresi (sonradan kamu yönetimi) bölümünde okutulacak müfredatı bile büyük ölçüde bunlar belirlemiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak, Türk kamu yönetiminde nakilcilik, taklitçilik, aktarmacılık gibi kötü hastalıklara neden olmuştur.

Hele o raporlar yok mu, Truman Doktrini, Marshall Yardımı kapsamında “anlamını bulan, işlevini yerine getiren” o raporlar… BM’nin, ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) desteklediği o raporlar… Thornburg Raporu, Hills Raporu, Barker Rapor.. pek çokturlar. Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesinden, demiryolları yapımından vazgeçmesini, karayollarına yönelmesini, kendi vagonunu, uçağını yapmamasını, merkezi devletin gücünü yerele dağıtmasını, Ortadoğu’nun meyve sebze deposu olmasını öneren o raporlar… Başımıza açtıkları bela büyüktür. Kamu yönetiminin, yani devletin beyninin kendisi için düşünmemesini, kendisi için üretmemesini, kendisine özgü olmayan bir anlayışı benimsemesini dayatan o raporlar… Cumhuriyetçi, kamucu, toplumcu duyarlılığı yüksek, yerli ve milli düşünen çok yetkin uzmanlara, bilim insanlarına sahip olmamıza rağmen, onların görüşlerine, önerilerine itibar edilmemesi, ne vahim sonuçlar doğurmuştur. Oysa Türkiye, iktisatçılarıyla, planlamacılarıyla, hesap uzmanlarıyla (eskiden ülkemizde hesap uzmanları ve planlamacıların özel, seçkin bir konumu vardı), anayasa ve idare hukukçularıyla kendi planlarını yapacak, kendi raporlarını yazacak, kendi önlemlerini alacak birikime sahipti. Ama yabancı uzmanları, teknik heyetleri yeğlemiştir. Bilimsel olarak onlardan yararlanmaya kimsenin itirazı yok, ama onların yazdıklarını siyasal bir süzgeçten, kuşkucu bir mercekten geçirmeden benimsemiştir.

KAMU, KAMUCULUK, KAMUSALCILIK ÇÖKERKEN,
SÜREKLİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMÜ AÇILDI 

Yurttaş bilinciyle, kamusal alan, kamuculuk arasında yakın bağ vardır. Yurttaş, rengi, ırkı, alt kimliği, feodal aidiyeti, aşiret, tarikat, cemaat, mezhep mensubiyeti olmayan özgür, bilinçli bireydir. Demokrasi ve özgürlükten yararlanır, hak ve sorumluluklarının ayırdındadır. Cumhuriyet konusunda kıskançtır. Emperyalist merkezlerin azgelişmiş ülkelerde görmek istediği yoz bir entel, alaturka bir Batı taklitçisi, demokrasiyi tüketim özgürlüğü olarak gören müşteri değildir. Özgürlüğün, eşitlikle birlikte anlamlı olduğunu bilir. Örgütlü toplumdan, toplumcu demokrasiden yanadır. Sermaye tahakkümüne karşıdır. Daima “hangi” sorusunu sorar, soru sormayı sever. “Cici demokrasinin”, bireyci, kapitalizme mecbur, liberalizmi özgürlük sanan cehaletine teslim olmaz. Egemen ideolojinin küreselleştiremediği, tüketimin köleleştiremediği, medyanın aptallaştıramadığı vatandaştır. O nedenle sayısı azdır.

Mesela, dilinden “yönetişim” terimini düşürmeyen liberallere, sosyal demokratlara, kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesinin getirdiği yüksek maliyeti, temel kamu hizmetlerine erişmede, piyasa koşullarının yarattığı eşitsizliği sorar. Sağlık ve eğitimde, hasta ve öğrencinin müşteri; doktor ve öğretmenin pazarlama elemanı; hastane ve okulun işletme; başhekim ve okul müdürünün ise moda deyimle “CEO” olmasının doğurduğu sakıncaları hatırlatır. Dünyaya küreselleşme dayatan batılı, merkez, kapitalist ülkelerin, kendi aralarında bölgeselleştiğini vurgular. Bu ülkelerin, kendi sınırlarını göçmenlere kapatırken, azgelişmiş ülkelerde alt kimlikleri, yerel kimlikleri birer iç çatışma aracı olarak kullandıklarını, kaşıdıklarını, kışkırttıklarını belirtir. Yerel, alt, etnik, dinsel, bölgesel kimlikler üzerinden siyaset yapılmasına izin vermeyen Fransa’nın, “en iyi entegrasyon, asimilasyondur” diyen Almanya’nın, Türkiye’de ne dolaplar çevirdiğini, teröre nasıl arka çıktığını, hangi mezheple, hangi tarikatla al takke ver külah olduğunu anımsatır. Belçika’nın bölünmeye doğru gittiğini, İspanya’nın bu konuda endişeli olduğunu söyler. Kapitalizm ve küreselleşmeyle, bölgeselleşme ve yerelleşme arasındaki bağları saptar.

ELE VERİR TALKIMI… 

Tarihi doğru okumak gerekir. Günümüzde batı burjuvazisi, 1789 İhtilal-i Kebiri’ni, Fransız Devrimi’ni yapan burjuvazi değildir. Devrimci, ilerici karakterini yitirmiştir. Tersine, gerici, feodal güçlerle işbirliği yapmaktadır. Gelişmiş, merkez, kapitalist ülkelerde emperyalisttir. Azgelişmişlerde ise komprador, işbirlikçi, montaj sanayisidir. Fason, tapon üretim yapar. Ağır sanayiyle değil, inşaatla, alışveriş merkezi işletmekle meşguldür. Gözünü devlet kaynaklarının talanına dikmiştir, özelleştirmeden vurgun vurmuştur. Siyasi partileri, bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı, sendikaları kendisine uygun olarak şekillendirmiştir.

Tarihin belli bir aşamasında, siyasi, iktisadi, ideolojik, idari bir proje olarak ulus devletin kurulmasına öncülük eden, ulusal birliği, ulusal pazarı, ulusal dili (bu üçü, vatanı oluşturan temel unsurlar arasındadır) savunan burjuvazi, o dönemde, halkın, yoksulların da desteğini almak için, yurttaşların kamu hizmetlerinden eşit, hakkaniyet ilkesince, ulusal ölçekte yararlanmasını savunmuştur. Güçlü merkezi yönetimi, etkin devleti, nitelikli kamu hizmetini benimsemiştir. Zamanla emekçilerin mücadelesi etkisini gösterince, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen ideoloji, hem bu mücadelenin gücü karşısında gerilemiş, hem de emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamak, devrimci siyasetlere yönelmelerini engellemek için, dış talandan elde ettiğinin bir kısmını emekçilere sus payı olarak vermiştir. Böylelikle ulusal bütünleşme pekişirken, sınıflar arası uçurumun daralması, sermayenin elini güçlendirmiştir. Siyaseti, bürokrasiyi, hukuku, sendikaları buna göre kurgulamıştır. Merkezi devlet örgütlenmesinde sıkı hiyerarşi, buna bağlı alt birimler, merkeze bağlı kollar öne çıkmıştır. Geri kalmışlara plansızlık ve kuralsızlık dayatılsa da, özellikle Avrupa’da planlama, ulusal kalkınmada temel bir işlev görmüştür. Örneğin sanayisi gelişmiş Almanya, ulusal ve bütüncül kalkınma anlayışının, planlamanın, örgütlenme yeteneğinin, etkin devlet aygıtının ileri olduğu bir ülkedir. Kamu hizmetlerinin yaygınlığı, sosyal devletin (günümüzde hayli hırpalansa da) gücü, bunun kanıtıdır. Sanayileşmesinde, üretken ve verimli çalışmasında, kaynak israfını, zaman kaybını önlemesinde, bürokrasinin niteliğinin ve disiplininin katkısı yüksektir. Bölge bazındaki planlar da, ulusal çapta eşitlik ve bütünlük gözetilerek yapılmıştır. Oradaki yurttaş bürokrasinin devleti temsil ettiğini, siyasi kadroların geçici olduğunu bilir. Bürokrasi, müsteşarından çaycısına, genel müdüründen makam şoförüne kadar bakanla birlikte değişmez. Devlette devamlılık esastır.

KLASİK DENKLEM: BÜROKRASİ + BURJUVAZİ= İKTİDAR  

ABD destekli 12 Eylül cuntası, toplumu siyaset dışına atarken, zaten siyasallaşmaya başlamış olan bürokrasiyi daha da siyasallaştırmıştır. Devlet memuru gitmiş, hükümetin, partinin, bakanın, milletvekilinin memuru gelmiştir. Özal’ın prensleri, ithal bürokratlar, teknokratlar belleklerdedir. Özal’ın başlangıçtaki gözdelerinden biri, sonraki yıllarda başbakan olanı, Mesut Yılmaz, ki Mülkiyelidir, henüz çiçeği burnunda genç bir bakanken, şu sözü etmiştir: “Biz toplumu apolitize edeceğiz”…

Toplumsal uyanış, siyasal bilinçlenme, örgütlü emek tasfiye edilirken, siyaset büyük sermayeye, siyaset esnafı kasaba politikacılarına, tarikatlara kalmıştır. Sınıf kimliğinin yerini etnik, dinsel, mezhepsel kimlik almıştır. Şeyh Sait, Saidi Nursi, Seyit Rıza gibi feodal unsurlar öne çıkmıştır. Emek – sermaye çelişkisine, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerine yönelik tartışmalar yerini ayetlere; parti örgütleri, örgüt emekçileri yerlerini reklam, tanıtım, halkla ilişkiler şirketlerine bırakmıştır. Liderler pop yıldızı gibi inmiştir büyük kurultaylarda kürsülere. Parti mitingleri öncesinde konserler verilmiştir. Bedavaya alıştırılmış seçmene köfte ekmek, eski kaşar, pide, ayran, meyve suyu dağıtılmaktadır artık. Seçmene para veren de vardır, tencereyi verip, kapağını seçim sonrasına bırakan da.

Darbe destekçisi, siyasi yasak savunucusu, örgütlü toplum karşıtı, Nakşibendi Turgut Özal, devlette liberalizmin; mason üstadı ve YÖK kurucusu İhsan Doğramacı ise üniversitede Türk İslam sentezinin ve kadrolaşmasının öncüsü, sözcüsü, koruyucusu olarak öne çıkmışlardır. Kenan Evren’e saygıları büyük, ABD’ye sadakatleri tamdır. Emperyalizm destekli siyasi hareketlerin, dini örgütlenmelerin, sermayenin, sivil ve askeri bürokrasinin, sendikaların desteğini almışlardır. 12 Eylül’ün en az dokunduğu siyasal yapıların, İslamcı gruplar olduğu unutulmamalıdır. Yıllarca siyasi mağduriyet konusu yapılan türbanın, YÖK’ün ürettiği bir sorun olduğunu, Evren, Özal ve Doğramacı’dan hayır dualarını eksik etmeyenlere anımsatmak gerekir. O nedenle darbe ve YÖK karşıtlıkları hiç inandırıcı değildir. Tersine, devletteki kadrolaşmalarını, toplumdaki örgütlenmelerini, siyasetteki varlıklarını darbeye ve YÖK’e borçludurlar.

Sözün özü                   :

Mafyalaşan siyasette, şirketleşen tarikatta, holdingleşen cemaatte, yoksullaşan halkta, hukuksuzlaşan devlette, yozlaşan bürokraside, medreseleşen üniversitede, belleksizleşen toplumda kabahatleri büyüktür. Türkiye’nin
son dönemde yaşadıklarını, devletteki yozlaşmayı ve kavgayı,
bu tarihsel süreçte ve yukarıdaki ara başlıkta verilen denklemle birlikte düşünmek gerekir.

http://www.odatv.com/n.php?n=mulkiye-nasil-the-mulkiye-oldu-2701141200, 27.1.2014

Demokrasi ve Kemalizm/Democracy&Kemalism

Kemalizm_ve_Demokrasi_19.11.11