Etiket arşivi: Prof. Dr. Süleyman Çelik

ATATÜRK ve ÖĞRETMEN

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

Atatürk döneminde bir öğretmen milletvekili kadar aylık alıyordu. Daha doğrusu, “millet vekili aylığı öğretmen aylığını geçemiyordu.”

Şimdi ‘sözleşmeli öğretmen’ yaparak kadrosuz ve sosyal güvencesiz çalıştırdıkları öğretmenin aldığı para, asgari ücretten çok daha az; üstelik tatil günlerinde onu da vermiyorlar…

Atatürk döneminde bir vilayete öğretmen atandığında, Milli Eğitim Bakanı valiye telgraf çekiyordu: “ilinize atanmış olan öğretmen ‘Kubilay Devrim’ … günü … ekspresi ile geliyor. Garda karşılanması rica olunur.”

Şimdi valiler, polislere öğretmenleri coplatıyor!..

  • Atatürk döneminde öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar” isteniyordu.

Amaç çağdaş uygarlığın üzerine çıkarak, “dünyada emperyalizmin ve sömürünün yok edildiği/ barışın egemen olduğu yeni bir uygarlık” yaratılmasına öncülük etmekti…

Şimdi,

  • itaat ve biat eden/ dinini ve kinini unutmayan nesiller isteniyor.

Amaç, insanlarımızı, bu dünyada emperyalistler tarafından ezilse, hatta daha önce Anadolu’da yaşamış onlarca kavim gibi yok edilse de, öteki dünyadaki “saadet-i ebediye” için hazırlamak, fakat kendilerinin o saadeti bu dünyada yaşamak istemeleri!

Bu amaçla Osmanlı’yı batıran “İlmiye Sınıfı”nı yeniden yaratmak üzere, Atatürk’ün Partisi CHP’nin dahil olduğu muhalefetin de katılımı ile “Diyanet Akademisi” yasası, TBMM’de oybirliği ile kabul edildi…

Daha önce benim köyüme, yalnızca aşar vergisi almak ve asker toplamak için gelen devlet, Cumhuriyet’ten hemen sonra 3 yıllık okul olarak geldi ve babamın kuşağına eğitmenler okuma yazma, matematik ve yurt bilgisi öğrettiler. Daha sonra tek derslik – 5 sınıflı ilkokula dönüşen bu okulda, köy enstitülü öğretmenler tarafından eğitilen ben, Cumhuriyet’in sağladığı parasız yatılı eğitim ve fırsat eşitliğinden de yararlanarak mesleğimin zirvesine, profesörlüğe kadar yükseldim…

Şimdi benim okulumu kapattılar. Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi, gene benim köyümde ve binlerce başka köyde okul da yok, öğretmen de.

  • Artık parasız yatılı eğitim ve fırsat eşitliği de yok.
  • Ancak 3-5 haneye bir cami ve kadrolu imamlar var.
  • İmamlar köylüyü öteki dünyaya hazırlarken, çocuklar için de tek seçenek
    tarikat ve cemaat yurtları, Kuran kursları, medreseler!..

Emperyalist ülkelerin ajanı hainler tarafından aldatılan zavallıların Atatürk ve Cumhuriyet’e düşmanlıklarını anlıyorum ama

  • kadınların ve öğretmenlerin Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olmalarına aklım ermiyor!..

TÜM BU KOŞULLARA KARŞIN HALA “FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR, İRFANI HÜR KUŞAKLAR” YETİŞTİRMEYE ÇALIŞAN CUMHURİYET ÖĞRETMENLERİNİN GÜNÜNÜ KUTLARKEN, ONLARA

  • “YIKILMAYA ÇALIŞILAN CUMHURİYETİMİZİ SİZLER KURTARACAKSINIZ”
    DİYEREK BAŞARILAR DİLİYORUM…

    * “Biz, sadece iktidarları değil, muhalefeti de dizayn ederiz.” Henry Kissinger

 

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

ULUSAL DUYARLIĞIMIZI KAYBETTİK

ULUSAL DUYARLIĞIMIZI KAYBETTİK

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

Atatürk’e TBMM tarafından “gazi” unvanının verildiği tarih olan 19 Eylül “Gaziler Günü” olarak kutlanmaktadır, daha doğrusu kutlanması gerekmektedir..

Peki biz, gazilerimize hak ettikleri değeri veriyor muyuz?

Ne yazık ki bu soruya “evet” yanıtı veremiyoruz.

ABD de “Gaziler Günü” var: 11 Kasım. O gün Federal tatil günüdür ve tüm kentlerde gazilerin onuruna törenler düzenlenir; gazilerin kahramanlıklarından, özverilerinden övgü ile söz edilir Törenler medyada birinci haber olarak yayımlanır. Bu tarih dışında da her zaman, her yerde, havaalanlarında/ çarşıda/ sokakta vb. kamuya açık her alanda bir gazi görüldüğünde büyük saygı gösterilir, öncelik verilir, hatta alkışlanır.

Dün 19 Eylül idi. Hiçbir televizyon haberinde gaziler gününden, gazilerden söz edildiğini duydunuz mu? Bugünkü gazetelere bakın bakalım bir haber görebilecek misiniz? Biz, kamuya açık alanlarda karşılaştığımız gazilerimize saygı gösteriyor muyuz?

Oysa bizimkiler vatanımızı savunmak, ulusal birliğimizi/ bütünlüğümüzü korumak için canları pahasına savaşırken gazi oldular. Amerikalılar ise vatanlarını savunmak için değil, kapitalist emperyalistlerin dünyayı sömürmesi için Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta vd. yerlerde savaşırken gazi olmuşlar…

Yazıklar olsun, bize; ulusal kimlik bilincimizi yitirmişiz!..

* * *

Emperyalistlerin SEVR Antlaşmasındaki amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için, ulusal birliğimizi bozmaları, Atatürk’ün kurmak istediği “ulus devlet”imizi yıkmaları/ ülkemizi parçalamaları gerekiyordu. Bunun için önce ulusal kimlik bilincimizi yok etmeli idiler. Bu amaçla yıllarca sistemli bir biçimde çalıştılar. Kendilerine yardımcı olacak hainler bulmakta da güçlük çekmediler. Sonuçta ulusal değerlerimize duyarsız bir toplum olduk.

Askeri birliğin nizamiyesindeki bayrağımız gönderden indirilip yakıldı. Ülkemizi parçalamak isteyen teröristler davul zurna ile karşılanıp otobüslerin üzerinde zafer turları attı. Resmi televizyon kanalının her gün hava durumunu gösterdiği haritasında, ülkemizin doğu ve güneydoğusunu “Kürdistan” sınırları içinde gösteren Barzani, kırmızı halı ile karşılandı; iktidar partisinin kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratıyla alkışlandı. Geçmişte Genç Cumhuriyetimizi yıkmak için devlete isyan etmiş hainler kahramanlaştırıldı/ heykelleri dikildi. İçimizdeki hainlerce, millet olarak “Ermeni katili” olmakla suçlandık/ suçlanıyoruz. Kurtuluş Savaşımızdaki hainler kahraman, kahramanlar hain ilan edildi. Ulusal birliğimizin harcı Atatürk’e ve annesine açıkça en ağır hakaretler edildi vs. vs. Hiçbirine, ulusça ayağa kalkıp gerekli tepki göstermedik. Hatta “keşke Yunan kazansaydı” diyen hainler devlet katında itibar gördü…

Öyle görülüyor ki emperyalistler epey yol aldılar ve amaçlarına erişmek üzereler…
* * *
Televizyonlarda her gün terör haberlerini izliyoruz: “çatışma çıktı ya da EYB patladı; şu kadar şehit, şu kadar yaralı…”

Üzülmeyenler de vardır ama genelde şehitlerimize üzülüyor ama yaralıları umursamıyoruz. Onların ellerine sanki diken battığını sanıyoruz. Oysa çoğu günlerce, hatta aylarca “keşke şehit olsaydık” diyecek ölçüde büyük acılar, ağrılar çekiyor, ameliyat üstüne ameliyat oluyorlar. Uzun süren tedavinin sonunda hastaneden ağır engelli olarak taburcu edildiklerinde toplumun duyarsızlığı ile karşılaşınca, ömür boyunca sürecek çok daha ağır acılar yaşamaya başlıyorlar…
Gaziler günü nedeniyle özel yazı yazma gereği duyan az sayıdaki yurtsever yazarlar arasında bulunan Sevgili Yılmaz Özdil dünkü (AS: 19.9.19, SÖZCÜ) yazısında, kendisi de gazi olan Sayın Koray Gürbüz’ün, gazilerin anılarını topladığı “UNUT MAYIN/ Gazilerin Gerçeği” (Kırmızı Kedi Yayınları, 2017) adlı kitabından alıntılar yapmış. Aşağıda bazı örnekler sunduğumuz, gazilerimizin yaşadıklarını ve duygularını anlamak için okuyun…
* * *
Yunus Kara: “Sol ayağım kömür olmuş, sağ ayağım diz üstünden kopmuş, üstümde sadece boş palaska kalmıştı. Şimdi haklarımız öylesine kısıtlı ki, istediğimiz protezi bile alamıyoruz, ayağımın canlısını verdim, sahtesini alamıyorum!”

Erol Ayhan: “Karaciğer, bağırsak, böbrek, kalp, ortopedi, beyin, sinir cerrahisi, üç ay içinde 41 ameliyat oldum, bacağımı diz üstünden kestiler, yıllar geçti, hâlâ vücudumdan şarapnel parçaları çıkıyor, biz gazileri biz gazilerden başka kimsenin anlamadığını gördüm.”

Erol Aydın: “Davul zurnayla gittim, koltuk değneğiyle döndüm, bazı insanlar ‘devletten maaş alıyorsun, daha ne istiyorsun?‘ diyorlar.”

Erhan Atik: “İnsanların duyarsız olması beni çok üzüyor. Kimi insanlar ‘bana ne, benim için mi vuruldun?’ diyor. Bu cümle beni bitiriyor.”

Fazlı Ersan: “Bir ortama girdiğimizde ‘gaziyiz’ diyoruz, vebalı gibi bakıyorlar. Artık polis bile gaziye saygı göstermiyor.”

Cengiz Özerden: “Belediye otobüsüne bir kez bindim, otobüs şoförü ‘geç geç bedavacı’ dedi, bir daha belediye otobüsüne binmedim.”

Bektaş Oruç: “Şehit için isyan etmiyorsun, gazi için isyan etmiyorsun, ‘bu çocuk 20 yaşında kör olmuş, kolu bacağı kopmuş’ demiyorsun, ne yapayım böyle halkı, ne yapayım böyle devleti!”

Yazının tümü için Yılmaz Özdil’in yazısını, (https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/yilmaz-ozdil/senede-bir-gun-), gazilerin tümünün duygularını öğrenmek için Gazi Koray Gürbüz’ün “UNUT MAYIN” kitabını okuyun…

ANKARA’DA HAKİMLER VAR!..

ANKARA’DA HAKİMLER VAR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

Arapça bir sözcük olan “hakim”, “hikmet sahibi” (bilge), “her şeyi sonsuz bir bilgelikle kusursuz eden”, Allah” anlamına gelir.

Zaten Allah’ın 99 isminden (AS: sıfatından) biri de hakimdir.

Bu nedenle hakimler, mitolojideki tanrılar gibi insanüstü görülür; herkesten yüksekte olan bir kürsüde oturur ve bireysel kişiliğini arka plana itip, mesleğini öne çıkaran özel bir cübbe giyer; kimi ülkelerde özel peruk da takarlar…

Türkçe karşılık olarak, “yargıç” sözcüğü kullanılır.

Yargılama kökeninden türemiş olan “yargıç” sözcüğü, hakimi tam olarak ifade etmemektedir…

Hakimiyet sözcüğünün karşılığı egemenlik olduğuna göre “hakim” sözcüğünün karşılığı da “egemen” olmalıdır…
* * *
Anayasamıza göre, egemenlik milletindir ve millet bunu üç erk aracılığı ile kullanır: Yasama, Yürütme ve Yargı

Yargı erki öbür ikisinin üzerindedir; çünkü gerektiğinde hakimler, öbür erk mensuplarını da yargılayıp cezalandırabilir… (AY Başlangıç, parg. 4: üstünlük değil medeni bir işbirliği demekte.)

Hukuktan / hukukun üstünlüğünden haberi olmayan çağ dışı cahiller, millet egemenliğini sandıkla / sandıktan çıkmakla özdeşleştirir…

Seçilmişler ve atanmışlar kavramı oluşturmuş olan bunlara göre yalnızca seçilmişler milleti temsil eder.

Bunlar, hakimleri de atanmışlar sınıfına koyarlar…
* * *
Anayasamıza göre Türk milleti adına” karar veren hakimler atanmışlar sınıfına sokulamaz; çünkü hakimler atanmaz; atanıyorlarsa sistemde bir yanlışlık var demektir…

Dört yıllık hukuk eğitimini tamamlayan, 22 yaşındaki bir gencin, elenmenin söz konusu olmadığı kısa bir stajın (AS: 1 yıl!) ardından hakim olarak atanması yanlıştır…

Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu ülkelerde, on yıldan daha uzun süre, hukuk alanında başka mesleklerde (fakat kesinlikle siyasal parti örgütlerinde değil) görev yaparak seçkin bir kişilik kazananlar, ancak hakim olabilir…

Zaten yüksek hakimlerin, gerektiğinde yargılayacağı siyasiler tarafından atanması, eşyanın doğasına aykırıdır; kararları ile meslektaşları arasında seçkinleşenler yüksek hakim olmalıdır…
* * *
Hakim sözcüğünün hikmetini bilen yoksul bir Alman köylü, “Berlin’de hakimler var” diyerek, değirmenini yıkmak isteyen Avrupa’nın en güçlü Kralına, taaa 18. yüzyılda karşı gelmiştir…

O zamandan bu yana köprülerin altından çok sular aktı; muktedirlerin ağzından çıkanların yasa olduğu dönem sona erdi; kral, şah, padişah gibi muktedirler yok oldu; “yasa devleti” dönemi bile bitti; “hukukun üstünlüğü” kavramı gelişti ve “hukuk devleti(AS: meşruluk kavramı) ortaya çıktı…

YSK Başkan ve üyesi “Yüksek Hakimler”!..

Dünyanın gözü üzerinizde; öyle -adil- bir karar verin ki; dünya “Ankara’da da hakimler varmış” desin…

ATATÜRK’ÜN ANZAKLARA SESLENİŞİ…

ATATÜRK’ÜN ANZAKLARA SESLENİŞİ…

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com 

Atatürk’ün ANZAK askerlerine ve analarına seslenen ünlü sözleri söylemediğini öne sürenler var. Bunu öne sürenlerin gösterdikleri tek kaynak, Cengiz Özakıncı’nın 1 Mart 2015 tarihli Bütün Dünya dergisinde yayımlanmış yazısı…

Sayın Cengiz Özakıncı, yazılarını ve kitaplarını beğeni ile okuduğum bir yazardır, ancak bu durum her dediğinin doğru olduğuna inanmamızı gerektirmez. Böyle bir şey bilimsel düşünceye de bilimin doğasına da aykırıdır. Bilimde mutlak doğru yoktur; öne sürülen bir savı mutlak doğru olarak kabul etmeyip, yapacağınız deney ya da gözlemle doğrulayabilir veya yanlışlayarak yeni bir sav öne sürebilirsiniz. Sosyal bilimlerde deney ve gözlem yerine belgelere başvurulur.

Bu sözlerin doğruluğunun birinci elden kaynağı olan, Atatürk’ün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dünya gazetesinin 10 Kasım 1953 tarihli sayısında bunu açıklamıştır. Daha sonra, 1978 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Uluğ İğdemir de bunu doğrulamıştır (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 26, s. 364).

Sayın Özakıncı, “Şükrü Kaya’nın 1934’de değil, 1931 yılında Çanakkale’de konuşmuş olduğunu ve o konuşmasında bu ifadelerin olmadığını” öne sürüyor… Oysa Şükrü Kaya 1931’deki konuşmasını değil, 1934’deki konuşmasını işaret ediyor. Bu durumda hem 1931’de hem de 1934’de konuşmuş olmalı. Olmaması için bir neden var mı? Ben birinci elden kaynağa inanırım, bu da Şükrü Kaya’nın Dünya gazetesine verdiği demeçtir.
* * *
Ayrıca bu sözler, kalbinde en küçük nefret ve kin duygusu taşımayan Atatürk’ün insancıl ve barışçı kişiliğine – davranışlarına uyan, O’ona yakışan sözlerdir. Atatürk’ün bu nitelikleri ile ilgili sayısız örnekler vardır. 30 Ağustos Zaferi sonrası savaş alanını gezerken yerde bir Yunan sancağı görünce kaldırılmasını buyurmuştur.

Düşmanı denize döktüğü İzmir’de, üzerine basması için, konaklayacağı köşkün girişine serilmiş Yunan bayrağının kaldırılmasını buyurmuş, etraftakilerin “ama Yunan Kralı Türk bayrağını çiğneyerek bu eve girdi” demeleri üzerine “Yunan Kralı yanlış yapmış. Bayrak bir milletin onurudur. Ben bu yanlışı yinelemem” demiştir.

Uşak’ta yakalanan Yunan Orduları Başkomutanı General Trikopis’i ayağa kalkıp elini sıkarak karşılamış, sigara ve kahve ikram etmiş ve gururunu okşayıcı sözlerle onu teselli etmiştir: “Üzülmeyin General, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Ancak savaşta yenilmek de vardır. Napolyon da zamanında esir olmuştu.” demiş ve “bir isteği olup olmadığını” sormuştur.

Kurtuluş’tan sonra, Yunanistan dahil, savaştığı tüm düşmanları ile barışmış ve çevremizde bir barış ağı oluşturmuştur. Melbourne Star gazetesinin kendisinden, 25 Nisan 1934’de yapılacak törenlerle ilgili bir demeç ricası üzerine; “Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden bütün muharebeler, dünyaya orada kanlarını dökenlerin kahramanlığını göstermiştir” demiştir (a.g.e., Cilt 26, s. 363). Yani, yalnız söz konusu tartışılan seslenişinde değil, başka konuşmalarında da düşmanlarından kahraman olarak söz etmiştir…
* * *
“Dedelerinizi toprağa gömdük, sizi de gömeriz” sözü, Tayyip Erdoğan’a uyar – yakışır, ama bu sözlerin O’na ait olup olmadığını saptamak için belge ararım; çünkü bu tür sözleri söyleyecek çok kişi bulunmaktadır.  Anzaklar ile ilgili o sözleri ise yalnızca Atatürk söyleyebilir; bu nedenle bir belge olmasa bile bu sözlerin Atatürk’e ait olduğuna inanırım. Nitekim Atatürk’ün, kendisinden yapacağı konuşmada söz konusu sözleri söylemesini istemesi üzerine, Şükrü Kaya “Paşam ben bunu yapamam. Çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir.” diyor (a.g.e. Cilt 26, s. 364).
* * *
Şükrü Kaya’nın kişiliğini tartışarak kaynağa inanmamak, nesnel bir yaklaşım değildir; dolayısıyla bilimselliğe uymaz. Kaldı ki Şükrü Kaya, Atatürk’ün güvenini kazanmış bir bakandır. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras gibi Şükrü Kaya da Başbakan İsmet Paşa’nın hoşlanmadığı bir kişidir. Ancak her ikisi de Atatürk’ün güvenini kazanmış kişiler oldukları için hükümette yerlerini korumuşlardır. Atatürk’ün sonsuzluğa uğurlanışından sonra bakanlıktan uzaklaştırılmaları, onların değerini düşürmez.

Atatürk, çok başarılı olan dış politikasını Tevfik Rüştü Aras aracılığı ile yürütmüştür.
(AS: TR Aras bir tıp doktorudur ve 13 yıl kesintisiz Dışişleri bakanlığı yapmıştır..) Bunları hükümetten uzaklaştıran İsmet Paşa ise karşıdevrimci Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucularını bakan yapmıştır!… (AS: Yazarın son tümcedeki yorumuna katılamıyoruz..)

ÜNİVERSİTE HASTANELERİ…

ÜNİVERSİTE HASTANELERİ…

  • İKTİDARA GELDİĞİNDEN BERİ AKP’NİN AMACI ÜNİVERSİTE HASTANELERİNİ BATIRARAK HASTALARI ÖZEL YA DA ŞEHİR HASTANELERİNE YÖNLENDİRMEKTİ. BUNU BAŞARDILAR.  OLAYIN ASLI BUDUR…

Konuk yazar :
Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bir üniversite hastanesi başhekiminin “çok acil olgular dışında ameliyatların yapılmamasını isteyen” genelgesi, muhalefet tarafından ekonomik krize ya da doların yükselişine bağlandı.

Oysa işin aslı üniversite hastanelerinin batma noktasına gelmiş olmasıdır. Geçenlerde açıklanan Sayıştay raporunda da belirtildiği gibi üniversite hastaneleri borca batmış ve iflas noktasına gelmiş durumda

Tayyip Erdoğan, dün İsparta’da yaptığı konuşmada bunu doğruladı. Aşağıdaki genelgeyi göstererek hükümeti eleştiren Kılıçdaroğlu’na yanıt verirken, “Ey Kılıçdaroğlu, gel de İsparta Şehir Hastanesi’nde ameliyatların nasıl yapıldığını gör.” dedi…

Buna karşılık Sayıştay, İsparta Süleyman Demirel Üniversitesi Hastanesi’nin 13.5 milyon borcunu ödeyemediği için çalışamaz duruma geldiğini” bildirdi; yani İsparta’nın şehir hastanesi çalışıyor ama üniversite hastanesi batıyor…

Ne yazık ki bilgisiz, bilinçsiz ve yeteneksiz muhalefet işin aslını bilmeden konuşarak iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Ancak olayın asıl suçluları üniversiteler. Rektörler ve dekanların, yandaş oldukları için AKP’yi eleştirmeleri olası değil. Öğretim üyeleri ise örgütlü mücadeleden korkuyor, öğretim üyesi derneklerine üye olmuyorlar, bazıları da bu düzenden çıkar sağlama peşindeler.

  • Sonuçta akademi suskunları oynuyor!..
  • Ülkede hukuk ayaklar altına alınıyor, hukukçu profesörlerden ses çıkmıyor.
  • Ülke ekonomisi, Osmanlı’nın batış sürecindeki duruma gelmiş, iktisat profesörlerinden ses çıkmıyor.
  • Üniversite hastaneleri batıyor, hastaların ameliyat edilmemesinin ötesinde -hastalar özelde de ameliyat olabiliir- asistan ve öğrenci eğitimi yapılamaz duruma gelmiş, tıp profesörlerinden ses yok…

Oysa bilim, “doğru bildiklerini, ölümü göze alarak da olsa söylemeyi gerektirir.”

Giordano Bruno ve Jun Hus gibi bilim insanları, Engizisyon mahkemelerinin acımasızlığına karşın, diri diri yakılmayı göze alarak, doğru bildiklerini açıklamaktan korkmadılar.

Onları yakan ateş Avrupa’yı aydınlattı ve insanlar özgürlüklerine kavuştular…
=================================
Dostlar,

Çook teşekkürler değerli akademisyen melektaşımız ve ADD’den dava yoldaşımız
Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik..

Yazdıklarınıza bütünüyle katılıyorum.. Biliyorsunuz ben “susanlardan” değilim, hiç olmadım..
Anımsayacaksınız, Samsun’da sizin Tıp Fak. ADT danışmanı / Şube Başkanı olduğunuz dönemde 2 konferansımız olmuştu desteğinizle..

1. Sorunlar Sarmalında Türkiye ve Ulusal Çıkışlar Samsun ADD ve 19 Mayıs Üniv. ADT      31.03.2003
2. Türkiye’nin Güncel Sorunları ve Atatürkçü Düşünce Samsun Anadolu Lisesi, 31.03.2003

Bir de TV konuşmamız : Türkiye’yi Kuşatan Ahtapot Kolları ve Kemalist Çıkışlar Samsun Güneş TV, 31.03.2003

7/24 görevdeyiz ve bu mekândan / sitemizden AYDINLANMA savaşımımızı var gücümüzle sürdürmekteyiz..

Hiç ama hiiiç kuşku yok ki, zerrece çekinceye yer yok ki; insanlık aklı ve onuru daima son sözü söyleyecektir.

Türkiyemiz bu kara bulutları da defetmesini bilecektir..

Hancılar ve yolcular hak ettikleri yerlerini bulacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

ATATÜRK GİBİ OLMAK

ATATÜRK GİBİ OLMAK

  • “Atatürk gibi olmak için 40 kütüphane dolusu kitap okumak gerek”

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Atatürk’ün kuşağı daha doğmadan, Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girmişti. Çocukluklarından beri “vatan elde gidiyor” sözlerini duyan ve askeri okulda, kendilerine sürekli “birinci görevlerinin vatanı kurtarmak olduğu” öğretilen Atatürk ve arkadaşları okullarını bitirince, Vatanı kurtarmaktan başka bir şey düşünmeksizin görevlerine koştular ve kendilerini mücadelenin içinde buldular. Gittikleri yerlerde savaş yoksa bile ya bir isyan ya da bir ayaklanma vardı.

Büyük çoğunluğu evlenmeyi aklına getirmedi. Çünkü insan kendi canını düşünmeyebilir, ama eşini ve çocuklarını düşünmek zorunda kalır. Böyle bir sorun edinmek istemediler.  Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen 7 askerinden beşi (M. Kemal Atatürk, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele), yaşları 40 dolayında olmasına karşın hala evlenememişlerdi. Evli olan İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak ise 30 yaşını geçtikten sonra, ailelerinin zoruyla evlenmiş, ancak eşlerinin yanında 15 gün bile kalamadan cepheye koşmuşlardı.

Hepsi vatanseverdi ve görevlerini canları pahasına büyük bir özveriyle yapıyorlardı, ama Atatürk onlardan farklıydı. Fark, Atatürk’ün onlardan daha çok okumuş ve dolayısıyla daha bilgili olmasından ileri geliyordu. Üstelik o, Lloyd George’un deyimiyle, “dünyaya yüz yılda bir nadiren gelen bir dahi” idi. O, diğerleri gibi yalnız verilen görevleri yapmıyor, bir yandan da dünyanın ve Osmanlı’nın genel durumunu değerlendiriyor ve çıkış yolu bulmaya çalışıyordu.

Çocuk yaşta başlayan okuma alışkanlığı, bir tutkuya dönüştü ve ölene dek sürdü. Cephede bile yanında kitap taşıyor ve ateş hattında okumak için zaman yaratıyordu. Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” istiyordu. Yeni bir devlet kurdu, Cumhurbaşkanı olarak yaşadığı 15 yılda birçok devrimler, reformlar gerçekleştirdi; yapılanları halka anlatmak için sürekli  yurt gezileri yaptı. Bu denli yoğun işi arasında okumayı hiç bırakmadı. Gezilere giderken, her zaman yanında 1-2 sandık kitap taşırdı. Aynı zamanda bir yazardı ve ilk kitabını 27 yaşında yayımlamıştı.

Cumhuriyet’ten sonra, yaptıklarını övüp kendisine yalakalık yapanlara güler ve dostlarına işin sırrını açıklardı: “çocukluğumdan beri elime geçen 2 kuruştan biri ile kitap almasaydım, yaptıklarımın hiçbirini başaramazdım.”

Manastır Askeri Lisesi’nde okuduğu kitaplardan politik bilinç kazanmaya başladı. Fakat Abdülhamid sansürü yüzünden, Türkçe kaynak yok denecek kadar azdı. İstediği kitapları okuyabilmek için Fransızcasını geliştirmeye ve bu dile hakim olmaya karar verdi. Bu amaçla gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulunda dersler aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan Frerlerin açtığı dil kursuna devam etti ve zamanla bu dili rahatça okuyabilecek kadar öğrendi.

Genellikle Jön Türkler tarafından yurda sokulan Voltaire, Rousseau, Auguste Comte, Montesquieu, Descartes gibi Fransız filozoflarının eserlerini okuyarak Fransız Devrimi ve dolayısıyla Aydınlanma düşüncesiyle tanıştı. Fransız ve Amerikan Yurttaş Hakları Bildirgelerini öğrendi. Atatürk, Manastır’da Avrupa Uygarlığını hazırlayan Aydınlanma felsefesini ve rasyonel düşünceyi benimsemiş, ulusal egemenlikten yana, monarşi karşıtı bir devrimci olarak İstanbul’a, Harbiye’ye geldi.

Dünyada, Büyük Prusyalı askeri kuramcı Carl von Clausewitz’den sonra gelen askeri kuramcı kabul edilen Colmar von der Goltz’un, daha sonra Osmalıca’ya da çevrilecek olan, ‘Das volk in Waffen  (Ordu Millet) adlı ünlü kitabının 1891’de yapılmış Fransızca çevirisini de askeri lise öğrencisi iken satın alarak okudu. İyi bir komutan olabilmek için iyi bir lider olmak gerektiği tezini öne süren ve politika-savaş ilişkilerini işleyen Goltz, Atatürk’ü çok etkiledi. Okul günlüklerinde kitabına sık sık gönderme yaptığı görülür. 1909’da İmparatorluğa görevli olarak yeniden geldiğinde, ondan “büyük bilgin ve düşünür” şeklinde saygıyla söz ettiği, görülecektir. Daha sonra Clausewitz’in, “Savaşın İdaresinde Temel İlkeler” kitabının Türkçe çevirisi yayımlandı ve Atatürk bu kitabı da okudu. Böylece Harbiye’ye başladığında yalnız politik değil, aynı zamanda bilinçli bir asker olmuştu.

Yabancıların kapitülasyonlara dayanarak dokunulmazlık kazanmaları ve Beyoğlu’nu adeta özerk bir bölge haline getirmelerinin bir yararı olmuştu. Abdülhamid’in yurda girmesine izin vermediği yayınlar, sansürsüz olarak yabancıların özel posta servisleri aracılığı ile getiriliyor ve Beyoğlu’ndaki kitapçılarda, bazıları el altından, bazıları açıktan satılıyordu. Genç Türkler de yayınlarını bu yolla gönderiyorlardı. Bunu keşfeden Mustafa Kemal’in en çok uğradığı yer Beyoğlu’ndaki kitapçılar oldu. Harp Okulu’nun Beyoğlu tarafında olması da işini kolaylaştırmıştı. Hafta sonu iznine çıktığında doğru kitapçılara gidiyor, Fransızca gazeteleri okuyor, yeni kitaplar satın alıyordu. Artık Fransızcasını iyice ilerletmişti. Şimdi daha iyi anlayarak ve daha derinine inerek inceleyebiliyordu.

Mustafa Kemal ayrıca, Harp Okulunda üç yıl Almanca öğrenimi gördü. Almancasını da kitap okuyacak derecede ilerletti. Daha sonra Almanca yazılmış askerlikle ilgili bir kitabın Türkçeye çevirisini de yapacaktı. Le Matin ve Le Petit Parisien en çok okuduğu gazetelerdi. Gazeteler, günceli yakalamak, yurt içi ve dışındaki gelişmeleri öğrenmek, böylece ufkunu genişletmek için kolay erişilebilen bir kaynak işlevi gördü. Türkçe gazeteleri de okumaya başladı ve iyi bir gazete okuru oldu. Gazetecilik o kadar hoşuna gitti ki, okulda arkadaşlarıyla elle yazılmış bir gazete çıkarmaya karar verdiler. Doğal olarak bu işi gizli yapacaklardı. Oysa gazete çıkarmak değil, okulda ders kitapları dışında kitap ve gazete okumak bile yasaktı. Mustafa Kemal kitap ve gazeteleri, herkes uyuduktan sonra gizli bir köşe bulur ve orada loş ışık altında okurdu.

Tarih doktorası da yapmış olan Emekli Büyükelçi Bilal Şimşir, Atatürk’ün kitap sevgisiyle ilgili ilginç belgeler bulmuştur: “Mesleğim dolayısıyla Londra, Paris, Roma ve Viyana Büyükelçiliklerimizin eski arşivleri elimden geçti. Bu arşivlerde, Tanzimat döneminden günümüze kadar pek çok değerli belge vardır. Belgeler arasında, zamanın Osmanlı ve Türk devlet adamlarıyla ilgili çeşitli yazışmalar da vardır. Bu yazışmalar arasında bir nokta özellikle dikkat çekicidir. O da şudur: Atatürk, yurt dışından sürekli olarak kitap sipariş etmiştir. Yurt dışından kitap sipariş eden tek Türk devlet adamı Atatürk olmuştur. Atatürk’ten başka bir padişahın, sadrazamın, cumhurbaşkanının ya da başka bir devlet adamının kitap sipariş ettiğini gösteren herhangi bir belgeye rastlamadım. İngiltere’den tavus kuşu yumurtası bile sipariş etmiş padişahlar gördüm. Ama kitap sipariş eden tek devlet adamı Atatürk olmuştur. Faturalar kitaplarla birlikte gönderilir ve paraları da kendi özel bütçesinden ödenir.

Atatürk’ün sipariş edip getirttiği kitapların bir bölümü, bugün Atatürk’ün özel kitaplığı kataloğunda görülmemektedir. Bu katalogda toplam 4289 kitap görünmektedir. Kayıp kitapları da hesaba katınca bu liste belki bir kat daha artabilecektir. Bu kitaplar üzerinde yapılan şöyle bir inceleme, insanı büsbütün şaşırtmaktadır. Atatürk, sipariş edip getirttiği kitapların hemen hepsini incelemiş, okumuştur. Kitapların üzerlerinde onun çeşitli notları, işaretleri bulunmaktadır.  Atatürk’ün kendine özgü okuma alışkanlığı vardır. Okurken önemli gördüğü yerlerin altını çizer, sayfa kenarlarına notlar alır, ünlem, soru işareti, dikkat gibi özel işaretler koyar. Bu şekilde, eleştirel bakış açısıyla okuduğu gibi uygulamada yararlanacağı konuları da belirlediği anlaşılmaktadır. Atatürk’ün okuduğu  kitaplardan 3997’si üzerinde bir araştırma yapılmış; altını çizdiği satırlarla, sayfa kenarlarına düştüğü notları bir araya getirildiğinde 500’er sayfalık 24 cilt kitap oluşmuştur.

Bilal Şimşir’in bulduğu bir belge çok ilginç; “Atatürk’ün hastalığı 1 Nisan 1938’de resmen açıklanmıştır. Hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap haberi okur. Paris Elçiliği’ne hemen bir yazı yazdırır: ‘Libraire Oriantale Paul Gauthner-12 rue Vavain, Paris VI- kitabevi tarafından yayımlanmakta olan, Dechiffrement de l’Ecriture Maya et Traduction de leurs codices (par Dr. Werner Wolf), isimli kitaptan bir adet, faturasıyla birlikte, gönderilmesini…’ 13 Nisan tarihinde Paris Elçiliğinden verilen yanıtta, bu kitabın basımının henüz tamamlanmamış olduğu ve matbaadan çıkar çıkmaz derhal gönderileceği’ bildirilir. Bu belge hakkında Bilal Şimşir, şöyle der: “Bu belgeler insana hüzün veriyor. Atatürk hasta haliyle, yeni yayınları izlemeye çalışmaktadır. O kadar ki daha basımı bitmemiş kitapları bile öğrenmekte ve sipariş etmektedir. Hem de ta Maya uygarlığına dahi ilgi duymaktadır. Araştırma, inceleme, okuma tutkusu, kitap sevgisi engindi Atatürk’ün. Ne yazık ki bu son kitabı okuyup incelemeye ömrü yetmemiştir.”

Atatürk’ün okuduğu kitapların sayısı, ölümünden sonra tereke yargıçlığınca tutulan kayıtlara göre 7333 adettir. Bu sayıya değişik kütüphanelerden alıp okuduktan sonra iade ettiği kitaplar dahil değildir. Ayrıca Selanik düşman eline geçtikten sonra, annesi ve kız kardeşi, öbür eşyaları olduğu gibi kitapları da bırakıp kaçmışlardır. Ki cepheden cepheye koştuğu için sabit bir evi olmayan Atatürk, günlük kullandığı eşyaları dışındaki eşyaları ile birlikte kitaplarını da Selanik’teki evlerinde tutuyordu. Bu şekilde okuduğu kitap sayısının 10 binin çok üzerinde olduğu düşünülmektedir.

  • Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin bir entelektüel birikime sahip değildir.

İşte Atatürk ile Kurtuluş Savaşı’nda kader birliği yaptığı asker ve sivil arkadaşları arasındaki fark bundan ileri gelmektedir. Atatürk, ünlü eseri Nutuk’ta der ki,

  • “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri, kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır, (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1,s.16).

Okuma engelli olmaları nedeniyle, günümüzde de “kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırları” yetersiz olan kifayetsiz muhterisler Atatürk’e düşman olmakta ve ‘kurbağanın boğaya öykünmesi gibi’ ona öykünmeye çalışmaktadırlar.

Ulusal Kurtuluşumuzun başlangıcı olan 19 Mayıs 1919’un 99. Yıldönümünde Yüce Atatürk’ü minnet ve şükranla anarken bunları düşündüm.

Bayramınız kutlu olsun…

Kaynaklar     :
Andrew Mango, Atatürk- Modern Türkiye’nin Kurucusu, Remzi Kitabevi
George W. Gawrych, Genç Atatürk- Osmanlı subayından Türk devlet adamına
Lord Kinross, Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar.
Turgut Özakman, Diriliş- Çanakkale 1915, Bilgi Yayınevi.
Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012.
Recep Cengiz (ed.), Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001
Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, in: Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 260-261.
====================================================

Sevgili dostumuz Prof. Süleyman Çelik hocamızı “bunları düşündüğü” ve de yazdığı için şükranla selamlıyoruz..
O’ndan ve değerli yazılarından öğrenmeyi sürdürmek istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TSK ÇÖKERTİLİRKEN.. Medresenin Mektepten Rövanşı mı?

TSK ÇÖKERTİLİRKEN..
Medresenin Mektepten Rövanşı mı?

portresi
Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

 

III. Mustafa cahil bir padişahtır. Ülkeyi, bugün “astrolog” denilen müneccimlere danışarak yönetmeye çalışmaktadır. Zamanın en güçlü devleti Prusya’nın savaşları kazanmasını, çok bilgili müneccimlere sahip olmasına bağlar. Bir elçi göndererek Prusya Kralı II. Frederick’ten üç müneccim ister. Kral elçiye tebessüm ederek bakar ve “benim üç münecimim var:

1. Güçlü bir ordu,
2. Güçlü bir ekonomi ve dolu bir hazine
3. 
Tarih okuyarak günü anlayıp geleceği öngörmek! der.

Sultan, Prusya Kralı’nın ne demek istediğin anlamaz ve “kefere yardım etmek istememiş!” diye düşünür. Bir vesileyle, Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi olan amcasını ziyaret için İstanbul’a gelmiş bulunan, Baron de Tott ile tanışır. Baron de Tott’un kurmay subay olduğunu öğrenince ondan yararlanmak ister. “Osmanlı ordusunu inceleyerek kendisine bir rapor vermesini” rica eder. İnceleme yapan Baron, “kullanılan silahların eski teknoloji ürünleri olduklarını” bildirir. “Ama daha önemlisi subaylarınız çok bilgisiz. Öncelikle onların eğitilmesi için bir okula gereksinim var” der. Sultan, “ medreselerimiz var. Subayları orada eğitiriz..” der.

Bunun üzerine medreseleri inceleyen Baron, buraların cehalet yuvaları olduklarını görür ve durumu padişaha arz eder. Padişah kabul etmez, “Gel birlikte gidelim. Orada, her şeyi bilen çok büyük alimlerimiz va..r” der. Birlikte bir medreseye giderler. Sultan, toplanmış olan müderrisleri göstererek Baron’dan “istediğine, istediğini sormasını” rica eder. Baron ortaya, “bir üçgenin iç açılarının toplamını” sorar. Herkes başını öne eğer, kimse Padişah ile göz göze gelmek istememektedir. Sonunda Medrese Emini bir yanıt vermek zorunda olduğunu anlar ve “üçgenine göre değişir, Sultanım” der. Baron’un “bunu Avrupa’da ilkokul öğrencilerinin bildiğini” söylemesi üzerine Padişah yeni bir okul açılmasını kabul eder.

Bu arada Çeşme Deniz Savaşı olur ve cahil subayların kumandasındaki Osmanlı Donanmasının, bir gemi dışında, tümü Ruslar tarafından yakılır. Bu faciadan gemisini kaçırarak kurtaran Cezayirli Gazi Hasan Paşanın, “Baltık Denizi’nden yola çıkmış olan Rus Donanması ile savaşmak için, Çeşme’de demirli olan gemilerin limandan çıkarılarak uygun bir yerde savaş durumuna geçilmesi” önerisi Kaptan-ı Derya tarafından kabul edilmemiştir. Çünkü O, “Baltık Denizi ile Akdeniz’in bağlantısı olmadığını, bu nedenle Rus Donanması’nın Çeşme’ye gelemeyeceğini” düşünmektedir.

Bu facia üzerine, öncelikle bahriyeli subayların eğitilmesine karar verilir ve Baron de Tott, Cezayirli Gazi Hasan Paşa ile birlikte bir okul kurmakla görevlendirilir. Böylece Osmanlı’da çağdışı medreseler dışında, çağdaş bir eğitim verilen ilk öğretim kurumu olan ve daha sonra Deniz Harp Okulu adını alacak Mühendishane-i Bahri Hümayun, 1773’te açılır. Mühendis eğitiminin başlangıcı olduğu için bu tarih, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin de kuruluş tarihi kabul edilmektedir.

Bunun ardından, daha sonra Kara Harp Okulu adını alacak olan Mühendishane-i Berri Hümayun açılır. Bu okullara öğrenci yetiştirmek üzere askeri ortaokul (rüştiye) ve liseler (idadi) açılır. Askerlerin tedavi ve bakımını yapacak bilgili hekimler yetiştirmek üzere Askeri Tıbbiye Mektebi (Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane) açılır (AS: 2.Mahmut, 1827). Daha sonra kurmay subaylar yetiştirmek üzere harp akademileri açılır. Okullar için Avrupa’dan öğretmenler getirtilir. Eğitim için Avrupa’ya öğrenci gönderilir. Bu şekilde modern bilimleri öğrenmiş, bilimsel bilgiye sahip subaylar yetiştirilmiştir. Balkan Savaşı’ndan sonra, eskinin kalıntısı alaylı subayların tümü atılarak ordu tümden modernize edilmiştir. Bunun sonucunda, emperyalistlerin cenaze namazına hazırlandıkları Türk Ulusu Çanakkale’de dirilmiş, Kurtuluş Savaşıyla da ayağa kalkmıştır.

Bilimsel öğretim verilen ilk eğitim kurumları askeri okullar olduğu için, Osmanlı’da yeniliklerin öncülüğünü askerler yapmışlardır. Askeri okullardan sonra sivil rüştiye ve idadiler ile hukuk (AS: 1880), mülkiye (AS : 1859) ve tıp mektebi (AS: 1827) gibi sivil yükseköğretim okulları da açılmıştır. Bir üniversite açmak için II. Mahmut sonra gelen padişahlar 6 kararname çıkarmışlar fakat Ulema, gücünü kullanarak engel olmuştur. Ancak 1900’de, II. Abdülhamit Osmanlı’nın ilk ve tek üniversitesi Darülfünun’u açabilmiştir.

Buna karşılık, üçgenin iç açıları toplamını bilmeyen müderrislerin hocalık yaptıkları medreselerde, ilim adı altında safsatalar öğretilmeye devam edilmiş; mensupları askerlik yapmadıkları için aynı zamanda asker kaçaklarının sığınağı olan, bu cehalet yuvaları gericiliğin odağı olmuşlardır. Ulema ya da İlmiye Sınıfı denilen medrese hocaları toplumda o kadar güçlüdürler ki; III. Mustafa’dan sonraki tüm padişahlar (II. Abdülhamit dahil), hem devleti hem de milleti sömüren medreseleri kapatmak istemiş ama güçleri yetmemiştir. Bu biçimde Osmanlı’da iki farklı eğitim sistemi ortaya çıkmıştır. Bu çağdışı eğitim kurumlarını kapatabilmek için büyük bir devrimciye gereksinim vardı. Bunu da Atatürk başarmış ve böylece eğitim (AS: Öğretim olacak) birliği (Tevhid-i Tedrisat) sağlanmıştır.

*****

Hükümet (AS : AKP) çıkardığı KHK’lerle kökleri 18. yüzyıla giden askeri okulları kapatmış ve TSK’yı zayıflatacak düzenlemeler yapmıştır. Bu arada ilköğretimden üniversitelere dek eğitim kurumları medreseleşmeye doğru giderken, kimi dinci vakıflar doğrudan medrese eğitimine başlamışlar ve bu yeni medreselerin öğrencileri, özel üniformalarıyla sokaklarda boy gösterir olmuşlardır. Bunlar 18. yüzyıl öncesine dönüş belirtileridir. Biz yöneticilerimize Prusya Kralı II. Frederick’in 3 münecimini anımsatalım!

1- Ekonomi zaten zayıf; Hazine borçla dolu.
2- Tarihsel bilgi birikimi yok. Tarihe saygılı olanlar tarihsel kurumlara gözleri gibi bakarlar. Emperyalistlerin sufle ettiği yalan bilgileri derin tarih diye sunan, hatta paranoid şizofrenik (masallar uydurup buna kendisi de inanan deli) raporlular tarihçi kabul ediliyor. Bu nedenle tarihten ders alamıyor, günümüzü anlayamıyor ve geleceği öngöremiyoruz. Gözümüzün önünde, Irak ve Suriye’de yaşananları bile anlayamıyor, sığınmacı olarak yurdumuza yayılmış faciaları göremiyoruz. Bu faciaların doğurduğu canlı bombalar bile aklımızı başımıza getiremiyor!
3
– Bunun üstüne bir de Ordu’yu zayıflatıp kışlaya siyaset sokulursasonumuz Irak ve Suriye gibi olur.

  • Senaryosunu emperyalistlerin yazdığı 15 Temmuz darbe girişiminin amacı,
    zaten Ordu’yu çökertmekti.

Adamlar Muavenet gemimizi batırarak, askerimizin başına çuval geçirerek ve Ergenekon / Balyoz kumpaslarıyla adım adım buraya gelmişlerdi.
Şimdi KHK’lerle biz onlara yardım mı ediyoruz?

Vatan Şairi Mehmet Akif,

  • “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!” demişti.

    Biz de “Allah bu ülkeye bir daha Balkan Savaşı faciası yaşatmasın!” diyelim.

    =====================================

    Dostlar,

    Gecenin ilerleyen saatinde (02:30) değerli meslektaşımız (Samsun Tıp Fakültesi Farmakoloji öğretim üyesi) ve ADD’den dava arkadaşımız (ADD Samsun Şubesi kurucularından ve başkanlarından) Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik‘in bu nefis yazısını paylaşıyoruz.. Kendsini kutluyoruz bu emekli makale için. Yer yer ayraç içinde biz ek bilgiler koyduk hoşgörüsü / hoşgörünüz  ile..

    İşte Türkiye’nin / ATATÜRK Cumhuriyeti‘nin yetiştirdiği nitelikli aydınlardan, bilim insanlarından biri daha..

  • Türkiye; laik – demokratik – bilimsel – karma – sorgulayıcı – uygulayıcı – kamusal eğitim sistemini geliştirip yaşatmak zorunda.
  • Türkiye; Ordusunu, başta subay ve kurmayların üstün bilimsel niteliği olmak üzere
    her bakımdan çok güçlü tutmak zo – run – da – dır!– Başka türlü Bağımsız bir Türkiye’yi Ortadoğu cehenneminde yaşatmak olanak dışıdır!..AKP – RTE’nin çok acilen bu yakıcı gerçeği kavramaları ve yaşamı, eğitimi, devleti bir bütün olarak dincileştirmekten artık vazgeçmeleri zo- run- lu- dur!
  • 4+4+4 hemen kaldırılmalıdır, zorunlu din dersleri de (AİHM’nin bağlayıcı kararları)!
  • IHL’ler kapatılmalı, dinbilgisi eğitimi ve dinadamı yetiştirme yükseköğretime bırakılmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
25 Ağustos 2016, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

 

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

Prof. Dr. Süleyman Çelİk

Atatürk, düşmanının deyimiyle “dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelen büyük bir dahidir.” (AS : İngiltere Başbakanı Lloyd George!)

9 Eylül 1922’de düşman denize döküldükten sonra İngiliz donanmasına ait zırhlılar Güzel İzmir’imizin limanından demir almak zorunda kalınca,
Büyük Britanya İmparatorluğu Parlamentosunda muhalefetteki İşçi Partisi, Hükümet hakkında gensoru önergesi verir. Muhalifler Hükümeti ağır biçimde eleştirirler.

“Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile birlikteyken yendiğimiz Türklere, yalnız başına iken nasıl yeniliriz?
Üstelik karşımızda Türklerin hepsi de yoktu. Müslümanların
Kutsal Halifesi Padişah ve ona bağlı olan asıl güçler bizim yanımızdaydı. Karşımızda sadece, ellerinde hiçbir şey olmayan,
bir avuç eşkıya vardı.”
derler.

Eleştirileri yanıtlamak üzere Başbakan Lloyd George söz alır:

Yapılan tüm eleştiriler haklı” der. “Doğrudur. Karşımızda, ellerinde hiçbir şeyleri olmayan bir avuç eşkıya vardı.
Ancak hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Büyük dahiler dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelir. Ne yazık ki yüzyılımızda bunu Allah Türk Milletine nasip etti. Bu nedenle yenildik.”

der ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu kabul ederek
“istifa ettiğini” bildirip kürsüden iner.

Atatürk’ün büyüklüğü konusunda başka dünya liderlerinin, komutanların, düşünürlerin söylemiş olduğu binlerce söz var. Bunlar içinde benim önemsediğim, mazlumlar içinde emperyalizme karşı ilk başkaldıranlardan biri olduğu için, çok saygı duyduğum Hindistan Bağımsızlığının önderi Mahatma Gandi’nin sözüdür. Arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş Savaşımızı büyük bir heyecanla izleyen Gandi, 

“Mustafa Kemal Paşa İngilizleri yenene kadar,
Allah’ın İngiliz olduğuna inanırdım.”
demiştir.

* * *

Atatürk Türk Milletinin kurtarıcısıdır.
O’ndan başka kurtuluşun olanaklı olduğuna inanan yoktu.
Yalnızca çıkarlarını düşünen ve düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmeyen hainler değil, vatanseverler de kurtuluş umudu görmemekteydiler.
Bu nedenle “olmasaydı olmazdık”.

“Olmasaydı olurduk” diyenler de haklı. Evet, olabilirlerdi ama, Neyzen Tevfik’in dediği gibi, “anaları gene olurdu fakat babaları belli olmazdı!” Kanıt istiyorsanız, görsel medyanın, uluslararası iletişimin bu denli yaygınlaştığı, Birleşmiş Milletlerin ve öbür uluslararası insan hakları örgütlerinin bunca etkin olduğu 21.Yüzyılın başında Bosna’da yaşananları anımsayın…

Başlangıçta Atatürk’ün yanında yer alanlar, yalnızca O’na inanan, Çanakkale’de ‘imkansızı mümkün kılmış olması’ nedeniyle,
“yaparsa O bir şey yapabilir” diye düşünen bir avuç vatan severdi.

Birlikte Samsun’a çıkanlar bile umutsuzdu. Nitekim Kurmay Başkanı
Hüsrev Gerede Havza’dan Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektupta
bunu belirtmekte ve özetle “boşa kürek çekiyor gibiyiz” demektedir.

Çare arayan vatanseverler, “ehven-i şer” arayışına girdiler ve
“Amerikan mandası” peşine düştüler. Oysa Sevr planını hazırlayan Amerikan Başkanı Wilson’du.

İsmet İnönü, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi komutanlar; Halide Edip, Adnan Adıvar, Bekir Sami (AS: Bekir Sami de askerdi) gibi aydınlar da bunlar arasındaydı. Sivas Kongresi tutanakları bunun belgesidir. Daha sonra Atatürk’ün bir şeyler yapabileceğini görünce hepsi O’nun yanında yer aldılar ve Kurtuluş Savaşı’nda canlarını
ortaya koydular.

* * *

O günlerde ‘Mütareke Basını’nda Atatürk’e saldıran / hakaret eden,
O’na ve arkadaşlarına ‘idam fetvası/ fermanı’ verenler, düşmanla işbirliği yapan hainlerdi. Başlarında Halife Sultan Vahidettin olduğu halde,
Ali Kemaller, Refik Halitler, Refi Cevatlar, Damat Feritler, Rıza Tevfikler, Dürrizadeler, Mustafa Sabriler, İskilipli Atıflar vs. Bunların yazdıkları yazılar, verdikleri fetvalar/ fermanlar, Kuvayı Milliye aleyhtarı bildiriler
İngiliz uçakları tarafından askerlerimizin üzerlerine atılarak firar etmeleri isteniyordu.

Bu hainler işgal güçlerinin desteğiyle, Kuvayı Muhammediye adını verdikleri bir ordu oluşturarak Millicilerin üzerine gönderdiler; yurt içinde birçok
isyan çıkarttılar. Bunlara karşın kazanılan zaferden sonra, köpekliğini yaptıkları düşmanla birlikte yurttan kaçıp gittiler. Fakat emperyalistler, bunların yüzüne bakmadı, çiğnenmiş sakız gibi tükürüp attı.
İngilizler kendilerine sığınan Halife Sultanı bile İtalya sahiline atıp gittiler. Çünkü kendi halkına ihanet edenlere kimse güvenmez ve değer vermez, sadece kullanılırlar. 

Günümüzde de Atatürk’e saldıranlar ya haindir ya da
hainler tarafından kandırılmış geri zekalı / aptal zavallılardır.

Bugün ‘Mütareke Basını’ benzeri medyada Atatürk’e saldıranlara bakın! Her devirde kemiğini yaladıkları efendilerinin köpekliğini yapmışlardır. Örneğin, dün Cem Uzan’ın köpekliğini yapanların, bugün Uzanların düşmanının köpekliğini yapıp Atatürk’e havlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.

==================================

Dostlar,

Dün Menemen “Kemal Paşa” Parkı’nın tabelasında ilk 2 harfin “K ve e” silindiğini ve Menemen Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin‘in yarım saat içinde sorunu düzelterek saldırıyı kınadığını sitemizde yazmış, Sayın Başkana teşekkür etmiş ve olayı kısaca değerlendirmiştik.
(http://ahmetsaltik.net/2015/07/30/menemende-ataturke-cok-cirkin-saldiri/)

Dostumuz, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden meslektaşımız,
Atatürkçü Düşünce Derneğinden dava arkadaşımız Sayın Prof. Süleyman Çelik’in yazdıklarına nerede itiraz edilebilir ki?

Olsa olsa söylemi biraz sert bulunabilir..
İnsaf etmek gerekir, fazlasını bile haketmiyorlar mı  bu zavallılar??

Sevgi ve saygı ile.
30 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Cumhuriyet Gazetesi nereye ??


Türker Ertürk : Cumhuriyet Gazetesi nereye ??

Okur Gözüyle

Dostlar,

Üzüntüyle karşılıyoruz Cumhuriyet‘te olup bitenleri…

Sitemizde yayımladığımız bu konuya ilişkin Sn. Prof. Dr. Süleyman Çelik‘in yazısını ve o yazıya bizim katkılarımızı da okumanızı diliyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
11.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net