Etiket arşivi: Şahsım Rejimi

Jelibon zaferler…

authorZAFER ARAPKİRLİ

Milletçe en vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdan, biridir “çabuk gaza gelmek”. Tam da bu yüzdendir ki, siyasetçilerin hamasi tavırları ve nutuklarında bu özellik ustaca istismar ve bir çırpıda günlük politik ranta tahvil ediliverir.

“Şahsım Rejimi”nin başı da, Cumhuriyet tarihinin belki de bunu en iyi bilen ve (hakkını teslim etmem lazım) en iyi becereni (!) olduğu için, sık sık bu tür “rant devşirmelere” zemin hazırlayacak çıkışları ile ünlüdür.

“One minute!” diye bağırınca herkes tırsıp her istediğimizi kabul edecek zanneder çünkü.
***
Sonradan, kim bilir kaç yüz kez, yola çıkış noktasından 180 derece çark etmesine, daha doğrusu çark etmek zorunda kalmasına rağmen o “kolay ve ucuz rant”tan bir türlü vazgeçemediği için de, hiç ders almadan, aynı alışkanlığını sürdürüyor.

Artık, gayet iyi tanıdığımız için ve meselelere “yandaş – besleme gözlüklerle” bakmadığımız, üstüne üstlük dış politikayı naçizane on yıllardır yakından izlediğimiz için, Madrid Zirvesi’nin haftalar öncesinde defalarca söyledik.

“Son derece haklı olduğumuz ve makul gerekçelerle, akıllıca bir pazarlık kozu olarak da kullanabileceğimiz, sonuçta da bir şeyler elde edebileceğimiz bir konuda, yine ve yeniden aynı hamaset ve yüksek volümlü siyasi propaganda aymazlığına başvurduğumuz için, yine mahcup olacağımız bir sonuca doğru sürükleniyoruz. Görürsünüz son anda çark edip kolayca ikna edecekler (masada ütüleceğiz) dedik.

Kâhin filan değiliz. Olayları soğukkanlı ve objektif analiz edebiliyoruz da, ondan.

Madrid’e giderken, olayı “Şu listeyi masaya koyuyorum. Bu teröristleri iade etmezseniz İsveç ve Finlandiya’nın önündeki barikatı kaldırmam” diye sunarak pazarlık edemezsiniz. Üstelik de bunun olmayacağını bile bile. Elin oğlu, elin ülkesi, senin gibi “Açarım bir telefon istediğim mahkemeden istediğim mahkûmiyet veya sınırdışı-iade kararını çıkartırım rejimi” ile yönetilmiyor ki.
***
Zirve sonrasında hem Stockholm hem de Helsinki yöneticilerinin yaptıkları açıklamalara bakarsanız buru görürsünüz. Özetle (mealen) “Evet, ilke olarak mutabıkız. Evet, memorandum imzaladık ama. Bizim parlamentomuz ve bağımsız yargımız var. Onlar ne derse o olur. Bize bu konuda kimse talimat verir gibi konuşmasın.” anlamına gelecek lâflar ettiler.

Bu süreçte dönen yoğun pazarlıkların bir parçası olan “ABD’nin Türkiye’ye F-16 satışı” konusunda da, Joe Biden (mealen) benzer bir şey söylüyor:

“Evet. Bu satış için gereken tüm çabayı göstereceğim ama… Bizdeki başkanlık sistemi, Türk usulü Reislik sistemi değil. Sonunda Senato’nun dediği olur” diye de ekliyor.

Yani? Yanisi şu: Memoranduma imza atan 3 ülkeden 2’si, kendi ülkelerinin istediğini “çatır çatır almış olma” sevinci ile ülkelerine dönerken, biz “10 maddelik vaat ve temenniler dizini”nden başka bir şey alamamış olduk. Ve dikkatinizi çekerim; Süreçte “moderatör” rolü oynamasına rağmen, o memorandumda imzası olmayan NATO Genel Sekreteri ile ABD Başkanı hiçbir sorumluluk üstlenmiş de olmuyorlar.
***
Sonuca baktığımızda, Ankara’da yüksek perdeden efelenen “Şahsım”, Madrid’de birkaç saat içinde, “Bir Biden selfie’si, bir Boris Johnson şakalaşması, bir Niinistö tokalaşması” dışında hiçbir somut kazanım elde etmeden “Soft bir zafer kazanmış sözde muzaffer komutan” edası ile evine dönmüş oluyor.

Güncel bir simge ile tarif edersek, bir nevi “Jelibon Zafer” yani.

Kolayca dişe gelip parçalanmayan… Sevimli… Tatlı… Ama neticede ağızda birkaç dakikada eriyip bitiveren günlük bir “Sanal Zafer”… Aynı, 1980 Darbe rejiminin “Alicenaplık edip Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünü kabullendik” diye içeriye sunduğu yenilgi benzeri.

Aynı, Serbest dolaşım ve gümrük birliği vaadi ile kandırılan ama sonuçta “Onlar ortak biz pazar” formülüne razı edilen son 30 yılın iktidarlarının kandırıldığı gibi.

Aynı, 2004 Kıbrıs referandumunda “Siz Türklere Annan Planı’nı onaylatın. Her şey istediğiniz gibi olacak” diye kumpasa getirilen Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC gibi, sonuçta “Rum Kesimi’nin AB’ye jet hızı ile tam üye olmasını” şaşkın şaşkın izleyen zamanın (bugünün) iktidarı gibi. Aynı, “Vize serbestisi” yalanı ile uyutulup, milyonlarca sığınmacının yükünü sırtına aldığımız o “gaflet süreci” gibi.

Daha sayalım mı? Yerimiz yetmez. Ama bu tür “Dik durduk, masaya yumruğu vurduk. Aldık geldik” mealinde yalanlarla kamuoyunu kandırma örneklerinden gına geldi artık.
***
Ekonomisinin 70 değil 7 cent’e bile muhtaç ve buhran boyutlarında bir felaketle karşı karşıya olduğu, demokrasinizin “siyasi itibar” anlamında küme üzerine küme düştüğü, adaletin a’sının bile ortalarda dolaşmaya utandığı bir ülke olursanız masalarda böyle kolayca “ütülürsünüz” işte. Bundan bir zevk aldığımız filan yok. Sizden daha çok kahroluyoruz.

Bakın, yarın o (yukarıda zikrettiğimiz) Kıbrıslı Rumlar da NATO’ya başvursa, bu tablo karşısında aynı “Jelibon” dış politika ile diklenir, aynı şekilde “ikna” olur, dönüverirsiniz. Ehil insanları “monşer” diye aşağılayıp, Marwa Hanım’ın kızından gayrı resmi tercüman üreten sistemle, hiçbir ciddi sorunu çözemeyeceğinizi anlayın artık.

Ali Kıran Baş Kesen

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
krttv.com.tr

Efelik, eşkıyalık, magandalık, serserilik, kural tanımazlık, önüne gelene bulaşma, dalaşma, hır çıkarma, yasadışı yollarla önüne geleni devirip iş görme yüzsüzlüğünü ve edepsizliğini kendine hak görme anlamında kullanılırdı.

“Ali kıran baş kesen misin kardeşim?” derlerdi böyle davranıp terör estirmeye çalışanlara. Yani kontrolden çıkmış magandalara.

Bugünlerde olup bitenlere baktıkça ve haber bültenlerinde izledikçe, hep bu tabiri hatırlıyorum.

Aslında şaşırmıyoruz tabii. Sürpriz olmuyor hiçbiri.

Çünkü, en yüksek yargı merciinin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile (af buyrun) “takmayan” bir anlayıştan söz ediyoruz. Anayasa Mahkemesi kararlarının bile “alt derece, birinci derece” mahkemeler tarafından uygulanmamasına, bir değil birkaç kez tanık olmadık mı? Danıştay kararlarına Yargıtay kararlarına rağmen, “yürütme”nin bu kararlara taban tabana zıt icraatı, sıradan hale gelmedi mi?

Yasaların en temel hükümlerine, yargılama usûl ve esaslarına, savunma hakkının kutsallığına, masumiyet karinesine, delilden sanığa gidilmesi ilkesine aykırı yargılamalar “sıradan” hale getirilmedi mi? Adeta “önce as sonra yargıla” anlayışı ile hareket eden, bir dönemin sıkıyönetim mahkemelerine, DGM’lere bile rahmet okutan mahkemeler artık “norm” sayılır hale gelmedi mi?

2008’lerde başlayan ve aradan geçen 11-12 yıldır giderek adeta “kökleşen” kumpas yargısı, hayatın her alanına hakim olmadı mı? KHK düzeni ile, hukuk ayaklar altına alınmadı mı? Hatta ve hatta darbe girişimi bahane edilerek, sözüm ona darbecilerin cezalandırılmasını amaçlayan bir iklim yaratmak adına, bütün toplum birlikte bu hukuksuzluğun kurbanı haline getirilmedi mi?

Şimdi bütün bu “Ali Kıran Baş kesen” anlayışının adeta “Level atladığı” günlere girmiş gibi görünüyoruz.

Mahkeme kararlarının, en basit işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının bile uygulanmasına, “idare”nin tasarrufu ile mani olunmakta.

Adalar’da yaşanan son olay, bunun en çarpıcı, en utanmazca, en kepaze ve en utanç verici örneği.

Gücünü bizzat, yürütmenin “en tepesinden” alan, hatta “yürütmenin en tepesi ile kan bağı”nı, hukuksuz iş görebilme ehliyeti olarak kullanan bir vakıf, mahkeme kararlarına rağmen aylardır zorla işgal ettiği bir binadan “çıkmam” diyor. Evet, “çıkmıyorum” diye diretiyor. Normalde, herhangi bir mülk ya da mekân – arazi vb. bu yolla işgal edildiğinde ne yapılır? Avukatınızı alır gidersiniz. Bir direnişle karşılaştığınızda da devletin polisi sizinle birlikte gelir ve bu direnişi “etkisiz hale” getirerek, mahkeme kararının uygulanmasını sağlar.

Ama, dedik ya. Rejim artık “Ali kıran baş kesen rejimi” haline dönüşünce, “Burası benim babamın memleketi. Mülk de babamın mülkü sayılır. Ben de buradan çıkmam” diyebilen utanmaz anlayış, mahkeme kararına “Polisin de desteği” ile direnebiliyor.

“Şahsımın oğlunun vakfı”, bizzat yasaları uygulaması, mahkeme kararlarını yürürlüğe koyması gereken polis tarafından işgale devam edebiliyor. Adalar örneğinde “Kaymakam” yani “Şahsım rejiminin kaymakamı” gibi davranan mülki amir, mahkeme kararının üzerinde bir konumda hareket ederek, “Uygulatmam” diyebiliyor.

Mülkün sahibi ise, o kaymakamın, ya da emniyet müdürünün emri ile tekme tokat dövülerek, “kendisine ait mülke” sokulmuyor.

Bu, artık adli bir olay olmaktan ziyade bir rejim meselesidir.

Çünkü, “rejimin en tepesi” iğneden ipliğe, en basitinden en karmaşık mevzuya kadar, ülkenin bütün işlerini bu hale döndürme eğiliminde görünmektedir.

Ve en tehlikelisi de nedir, biliyor musunuz?

Yarın öbür gün, seçim yapılıp sandıktan aleyhlerine bir sonuç çıktığında olabileceklerin habercisidir.

“Kaybettim ama gitmiyorum” diyebilme potansiyelini ortaya koymaktadır. Öyle ya… Bugün “mahkemeyi kaybettim ama mülkten çıkmam” diyen bir irade, yarın “kaybettim ama anahtarları-mührü teslim etmem” demez mi?

Garantisi var mı?

İşin en vahim yanı da budur.

Hukukun ihlali namus gibidir. Kişisel namustan bir kez feragat edildiğinde, daha “büyük ayıplar”ın da artık görece hale gelmesi söz konusudur. Bir devletin namusu da “hukuk sistemidir”. Bir kez “delindi mi”, artık telâfisi çok zordur. Yani “Bi kerecikten bişey olmaz” denilemez.

Allah beterinden saklasın.

Sonumuzu hayreylesin..

Bu çizgiye gelmiş bulunmaktayız.

Herkesin aklını başına devrişip, “Ne yapıyoruz yahu? Ali kıran baş kesen rejimine mi döndü bu memleket?” diye kendini ve yaptıklarını sorgulama zamanıdır.

Vakit geç olmadan aklı selim zamanıdır.

Eşkıya dünyaya hükümdar olmamalıdır.

23-24 Haziran olayları

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
25 Haziran 2021, Cumhuriyet

 

Siyasi ve sosyal tarihimizde bu tür birkaç “ardışık sayılı” mühim gün veya dönüm noktaları vardır. Mesela 6-7 Eylül olayları. 1955 senesinde, utanç verici bir ırkçı-kafatasçı-ultra milliyetçi-faşist pogromun yaşandığı iki gündür. Mesela, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi. Emekçilerin sendikal haklarına sahip çıkmak için yaptıkları ve Cumhuriyet tarihimizde işçi sınıfının bir iftihar madalyası gibi göğsünde taşıdığı bir başkaldırı destanıdır.

Bunlara 23-24 Haziran tarihlerini de eklemek isterim. Her ne kadar bir yıl ara ile yaşanmış iki önemli olayın yıldönümleri ise de 2018 ve 2019 yıllarının 23 ve 24 Haziran günleri, tarihi “virajlar” olarak anılmayı hak ederler.

23 HAZİRAN YEREL SEÇİMİ

Bundan iki yıl önce 23 Haziran’da, sayıca ve “sosyolojik, sosyoekonomik, kültürel, etnik, siyasi kompozisyon itibarı ile” Türkiye’nin geneline teşmil edilebilecek önemli bir “temsil kabiliyeti” taşıyan İstanbul halkı, ülke demokrasisi açısından tarihi bir ders niteliğinde bir karar vermiştir.

İstanbul halkı, yerel yönetimde tam çeyrek asır hâkimiyet süren (1994-2019) “Akape zihniyeti” ni yer ile yeksan ederek “yetti artık” demesini becermiştir. Hem de 31 Mart’ta aynı yönde verdiği kararın utanç verici biçimde “yok hükmünde” sayılmasını elinin tersi ile iterek sağladığı 800 binin üzerinde oy farkıyla.

O gün İstanbullular, millet iradesini küçümseyen, yok sayan ve “biz kimi istersek seçtiririz, onu bile” kibri ve küstahlığı ile aday gösterilen Binali Bey’in ertesi sabah hâlâ (hezimetin şaşkınlığı ile) pişkin pişkin “durun bakalım, yine de biz kazanmış olabiliriz” tavrı ile ortalıkta dolaşmasını sağlayacak sıkı bir tokat aşk etmiştir muktedirlerin suratına.

Seçim öncesinde kibrin ve antidemokrasinin zirve yaptığı bir anlayışla “zaten seçilseler bile çalıştırmam. Yedirmem İstanbul’u” yollu beyanlara ağır bir ceza kesmiş, “Yok artık öyle yağma. Eski günleri unutun. Bundan böyle maymunun gözü açıldı” anlayışıyla, ilçelerde bile 31 Mart oylarının üzerine çıkılmış, 31 Mart’ta 16 ilçede önde iken, 23 Haziran’da 28 ilçede öne geçmiştir. Yani Meclis seçimleri de tekrarlansa, İstanbul’da “İBB Meclisi’nde de çoğunlukla” iktidar olacak oyu ulaşmıştır.

Bu seçmen “dirilişi ve şahlanışı”, Ekrem İmamoğlu’nun ya da Millet İttifakı’nın başarısı olmanın ötesinde, “İktidarın gidişini hazırlayan ve hatta müjdeleyen” bir büyük meşalenin yakılması anlamını taşımayı hak eder.

23 Haziran 2019’da “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi de kaybeder” veciz sözünün bir sağlamasının yapılmasına ilk adım atılmıştır.

24 HAZİRAN GENEL SEÇİMİ

Bundan üç yıl önce de genel seçimde birlikte yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde onaylanan “Şahsım Rejimi”, Türkiye’yi içinden çıkılamaz yeni sorunlara boğmanın tescili anlamına gelmiştir. Türkiye’nin, o güne kadar ciddi arızaları ile de olsa bir tür kuvvetler ayrılığı sistemi ile sürdürmeye gayret ettiği siyasal sistemini onarılamaz yeni bir dertler yumağına dolamak anlamına gelen bu yeni rejim, Cumhuriyetin temellerine konulan ve devleti berhava eden (mecazi anlamda) patlayıcılara, yenilerini eklemiştir.

Sadece sistemi tek bir şahsa bağlayıp, yargıyı, yasamayı yürütmeyi ve dolaylı yoldan “dördüncü kuvvet” medyayı mefluç (felç) hale getirmekle kalmamış, buna bağlı bir şekilde ekonomiden sağlığa, savunmadan dış siyasete, hukuktan eğitime kadar binlerce konu başlığında her şeyin duvara dayanmasını da beraberinde getirmiştir.

Doğrunun ve yanlışın, hukukun ve zorbalığın, cehaletin ve aydınlanmanın, barışın ve kavganın her zaman ayrı kutuplarda olduğundan hareketle, bu anlamda “kutuplaşmanın sanıldığı gibi kötü bir şey olmadığını” savunsam da insanların birbirine düşman edilmesi anlamında “kutuplaşmanın ve kamplaşmanın, nefretin ve husumetin” doruğa ulaştırıldığı bir iklimin de esiri olmamızı sağlamıştır, “Şahsım Rejimi”

Türkiye’nin bir an önce bu rejimi değiştirmesi bu kibrin, bu tepeden bakmacılığın, bu halkı ve istişareyi, müzakereyi, münazarayı yok sayan yönetim anlayışının, neredeyse resmi – özel her kuruma “kayyum ataması ile çökertmeyi amaçlayan” zihniyetin son bulması en acil görevdir.

Son “mafyacı videoları” vesilesi ile ortaya dökülen pisliklerin kokusu da bu “çökme, çöküntü ve çöküş” devrinin sonunu muştulamaktadır. Bir tür “müsilaj”ın kaldırılması ve bir çökeltinin temizlenmesi gereğinden söz ediyorum.

Çare, bir an önce sandığın ortaya konulması ve halkın iradesi ile bu kâbustan kurtuluşun ilk kilometre taşının döşenmesidir. O gün geldiğinde, tabii ki her şeyin çözülmeyeceğinin idrakinde olarak uzun ve meşakkatli ama torunlarımıza umutla bakacakları bir gelecek vaat eden yeni bir dönemi başlatmak gerekmektedir.

Herkesin birbirini ve en başta da “kendisini” bu tarihi görevin gerekliliği ve önemi konusunda uyarması gerekir.

Kendinizden başlayın.