Etiket arşivi: Şevket Süreyya Aydemir

Cumhuriyetin yüzüncü yılı

İlker Başbuğ - Vikipedi
İLKER BAŞBUĞ
26. GENELKURMAY BAŞKANI
02 Şubat 2023, Cumhuriyet

Hep birlikte yaşadığımız bu coğrafyada, bu anavatanda, son yurdumuzda 100 yıl sonra da yapabileceğimiz en güzel şeyin Cumhuriyetin kurucu değerlerine ve birbirimize sıkıca sarılmak olduğunu unutmayalım.

  • Mustafa Kemal Atatürk
    tartışmasız, 20. yüzyılın en büyük lideridir.

O ilk önce Kurtuluş Savaşı mucizesi ile yok olmakta olan bir imparatorluktan, bağımsız yepyeni bir devlet yaratmış ve yarattığı bu devleti ve milleti saygın bir yere taşımıştır.

Şevket Süreyya Aydemir’e göre Atatürk’ün bu büyük başarısının arkasında coğrafya, millet, teşkilatçılık ve devlet kurma geleneği olmak üzere üç unsur (öge) vardır:

“Coğrafya, millet ve bu milletin tarihinden gelen devlet kurma geleneğini kullanacak teşkilatçı bir kadro, Milli Mücadele dediğimiz son hesaplaşmayı düzenledi, yürüttü, sonuçlandırdı. Bu hesaplaşmada coğrafya bir zemin oluşturdu. Millet ve tarih bu hareketi besledi. Önder kadro ise onu teşkilatlandırdı. Ondan sonra iş, bir nefes ve kan yarışından ibaretti. Önderin ve teşkilatçı kadronun göstereceği öngörü ile, direniş gücüne ve olayları değerlendirme kudretlerine kalıyordu. Bu hesaplaşma, son Türk toprakları üzerinde, son Türklerin zaferi ile bitti. İşte bu zaferde Atatürk en çok payı olan Türktür. Ve onun içindir ki o, bizden olan, bizim içimizden çıkan ama bize önder ve millete baş olan en büyük Türk, yani Atatürk’tür…” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 1922-1938, Remzi Kitabevi, s.483.)

ORTAK AMAÇ

Cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutladığımız bugünlerde bugünlere nasıl gelindiğini daha iyi anlamaya, daha iyi anlatmaya ihtiyacımız vardır. Cumhuriyet öncesinin şartlarını ve elde edilen zaferin büyüklüğünü yaşamalı, hissetmeli ve bıkmadan genç nesillere anlatmalıyız.

Üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafya bizim son yurdumuzdur. Tarih bize göstermektedir ki, dünyanın en güzel coğrafyasından biri olan bu topraklar üzerinde yaşamımızı, varlığımızı devam ettirebilmek için her alanda güçlü olmalıyız, güçlü kalmalıyız.

Bu nedenle her şeyden önce

  • farklılıklarımızı bir zenginlik kabul ederek ve farklılıklarımıza saygı göstererek ortak amaçlar üzerinden birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirmeliyiz.

Kavga, ötekileştirici, dışlayıcı ve ayırt edici davranışlarla bir yere gelinemeyeceğini hepimizin görmesi gerekir.

Millet, her zaman refah seviyesinin artırılmasını, ülkede huzur ve güven ortamının sağlanmasını ister. Bunlar bizim ortak, milli amaçlarımızdır. Söylenen sözler ve açıklanan düşünceler ile gösterilen hareketler milletin temel ihtiyaç ve sorunlarına çözümler sunarak millete ümit aşılamalıdır.

ADALET

Refah seviyesinin artırılması, ülkede huzur ve güvenin sağlanmasının ön koşulu ise elbette adalettir. Ancak adalet deyince yalnızca “yargıda adalet” anlaşılmamalıdır. Yargı adaleti kadar Cumhuriyetin bugüne kadar istenilen seviyeye getiremediği “gelir dağılımında”, “eğitimde fırsat eşitliğinde” ve “sağlık hizmetlerine erişimde” adaletin sağlanması da son derece önemlidir.

100 yıl önce bu Cumhuriyeti kuranlar, Cumhuriyetin kurucu değerleri ile her şeyden önce milletin refah seviyesinin (gönenç düzeyinin) artırılmasını, ülkede huzur ve güven ortamının sağlanmasını hedeflediler ve bu uğurda durmadan çalıştılar.

Hep birlikte yaşadığımız bu coğrafyada, bu anavatanda, son yurdumuzda 100 yıl sonra da yapabileceğimiz en güzel şeyin,

  • Cumhuriyetin kurucu değerlerine ve birbirimize sıkıca sarılmak
    olduğunu unutmayalım.

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

BASINA VE KAMUOYUNA

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN
TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

Mudanya Mütarekesi’nin (Ateşkes Antlaşması) 100. yılını kutluyoruz. 9 Eylül 1922’de İzmir rıhtımında zafere ulaşan büyük ve kutsal savaş, 11 Ekim 1922 sabahı  Mudanya’da ilk siyasal meyvesini alıyordu. Sonuçları kısa sürede ortadan kalkan 1739 Belgrad Antla0şması dışarıda tutulursa, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan başlayarak Türk Ulusu, 223 yıl boyunca hiçbir görüşme masasından başı dik kalkamamıştı. Oysa şimdi İsmet Paşa emperyalizmi masada da yeniyordu.

Kimi tarih cahilleri; Kars’tan Doğubayazıt’a Ruslar’la, Pontus ve Ermeni çeteleriyle yıllar süren savaşların ardından önce 3 Aralık 1920 Gümrü ve sonra 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile kapanan Doğu Cephesi’ni, “Gazi”, “Kahraman” ve “Şanlı” unvanlarını kazanmış Antep, Maraş ve Urfa’nın Şahin Bey’le, Sütçü İmam’la, Ali Saip (Ursavaş) Bey’le Fransız işgaline karşı destansı direnişlerinin sonunda 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile kapanan Güney Cephesi’ni, Kuvayı Milliye’nin ilk kıvılcımını ateşleyen Adana Kuvvacılarının -Pozantı’da terk edilmiş bir tren vagonunda gizlice basıp dağıttıkları bugün 104 yaşındaki Milli Mücadele’nin ilk ve dünyanın en eski gazetelerinden biri olan- Yeni Adana’sını, Antalya’dan Konya’ya uzanan Kilikya İtalyan işgalini ve Anadolu’nun her yerindeki İngiliz’i görmezden gelip “Yunan Harbi” diye basitleştirmeye, hatta kimi densizler “Tek Kurşun Atmadık” dalaleti ile yok saymaya çalışsa da Ulusal Kurtuluş Savaşımız gerçekte, Türk Ulusu’nun Batı Emperyalizmi ile kanlı ve kesin hesaplaşmasıdır. Mudanya Mütareke masası da bu hesaplaşmanın taraflarını apaçık göstermektedir.

Bursa’nın bu şirin sahil ilçesinde, 1937 yılından beri “Mütareke Müzesi” olarak korunan tarihsel binada görüşmelerin yapıldığı mermer masa aynen durmakta ve görüşmeciler balmumu heykellerle tasvir edilmektedir. Masanın başkanlık makamındaki Ankara Hükümeti temsilcisi İsmet Paşa’nın karşısında oturanlar İngiliz Temsilcisi General Harrington, Fransız Temsilcisi General Charpy ve İtalyan Temsilcisi General Mombelli’dir. Emperyalizm tarafından Anadolu’ya sürülen Yunanistan temsilcisi Mazarakis ise, Türk tarafı katılmasını kabul etmediğinden açığa demirlemiş savaş gemisinde beklemektedir. 

ATEŞKES ANTLAŞMASINDA YUNANİSTAN İMZASI YOKTUR!

15 Mayıs 1919 günü zafer çığlıklarıyla İzmir rıhtımına çıktıklarında gazeteci Hasan Tahsin’in ilk kurşunu ile karşılanan Yunan kuvvetleri, 3 yıl sonra yine İzmir rıhtımında denize dökülmüştür. Savaşların ardından kalıcı barış antlaşmalarına dek geçerli olacak mütarekeler (ateşkes antlaşmaları) savaşan devletlerarasında yapılır. Türk Ordusu piyon Yunan Ordusu ile savaşırken aynı zamanda destekçileri olan öbür işgalciler, İngiltere, Fransa ve İtalya ile de mücadele etmiş ve ateşkes antlaşmasını da doğal olarak bu emperyalistlerle yapmıştır.

Şevket Süreyya Aydemir’in “Mudanya Konferansına Mudanya Savaşı demek hatalı olmasa gerektir” sözleriyle tanımladığı, zaman zaman masaya yumrukların indiği yaklaşık 9 gün süren sert tartışmaların ardından 11 Ekim 1922 sabahı saat 06 00’da anlaşma sağlanmış, imzalar atılmıştır. Antlaşmada  Trakya’daki işgalin sona erdirileceği belirtilmektedir, ama altında işgalci Yunanistan’ın imzası yoktur. İsmet Paşa bunu muhataplarına sorduğunda General Harrington, bir sakıncası olmadığını, esasen antlaşmayı uygulama sorumluluğunun kendilerine ait olduğunu söylemiştir. Tek başına bu yanıt bile; vatanımızı esas işgal edenlerin kimler olduğunun, Türk Ulusu’nun kimlerle savaştığının ve kimleri yendiğinin açık itirafıdır. Yani,

  • Mustafa Kemal Paşa ve Türk Ulusu, 3 yıl 3 ay 22 gün süren Milli Mücadele’nin sonunda, amaçları Türk’ü vatanından Asya bozkırlarına sürmek ya da yok etmek olan emperyalistleri teslim almıştır.

MÜTAREKENİN ASKERİ ver SİYASAL SONUÇLARI

Mudanya Mütarekesi’nin çok önemli askeri ve siyasal sonuçları oldu. İzmir’in kurtuluşundan, Mudanya Mütarekesi’ne dek geçen 1 ayda ilerleyişini sürdüren Türk Ordusu, Mütarekenin ardından Anadolu’da işgal altında bulunan bölgeleri, Misakı Milli kararlarına uygun olarak -küçük istisnalar dışında- işgalden kurtardı. 15 Ekim 1922’de yürürlüğe giren Mütareke uyarınca Doğu Trakya 15 gün içinde boşaltıldı, 30 gün içinde Türk makamlarına devredildi. İstanbul ve Boğazlar da mülki idaremizce teslim alındı. (Ancak İstanbul ve Boğazlarda bulunan İtilaf kuvvetleri, kesin barış antlaşmasına dek artırılmaksızın kalabileceklerdi.)

Atatürk’ün kurduğu Gazi Meclis’in Başkanlık makamını bir süre işgal eden -ne talihsizlik- bir şahsın, kadın, erkek ve çocuk binlerce şehit ve Ulusun büyük özverisiyle kazanılan bu görkemli zafer için “Tek Kurşun Atmadık” yadsıması içimizi acıtsa da, gerçekte Kemalist Devrimciler Tek Kurşun Atmadan öyle inanılmaz işler başarmışlardır ki, hayran olmamak olanaksızdır. Trakya, Diplomat İsmet Paşa’nın dirayetli tutumu ile Tek Kurşun Atılmadan kurtarılmış, İstanbul’daki 5 yıllık emperyalist işgal Tek Kurşun Atılmadan 6 Ekim 1923’te sonlandırılarak Fatih Sultan Mehmet’in emaneti yeniden Türk yurdu olmuş, geçici statü uygulanan Boğazlar ve Marmara egemenliğimiz 1936’da yine bir Atatürk dehasının ürünü olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Tek Kurşun Atılmadan kazanılmış, keza 1939’da Hatay da yine Tek Kurşun Atılmadan Anavatan’a katılmıştır.

Mudanya Mütarekesi’nin  siyasal sonuçları da çok önemlidir.

  • “Yenilmez” denilen emperyalistler Kemalistler’e yenilmişler,

yüz yıldır bir türlü hazmedemedikleri bir hezimete uğramışlar, “Eşkıya” dedikleri Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk Ulusunun zaferini kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bir başka önemli siyasal sonuç da, barış konferansı davetçileri 1. Dünya Savaşı galip devletlerinin Lozan’a muzaffer TBMM temsilcileri ile birlikte işgal döneminde tam bir teslimiyet içinde davranan, dayattıkları Sevr Antlaşmasını kabullenen, Milli Mücadele’ye karşı çıkan, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idama mahkûm eden İstanbul Hükümetini de davet etmeleri üzerine gerçekleşmiştir. Galip Ankara’nın gücünü kırma amaçlı bu emperyal küstahlık üzerine kaçınılmaz büyük devrim hızlanmış ve 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmıştır. Konunun Meclis görüşmelerinde ortak komisyon toplantısının uzaması üzerine, önündeki sıranın üzerine fırlayan Büyük Atatürk’ün yaptığı konuşma tarihsel önemdedir ve tüm kulaklara küpe olmalıdır.

  • “Efendiler; hâkimiyet ve saltanat hiç kimsece hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, hakikat yine usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Saltanatın kaldırılmasının ardından BMM kararı ile zaten tarihe hain olarak kaydedilmiş son Osmanlı Padişahı Vahdettin, 17 Kasım 1922 sabahı İngiltere’ye sığınarak Malaya zırhlısı ile vatanından kaçacak, ihanetini perçinleyecekti. Bugün Vahdettin’in hain olmadığını söylemek, Mustafa Kemal Atatürk’e, Büyük Millet Meclisi’ne ve Kurtuluş Savaşı önderlerine saldırmanın bir başka yoludur, tarihsel gerçekleri reddederek düzmece tarih yazma çabasıdır ve elbette boşunadır. Daha açık söylemek gerekirse; Atatürk’ün henüz savaş sürerken Meclis konuşmalarında kezlerce hain olduğunu tutanaklara geçirdiği, Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…” dediği, TBMM’nin yasa ile hain olduğunu saptadığı Vahdettin için 100 yıl sonra “Vahdettin asla hain değildir” demek, “Atatürk ve TBMM yalan söylemiştir” demektir ki, bu kimsenin haddi de, hakkı da değildir.

  • Herkes milyonların kanı ve canı ile yazılmış tarihe saygılı olmalı ve hiç unutmamalıdır;
  • Tarih bilimdir, asla nankör değildir, saplantılarla, hezeyanlarla, siyasal çıkar hesaplarıyla değişmez, değiştirilemez.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayı Milliye Kahramanlarımız ile, görüşmelerin kararlı diplomatı İsmet Paşa’yı saygı ve minnetle anıyor, şehit ve gazilerimizin aziz hatıralarını şükranla yad ediyor, Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine ulaşma kararlılığımızı bir kez daha kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
             GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Aşağıdaki 2 görseli biz ekledik… (Dr. Ahmet Saltık)


Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasının 92. Yıldönümü | Umut Oran

23 Nisan 1920: İstiklal Meclisi

23 Nisan 1920: İstiklal Meclisi


ULUSA BİLDİRİM

Mustafa Kemal, 21 Nisan 1920’de, Heyeti Temsiliye adına; tüm valiliklere, sancaklara, belediye başkanlıklarına ve kolordu komutanlıklarına, çok aceledir uyarısıyla gönderdiği genelgeyle 23 Nisan Cuma günü Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılacağını bildirdi. 

21 Nisan genelgesi, ulusal direnişi temsil eden halk eyleminin, yeni ve ileri bir aşamaya geldiğini gösterir. Nutuk’ta, o günün hissiyat anlayışına ne derece uyulmak mecburiyetinde bulunulduğunu gösteren bir belge1 olarak tanımlanan genelge, vatan ve din duygularına seslenen uhrevi bir anlatımla kaleme alınmıştır. Ancak, öz olarak, milletin kendi iradesine kendisinin egemen olması için2 girişilen, köklü ve büyük bir siyasi değişimin devimselliğine (dinamizmine) sahiptir. 

Ulusal direniş, artık yalnızca halk hareketi olmaktan çıkacak ve bir halk devleti kurmayı amaçlayan toplumsal devrim niteliğini kazanacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bağımsızlığın sağlanmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu yönelişin gelişip olgunlaşan doğal ürünleri olacaktır.3 

Amasya Genelgesi’nde açıklanan, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle meşruiyet kazanan ulusal eylem, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni ortaya çıkardı. Mustafa Kemal’in Selahiyeti fevkaladeyi haiz (olağanüstü yetkili)4 dediği ve İstanbul Meclisi’nin kapatılmasından yalnızca 34 gün sonra toplanan bu Meclis, ulusun gerçek ve tek temsil gücünü oluşturuyordu. Ankara Meclisi; yasama, yürütme ve yargı erkini dolaysız kendi elinde toplayarak, büyük bir devrim gerçekleştiren, benzersiz bir yönetim organı, gerçek bir halk meclisiydi. 

HALK ÖRGÜTÜ

Birinci Meclis, bir Batı parlamentarizmi ya da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan göstermelik bir kurum değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik kuran sınıflar ya da sınıflar ittifakının temsilcileri değil, doğrudan ve gerçek anlamda halkın temsilcileri belirliyordu. 

Milletvekilleri; kılıkları, giysileri, yaşları, kültürleri, düşünsel düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok değişik çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler; Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı Milliye kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.5 

Milletvekili sayısı 115’le başlayan, daha sonraki katılımlarla 380’e çıkan Birinci Meclis’te; 115 memur ve emekli, 61 sarıklı hoca, 51 asker, 46 çiftçi, 37 tüccar, 29 avukat, 15 doktor, 10 aşiret reisi, 8 tarikat şeyhi, 6 gazeteci ve 2 mühendis bulunuyordu.6 

Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak bir uğraş değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulusal varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Bu meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve varlıklarını toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Milletvekillerinin çoğunluğu Ankara’ya atları, bir bölümü kağnılarıyla gelmişti. Meclis önündeki parmaklıklar, atların bağlandığı bir tavla gibiydi.  

YÜKSEK TEMSİL, ÖZGÜR TARTIŞMA

Okul-medrese, yenilik-tutuculuk, cumhuriyetçilik-meşrutiyetçilik, Türkçülük-saltanatçılık, ırkçılık-ümmetçilik gibi siyasi tartışmanın hemen her türü; Birinci Meclis’te, üstelik yoğun ve sert biçimde yaşandı. Sertliğin giderilmesinde, ulusal davada kararlı milletvekilleri kadar, Meclis’in Mustafa Kemal gibi bir başkan tarafından yönetilmesinin de önemli etkisi vardı. 

Milletvekilleri, her şeyi göze almışlar, öğretmen okulunun yatakhanesinde, yastıklarının altında silahlarıyla uyuyorlardı’.7 Yemeklerini kendileri yapıyor, çamaşırlarını kendileri yıkıyor ve herhangi bir maaş almıyorlardı. Daha sonra, Hazine’ye para girince, ailelerine para gönderebilmeleri için yüzer lira aylık almışlar, ancak yemek masraflarını kendileri karşılamayı sürdürmüşlerdi.8 

Birinci Meclis’e katılanlar; yaşlarına, olanaksızlıklarına ve toplumsal konumlarına bakmadan, yurdun tehlikede olduğunu görerek, sonuçlarını göze alıp ailesini ve işini bırakarak Ankara’ya koşan yurtseverlerdi. Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, hepsinin yazgısı aynı olacak, birer birer yakalanıp ya öldürülecekler ya da Padişah’a isyan suçundan cezalandırılacaklardı. 

Ankara’ya, bu devrim merkezine gelenler, olumsuzluklara aldırmayarak, her zaman yaptıkları olağan bir işle uğraşıyormuşçasına, yoksunluklara katlandılar, yakınmadan inançla mücadele ettiler. Kuvayı Milliyecinin bir tanımı da buydu zaten. Karaoğlan Çarşısı’nın bir sokağına açılan Hükümet Binası’nın birer odasına sığınan Bakanlıklarda masa yoktu. Memurlar yazılarını gaz sandıklarının üzerinde yazıyor, mürekkep hokkası yerine fincan kullanıyorlardı. Devlet kayıtları, resmi defter yerine okul defterine yazılıyordu.9 

Binasızlık nedeniyle, Bakanlık olarak kullanılan yerler, son derece küçük ve yetersizdi. Bu sorunu aşmak için, odalar, tavana doğru ahşapla ortadan ikiye bölünmüştü. Böylece kat yüksekliği az da olsa, ikinci katına tahta bir merdivenle çıkılan iki oda elde edilmiş oluyordu. Bunlardan birinde, örneğin alt bölüm Ordu Dairesi, üst bölüm Levazım Dairesi’ydi. Bir yerlerden bulunmuş bir tahta masanın, dört yanında dört memur birlikte çalışırdı.10 

Türk Kurtuluş Savaşı; inancın güce, kararlılığın teknolojiye ve ulusal direncin emperyalizme üstün geleceğini gösteren destansı bir direniştir. Kazanılmış olan ilk anti-emperyalist savaştır. Bu savaş; yapımı henüz bitmemiş, değişik yerlerden toplanmış kırık dökük eşyalarla donatılmış, memur olarak lise öğrencilerinin çalıştığı ve milletvekili sıralarının Ankara Lisesi’nden getirildiği bir binadan yönetilmişti.11 Meclis tutanaklarının basılacağı kağıt yoktu, tutanaklar dilekçe kağıtlarına, mektup kağıtlarına, hatta kese kağıtlarına basılıyordu. Birçok akşam, bir kahveden ödünç alınan12 petrol lambalarına gaz bulunamadığı için Meclis mum ışığında çalışıyor, milletvekilleri sabahlara dek süren ateşli tartışmaları, birbirlerini tam olarak görmeden yapıyordu.13 

NİTELİK

Milletvekillerinin Birinci Meclis’te yaptığı konuşmalar, Kurtuluş Savaşı’nın hangi ruhla kazanıldığının açık göstergeleridir. Bizlere, bir yandan mücadeleye atılan bu insanların niteliği konusunda bir fikir verirken, diğer yandan ulusal varlığa yönelen tehdit karşısında, Türk insanının birlik ve dayanışma becerisini göstermektedir. Türk toplumunu tam olarak tanıyabilmek için bu konuşmaların okunup incelenmesi gerekir. 

H. V. Velidedeoğlu’nun deyimiyle; Birinci Meclis, ulusal egemenlik çağını başlatan ve dünya tarihinde tutsak ulusların emperyalist saldırganlara karşı başkaldırma çağını açan tam bir ihtilal meclisi’, bu meclisin üyeleri de gerçek devrimcilerdir’. 

Birinci Meclis’te görev alan milletvekillerinin önemli bir bölümü bir daha aday olmadı ve yaşadıkları yerlere geri döndüler. Kendilerine, ne bir ayrıcalık ne de devlet görevi istediler. Başka gelirleri olmadığı için almak zorunda kaldıkları milletvekili maaşlarını, Kurtuluş’tan sonra devlete geri vermek isteyenler bile vardı. Yöresinin Kuvayı Milliye önderi ve Uşak Milletvekili Hoca İbrahim Efendi (Tahtakılıçbunlardan biriydi. 

Birinci Meclis’teki görevi sona erince köyüne (Uşak-Bozkuş) geri döndü, çocuklarına, aldığı milletvekili aylıklarını geri ödemelerini vasiyet etti. Kendisini ziyarete gelen Şevket Süreyya Aydemir’e şunları söylemişti: “Çocuklarım adına bir ahdım (yeminim y. n.) var. Büyüsünler adam olsunlar, son santime kadar hesabını çıkarıp, şu fakir milletten mebus maaşı diye aldığım paraları devlet hazinesine geri versinler. Böylece bizim de bir hizmetimiz geçmişse, bari hak yolunda hizmet sayılsın”.14 

MUSTAFA KEMAL’İN KONUŞMASI

Mustafa Kemal, Meclis’in kendini yenileme kararı aldığı gün, oylamadan hemen sonra kürsüye geldi ve dakikalarca alkışlanan şu konuşmayı yap

“Burada, büyük bir tarihin içindeki ibret verici gezintimizi sona erdiriyoruz. Beynimiz ve kalbimiz, yakın geçmişin bu muhteşem ve yüksek örneği karşısında saygı ve hayranlıkla doludur. Tarihte her zaman özgür ve bağımsız yaşamış bir milletin, dıştan ve daha çok içten gelen yıkıcı darbelerle boğaz boğaza çarpışarak, büyük bir düşmanlık alemini yenen kudreti karşısında diz çökelim. Temiz ve açık vatanseverliğin, sağduyunun, yüzyıllarca süren acıların, haysiyet ve şerefin ve özgür millet içinde özgür insanın temsilcisi olan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun şimdi bir kısmı sonsuzluğa göçmüş olan üyeleri; torunlarımız için, tarihin sisleri arkasında gittikçe devleşen, efsane insanlardır. Bu insanların anıları, Türk milletinin karanlık, endişeli, bunalımlı günlerinde birer umut ve hayat ışığı olarak parlayacaktır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, yüzyıllarca sonra da görev başında olacaktır. O, kuvayı milliye ruhunun kendisidir. Kuvayı milliye ruhuna muhtaç olduğumuz her zaman, onu karşımızda ve başımızda göreceğiz.15 

DİPNOTLAR 

  1. Nutuk” M. K. AtatürkI. Cilt, T. T. K. Yay., 4. Bas., 1989, sf. 475
    2. Tek Adam” Ş.S.AydemirII.CiltRemzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 252
    3. a.g.e. sf. 259
    4. TBBB Zabıt Ceridesi Devre I, Cilt I, sf. 8-3
    5. “İlk Meclis” Prof. HVeldet VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 15
    Tek Adam” Ş. S. AydemirII.CiltRemzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 339
    “Atatürk” L. KinrossAltın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf. 262
    a.g.e. sf. 266
    Atatürkçü Olmak” C. A. KansuBilgi Yay., 3.Bas., Ank.-1996, sf. 139
    10 “Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin İç Alemi” E. B. Şapolyoİnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf. 104
    11 “İlk Meclis” Prof. H. Veldet VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 15
    12 “Atatürk” L. KinrossAltın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf. 262
    13 “İlk Meclis” Prof. H. V. VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 12-13-15
    14 Tek Adam” Ş. S. AydemirII.Cilt., Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 166
    15 Kuvayı Milliye Ruhu” S. AğaoğluKülBak. Yay., Ank.-1981, sf. 292 

İsmet aslında Kaliforniyalıydı

İsmet aslında Kaliforniyalıydı

Yılmaz ÖZDİL
SÖZCÜ
, 9 Ekim 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Harp Akademisi’ni birincilikle bitirdi, 31 Mart gerici ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu’nun karargah subayıydı, Yemen’de vuruştu, Balkan Harbi’nde vuruştu, Çanakkale’de vuruştu, Doğu Cephesi’nde vuruştu, Suriye-Filistin cephesinde vuruştu, milli mücadeleye katıldı, Batı Cephesi komutanı oldu, İnönü savaşlarında vuruştu, Sakarya Savaşı’nda vuruştu, Büyük Taarruz’da vuruştu.

Asrın liderimizin “bakın görüyorsunuz, elinde Türk bayrağı yok, Amerikan bayrağı sallıyor” dediği İsmet İnönü, işte bu.

İsmet İnönü genelkurmay başkanıydı. Asrın liderimiz kantin asteğmeniydi.

İsmet İnönü iki kez gazi oldu, İstiklal Madalyası var. Asrın liderimizin Yahudi cesaret madalyasıyla vahabi kralından aldığı madalyası var.

İsmet İnönü Kuvayi Milliyeci’ydi, hakkında idam fermanı çıkarıldı, vatan haini şeyhülislam tarafından katli vacip ilan edildi. Asrın liderimiz kendi vatanını sırtından vuran köktendinci Suriyelileri Kuvayi Milliye ilan etti.

İsmet İnönü, Atatürk’ün fikri temelini attığı Köy Enstitüleri’ni kurdu, tarihin gördüğü en aydınlık eğitim kurumuydu. Asrın liderimiz bütün okulları zorla imam hatip yapmaya çalışıyor, o kadar şahane (!) eğitim veriliyor ki, çocuklar deist oldu.

İsmet İnönü Harika Çocuklar Yasası çıkardı, Suna Kanlar, İdil Biretler, Fazıl Saylar, Bedri Baykamlar, Gülsin Onaylar, Ateş Parslar, Nevbahar Aksoylar ve daha nice muhteşem memleket evlatları yetişti. Asrın liderimizin döneminde, çocuklarımız OECD sonuncusu oldu, Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın sonuçlarına göre, yabancı dili boşverdik, çocuklarımızın yarısı Türkçe okuduklarını bile anlamıyorlar, aynı eğitimi alan Avrupalı akranlarına göre üç yıl geriden geliyorlar, Afrika seviyesinin altına yuvarlandılar.

İsmet İnönü Tübitak’ın temellerini attı. Asrın liderimiz döneminde TÜBİTAK’ta Tillo evliyalarının kerametleri, hacı robot, ayet okunmuş fasulye, tatlı kelam gibi projeler yapılıyor.

İsmet İnönü’nün fotoğrafı Türk Lirası’na basıldı. Asrın liderimiz döneminde darphanede feto lirası basıldı.

İsmet İnönü döneminde Hatay devleti, vilayet olarak Türkiye’ye katıldı. Asrın liderimiz döneminde vatan toprağı terkedildi, Süleyman Şah Türbesi‘nin boş sandukaları kamyona yüklendi, kaçıldı.

İsmet İnönü Lozan’ı imzaladı, 95 senedir kapı gibi duruyor, ilelebet duracak. Asrın liderimiz papa heykelinin önünde Avrupa Birliği Antlaşması imzaladı, fos.

İsmet İnönü, Lozan’da Türkiye-Suriye sınırını çizdi. Asrın liderimiz döneminde Türkiye-Suriye sınırı kevgir oldu.

İsmet İnönü, Lozan Antlaşması’yla ada mada vermedi, aksine, Bozcaada’yı Gökçeada’yı aldı. Asrın liderimiz döneminde 17 adamıza Yunan oturdu, tık yok.

İsmet İnönü’yü Churchill gibi, Stalin gibi, Roosevelt gibi küresel kurtlar kandıramadı. Asrın liderimizi ilkokul mezunu feto kandırdı.

İsmet İnönü Harp Akademisi dahil, daima sınıf birincisiydi. Asrın liderimizin diploması pürüzlü.

İsmet İnönü eğitime doymazdı, Cumhurbaşkanı olduktan sonra profesörlerden fizik dersi aldı, kimya dersi aldı, Çankaya Köşkü’nün bir odasını laboratuvar haline getirdi, deneyler yaptı. Asrın liderimiz “neden zorunlu fizik dersi, zorunlu kimya dersi tartışılmıyor da, din dersi tartışılıyor?” diyor.

İsmet İnönü’nün sekiz binden fazla kitap bulunan kütüphanesi vardı. Asrın liderimiz “kitap okumaya vakit bulamıyorum, arkadaşlarım sağolsun bana kitap özeti getiriyor” diyor.

İsmet İnönü akıcı Fransızca biliyordu, İngilizce biliyordu, bu lisanlardaki kitapları orijinallerinden okuyordu. Asrın liderimiz van münüts.

İsmet İnönü, eşine düğün hediyesi olarak piyano aldı, kızına piyano aldı, kendisi 50 yaşından sonra viyolonsel çalmayı öğrendi. Asrın liderimiz hak getire.

İsmet İnönü her cuma akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası dinlemeye giderdi, 1964’te suikast girişimine uğradığı gece bile aksatmadı, konsere gitti, gerçek manada tiyatroseverdi. Asrın liderimizin senfoniyle menfoniyle alakası yok, tiyatroculara gıcık oluyor, baleyi belden aşağı buluyor.

İsmet İnönü tenis oynardı, golf oynardı, plaja eşiyle birlikte giderdi, askılı mayosuyla, halkla birlikte yüzerdi, Kasımpaşaspor’a kulüp armasında Türk Bayrağı taşıma onurunu İsmet İnönü verdi. Kasımpaşalı asrın liderimiz döneminde milli takımın kırmızı-beyaz forması bile turkuaz yapıldı.

İsmet İnönü ata çok iyi binerdi, at yarışları seyretmeyi severdi, 1930’da sahibi olduğu Olgo isimli atıyla Gazi Koşusu’nu kazandı. Asrın liderimiz attan düştü, Gazi Koşularına gitmiyor.

İsmet İnönü namaz kılardı, oruç tutardı, Çankaya Merkezi Camisi’ni yaptırdı, yatağının başucunda “Allah’ın dediği olur” yazıyordu, din istismarına yolaçmamak için bunların haber yapılmasına asla izin vermiyordu. Asrın liderimiz cami kapısında basına konuşuyor, musalla başında nutuk atıyor.

İsmet İnönü evindeki tamiratın parasını bile kendi cebinden öderdi, sıvacıya su tesisatçısına ameleye kendi maaşından ödediği parayı kuruşu kuruşuna not ederdi, evine aldığı kömürün parasını kendi cebinden öderdi, hastalanıp doktora gittiği zaman “ben milli şefim, başbakanım, cumhurbaşkanıyım” filan demezdi, kendi cebinden öderdi. Asrın liderimiz 1.150 küsur odalı saray yaptırdı.

İsmet İnönü cumhurbaşkanıyken, oğlu Erdal üniversite okuyordu, otomobil almak istedi. İsmet oğluna mektup yazdı. “Sana ‘olmaz’ dediğim zaman ne kadar üzüldüğümü tasavvur edemezsin ama, yeni otomobiller pahalı, eski bir otomobil bul, sabrın artar” dedi. Erdal ikinci el, 45 bin kilometrede bir otomobil aldı, motoru arızalıydı, tamir ettirdi. Öbür oğlu Ömer de üniversitedeydi, mektup yazdı, “en basit hayat tarzıyla yaşıyorum ama, paranın iki ucunu biraraya getiremiyorum” diye yakındı. İsmet oğluna cevap yazdı. “Bütün hayatın boyunca iki ucunu biraraya getirmeye çalışacaksın, hayat mücadelesi bu, sıkıntıları eğlenceli bir şey gibi almaya çalış” dedi. Asrın liderimiz dört milyar liraya yakın örtülü ödenek kullanıyor.

İsmet İnönü eşiyle bezik, arkadaşlarıyla briç, Atatürk ve konuk devlet adamlarıyla bilardo oynuyordu, satranç tutkunuydu. Asrın liderimiz millet kıraathanesi açıp avanta kek dağıtacağını açıkladı.

İsmet İnönü her akşam yemeğinde iki tek atardı, rakı içerdi, votka severdi, bazen yemekten önce viski yudumlardı. Asrın liderimiz “milli içkimiz ayrandır” filan diyor ama, ejder meyveli smoothie içiyor.

İsmet İnönü yabancı konuklardan hediye olarak sadece kitap kabul ediyordu. Asrın liderimiz 500 milyon dolarlık uçağa “Katar emirinin hediyesi” diyor.

İsmet İnönü, demokrasi için, parlamenter rejim için kendi mutlak iktidarından kendi isteğiyle vazgeçen dünya tarihindeki ilk ve tek liderdir. Asrın liderimiz rejimi değiştirdi, tek adam oldu.

İsmet İnönü’nün damadı gazeteciydi, karşıdevrimciler tarafından hapse atıldı. Damadını ziyaret etmek için cezaevine gitti, görüştürmediler. Not yazdı, damadına gönderdi. “Evladım, görmek için geldim, göremedim, yarın gene gelirim, acele ihtiyacın neyedir, nasılsın, metanetine güvenirim şerefli evladım, İsmet İnönü” dedi. Damadı bir kağıdın arkasına not yazdı, kayınpederine geri gönderdi. “En ufak üzüntüm yok, benim için üzülürseniz üzülürüm, bir tek ricam var, kimseye benimle alakalı tek kelime konuşmayın, ne olur ne baskı yapın, ne baskı kabul edin, ellerinizden öperim, Metin” diye yazdı. Damadı hapisteyken, kızı doğum yaptı, İsmet İnönü’nün torunu, damadı tutukluyken dünyaya geldi. Buna rağmen demokratik duruşunu bozmadı, “ömrüm boyunca adalete siyaset karışmasın diye çalıştım, devrimlerin en şiddetli dönemlerinde bile adalete karışmadık” dedi.
Asrın liderimiz, damadını bakan yaptı, ekonominin hazinenin maliyenin başına koydu, asrın liderimizin damadı bismillah ilk iş gitti Amerikalı McKinsey’i getirdi.

McKinsey meselesi üç günde boka sardı…
Asrın liderimiz mevzuyu evirdi çevirdi, İsmet İnönü’ye bağladı, iki kareden oluşan fotoğrafın yalnızca tek karesini göstererek, “bakın elinde Türk bayrağı yok, Amerikan bayrağı sallıyor” filan dedi. İşte bu nedenle “tarihimizin iki karesini birden” yazayım dedim. Sırf İsmet İnönü’yü yazsak, olmaz. Sırf asrın liderimizi yazsak, eksik kalır. Gerçekleri görebilmek için resmin tamamını görmek lazım!
=================================
Teşekkürler sevgili Yılmaz Özdil…

“Edep ya huuuuu!!!” diyoruz.. Gündem değiştirmek, CHP’ye vurmak adına bu denli de olur mu??

1 adım sonrası Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.. O’na vuracak da hazırlık yapıyor..

Büyük Atatürk anılarında anlatır..  Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlatacaktır. İstanbul Şehzadebaşı’nda Albay İsmet beyi evinde ziyaret eder ve büyük sırrı ilk kez O’nunla paylaşır. İsmet bey, haritayı açan Mustafa Kemal Paşa’ya, “Gene birşey mi yapacaksın?” diye sorar. Böylesine yakındırlar 2 dost, topu topu 3 yıl kıdem farkı vardır Harbiye’den mezuniyette..

  1. İnönü savaşında ordu komutasını İsmet beye verir Mustafa Kemal Paşa..
  2. İnönü savaşında da ordu komutasını İsmet beye verir Mustafa Kemal Paşa..İsmet bey ikisini de kazanır.. 2. sinde Mustafa Kemal Paşa yolladığı telgrafta İsmet beyi kutlar ve “Siz orada yalnızca düşmanı değil, milletin maküs talihini de yendiniz..” diye değerbilir davranır.

Sakarya savaşında Mustafa Kemal Paşa – İsmet bey omuz omuzadır..
Büyük Taarruzda da..
Olağanüstü önemli, kritik Lozan görüşmelerinde Ulusun yazgısı belirlenecek iken İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına atanarak Türk delegesinin başı olur ve destansı bir başarı kazanır. (Hukuk Danışmanı, ailemizden Prof. Dr. Veli Saltık‘tır..)
Cumhuriyet ilan edildiğinde Cumhuriyetin ilk Başbakanı ve Türkiye’nin 2. adamı İsmet Paşadır. Uzun yıllar bu 2’li ülkemizi başarıyla yönetir..
Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Adam” adlı yapıtında ayrıntılı anlatır.
Mustafa Kemal Paşa’dan sonra Türkiye’ni 2. Cumhurbaşkanıdır ve bu görevi 1938-50 arasında 12 yıl sürdürür, Türkiye’yi, yüksek zekası ve diplomasi ustalığı ile 2. Büyük Paylaşım Savaşı yangınını dışında tutmayı başarır.
1946’da çok partili yaşama geçilmesini sağlar, CHP’den ayrılanlar DP’yi kurar ve bu parti 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanır. İsmet Paşa Cumhurbaşkanlığını bırakır ve DP’li Celal Bayar 3. Cumhurbaşkanı olur. İktidarı kansız ve güç kullanmadan, demokratik ve barışçı biçimde devrederek dünya siyaset tarihine geçer..

Sayfalarca yazsak bitmez..
Edep ya huuuu!
Erdoğan bir kez daha kendi ayağına sıkmıştır. Bu son bayrak çarpıtması, Erdoğan’ın zaten çooook aşınmış saygınlığından, sanıldığından daha büyük bir parça koparmıştır..
Vefa ve tarihe saygı, en temel insanlık değerlerindendir, hiçbir siyasal beklentiye, çıkara asla feda edilmemelidir.

Sevgi ve saygı ile. 11 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sinan Meydan : Sarayın Değil Meclisin Eseri

Sarayın Değil Meclisin Eseri

 

Sinan MEYDAN
10 Nisan 2017, SÖZCÜ

“Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir”
(Atatürk, 1922)

Hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Gazi Meclis’in etkisizleştirilmesine “Evet” diyebilir? Hangi yurtsever, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini Meclis’in; ortak aklın elinden alıp bir adamın aklına, insafına vicdanına teslim edebilir?

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi işgal eden emperyalist evletler, öncelikle Meclis’i etkisizleştirip bir adamı; padişahı / halifeyi kontrol etmek istediler. Çünkü Meclis’in, ne o kanlı işgalleri ne de o idam fermanı Sevr Antlaşması’nı kabul etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Planları şuydu: Önce Meclis’ten, milli iradeden, ortak akıldan
    kurtulacaklar, sonra da kontrol ettikleri bir adamı; padişahı / halifeyi kullanıp bir milleti esir etmeye çalışacaklardı. Nitekim padişaha baskı yaptılar, Meclis’i kapattırdılar. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Emperyalizmin bu tek adam planını Atatürk yine Meclis’le bozdu.

MİLLETİN MECLİSİ VE HALKIN DEVLETİ

23 Nisan, güneşli bir cuma günüydü. Ankara’da mahşeri bir kalabalık vardı.
Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma namazından sonra dışarıda bir alay düzenlendi.
Ulema, şeyhler, sarıklı, kalpaklı, fesli milletvekilleri, ileri gelen yöneticilerle yüksek rütbeli askerler, büyük bir kalabalık eşliğinde Hacı Bayram Camisinden Millet Meclisi’nin açılacağı binaya doğru yürüyordu. Meclis’in önünde dualar okunup tekbirler getirilip kurbanlar
kesildikten sonra Atatürk, Meclis binasının iki üç basamaklı merdivenlerine çıktı. Kırmızı-beyaz kurdeleler bağlanmış olan kapıya yaklaştı. Bir makasla kurdeleleri kesti. Dualarla Meclis’e girildi. İşte o an Ankara’da yeni bir devlet kuruldu. Bu yeni Türk devleti, sarayın değil halkın devletiydi. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Halk hareketi bir halk devleti şeklini aldı.” Meclis salonunda tahta okul sıraları vardı. Karşıda bir kürsü ve konuşma yeri yapılmıştı. Bir kahveden getirilen iki asma lamba tavandan sarkıtılmıştı. Hacı Bayram Camisinden getirilen sancak kürsünün arkasına; Kuran’ı Kerim’le Sakalı Şerif de kürsünün üstüne konulmuştu.

ÇEŞİTLİLİK VE KUTSAL BİRLEŞME

Meclis’te toplam 414 milletvekili olacaktı, ancak birçok ilin milletvekilleri henüz Ankara’ya gelememişti. Bu nedenle Meclis 115 milletvekilinin katılımıyla açıldı. Daha sonra gelebilenlerle bu sayı 380’e kadar çıkacaktı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C 2, 26. Bas., İstanbul, 2009, s. 321)
115 memur-emekli
61 sarıklı hoca
51 kumandan-subay
46 çiftçi
37 tüccar
29 avukat
15 doktor
10 aşiret reisi, ağa
8 tarikat şeyhi
6 gazeteci
2 mühendis
İlk Meclis’teki bu yoğun çeşitlilik şaşırtıcı biçimde kutsal bir amaçta birleşecekti.
İlk Meclis’teki bu çeşitliliği ve birleşmeyi o Meclis’te genç bir memur olarak çalışan
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
 şöyle gözlemlemişti:

“1920’de Meclis’e memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum milletvekillerinin kılık, kıyafet, yaş, kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. (…) Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar bir tek amaç doğrultusunda birleşmişlerdi: Vatanı kurtarmak. Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi.”(Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis,
Nisan 1999, s. 80-81)

İlk Meclis, o günlerde Türkiye’de yaşayan halkın tamamını en iyi şekilde temsil ediyordu.
Samet Ağaoğlu’nun ifadesiyle, “Birinci Büyük Millet Meclisi Türk Milleti’nin ta kendisiydi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, 4. Bas., İstanbul, 1973 s. 57) İlk Meclis’in zenginliği ve gücü aslında bu çeşitliliğinden geliyordu. Farklı etnik kökenden, mezhepten, siyasi görüşten, meslekten gelen milletvekilleri arasında doğal olarak birçok konuda fikir ayrılığı vardı. Bu fikir ayrılıkları çok sert tartışmalara neden oluyordu.
Hükümet Meclis’e karşı sorumluydu. Meclis, hükümeti çok sıkı kontrol ediyordu. Örneğin birçok konuda gensoru verilmişti. Bütçe görüşmelerinde birkaç kuruşun bile hesabı sorulmuştu. Her konu en ince ayrıntısına kadar tartışılıyordu. Meclis’in bilgisi dışında bir karar alıp uygulamanın imkânı yoktu. Kurtuluş Savaşı boyunca tüm kararlar, tartışma ve görüşmeyle, oy birliğiyle Meclis’te alındı.

Türk tarihinde ilk kez millet kendi kaderini kayıtsız koşulsuz bizzat kendi eline aldı. Artık egemenlik kayıtsız şartsız milletindi. Millet artık tek adamların; sultanların/ padişahların ağzına bakmayacak, kendi kararını kendisi verecek, kendi geleceğini kendisi yazacaktı.

TÜRKİYE’NİN KALBİ

Türkiye’nin kalbi artık Anadolu’nun orta yerinde, Ankara’daki küçük bir binada atıyordu.
İlk Meclis binası, İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılmış, ancak bazı bölümleri henüz tamamlanmamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası Ankara’ya gelen Fransız subay ve erler tarafından kullanılmıştı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun deyişiyle:“Bugün müze olan ilk Meclis binası Milli Mücadele’nin sanki soluk alıp verdiği ‘göğüs kafesi’ idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına her gün inanç, yüreklilik ve savaş azmi, umut ışığı oradan dağılıyordu. Duraksamaları, inançsızlıkları, ihanet ve başkaldırmaları yok eden bütün atılımlar Mustafa Kemal’in başkanlığındaki TBMM‘nin çalıştığı bu binadan yapılıyordu. Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye ruhu Türkiye’nin her yanına oradan yayılıyordu…” (Velidedeoğlu, age, s. 66.)

YOKSUL AMA ONURLU MİLLETVEKİLLERİ

Milletvekilleri genelde çok yoksuldu. Giyim kuşamları çok kötüydü. Ceplerinde paraları yoktu. Pek çok milletvekili Ankara’da başını sokacak bir ev bile bulamamıştı. Çoğu milletvekili öğretmen okulunda yatıyordu. Karyolalar yetmeyince yer yatakları serilmişti.
Orada yer bulamayanlar ise istasyon yolundaki çayırlıkta, açıkta yatmış ve çoğu  sıtmaya
yakalanmıştı.

Yemek bulmak da sorundu. Bazı milletvekilleri bir süre yanlarında getirdikleri bulgur, fasulye, pirinç ve kutular içindeki yağla karınlarını doyurmuştu. Yunus Nadi Bey anılarında, 48 ile 55 kuruş toplayıp tabldot sistemi kurarak yemek sorununu çözdüklerini anlatır. Mehmetçiğin
cephede toprak siperlerde uyuduğunu bilen milletvekilleri, tahta sıralarda uyumayı bile lüks bulmuştu. Dahası Mehmetçik cephede tütünü daha iyi kâğıtlara sararak içsin diye Meclis tutanakları dilekçe kâğıtlarına, mektup kâğıtlarına, hatta kese kâğıtlarına basılmıştı. Yokluk ve yoksulluk içinde azı çok edip vatan kurtarmanın hesaplarını yapan fedakâr milletvekilleri önce maaşlarının %20 kadarını, sonra da yol paralarının bir miktarını Hazine’ye bağışlamışlardı.

Çok sayıda milletvekili cepheye koşmuştu. Düşmanla savaşıyordu. Şehit ve gazi olan vekiller vardı. Atatürk, 1 Mart 1922’deki Meclis açış konuşmasında şu bilgiyi vermişti:

  • “Sayın arkadaşlarımızdan bir kısmı halen orduların ve birliklerin başında ve düşman karşısında savaşma görevini yürütmektedirler. Bugün Meclis’te bulunan bazı arkadaşlar bile bu yıl içinde yapılan savaşlara fiilen katılmışlardır.”

SARAYIN DEĞİL MECLİS’İN ESERİ

Atatürk, sarayların / sultanların, tek adamların batırdığı ülkeyi, işte bu Millet Meclisi’yle kurtardı. Ankara’da TBMM’nin açıldığı 1920 yılı itibariyle Osmanlı Devleti, tüm fetih topraklarını kaybetmişti: Avrupa, Balkanlar, Trakya, Afrika, Ortadoğu, Ege Adaları ve
Anadolu’nun büyük bir bölümü işgal edilmişti. Osmanlı Devleti’nin üç başkenti; Bursa, Edirne ve İstanbul bile kaybedilmişti. Osmanlı, 600 yıl önceye, kuruluş devrine, o küçük beylik dönemine geri dönmüş gibiydi. Osmanlı’nın 5.5 milyon kilometrekare toprağından geriye, 1920 itibariyle, 500 bin kilometrekare toprak bile kalmamıştı. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’yla bize kalan toprak miktarı 480 bin km2 idi. Kurtuluş Savaşı sayesinde Lozan’da buna 256 bin kilometrekare toprak eklenerek 736 bin km2’ye ulaştırıldı. 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasıyla 47 bin kilometrekare daha toprak kazanıldı. Böylece Türkiye’nin yüzölçümü 783 bin km2 oldu. Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklar
saraydan/sultandan miras kalmadı, bu toprakları Meclis, millet kanıyla, canıyla yeniden
vatan yaptı. Zafer, sarayın / sultanın değil, tümden milletin eseriydi. Millet artık tek adamlara; sultanlara / padişahlara güvenemezdi. Atatürk açıkça uyarıyordu:

  • “Millet yalnız kendi kolları ve kendi kanı ile kazandığı egemenliğini ve bağımsızlığını son felakete kadar büyük bir saflık ve tedbirsizlikle kendisine önder tanıdığı ve derin bir bağlılıkla hayatının koruyucusu saydığı kişilere ve yönetimlerine artık güvenemez. Millet bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi koruyucu olacak ve bütün vatanda yine yalnız kendisi ve kendi yönetimi hüküm sürecektir.” Atatürk, tek adamlara değil,
    kendimize güvenmeyi öğretti.

ZAFERİN SIRRI: ORTAK AKIL

Zaferin sırrı en ufak bir karar alırken bile danışmaktı. Zaferin sırrı tartışmaktı, sormaktı, sorgulamaktı, denetlemekti; gerektiğinde yetkilendirmek gerektiğinde frenlemekti,
gerektiğinde hesap sormaktı… Zaferin sırrı ortak akıldı. Zaferin sırrı milli egemenlikti.
Zaferin sırrı bir ölüm kalım savaşında tüm yetkiyi ve sorumluluğu BİR ADAMA değil BİR MECLİS’e vermekti. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkının”, yani
Türk Milleti’nin, tüm farklılıklarıyla Meclis çatısı altında bir araya gelerek, omuz omuza vererek bir ölüm kalım savaşını kazanabileceğini kanıtladı.

Durum bu kadar açıkken, hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Meclis’le, ortak akılla, milli iradenin gücüyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini BİR ADAMIN aklına, insafına, vicdanına teslim edebilir? Milletin canı pahasına kurduğu bu ülkeye ve bu ülkenin Gazi Meclisi’ne bundan büyük saygısızlık olur mu?

ÖZGÜRLÜĞÜNDEN VAZGEÇME!

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil mi? Ben istersem egemenliğimi BİR ADAMA devrederim, istersem ÖZGÜRLÜĞÜMDEN de vazgeçerim!” diye düşünenler olabilir. Ancak bu düşüncenin sonu gönüllü köleliktir. İlginçtir! Bu düşünceye sahip olanları Atatürk, 1 Mart 1923 tarihli Meclis açış konuşmasında şöyle uyarmış:

  • “Bir insan belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecekse, o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez.” 

    Kendini değil, çocuklarını düşün.
    Egemenliğini asla bir adama devretme ve hiçbir zaman özgürlüğünden vazgeçme…
    ====================================
    Dostlar, 

    Değerli Tarihçi Sn. Sinan Meydan, SÖZCÜ‘de birbirinden önemli – belgesel yazılar yazmakta. Bu günkü (23.4.17) yazısı da öyle.. İlk Meclis’in ürpertici – kıvanç verici öyküsünü ve başarısını aktarmakta. Bu yazısına ilk Meclis’in vekillerinden bir bölümünün fotoğraflarını da eklemiş. Bunların içinde o zamanki adıyla Dersim’den 6 milletvekili var..

  • Binbaşı Mustafa Zeki bey (Saltuk) bizim aile büyüğümüz.. Ayrıca 15 de hekim milletvekili var ilk Meclis‘te.. Bunların 2’si – 3’ü daha Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa ile birlikte idiler. Dr. Refik Saydam uzun yıllar Sağlık Bakanlığı,
    1939-42 arasında Başbakanlık yaptı. Dr. Tevfik Rüştü Aras ise 1925-39 arasında
    Mustafa Kemal Paşa döneminin Dışişleri Bakanı idi.

    YAŞASIN ULUSAL EGEMENLİK!

Sevgi ve saygı ile. 23 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
Zeki Sarıhan
Zeki_Sarihan_portresi
 
     Kendisine CHP’yi dert edinmeyen kişi yok gibidir.  İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusundan başka bizzat CHP’liler için de CHP bir dert halindedir.CHP için en çok sorulan, merak edilen konu, onun neden iktidar olamadığıdır. Bu soru iktidar olamamış ve olamayan bütün partiler için geçerli ise de CHP için daha anlamlıdır. Çünkü CHP 1923’ten 1950’ye dek kesintisiz olarak 27 yıl iktidarda kalmıştır. 1950’den sonra muhalefete düşmüş, zaman zaman tek başına iktidara yaklaşan sonuçlar almışsa da çoğunluğun oyunu alamamıştır.
En başarılı olduğu dönem 1971 askerî darbesinden sonra
Ecevit’in genel başkan olduğu 1973 seçimleridir.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi sağcı, liberal, muhafazakâr partiler tek başlarına iktidara gelecek kadar oy aldıkları halde, CHP niçin bunu başaramamaktadır?

Türkiye’de seçimleri CHP’nin değil de sağ partilerin kazanmasının nedeni tek değildir. İktidara gelebilmek kimi koşulların bir araya gelmesi gerekir.


Birinci olarak partinin temsil ettiği sınıfın güçlü olması,
İkinci olarak partinin geniş yığınların özlemlerine yanıt verecek bir program ortaya koyması,Üçüncü olarak halk içinde yaygın, güçlü ve kararlı bir örgütlülüğe sahip olması gerekir. Bunlara başka kimi koşullar da eklenebilir. Genel başkanın güçlü ve güvenilir biri olması gibi. Ancak unutmamalıdır ki, şeyh uçmaz onu uçuran müritleridir. Her parti, kendi içinden en iyi politika yapanları öne çıkarır, CHP de bunun istisnası değildir. Menderes’in “Odunu aday göstersem kazanır” sözü ve bunun maalesef doğru olması, sorunun genel başkanlıkta veya adaylarda olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.

CHP’nin öncelikle sınıfsal ve politik yerini saptamada yarar vardır. CHP’nin sınıfsal tabanı büyük burjuvazinin bir kanadından başlayarak küçük burjuvaziye kadar uzanmaktadır. Politik olarak kendini Sosyal demokrat olarak nitelemektedir. CHP, daha çok öğrenim görmüş, laik, aydın kesimlerin partisidir. Alevi kesimlerin desteğine sahiptir. Köylerdeki nüfuzu çok zayıftır, Kürt nüfus içindeki etkisi ise nerdeyse sıfıra inmiştir.Türkiye’nin en zenginleri günümüzde AKP tarafındadır.

AKP, ABD’nin de bölgedeki çıkarlarına uygun bir politika izlemektedir.
Bu nedenle Batılı büyük güçler tarafından da desteklenmektedir.
Fakat Türkiye siyasal tarihi, seçimi kazanmak için en zenginlerin çıkarlarını savunmanın ve yabancı güçlere dayanmanın koşul olmadığını kanıtlamıştır. Halk kitlelerini harekete geçiren ve onlara dayanan partilerin de seçim kazandıkları gerek CHP tarihinde, gerek dünya tarihinde görülmektedir.

CHP niçin iktidara gelecek düzeyde oy alamıyor?

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte yalnız biri üzerinde duracağız.Bu neden CHP’nin 1923-1950 tarihleri arasında uyguladığı halkla bütünleşmeyen, onların özlemlerini dikkate almayan politikalardır. Aslına bakılırsa, Tek Parti Dönemi’ne damgasını vuran CHP diye bir örgüt yoktur. Bu dönem şeflik dönemidir ve CHP şeflik tarafından kullanılan göstermelik bir örgüttür.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye henüz Tek Parti Dönemi’ne girmiş değildi. Halifelik de 1924’te kaldırılmıştır.

Tek Parti Yönetimini 1925’te Takriri Sükûn Kanunuyla başlatmak gerekir. Bu dönemde tekke ve zaviyeler kapatılmış, medeni kanun kabul edilmiş,
aşar vergisi kaldırılmış, yeni yazı kabul edilmiş, 1930’da kadınlara seçme
ve seçilme hakkı verilmiştir.

Bunların hepsi halkın yararına yeniliklerdir. Ancak bunları gerçekleştiren de CHP örgütü değildir. Sınırsız yetkilerle donanmış Mustafa Kemal Paşa’dır.Bu dönemde CHP, her dört yılda bir, ikinci seçmenlerin oy kullandığı göstermelik seçimlerle mebuslukları “kazanmış” görünse de başka bir parti karşısında zafer ilan etmekten yoksun kalmıştır. Milletvekillerinin tümü atama ile getirilmiştir. Bu nedenle parti, devletin yönetiminde karar verici bir örgüt de değildir. Alınmış kararları onaylama durumunda kalan göstermelik bir partidir.


Bu nedenle CHP’nin “Cumhuriyet Devrimlerini biz yaptık” diye övünmeye hakkı yoktur. Böyle bir hak varsa, bu, tek başına karar veren Ebedi Şef’in ve (biraz daha az olmakla birlikte) Milli Şef’indir. Tek Parti döneminin başarı ve başarısızlıklarıyla ilgili tartışma CHP üzerinden değil, Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden yapılmak zorundadır. Bütün tek parti döneminde mebus, İş Bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Başbakanlık yapan Celal Bayar, 1945’te yeni bir parti kurdu diye
bu dönemin değerlendirilmesi dışında kalamaz.
CHP ancak rakipleriyle yarıştığı 1950 seçimleriyle parti olabilmiştir.

1946 seçimlerini saymıyorum, çünkü bu seçimlerde rakiplerinin oyları
eksik sayılarak CHP hükmen galip sayılmıştır.“Tek Parti Dönemi” olarak anılan, gerçekte parti dönemi de olmayan 1923-1950 döneminin halk kitleleri açısından önemi, kimi üst yapı devrimlerinin onlar tarafından reddedilmesi değildir.


Türkiye halkının halifeliği savunduğu, onu kaldırdığı için devlete
(CHP’ye kızdığı) söylenemez. Halifeliği ancak Osmanlı artığı birtakım feodaller savunuyorlardı. Medreseler zaten devirlerini tamamlamışlardı. Medeni Kanun’un halka hiçbir zararı dokunamazdı. Aşarın kaldırılmasını halk büyük bir memnunlukla karşılamıştır. Okuma yazma bilenlerin sayısı çok az olduğu için Latin harflerinin kabulü önemli bir sorun yaratmamıştır.
Üstelik bu kanun okuma yazmayı kolaylaştırmıştır.   

Ancak… Bu dönemde Türkiye’de küçük bir azınlık, bu üst yapı devrimlerini yaparken halk kitlelerini yanlarına almamışlar,
onların ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgilenmemişlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir halk devleti kurmaya, iktidarı halka vermeye söz verdikleri halde, sözlerini tutmamışlardır. Devleti kullanarak kendileri bir an önce zengin olmaya bakmışlardır. Bankalar, şirketler kurmuşlar, kendilerini, eş ve dostlarını devlet olanaklarını kullanarak buradan nemalandırmışlardır. Uygulanan iktisadi devletçilik zengin yaratmayı amaçlayan ve buna hizmet eden bir devletçilik olmuştur. İktidarı denetleyecek, yolsuzlukların hesabını soracak hiçbir örgütlenmeye izin vermemişler, özellikle emekçilerin haklarını savunan örgütleri şiddetle yasaklamışlardır.

Bu iktidar merkezde bir avuç bürokrat-burjuvazidir.

Taşradaki dayanakları ise tüccar, tefeci ve toprak ağalarıdır. Taşranın bu geleneksel sınıfları, kendi iktidarlarına dokunmadığı için merkezin tercihi olan batılı bir yaşam tarzına ses çıkarmamıştır. (Bunun acısını, serbest kaldığı 1950’den sonra çıkaracaktır)

Korkut Boratav’ın işaret ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasında Rum ve Ermenilerden kalan toprakların işlenmesi, savaşın sona ermesiyle üretime yönelen işgücü nedeniyle iktisadi durum bir süre tatmin edici gitmişse de, 1930’lara doğru halkın geçimi iyice zorlaşmış, buna karşılık halk üzerindeki devlet baskısı daha da artmıştır. Yönetici sınıf, kendinin
kısa zamanda zengin olmasına karşı itirazları ve adil bir bölüşüm isteğini önlemek için Türkiye toplumunun “sınıfsız bir toplum” olduğunu ileri sürmüştür. 
Bugün bile o dönemin uygulamalarını haklı çıkarmak için Türkiye’de o dönemde sınıfların olmadığını ileri sürenler vardır! Devlet yatırımlarına sermaye bulma işi, nerdeyse tümüyle köylülerin sırtına yıkılmıştır. Köylüler bu dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar.

Bu yazdıklarım, benim yorumlarım değildir.
Cumhuriyet dönemini yaşamış veya yorumlamış hemen bütün aydınlar Yakup Kadri’den Falih Rıfkı Atay’a, Şevket Süreyya Aydemir’den, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Mehmet Ali Aybar’a ve Doğan Avcıoğlu’na kadar bu gerçeği belirtmişler, Cumhuriyet’in halkçılık yapamadığını anlatmışlardır.

Attila İlhan, 1940’lı yılları “karanlık yıllar” olarak adlandırırken haksız değildir. Böyle tekçi bir siyasal yapıda bilim ve sanatın geliştiğini söylemek de mümkün değildir. “Barikai hakikati” doğuracak bir “müsademei efkâr”a
izin verilmemiştir. Fevzi Çakmak’a emanet edilen ordu teşkilatı bile yenilenememiştir. 
Hürriyetsizlikten iktidar bile bunalmış, 1930’da icazetli de olsa yeni bir parti daha kurdurulmuştur. Dürüst bir seçim olsaydı, bu seçimde CHP’nin iktidarı kaybetmesi kaçınılmazdı. Bu göze alınmayarak Serbest Fırka çok geçmeden kapatılmış, daha sonra parti içinde kurulan ve üyeleri atama ile belirlenen serbest bir grup kurma işi de işlevsiz kalmıştır.

Tek parti döneminde partiler eşit koşullarla seçime girselerdi halk kitlelerinin
CHP’ye oy vermeyeceği kesin gibidir.

Bunun nedeni “CHP Halifeliği kaldırdı, yeni yazıyı getirdi, onun için oy vermeyelim” değil, “Bizi aç ve hürriyetsiz bıraktı” olacaktı. CHP’nin kentli aydınlar, memurlar ve bir bölüm toprak ağasından oy alacak olması ve daha sondaki yıllarda da alabilmesi, Tek Parti Dönemi’nde kollanıp korunmalarındandır. Yani rejim onlar lehine işlemiştir. Partinin bugün bile, toprak ağalarını dışarıda tutarsak bu kesimlerden oy alması, o dönemin “hatırası” ndandır. Köylülerden ve yoksullardan oy alamayışının nedeni de o dönemin “hatırası” ndandır.

Esasına bakılırsa, Türkiye’deki siyasal mücadele esas olarak örgütlülükleri uzun süre yasaklanmış, kendine güven duygusu bastırılmış olan emekçilerle hâkim sınıflar arasında değil, hâkim sınıfların çeşitli kesimleri arasındadır. Dün de bugün de.

Halk kitleleri esas olarak oy deposudurlar. Hâkim sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak, yani sandıktan da çıkmak için çeşitli cilveler yapmakta, halka yakın yürümeye çalışmakta, zaman zaman kendi “boğazlarından” artandan halka da koklatmaktadırlar. Halkın desteğini almak için yoksulların bu bölüşümdeki payı biraz daha artırılabilir.
Geleceğini düşünmeyen Tek Parti Yönetimi bunu bile yapamamıştır. Kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bugünkü CHP bunun acısını çekmektedir.


Birçok aydının zannettiğinin aksine, AKP’nin oyların yarısını alması İslamcılığı, gelenekçiliği değildir. Genel başkanının kaşına gözüne âşık olması da değildir. O’nun iktidarı döneminde (hangi nedenle olursa olsun ve sonunda ne olacaksa olsun!) refah düzeylerinin yükselmesidir.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında verdiği anlamlı bir örnek vardır. 1945’te, uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında, her nasılsa Orta Anadolu’da birkaç köylüye toprak verilmiş. O köylüler sonuna dek CHP’ye oy kullanmışlar. Ecevit’in Zonguldak’ta güçlü bir temel atması da nedensiz değildir. İşçilerin haklarını gözeten bir yasayı çıkarmasıdır. 
Bugünkü CHP, Tek Parti Dönemi’nin nasıl ele alınacağı konusunda bocalamaktadır. O dönemin siyasal yapısını eleştirse, bunun kendi aleyhine olacağını sananlar çoğunluktadır. Eleştirilmese, dönemin uygulamaları sonuna dek “başına kakaç” olacaktır.

Tarihe emekçi sınıfların penceresinden bakmayı öğrenemeyenler
veya bir zamanlar bakarken günümüzde bunu unutmuş olanlar,
Tek Parti Dönemi eleştirilirse “Cumhuriyet’in yıkılacağı” kanısındadırlar.
Her türlü dogma gibi bu konudaki önyargılar da bir yana bırakılmalı, gerçek ne ise onu dile getirmelidir. Bu aynı zamanda kendine güvenin
ve olgunluğun kanıtıdır. Başına köylü kasketini geçirerek “Toprak işleyenin; su kullananın” deyip yollara düşen Ecevit’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi. 
CHP için yapılacak şey, korkmadan kendi olumsuz geçmişini ele almak, bunu parti içi eğitim olarak işlemek ve topluma da açıklamaktır. Bundan hem kendisi, hem toplum kazançlı çıkacaktır. Bunun siyasete getireceği önemli bir kazanç da, bundan sonra ve her zaman toplumun ezilen kesimleriyle birlikte yürümenin, iktidar olmak için bundan başka bir yol olmadığının anlaşılması ve anlatılması olacaktır.

Partinin geçmişi hakkındaki olumsuz izlenimleri silmek mümkündür.
Ancak bu kararlı bir özeleştiri ile mümkündür.
Korkulmasın, kitleler kin tutmazlar(5 Şubat 2013)

Yengilerinin Yıldönümünde İsmet İnönü’yü Anmak


Dostlar
,

Bilindiği gibi, 6-11 Ocak / 23 Mart-1 Nisan süreci; 92 yıl önce 1921’de, İnönü’de kazanılan 1. ve 2. İnönü savaşlarının kazanıldığı bir süreçtir.

Ya istiklal ya ölüm!” parolasıyla başlatılan “Bağımsızlık (İstiklal) Savaşı”mızın en zorlu döneminde, birleşik düşmanın Ankara’ya yürümesini önleyerek,
yakın tarihimize iki görkemli yenginin (zaferin) kaydedilmesini sağlayan
ulusal kahraman sevgin (aziz) İsmet İnönü’nün anısına unutmamalıyız..

Sayın Doç. Dr. Necati Ulunay Ucuzsatar, eksik olmasın bu görevi yaptı ve 22.1.13 günü Cumhuriyet’in 2. sayfasında aşağıdaki önemli makaleyi yazdı.

Büyük Atatürk ve can yoldaşi sevgin (aziz) İsmet İnönü‘ye,
ulusal kurtuluş savaşımıza emek veren, kan ve can veren tüm yurtseverleri, şehitlerimizi ölçsüz bir şükran ve saygı ile anıyoruz.

İnönü ile

Sevgi ve saygı ile.
27.1.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Yengilerinin Yıldönümünde İsmet İnönü’yü Anmak

Cumhuriyet, 22.1.13

  • Böyle umutsuz, korkunç ve kritik bir zamanda sayı ve silahça çok üstün bir düşmanla girişilen savaşta, soyadının Atatürk tarafından İnönü konulmasını sağlayan iki zaferiyle Albay İsmet, Mustafa Kemal Paşa’nın söylemiyle
    “vatanın makus talihini (ters alınyazısını) yenen” ilk Türk komutanı oldu.

Doç. Dr. Necati Ulunay Ucuzsatar

Bilindiği gibi, içinde bulunduğumuz 6-11 Ocak / 23 Mart-1 Nisan süreci; 1921 yılında, İnönü’de kazanılan Birinci ve İkinci İnönü savaşlarının kazanıldığı bir süreçtir. Bu yazıyı, “Ya istiklal ya ölüm!” parolasıyla başlatılan “Bağımsızlık (İstiklal) Savaşı”mızın en kritik zamanında, düşmanın Ankara’ya yürümesini önleyerek, yakın tarihimize iki görkemli yenginin (zaferin) kaydedilmesini sağlayan ulusal kahramanımız ve atamız merhum İsmet İnönü’nün anısına ithaf ediyorum.

Şevket Süreyya Aydemir, İsmet İnönü’yü Ulusal Savaşım’ın (Milli Mücadele’nin-1918-1923) “İkinci Adam”ı olarak ölümsüzleştirdi. Bernard Shaw, “Birinci adam güneşi, ikinci adam gölgeyi sever.” demişti. Shaw’ın bu söylemi Atatürk ve İnönü için değildi. Ancak, dünya tarihinin adı geçen iki büyük adamı, Türk ulusunun
en dehşetengiz ve acılı dönemlerinden olan Balkan (1911-1913), Birinci Dünya
(1914-1918) ve Türk Bağımsızlık (İstiklal, 1919-1922) savaşlarını birlikte yaşadılar.

İsmet Paşa, ulusumuzun can çekiştiği böyle bir dönemde yurdun kurtarılması ve
tam bağımsızlığı yolunda gerçekten her zaman Mustafa Kemal’in yanında ve O’nun desteğinde, bizlere bugün de örnek olacak bir sadakat ve bağlılıkla hizmette bulundu.

H. Edip Adıvar’ın “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı yapıtında ortaya koyduğu gibi, özellikle 1. Dünya ve Bağımsızlık savaşları sırasında, vatanın içinde bulunduğu tablo karanlık bir tabloydu. O günler kara günlerdi. Çökmek üzere olan en son Türk imparatorluğunda yüz binlerce Türk çocuğu; amacı akıl ve mantığa, bilim ve tekniğe dayandırılmamış sınırsız bir serüven için Kafkasya’da, Galiçya’da, Balkanlar’da Romanya’da, Makedonya’da, Batı Trakya’da, İran’da, Libya’da, Mısır’da, Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Sarıkamış’ta ve Çanakkale’de çarpışarak kanını oluk oluk akıttı.

İnönü, 24 Eylül 1884’te, “Mustafa İsmet” adıyla yaşanan o acı ve kara günlerin başlamasından önce dünyaya geldi. 1877-1878 Türk-Rus (93) Savaşı’nda
Şıpka Geçidi’ni kahramanca savunan Hulusi Paşa’nın: “Büyüdüğün zaman ne olacaksın?” sorusuna “Asker” yanıtını verdi. Bu yanıtı, 32 yaka (apolet) numarasıyla Sivas Askeri Rüştiyesi’ne girince gerçekleşti. 1 Eylül 1903’te Topçu Harbiye Mektebi’nden Teğmen rütbesiyle mezun oldu. Yaşamı boyunca desteği ve gölgesinde kalacağı Atatürk’le, Pangaltı’ndaki Erkân-ı Harbiye’de (Harp Akademisi) tanıştı. Akademiyi 26 Eylül 1906’da kolağası (yüzbaşı) olarak bitirdi ve 2 Ekim 1906’da Edirne’de askerlik yaşamına atıldı. Orada 8. Sahra Topçu Alayı’nda bir bölük komutanı iken takdirlerini kazandığı Cevat Paşa tarafından ordu karargâhına alındı ve yüzbaşı rütbesiyle ordudaki paşalara ve yüksek rütbeli komutanlara, aylarca, tümen tabiyesi (taktiği), sevk-ul ceyş (strateji) ve topçuluk dersleri verdi.

Onaylamayıp Genelkurmay Başkanlığı’nı uyardığı halde, Balkan Savaşı’nın çıkacağı bir zamanda Yemen’e gönderildi. Beytuş-Şaban Muharebeleri başarısı sonrasında 26 Nisan 1912’de binbaşılığa yükseltildi.

1. Dünya Savaşı’nda, 14 Aralık 1915’te albaylığa terfi ettirildi ve Doğu’da 2. Ordu Komutanlığı’na atandı. Burada 1907 ve 1909 Selanik buluşmalarından sonra ilk kez 13-14 Mart 1916’da, Diyarbakır’da karşılaştığı Çanakkale zaferi kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde 2. Ordu Kurmay Başkanı oldu. Mustafa Kemal, Muş ve Bitlis’i Ruslardan kurtardıktan sonra 30 Aralık 1916’da Albay İsmet’i kendi ordusunun 4. Kolordu Komutanlığı’na atadı. İşte bu tarihten itibaren yakın tarihimizin iki büyük önderi birbirlerine derin bir sevgi ve saygıyla kalben bağlandılar ve düşüncede, yurdun kurtarılması için kararlılıkta ve sonrası devrimlerin gerçekleştirilmesinde bir ve beraber hareket ettiler.

Suriye ve Filistin’deki çarpışmalarından sonra Birinci Adam ve İkinci Adam, imparatorluğun çöküşünü ve acısını birlikte yaşadı. Osmanlı Devleti’nin teslim olup 30 Ekim 1918’de Mondros Silah Bırakışması’nı imzalamasından sonra, aralarındaki gizli paylaşım antlaşmalarını yürürlüğe koyan emperyal devletler, Atatürk’ün deyimiyle elde kalan en son “Türk atayurdu”nu istilaya giriştiler.

İngiltere, imparatorluğunun çıkarları için 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunu
İzmir’e çıkardı. Doğudan Ermeniler, güneydoğudan Fransızlar ve Ermeni komitacıları ve batıdan Yunanlılar talan, yağma ve vahşetle saldırılara koyuldular.

Albay İsmet 1920 yılında İstanbul’dan kaçtı ve Ankara’da yeniden Mustafa Kemal Paşa ile buluştu. O Ankara’ya vardığı zaman, Trakya ile Kocaeli-Bursa-Uşak-Denizli-Muğla hattına kadar olan Batı Anadolu toprakları ve Güneydoğu illerimiz düşmanın işgali ve zulmü altındaydı. Doğuda Ermeniler, 1917 Bolşevik ihtilali nedeniyle çekilen Rus ordularının yerini almış katliam yapıyordu. Yurdun iç cephesi de padişah fermanı ve şeyhülislam fetvasıyla çıkarılan ayaklanmalarla çöküyordu. Ordu, silah, cephane ve para yoktu. Kazım Karabekir Paşa’nın Ermenileri yenmesi ve 4 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması’yla Doğu topraklarımızın kurtarılmasından sonra Batı cephesinde, henüz Kuvayı Milliye adı verilen halk güçlerinden düzenli bir ordu kurulmaya başlanması sırasında Demirci Mehmet Efe, Çerkez Ethem ve kardeşlerinin ayaklanmasını fırsat bilen İngilizler, Yunan ordusunu kuzeyden Bursa’dan ve güneyden Uşak’tan Eskişehir-Ankara yönünde saldırıya geçirdiler.

Böyle umutsuz, korkunç ve kritik bir zamanda sayı ve silahça çok üstün bir düşmanla girişilen savaşta, soyadının Atatürk tarafından İnönü konulmasını sağlayan iki zaferiyle Albay İsmet, Mustafa Kemal Paşa’nın söylemiyle “vatanın makus talihini (ters alınyazısını) yenen” ilk Türk komutanı oldu.

İnönü Zaferi’nin değerini Atatürk 

  • “…Yeni Türkiye Devleti’nin küçük, fakat ulusal ülkülü (milli mefkûreli) genç ordusu, en dar bir hesapla üç kat üstün düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde yendi… İç hatların kullanılmasında savaş tarihine parlak bir örnek yazdı… İnönü yengisi (zaferi) Türk yurdunun, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu nedenle bu yengiyi kazanan Türk ordusunun tüm mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak sonsuza değin  yaşayacaklardır… Bu münasebetle Türk ordusu gazilerini saygı ve minnetle yad ederim. Ve şehitlerimizin aziz ruhlarına kutsamalarımı (takdisatımı) takdim eylerim.” 

söylemiyle vurguladı.