Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa ALTINTAŞ

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMINA 

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMINA 
İLETİŞİM BAŞKANLIĞINA

25.11.2021 Günlü MGK Bildirisinin 2 numaralı paragrafında

  • TÜRKİYE’NİN İNŞA ETTİĞİ SAĞLAM ALTYAPI ÜZERİNDE, HEDEFLERİNE UYGUN ŞEKİLDE YATIRIM, ÜRETİM, İSTİHDAM VE İHRACAT ODAKLI EKONOMİ POLİTİKALARINI HAYATA GEÇİRME SÜRECİNDE KARŞILAŞTIĞI VE KARŞILAŞABİLECEĞİ SINAMALAR İLE TEHDİTLER DEĞERLENDİRİLMİŞ, CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINA HER ALANDA OLDUĞU GİBİ İKTİSADİ OLARAK DA GÜÇLÜ ŞEKİLDE ULAŞMA KARARLILIĞI TEYİT EDİLMİŞTİR.”açıklaması yer almıştır.

Medya organları, anılan açıklamayı; “ekonomik tehditler vurgusu dikkat çekti”, “ekonomi politikalarının karşılaştığı tehditler değerlendirildi”, “ekonomik tehditler masaya yatırıldı”, “bu artık ekonomik OHAL‘i işaret ediyor, ekonomi programa eleştiri getirenler, bundan sonra bir milli güvenlik sorunu olarak görülebilir” vb. biçimde değerlendirmekteler.

Akademik çalışma alanım “ekonomi ve ekonomi politikaları” olduğundan, emekli bir öğretim üyesi olarak, zaman zaman kimi medya organları alanım ile ilgili sorular yöneltmekte ve kimi kurumlar ve demokratik kuruluşlar, konferans vermem için, düzenledikleri açık oturumlara konuşmacı olarak çağırmaktadırlar.

Bu çağrılara uymam sırasında, çoğunlukla ekonomik karar sahipleri ile uygulamacıların “hoşuna gitmeyecek ve fakat, kavrarlarsa işlerine yarayacak” değerlendirme ve önermelerde bulunmaktayım.

Yayınlanan bildiride yer alan

  • “…EKONOMİ POLİTİKALARINI HAYATA GEÇİRME SÜRECİNDE KARŞILAŞTIĞI VE KARŞILAŞABİLECEĞİ SINAMALAR İLE TEHDİTLER…”

ve buna ilişkin değerlendirmeler ne anlama gelmektedir?

Bir düşün ve bilim insanı olarak, yürütülen ekonomi politikaları konusundaki karşıt gelebilecek düşüncelerim, “sınama ve tehdit” tanımı içine girip, yaptırım konusu olabilir mi?

Tedirginliğimin giderilmesi için, Bilgi Edinme Hakkı Yasası uyarınca yanıtlanmasını sunarım.

Saygılarımla. 26.11.2021
Prof. Dr. Mustafa Altıntaş

===================================
CİMER‘e, 26.11.2021 günü yapmış olduğunuz başvurunuz 2105710940 sayısı ile alınmıştır.

Millî Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanımız Sayın @RTErdogan liderliğinde toplandı ve her türlü sınama ve tehditler bütüncül bir perspektifle ele alındı.

“Cumhuriyetimizin 100. yılına, her alanda olduğu gibi, iktisadî olarak da güçlü bir şekilde ulaşacağız!”

Fahrettin Altun
@fahrettinaltun

 

 

 

 

 

Özerk-demokratik üniversite, akademik özgürlük özlemimiz 40 yıldır sürmekte

Bunların tümü ile “yerli, milli ve dini” kurumlar olduğu sonucuna varılacak ve sayıları özeli ile birlikte 203’e varan üniversite levhasını taşıyanların hiçbirinin gerçek anlamda evrensel üniversite olmadıkları sonucuna varılabilecektir.

Özerk-demokratik üniversite, akademik özgürlük özlemimiz 40 yıldır sürmekte

PROF. DR. MUSTAFA ALTINTAŞ
Öğretim Üyesi Emekçisi

I. NEDEN VE NASIL BİR ÜNİVERSİTE?

Önce bir evrensel gerçeği yinelemekte yarar var: Bütün toplumların, ulusların temel kaynağı, “insan zekası”dır. Ulusların varsıllığı, gönenci ve barışı; bilgi ve bilgiye erişim devrimi basamağındaki konumu ile yakından bağlantılıdır. Bilgili, beceri ve özgüven sahibi, öğrenme kapasitesi yüksek insanların nitel ve nicel ağırlığı özellikle yükseköğretim sistemine bağlıdır. Küreselleşen ve küreselleştikçe de karmaşıklaşan dünyamızda özgüvene sahip ve girişimci bireyler olabilmek, entelektüel bir savaşımı gerektirmektedir. Bu ise özellikle de yükseköğretim sisteminin bu ortamı sağlayacak özgürlük ve serbestlik iklimine sahip olmasını gerektirmektedir. Bu nedenden, gelişmiş ekonomiler, eğitimi, siyasal ve toplumsal önceliklerinin ilk sırasına koyarak, çağcıl uygarlık düzeylerini korumak ve geliştirmek çabasındadırlar.

Genç Cumhuriyet, üniversiteyi “en büyük bilgi evi” olarak görmüştür. 1934 tarihli İstanbul Üniversitesi Yönetmeliğinde üniversitenin görevi, “bilgi alanlarında araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve yüksek bilgiyi geliştirmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin ve olgun unsurlar yetişmesine yardım etmek” olarak tanımlanmaktadır. Yönetim görevi, üniversitede Eğitim Bakanı’nın temsilcisi Rektöre verilmiş olup, üçlü kararname ile atanmaktadır. Rektöre yardım etmek amacı ile “Üniversite Kurulu” ile “Üniversite Danışma Komitesi” yer almaktadır.

Cumhuriyet’in ilk “Üniversiteler Yasası” olan 1946 tarihli 4936 sayılı Yasada üniversiteler, “bilim (özgürlüğüne) ve yönetim özerkliği ve tüzelkişiliğe sahip yüksek araştırma ve öğretim birlikleri” olarak tanımlanmaktadır. Kuruluş ve işleyişte ilk sırada yer alan birim Fakültelerdir ve Fakültenin organları; “Fakülte Genel Kurulu”, “Fakülte Profesörler Kurulu”, “Fakülte Yönetim Kurulu”, “Dekan” olarak; üniversitelerin organları da; “Üniversite Senatosu”, “Üniversite Yönetim Kurulu” ve “Rektör” olarak sıralanmaktadır. Faküllerde kurullar, üniversitede “Senato ve Yönetim Kurulu” “karar organları”dır. Fakülte Profesörler Kurulu tarafından iki yıl için seçilen Dekan ile Fakülteler Profesörler Kurullarının bir arada yapacakları toplantıda iki yıl için ve her seçim döneminde başka bir fakülteden olmak üzere seçilen Rektör ise bu organların kararlarını uygular ve fakülte ile üniversite tüzel kişiliğinin temsilcisidir.

Daha ortada 1961 Anayasası yokken, 28 Ekim 1960 tarihli 115 sayılı Yasa ile yapılan değişikliklerle, katılımcılık ve demokratiklik genişletilmiştir.

II. ÜNİVERSİTENİN ANAYASAL KURULUŞ OLMASI

Üniversiteleri, sıradan kuruluş olmaktan “anayasal kuruluş”a dönüştüren düzenleme, 1961 Anayasası ile olmuş ve üniversitelerin bilimsel (özgürlük) ve yönetsel özerkliği, “kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir ve denetlenir” denilerek güvenceye alınmıştır. “Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” diyerek organlar ve akademiye kadrolarına görev güvencesini verirken, “üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma ve yayında bulunabilirler” kuralı ile de akademik özgürlüğün önünü açmıştır.

III. AKADEMİK ÖZGÜRLÜK ve YÖNETSEL ÖZERKLİĞE İLK SALDIRI:
1973 YÖK’Ü

Daha ortada 1961 Anayasası yok iken 28 Ekim 1960 tarihli 115 sayılı Yasa değişikliği ile 4936 sayılı Yasa’nın kazandırdığı bilimsel özgürlük ve yönetsel özerkliğin katılımcılık ve demokratiklik ile genişletilmesi ve sonrasında 1961 Anayasası ile güçlendirilmiş güvence, uzun ömürlü olamamıştır. “Toplumsal gelişmenin, ekonomik gelişmeyi aşmasını” gerekçe kılan“12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi”, 1971 tarihli 1488 Sayılı Yasa ile yönetsel özerklik ve bilimsel özgürlüğü hizaya çekerek, devletin anayasal bir kuruluşu olan üniversiteyi, organlarını ve akademik kadrolarını “devletin(hükümetin) gözetim ve denetimi” altına sokmuştur.

Anayasa değişikliği ile bağdaşmazlık kazanan 4936 Sayılı Yasa, 1973 tarihli 1750 Sayılı Üniversiteler Yasası ile ortadan kaldırılırken, ilk YÖK ve ÜDK yasalaştırmıştır. Buna göre, MEB’in başkanlığında, her üniversitenin yetkili organınca profesörleri arasından iki yıl için seçilecek birer temsilci ile kuruldaki üniversite temsilcileri sayısı kadar, aynı süre ile MEB önerisi üzerine Bakanlar Kurulu’nca atanacak üyelerden kurulur. YÖK; “Yüksek öğretimin bütünlüğü anlayışı içinde çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine ve Devlet Kalkınma Planının temel ilke ve politikalarına uygun olarak, yüksek öğretim alanına yön vermek amacı ile, gerekli inceleme, araştırma ve değerlendirmeleri yapmak, yüksek öğretim kurumları arasında koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izleyerek yetkili makam ve mercilere önerilerde bulunmakla görevli bir kurul” olarak; Başbakan’ın başkanlığında, MEB, Adalet Bakanı, üniversitelerden kura ile seçilmiş üç üye, DPT Müsteşarı, Milli Güvenlik Kurulu’nun dekanlık yapmış öğretim üyeleri arasından seçilen bir üyeden kurulan ÜDK; “üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetimi sağlamak üzere. Başbakanlığa bağlı olarak çalışan bir kuruluş” olarak tanımlanmaktadır.

Devlet Kayyumu olarak da nitelenebilecek bu iki kurul, Ankara Üniversitesi’nin başvurusu üzerine AYM’nin 1975/22 sayılı kararı ile daraltılmış 120’nci maddeye bile sığdırılamadığından, Anayasa’ya aykırı bularak ortadan kaldırmıştır.

IV. AKADEMİK ÖZGÜRLÜK VE YÖNETSEL ÖZERKLİĞE ÖLDÜRÜCÜ VURUŞ: 1981 YÖK’Ü

1971, 12 Mart Askeri Müdahalesinin dizginleyemediği toplumsal ilerlemeyi durdurmak ve yanı sıra, 24 Ocak 1980’de ilan edilen ve emperyal/kapitalist ekonomik ve finansal merkezlerinin dayattığı “Ekonomik Kararlılık Programı”na toplumun, kayıtsız-koşulsuz boyun eğmesini zora dayalı olarak sağlamak için gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Faşist Askeri Darbesi’nin ilk hedeflediği kurum,1971’de olduğu gibi, üniversiteler olmuştur. Ve daha, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi ile değişikliğe uğratılan 1961 Anayasası’nın askıya alındığı ortamda, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası, 6 Kasım 1981’de yürürlüğe konulmuştur. Sanırım, 2547 sayılı Yasayı hazırlayanlar ve dayatanlar da, bunun üniversite kavramı ile yan yana getirilemez olacağı utancı ile yasaya “Üniversiteler” değil, “Yükseköğretim” adını koymuş olmalılar. 2547 sayılı Yasa, Anayasa’nın 130 ve 131’inci maddelerine kaynaklık etmiştir.

1982 tarihli Anayasada, “Yükseköğretim Kurumları” başlıklı 130. madde ve “Yükseköğretim Üst Kuruluşları” başlıklı 131. madde yer almaktadır. Anayasa’ca, Üst Kuruluş olarak tanımlanan YÖK’ün görevini; “yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim – öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak” olarak sıralamaktadır (AY md.131).

Üniversiteyi ise “Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip, Devlet tarafından kanunla kurulur” olarak tanımlamaktadır.

İlgilisi 2547 sayılı Yasanın 4 ve 5. maddesinde yer alan “yükseköğretimin amacı” ve “ana ilkeleri”ne göz atarsa, bunların tümü ile “yerli, milli ve dini” kurumlar olduğu sonucuna varacak ve sayıları özeli ile birlikte 203’e varan üniversite levhasını taşıyanların hiçbirinin gerçek anlamda evrensel üniversite olmadıkları sonucuna varabilecektir. Hele hele, buna bir de, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın bu kurumların kindar ve dindar kuşaklar yetiştirme özlemini eklerseniz, akıl tutulmasından kurtulmamız olanaksız olacaktır.

2547 sayılı yasa tıpkı 1934 Tarihli İstanbul Üniversitesi Yönetmeliği’nde olduğu gibi, üniversite organları; “rektör, senato ve üniversite yönetim kurulu” olarak sıralanmaktadır. Rektör, tüzelkişiliğin temsilcisi olup, YÖK’ün önereceği, ikisi üniversitelerde görevli profesör olmak üzere dört kişi arasından devlet başkanınca atanır. Bu yöntem, 1992 tarihli 3826 sayılı yasa ile altı adaylı, üç dereceli seçime dönüştürülmüştür. Bu yöntem de, en sonunda, “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır” biçimine büründürülmüştür. (2/7/2018 – KHK-703/135. md.) Rektör atanmasına ilişkin ne öğrenim ne hizmet ne bilgi birikimi, deneyimi vb. nitelikler aranır olmuştur. Senato ile Üniversite Yönetim Kurulu rektöre yardımcı organ konumuna düşürülmüştür.

V. SONUÇ ve ÖNERİLER

1934–2021 dönemine ilişkin özetlemelerden çıkaracağımız sonuçları şu biçimde sıralayabiliriz:

1934 İstanbul Üniversitesi Yönetmeliği, 1946 tarihli 4936 sayılı Üniversiteler Yasası’na geçişi düzenlemiş olup, MEB’e bağlı bir kuruluştur. Rektör, Eğitim Bakanının temsilcisi olup, Eğitim Bakanının önerisi üzerine ortak kararname ve Cumhurbaşkanının onayı ile atanır. 2 Temmuz 2018 tarihli 703 sayılı KHK ile getirilen sistem ise 1934’ün de gerisindedir. Devletin de vakıfların da üniversiteleri, üst kuruluşlar da YÖK Başkan ve üyeleri de, rektörü de, dekanı da “şahsımın” olmuştur.

Dönemde iki “Üniversiteler Yasası” yürütülmüştür. İlki, üniversitelere bilimsel özgürlük ve yönetsel özerkliği kazandıran 1946 tarihli 4936 Sayılı Üniversiteler Yasasıdır. Bu yasadaki kurumsal özerklik ve bilimsel özgürlük, 1960 tarihli 115 sayılı Yasa değişikliği ile güçlendirilmiştir. İkincisi ise 1973 tarihli 1750 sayılı Üniversiteler Yasası olmuştur. Bu yasa ile amaçlanan yönetim ve denetiminin “Devlet Kayyumu”na aktarılması, AYM kararı ile önlenmiştir. Görüldüğü gibi, özerk ve demokratik üniversite yasası diye tanımlanan 4936 sayılı Üniversiteler Yasası, 1946-1973 yılları arasında, 27 yıl, 1750 sayılı Üniversitelere Yasası ise 1973-1981 yılları arasında 8 yıl uygulanmıştır.

Yükseköğretim Kurumlarının YÖK adlı devlet kayyumuna bağlanması, rektörlerin de YÖK kayyumu olarak üniversiteleri yönetmesi, 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası’nın özelliğini oluşturmaktadır. 2 Temmuz 2018 Tarihli 703 sayılı KHK ile de hem YÖK ve hem de yükseköğretim kurumlarının tümü, devlet-vakıf ayırımı gözetilmeksizin, 1982 Anayasasına ve 2547 sayılı Yasaya aykırı olarak “Şahsımın (Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanının)” olmuştur.

Üniversiteleri evrenselden kopartıp yerli, milli, dini kılmaya çalışarak çökerten 1981 tarihli YÖK Yasası 40 yıldır yürürlükte. Bu süre içinde, 30 Temmuz 2021’de atanan Erol Özvar ile 8 YÖK Başkanı görev almıştır. Bunlardan Doğramacı, Mehmet Sağlam, Kemal Güriz, Erdoğan Teziç “Devlet Kayyumu”, Yusuf Ziya Özcan, Gökhan Çetinsaya, M. A. Yekta Saraç ve Erol Özvar “AKP + Cumhurbaşkanı Kayyumu” olarak adlandırılabilir.

2021 ile başlayıp süren “Boğaziçi Vakası”, rektör seçimi-ataması ekseninde sürüp gitmektedir. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu, öncelikle, Türkiye’de gerçek ve evrensel tanıma uygun üniversitelerin olmadığının kabul edilmesinden geçmektedir. Üniversiteler bilgi, düşünce ve insan üretiminin gerçekleştirildiği yerlerdir. Bu ise üniversitelerin kurumsal özerkliğini, akademik özgürlüğünü olmazsa olmaz kılmaktadır. Bu anlayışa vardıktan sonra, yönetim organlarının kendi paydaşları tarafından belirlenmesini ve yönetimin, denetimin kurullar eliyle yürütülmesini sağlamak kolaylaşacaktır.

Üst kurullar ne yapar?

Prof. Dr. Mustafa Altıntaş
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği ve GÜ Öğretim Üyeleri Derneği E. Başkanı

https://www.birgun.net/haber/ust-kurullar-ne-yapar-348995 

Üst kurullar ne yapar?Devlet organlarınca yaratılan ve egemen kılınmak istenen yıkımın gerekçesini, BÜ’nin misyon, vizyon ve değerlerine baktığımızda ortaya çıkmaktadır. Bunları sıralamak isterim.

Misyonunu; “Kurumsal değerlerini sahiplenen, yaratıcı ve eleştirel düşünen, özgür ve özgürlükçü, etik değerleri önemseyen, doğa ve çevre bilinci gelişmiş, yerele kök salmış-evrensele açık, bilimsel, sosyal ve kültürel formasyonu ve özgüveni ile üstleneceği mesleksel ve sosyal sorumlulukları başarıyla yerine getirecek bireyler yetiştirmek; evrensel boyutta düşünce, bilim ve teknoloji üreterek insanlığın hizmetine sunmak ve bilim, sanat ve kültürün toplumda yer bulmasında ve yaygınlık kazanmasında yardımcı ve öncü olmak”;

Vizyonunu; ”Eğitim, öğretim ve araştırmada öncü konumuyla geleceği şekillendiren bir üniversite olmak, eğitim ve öğretim deneyimini yenilikçi ve yaratıcı yaklaşımlarla zenginleştirmek, bilim, araştırma, yaratıcılık, yenilikçilik kültürünü güçlendirerek dünyanın lider araştırma üniversiteleri arasında yer almak, Akademik, bilimsel ve kültürel faaliyetlerimizle daha iyi bir geleceğin biçimlenmesine katkıda bulunmak”;

– Yüz elli yılı aşan akademik geleneği ile değerleri; “Eğitimde ve araştırmada mükemmeliyetçi, öğrenci odaklı, yönetimde ve akademik yaşamda özerk, özgürlükçü, demokratik ve katılımcı, farklılıklara saygılı, her türlü ayrımcılığa karşı ve fırsat eşitliği konusunda duyarlı, akılcı ve eleştirel düşünceyi özendiren, etik değerlere sahip çıkan, temel hak ve özgürlükleri savunan, kamusal ve sosyal sorumluluğu önemseyen, küresel sorunlara duyarlı ve çözüm geliştirmeyi amaçlayan, doğa ve çevre sorunlarına duyarlı, mezunlarla (AS: bitirenlerle) bağını güçlü ve sürekli kılan, kurumsal mirasını (AS: kalıtını) sahiplenen ve kurum kültürünü sürdürülebilir kılmakta kararlılık”

olarak sıralanmaktadır. Bu nitelikler YÖK tarafından da “…hem ulusal, hem de uluslararası ölçekte başarılı ve saygın bir üniversite olarak tanımlanmakta ve bu başarısı nedeni ile, yükseköğretim sistemine kazandırılan “Araştırma Üniversitesi” kategorisine alınmış” olarak kabul edilmektedir.

Böyle bir üniversiteye, öğretim kadrosuna katılma koşullarını ve etik değerleri taşımadığı ileri sürülen birinin rektör olarak atanmasını, BÜ’ni yukarıda misyon, vizyon ve akademik gelenek ve değerlerinden kopartmak amacı taşıdığını ileri sürmenin çok abartı olarak göstermek isteyecekleri, “istenmeyen rektör” Nagehan Alçı ile yaptığı söyleşide, ”atanmasının krize neden olacağını ve krizin sert geçeceğini ve altı ay içinde biteceğini öngördüğünü” söyleyerek yalanlamaktadır.

Bulu’nun krizin (AS: bunalımın) sert geçeceği öngörüsü gerçekleşmiş, ancak krizin altı ay içinde biteceği öngörüsü ise gerçekleşmemiş, kriz sürmektedir. Ancak yükseköğretim alanında birisi Anayasal olan iki “yükseköğretim üst kuruluşu”, bu krizi izlemektedir.

YÖK, Anayasanın 131.Maddesinde; Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek, bu kurumların yasada belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak amacı ile kurulan “yükseköğretim üst kuruluşu” olarak tanımlanmaktadır.

Anayasada yer almamasına karşın, 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası’nda akademik bir organ olarak tanımlanan, ancak YÖK vesayetine bağlı kuruluşa dönüştürülen 2. “yükseköğretim üst kuruluşu” olan Üniversitelerarası Kurul (ÜAK), üniversite rektörleri ile her üniversite senatosu tarafından seçilen birer profesörden oluşur. Halen 129’u devlet, 74’ü vakıf/özel olmak üzere toplamda 203 üniversiteden gelen 406 üyeden oluşan bir kuruldur. Her iki kurul da, zamanla oluşturulan organlarla kuruldan kuruma dönüştürülmüşlerdir.

2 Ocak 2021’den bu yana, kıt olan gözde üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nde, bilinçli bir yıkım projesi (AS: tasarımı) uygulama bulurken, ne YÖK’ten ne de ÜAK’den bir ses duyan var mı? Kimse bu sessizliği, “biz üniversite özerkliğine, akademik özgürlüğe saygılıyız” şarlatanlığı ile açıklamaya kalkmasın! Bir kurum, hepimizin gözleri önünde yıkıma uğratılır, nitelikli kadrolar birer-ikişer tasfiye edilirken (AS: dağıtılırken), olayı BÜ duvarları arkasına sığıştırmak, Türkiye’ye, bilim dünyasına ihanetten başka bir anlam taşımamaktadır ve bu ihanetin hesabının sorulacağı şimdiden ilan edilmelidir.

YÖK ve ÜAK’nin, bu cinayeti, “kuzuların sessizliği içinde” seyretmelerinin nedenini, 2007-11 döneminde YÖK Başkanı Yusuf Özcan’a kulak verdiğimizde anlamaktayız. Kendisine verilen Başörtüsü ve İHL’ne Yönelik Katsayı Sorununu” çözmesinin ödülünü Büyükelçi olarak gören Özcan, bu kurulları oluşturanların “liyakatlerine göre değil, sadakatlerine, biat yeteneklerine göre” atandıkları ile ortaya koymaktadır. AKP’de pandoranın kutusunu açan Peker gibi, Özcan da, yükseköğretim kurumlarımızın içinde debelendikleri yüz kızartıcılığın kutusunu açan kişi olarak görünmektedir. Özcan’a göre, 2014’ten bu yana YÖK Başkanlığını sürdüren Saraç’ı tanımlayan satırlar, muhataplarının yüzünü kızartacak boyutlardadır. Özcan, bakın ne diyor :

Yekta Saraç’ı, Başbakanın kulağı gibi çalışması ve yetersiz olması nedeniyle görevden almak istediğini, ancak Recep Tayyip Erdoğan‘ın “Yekta’yı görevden alırsanız çok muhterem babası ve annesi üzülür, ben de üzülürüm” demesi üzerine vazgeçtiğini belirten Özcan, “Yekta hocanın iş yapmadığını, kimse tarafından sevilmediğini” söyledimCevabı şok ediciydi: ‘Ben Yekta’nın hiç dostu olmadığını biliyorum.” Başbakanın liyakatten ne kadar uzak olduğunu düşündüm” demektedir.

Şimdi üyeleri, AKP’nin ilk YÖK Başkanı tarafından “tek atama ölçütü buyruklara bağsız-koşulsuz boyun eğme ve sadakat yarışında ilk sırada yer alanlardan” oluşan YÖK ve ÜAK Başkan ile üyelerinin, üniversitelerimizi, Bulu’lardan korumalarını beklemek tatlı bir düşün ötesine geçemez.

Bulu ve benzerleri,yükseköğretim sistemimizin yaşamsal önem taşıyan felaketidir (AS: yıkımıdır). Yükseköğretim kurumlarımızın AKP’nin “özel alanı” olması, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ve Erdoğan’ın Başbakanlığında 11 Aralık 2007’de başlamış, 2018’den başlayarak “Eroğan’ın özel alanına” dönüşmüştür. Bu tarihten sonra yükseköğretim kurumlarımızdaki uygulamaları, yasa ve anayasa terazisine çıkartarak, değerlendirmek de anlamını yitirmiştir. Ancak bunların sahiplerinin, kağıt üzerindeki sorumlulukları sürmekte olup, ilk iktidar değişikliğinde, “karınca ezmez” moduna girilmezse, hesabının sorulabilir olduğunu anımsatmak isterim.

Bulu’lar, biat ve sadakat ölçütü ile atanmış olduklarından, akademik yetersizliklerinin, bir siyasal parti militanı olmalarının, var olan yayınlarının “bilimsel aşırma” ürünü olmalarının önemi bulunmamaktadır. Ancak, korsan olarak kadrolarına kattıklarının, danışmanlık gibi korsan bir unvan yaratmanın cezai, idari ve mali sorumlulukları, şimdilerde uygulama bulmayan anayasa ve yasa maddeleri içinde yer almaktadır.

  • BÜ cinayeti, benzerleri ile birlikte, sorunun siyasal iktidar sorunu olduğunu ortaya koymuştur

ve ülkemizin doğrudan geleceği ile ilgili olup, bu cinayetin neden olduğu yıkım, tüm toplumu ve hatta dünyayı ilgilendirir olmuştur.

Toplumun ve siyasetin projektörünün (AS: ışıldağının) en az, Peker’in ortaya saçtıkları üzerine olduğu ölçüde BÜ ve benzerleri üzerine yöneltilmesi gerekmektedir.

Üniversite sistemimizde çözüm, atanma yönteminden daha yaşamsal olanı, “tek adam-rektör”den, her birimde üyelerinin seçimle geldiği “kurullar eliyle yönetim”i yeniden kurallaştırmadadır.

240 Yıl Önceki Çığlığa Özlem

240 Yıl Önceki Çığlığa Özlem

Prof. Dr. Mustafa Altıntaş – Çalışan | Barkın | Tezcan Hukuk Bürosu

Prof. Dr. Mustafa ALTINTAŞ
Cumhuriyet, 15 Temmuz 2020

“Beyinler, fikirler ve insanlar özgürleşecek mi? Sansürün, baskının, işkencenin kalktığını, ‘Sizin fikirlerinize karşıyım ama bunları söyleme hakkınızı kısıtlayanlara karşı sonuna dek sizi savunurum!’ diyebilenler tarafından yönetilen bir ülkede yaşayabilecek miyiz?

Özgür düşüncenin yaygınlaştığını; halk kitlelerini, ceza veren bir Allah ve cehennem azabıyla korkutarak sindiren ideoloji ve inançların eriyip yok olup gittiğini biz de görebilecek miyiz? Aydınlanma çağı bizim ülkemize de gelecek mi?”

YAŞAMSAL ÖNEMDE

Yukarıya alıntıladığım bu dileğin, atılan bu çığlığın, ülkemizden yükseldiği yanlışına düşmeyin. Bunlar, Danimarka Kraliçesi Carolina Matilde’ye ait. 240 yıl önce dile getirilen bu dilek ve sergilenen isyanın, günümüz Türkiye’sinde yaşamsal önem taşımakta olduğu bir gerçektir.

Anayasanın 5’inci maddesinde devletin temel amaç ve görevleri;

  • “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” diye tanımlanmaktadır.

    Yasama”, “Yürütme (Cumhurbaşkanlığı)” ve “Yargı” organlarının varlık nedeni ve meşruiyeti, bu amaca erişme ve görevin gereğinin yerine getirilmesine dayalıdır.

ÖZÜMSEMEKLE MÜMKÜN

“Yükseköğretim Kurumları”; devletin temel amaç ve görevlerini gerçekleştirecek üç organdan biri olan “Yürütme Organı” içinde yer almaktadır. Yükseköğretim kurumları, bir yurttaş olarak hak sahibi olduğum huzurlu bir yaşamın gerçekleşmesi, ülke ve insanlığa hizmet etmek üzere kurulmuşlardır (AY, Başlangıç ve md. 130).

Bu nedenle, her üç organ ve üniversiteler; hak sahibi olduğum huzurlu bir yaşam hakkımın olmazsa olmazı olan “temel hak ve özgürlükler ile kişi hak ve özgürlükleri” korunması ve geliştirilmesi ile görevlidirler. Üniversite adlı kuruluşların meşruiyeti, anayasanın 25, 26, 27 ve 28 inci maddelerinde sıralanan “düşünce ve kanaat özgürlüğü”, “düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü”, “bilim ve sanat özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”ne sahiplenmesine, bunları özümlemelerine bağlıdır.

YAPILAN, ‘TERÖR’Ü SULANDIRMAK

Buna karşın, üniversite tabelalı kuruluşların yöneticileri, sıraladığımız hak ve özgürlükleri baskılamayı, görevlerinin olmaz ise olmazı kabul ederek, efendilerinin buyruğuna aykırı görüş ve düşünce sahiplerinin, ülke ve insanlık yararına çabalarını, disiplin terörü ile önlemeyi ve cezalandırmayı varlıklarının güvencesi görmekteler.

Bu terörün yığınsal hedefi, “Barış Akademisyenleri” olmuştur. Covid-19 salgını konusunda toplumu bilgilendirmeyi mesleğinin gereği bilen Dr. Güle Çınar ve Doç. Dr. Yusuf Savran, yöneticiler tarafından “yalanlamaya, özür dilemeye” zorlanmışlar,

Prof. Dr. Barbaros Çetin hakkında disiplin soruşturması açılmıştır. Disiplin terörü yanı sıra, yargı zulmü, KHK ile meslekten kopartılan simge isim ise Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu olmuştur. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kalp Uzmanı ve Çukurova Öğretim Elemanları Derneği Başkanı Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu, sağlık hizmetlerini konu alan bir konuşma nedeni ile, elleri kelepçelenerek savcı huzuruna çıkartılarak tutuklanmış, Üniversite Yönetimi ve meslektaşlarının “gıkı” çıkmamıştır.

Terörün komediye dönüştürüldüğü bir başka üniversitede ise, bir öğretim üyesi, “Av. Halit Çelenk Hukuk Ödülü Yarışması”na katılması ve ödül kazanması nedeni ile soruşturulabilmiştir.

ZULMÜN SON ÖRNEĞİ

Zulmün son örneği ise 7 Temmuz günlü gazetemiz Cumhuriyet tarafından, kamuoyuna “Muhalefet Edene Yaşam Hakkı Yok” başlığı ile duyurulmuştur. Bu kez hedef alınan ise Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AbD Öğretim Üyesi ve Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Grubu Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala olmuştur. Covid-19 konusunda yaptığı uyarıcı açıklamaları, Rektörlük tarafından” halkın yanlış bilgilendirilmesi ve paniğe yönlendirici olması” gerekçesi ile, disiplin soruşturmasına konu kılınmıştır.

Asıl büyük tehlike ve korkutucu olanı ise; sayıları iki yüzün üzerine çıkmış üniversite ile sayıları yüzü aşmış tıp, hukuk ve iletişim fakülte kurullarının; Sağlık Bakanlığı ile TTB, baro başkanlıkları ile Adalet Bakanlığı, RTÜK ve Basın İlan Kurumu ile bağımsız medya arasındaki anlaşmazlıklarda, çatışmalarda hukukun, aklın, vicdanın yanında yer alma yerine, güçlünün yanında yer tutmalarıdır. Bu ise, Üniversitenin intiharı demektir.

Keşke, 240 yıl sonra, Danimarka Kraliçesi Carolina Matilde’ye, “bizim ülkemizde beyinler, fikirler ve insanlar özgürleşti, sansür, baskı ve işkence kalktı, düşünce özgürlüğü yaygınlaştı, bizim ülkemize de Aydınlanma Çağı kurumlaştı ve kurallaştırıldı, halk kitlelerini, ceza veren bir Allah ve cehennem azabıyla korkutarak sindiren ideoloji ve inançların eriyip yok olup gittiği” müjdesini verebilseydik.