Etiket arşivi: Prof. Dr. Erinç YELDAN

Mektep…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Okuma yazmayı, kendisi 1920’lerin bir “Ali Mektebi”nden yetişmiş rahmetli ve mübarek anneannem Mesnet Hanım’dan öğrendim.

İlk öğretimimi, İstanbul’un o yıllarda “parmakla gösterilen” nadide okullarından birinde Teşvikiye’deki Maçka İlkokulu’nda gördüm. Öğretmenim, Feriha Aksavrın Hanımefendi’ydi.

1968’de, bu toprakların ulu çınarı ve şefkat yuvası Darüşşafaka’ya geçerek orta ve lise öğretimimi orada aldım.

Ve yine bu ülkenin yüz akı Boğaziçi Üniversitesi’nde okudum.

Hayatın, bir insana “eğitim ve öğretim” başlığı altında verebileceği en önemli ödüllerdir bunlar.

Gazetecilik eğitimimi de Türkiye Cumhuriyeti’nin en köklü ve imrenilecek kurumu Cumhuriyet’te aldım. Bu mektebin kalite ve kalibresini, dünya çapında nasıl saygın bir yeri olduğunu kimseye anlatmak gerekmiyor.

Daha sonra radyo ve TV yayıncılığını öğrendiğim ve bizzat çatısı altında çalıştığım İngiltere’nin BBC’si ne ise Türkiye’de de Cumhuriyetin yeri odur.

Gerek oraya gitmeden, gerek Londra’da gazetecilik yaptığım yıllarda gerekse sonrasında Cumhuriyet’le bağım hep bir emekçi olarak, muhabir, editör, çevirmen, sayfa sekreteri, köşe yazarı olarak sürdü.

Bilen bilir…

Bu mektepten “kâğıda basılı” bir diploma alınarak mezun olunmaz.

Bu mektepten çıkılıp gidilmez.

Bu mekteple geçici olarak kurumsal bağ kopar, ama sonra bir aşamada yeniden kurulur.

Bir nefes alınır.

Bir mola verilir.

Ama o tüm “köklü mekteplerin geleneğindeki” gibi, hep o imrenilesi “pilav günlerindeki” ruhla, gönlünüz o yuvadadır.

Şimdi de aynı duygu ile yazılarıma ara verdiğimi, Cumhuriyet yazarlığından ayrılışımı geçen hafta sonu bir açık mektupla duyurdum.

Cumhuriyet bir ailedir. Bu ailede zaman zaman yaşananların şu tarafında ya da bu tarafında yer almak değildir meselemiz. Hepimizin tek tarafı vardır: Bu mektebin bekası ve basın özgürlüğü. Kimsenin tarafında ya da davasına angaje olmak değil bu son gelişmeler de. O bilinçle o kaygı iledir ayrılıklarımız, geri dönüşlerimiz. Hatalarımızı onararak, ders alarak.

Okurlara veda etmenin yerinin de bu köşe olduğuna inandığım için bu duyuruyu buraya koymak istiyorum.

Cumhuriyet, bu ülkenin insanına en layık yönetim biçimiyse, bu elinizde tuttuğunuz gazete de bu ülke insanına en layık gazetedir.

Buranın yaşaması ve yaşatılması için hepimize büyük görev düşüyor.

Her gün, bir ekmek ve “en az bir Cumhuriyet alarak bu görevimizi yerine getirmeliyiz.

Ben kendi adıma öyle yapacağım.

Görevimiz, özellikle de bugünün Türkiyesi’nde ve dünyasında büyük önem taşıyor.

Şimdilik hoşça kalın.
===========================================
Dostlar,

Hacettepe’de tıp eğitimine başladığımız 1971’den bu yana 50+ yıldır Cumhuriyet okuru, destekçisi, aileden biri ve arada yazarıyız.

Büyük ATATÜRK‘ün adını koyduğu 1924’ten bu yana bu ad altında yayınlanan Cumhuriyet, dünya basın tarihinde de haklı bir ün, saygınlık ve konum edinmiştir.
Türlü güçlüklerle boğuşagelmiştir.
Olmadık baskılar görmüş, tuzak (kumpas) davalarla devr-i AKP‘de çökertilmek istenmiştir.
Ekonomik sıkıntılar yakasından düşmemiştir.
**
Ancak Cumhuriyet, gerçek okurlarınca hep korunup kollanmıştır.
Gene öyle olacaktır.

İçeride” neler olup bittiğini “ayrıntılı” biliyoruz sayılmaz.
Ancak birkaç ay önce yetkin yurtsever ekonomist dostumuz Sn. Prof. Dr. Erinç Yeldan, kısa bir açıklama ile haftalık yazılarını sonlandırdı, dönüşü hala sağlanamadı.
(Kişisel web sitesinde yazmakta ve bize de göndermekte, web sitemizde yayınlamaktayız..)

Bu kez Sn. Zafer Arapkirli‘nin Çarşamba ve Cuma yazılarından yoksun kalıyoruz!?

Saygın yazar Arapkirli’nin açıklaması dışında “fazla” birşey bilmiyoruz.

Arapkirli, –belki bizim de ricalarımızı dikkate alarak– çok nitelikli Çarşamba yazılarına Cuma’yı da eklemişti kısa süre önce. KRT TV’de sabah programları (öncesinde haber programı hazırlayanı – sunanı) ve bu TV’nin web sitesinde ek yazıları da iyi bilinmekte. Bunları biz de olabildiğince web sitemizde paylaşmaktayız.

Sn. Arapkirli’nin üstteki “geçici” veda yazısı, saygın ve ağırbaşlı kişiliğinin bir yansıması doğallıkla.

Biz okurlar da şu ya da bu “yan”da değil, Cumhuriyet‘in yanındayız.
Yaşasın ve daha da güçlensin istiyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda Gazetemizin satış – akçalı durum zorluğu bilgisi bize de ulaşınca, çok çaba gösterdik katkı için. Bu bağlamda bir dayanışma çağrısı içeren tweet iletimizi kısa sürede yarım milyon insan okudu. Bize dönütler çok olumlu oldu ve “küskün” (neden acaba??) pek çok okur, “Gazete”yi yeniden almaya başladı. Dileriz toplam satış rakamlarına yansımış olsun..

  • Gazete yönetiminden bir açıklama, uygun girişimler beklemekteyiz pek haklı olarak.

Kemalist ilkelerden asla ödün verilmeden uzlaşılmasını; ilkeli ama aynı zamanda demokratik – bilimsel – dostça – sevecen bir yönetim iklimi ile Gazetemiz Cumhuriyet‘in, ülkemizin içinde sokulduğu çok yönlü ağır bunalım koşullarında daha da çok “işe koşuk” olmasnı diliyoruz.

Gereksinim ve görev budur ve ivedidir

PS : Bu notlarımızı Cumhuriyet‘in saygın yöneticilerine, yazarlarına da doğrudan ilettik.

Bu vesile ile mutlu – sağlıklı – onurlu bir 2022 yılı dileriz ülkemize ve tüm dünyalı kardeşlerimize..

Sevgi, saygı ve tükenmeyen UMUT ile. 29 Aralık 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

 

 

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

Türkiye’de enflasyonla nasıl mücadele edilebilir?

Türkiye’de enflasyonla nasıl mücadele edilebilir?

Türkiye’nin enflasyonda bulunduğu durumu değerlendiren Prof. Dr. Erinç Yeldan, önümüzdeki dönemde enflasyonla nasıl mücadele edilebileceğini RS FM’de Ali Çağatay’la Seyir Hali programında anlattı. Prof. Dr. Yeldan “Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım” dedi.

Prof. Dr. Yeldan, enflasyonun bir sonuç olduğunu söyleyerek

  • “Ekonomideki tıkanıklıkların, yapılan yanlışların, para piyasasında yapılan yanlışların, işgücü piyasalarındaki parçalı yapının, istihdamdaki tahribatın dolayısıyla yeterince üretememenin, toplam talebi karşılayamamanın ve üretimi yaparken de yüksek maliyetler ile üretim yapmak zorunda kalmanın sonucudur. Yüksek maliyetlerin en başında döviz kuru özellikle ihracatla sanayide kullandığı girdilerin çoğunun yurtdışı kaynaklı olması; makine, teçhizat, teknoloji, kullandığımız yakıt da böyledir. Enflasyona bu açıdan baktığınızda ekonominin diğer birimleri üzerine düşen görevleri yapmadığı sürece sadece para politikası üzerinden mücadele etmek yetersiz kalıyor” dedi.

‘Gıda enflasyonu %20’ye ulaşmış durumda’

Prof. Dr. Yeldan, enflasyon ortalamasının toplumun kesimlerine farklı şekilde etki ettiğini

  • “Gerçekten çok yüksek bir enflasyon oranıyla karşı karşıya kaldık fakat bu %16 enflasyon yüksek gözükmesine rağmen halkın hissettiği enflasyon bundan çok daha yüksek bir değer kazanabiliyor. Büyük metropollerde konuşlanmış tüketicilerin mal kalıpları ile Anadolu’nun doğusunda kırsal kesimde yer alan tüketicinin tükettiği kalıplar birbirinden çok farklıdır. Bu sözünü ettiğimiz %16 enflasyon bütün Türkiye’nin ortalamasını alıyor. Sizinle daha önce bir latife yapmıştık ‘ortalama çok karaktersiz bir kavramdır’ diye. Ortalama hakikaten her şeyin ortalaması fakat hiç kimsenin yaşamadığı bir olgu. Özellikle büyük kentlerde yaşayan insanların kullandığı gıda fiyatları işin içine pazarlama, taşıma, markette pazarlama gibi ek maliyet unsurları geldiğinde TÜİK’in resmi rakamlarına göre gıda enflasyonu bunun çok üzerinde %20’ye ulaşmış durumda” diye söyledi.

‘Türk halkı lirayla değil yabancı paralarla birikim adımı atıyorlar’

Para arzının 2019’dan beri gösterdiği artışa dikkat çeken Prof. Dr. Yeldan, bu artışa sebep olan politikaları “Para arzı en dar M1 (piyasada dolaşan para ve bankalardaki vadesiz mevduat) diye tanımlanır. 2019’dan bu yana Türkiye’de bu %150 artmış vaziyette çünkü Türkiye’nin bir büyüme öyküsüne, ucuz kredi öyküsüne ihtiyacı var. Siyaseten yoğunlaşan gerginlikler, bir ekonomik büyüme öyküsüyle en azından kısa dönemde atlatılmaya çalışılıyor. Aktif rasyosu kuralı ile bankalar kredi vermeye zorlandı böylelikle kredi hacmi genişledi. Merkez Bankası piyasada dolaşan para miktarını körükledi. Bir malın arzı bu denli artarsa fiyatı düşecek. Bir de güvensizlik eklendi. Sık sık merkez bankasına yapılan müdahaleler, ekonomiye yapılan yanlış müdahaleler, içerdeki gerginlikler, hatalar, keyfi uygulamalarla paraya olan talep geriledi. Buna dolarizasyon diyoruz. Artık vatandaşlar Türk lirasıyla değil yabancı paralarla birikim adımı atıyorlar” diye açıkladı.

‘Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım’

Prof. Dr. Yeldan, ekonomideki mevcut durumun nasıl iyileştirilebileceği konusunda

  • Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım.
  • Merkez Bankası, Türkiye İstatistik Kurumu gibi ekonomiyi yönlendiren kurumlara, ekonomiyi düzenleyen BDDK, Borsa, Sermaye Piyasası Kurumu gibi kurumlara siyasi müdahalede bulunmamak gerekir. Bu kurumları gerçekten liyakatlerine güvendiğimiz insanlara teslim edip hedefleriyle baş başa bırakmalıyız. Ekonominin tıkanıklıklarını, işgücü piyasasındaki sığlıkları aşacak, insanların özellikle kadınların istihdamını artıracak yapısal reformlarla ekonomik arzı yükseltmemiz lazım. Döviz kuru piyasalarında da bu tür hatalarla dövize olan talebi körüklememek gerekiyor. Para arzını da kontrollü bir şekilde ekonominin mal arz ve talep dengesi ile ayarlamak onun dışında bir büyümeyle yükseltmememiz lazım” dedi.

Salgının Toplumsal ve Ekonomik Yaşama Etkileri

İyi akşamlar efendim..

Kaçıranlar için 📺
Bugün öğleden sonra yaptığımız

«Salgının
Ekonomik ve Toplumsal Yaşama Etkileri»”

başlıklı muhteşem toplantımıza;

Doç. Dr. Ozan Zengin hocamızın takdimi ile başladık.

Oturumu Prof. Dr. Alpay Azap hocamız başarı ile yönetti.
Konuşmacılarımız;

Prof. Dr. TC Neyyire Yasemin Yalım
,
Prof. Dr. Erinç Yeldan ve
Prof. Dr. Vesile Şentürk Cankorur

hocalarımızdı.

Yine çok şey öğrendik, zenginleştik. Zihnimiz açıldı.
Merak eden toplantı videosunu aşağıdaki linkten izleyebilir.
Sağlıkla kalın, evde kalın😉

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
21. Yüzyıl Planlama Gurubu Adına
===========================
Dostlar,

21. Yüzyıl İçin Planlama” çalışma ortamının sağlık bölümü emekçilerinden biri olarak biz de bu oturumu (da) izledik ve çok yararlandık.
3 soru sorduk katılımcılara, doyurucu yanıtlar aldık.
Özellikle Prof. Yalım, salgın sürecinde ETİK İKİLEMLER bağlamında zihnimizi açtı.

24 Aralık 2020 Perşembe günü akşam 20:30’da KORONA AŞILARINI ele alan ek bir sanal oturum yapılacak. Gerek bu siteden gerekse http://21inciyuzyilicinplanlama.org/  adresinden izlenebilir. Kurumsal site adresinden önceki oturumlar da izlenebilir, gelecek programlar görülebilir.

Başta, Planlama Kümesinin (Gurubunun) Başkanı Bilge İnsan Prof. Dr. Bilsay Kuruç olmak üzere, Mülkiye’den Dr. Serdar Şahinkaya’ya, yine Mülkiye’den (bizim de 2. Fakültemiz!) Doç. Dr. Ozan Zengin’e ve tüm emeği geçenlere teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 12 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

Türkiye ekonomisinin sorunları sadece dövize indirgenemeyecek kadar derin ve karmaşık

Türkiye ekonomisinin sorunları sadece dövize indirgenemeyecek kadar derin ve karmaşık

Prof. Dr. Erinç Yeldan: “Krize karşı ulusal ekonominin sadece daha bol kredi ve hanehalklarını daha da yoğun borçlandırmaya dayalı tüketim üzerinden canlandırılabileceği düşüncesi tehlikeli bir yanılsamadır.”

Şehriban Kıraç 22 Haziran 2020, Cumhuriyet

Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ebru Voyvoda’ya göre, Türkiye koronavirüs krizinde en çok etkilenen ülkelerden biri. Önlem alınmazsa ekonomi %27 küçülecek ve işsizlik oranı %34’e fırlayacak. Yeldan, Türkiye ekonomisinin sorunlarının salt dövize indirgenemeyecek ölçüde derin ve karmaşık olduğunu vurgulayarak, “Bu da swap ya da benzeri gelip geçici, kısa vadeli yapay müdahalelerle çözülemeyecektir.” dedi.

Voyvoda da, krizin çok boyutlu olduğunu, yalnızca makroekonomik değil toplumun hemen her alanına, bölgesel, etnik, cinsiyet temelinde gelir eşitsizliği ve sosyal parçalanma olarak yansımasının da olacağını vurguladı. Covid-19 Salgınının Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Politika Alternatiflerinin Makroekonomik Genel Denge Analizi’ne imza atan Prof. Yeldan ve Prof. Voyvoda ile araştırmalarını ve koronavirüsün Türkiye ekonomisine etkilerini konuştuk.

SORUÇLARI AĞIR OLACAK

– Yaptığınız analize göre, koronavirüs nedeniyle ekonomi %27 küçülecek, TL %30.5 değer kaybedecek. Şimdi Covid-19’da 2. dalga konuşuluyor, önlem alınmazsa bu tahminleriniz nereye varır?

YELDAN: Aslında daha “2. dalga” salgınından önce, Türkiye haziran ayı itibarıyla dünya ölçeğinde krizden en çok etkilenen ekonomiler arasında yer almakta. Bizim çalışma, salgına karşı alınan izolasyon ve öbür kısıtlama tedbirlerinin ekonominin bütününe yayılmış tüm etkilerini izlemeyi amaçlıyor. Modelimizin öngörüleri sanayi sektörlerinde %30’u aşan bir daralma ve işsizlikte de %34’lük bir krize işaret ediyor.

VOYVODA: Çalışmamız salgına karşı herhangi bir önlem alınmadığı durumda ortaya çıkabilecek yıllık ortalama kayıplara işaret ediyor. Genel olarak elbette salgınların uzaması ve önlemler ile birlikte etkilerinin uzun vadeye yayılması da ortaya çıkabilecek sonuçları daha ağır hale getiriyor.

– Pandeminin ekonomik boyutu ne kadar derin olacak?

YELDAN: Bizim öngörülerimiz sektörel bazda %60 ile %10 arasında daralmalara işaret ediyor. Bütçe açığının milli gelire oranının %12’ye kadar büyüyebileceğini gösteriyor. Yine modele göre, kısıtlama tedbirleri sonucu hanehalkı gelirleri %26.5 geriliyor, toplam özel tüketim harcama talebi %23 azalıyor ve yatırım harcamaları %66.7 düzeyinde daralıyor. Küçük ve orta boy işletmelerin böylesi bir şoka karşı durmalarını bekleyemeyiz.

VOYVODA: TÜİK’e göre, Nisan 2019’a göre Nisan 2020’de tekstil ve giyim eşyasında %60, imalat sanayisinde %33, içecek sektöründe %36’ya varan düşüşler tespit ediyor ki; bu veriler bizim çalışmamızın “ilk an” etkileri ile oldukça uyumlu. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı verilerine göre Nisan 2020’de otomotiv üretimi bir önceki yıla göre %90’ın üzerinde azalma gösteriyor, elektrik talebindeki daralma %16 dolayında. Bu ilk göstergeler krizin ne kadar derinleşebileceğine ilişkin de önemli ipuçları içeriyor.

GERÇEKÇİ ADIMLAR ATILMALI

– Pandeminin yol açtığı hasarları en aza indirebilmek için hangi adımlar atılmalı?

VOYVODA: Ya ekonomi ya sağlık gibi bir ikileme düşmeden kriz karşısında önceliklendirilmiş ve soruna en iyi şekilde müdahale eden gerçekçi adımlar atmak gerekiyor. Öncelikle ücretli emek ve kendi hesabına çalışanlar ile küçük esnaf gelirlerinin korunması amaçlanmalı. Çalışmamızın Covid-19 salgınının etkilerini izleyen sonuçları, “ilk-an” etkisi ile 2019 yılıyla karşılaştırmalı olarak ücretli emek gelirlerinde yıllık % 45’lik bir reel kayba karşılık gelebilecek bir kayıp öngörmekte. Bu kayıp, salgına yönelik izolasyon tedbirlerinin bir sonucu olarak toplam istihdamın %22.8 gerilemesi demek.

YELDAN: Bütçe açığının milli gelirin %3’üne ulaştığı, yüksek enflasyon ve dövizde belirsizliğin hüküm sürdüğü bu ortamda, etkili kamu politikalarının uygulanması için manevra alanı daraldı. Şu ana kadar ekonomi idaresinin almış olduğu tedbirler çoğunlukla ucuz kredi ve borçlanmayı teşvik ederek talebi borçlanarak canlandırmak ve işini kaybedenler için ise şirketlere gene kredi borçlandırması yoluyla kaynak aktararak aslında sermayeyi kurtarmaya yönelik politikalardan oluşmaktadır. Bütün kurgunun ana amacı özellikle inşaat ve finans sermayesini gözetmesidir. Oysa, krize karşı ulusal ekonominin yalnızca daha bol kredi ve hanehalklarını daha da yoğun borçlandırmaya dayalı tüketim üzerinden canlandırılabileceği düşüncesi tehlikeli bir yanılsamadır. Dahası bu tür rastgele tedbirler kamu kaynaklarının israfına yol açmakta, ekonomide güveni sarsmaktadır.

YAPAY MÜDAHALELERLE ÇÖZÜM OLMAZ

– Türkiye’nin ekonomide ana sorunu dolar-kur gibi yansıtılıyor, sizce Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sorun yumağının temelinde neler var?

YELDAN: Döviz kuru, kuşkusuz ki nihayetinde ulusal ekonomideki dengesizliklerin bir yansımasıdır. Kısmi olarak bir yerde dengesizlik varsa, sistemin bütününde bunun mutlaka yansıması olacaktır. Döviz piyasalarındaki krizin aslında yurtiçinde tüketim ve üretim dengesizliğinin, tasarruf – yatırım açığının sonucu olduğunu; enflasyonun ise nihayetinde işgücü piyasalarındaki parçalı ve yapısal tıkanıklıkların yarattığı maliyetlerin bir uzantısıdır. Türkiye ekonomisinin sorunları bu yüzden sadece dövize indirgenemeyecek kadar derin ve karmaşık görünümdedir. Bu da swap ya da benzeri gelip geçici, kısa vadeli yapay müdahalelerle çözülemeyecektir. Swap ve benzeri işlemler, yapıları gereği, kısa döneme yönelik ve çoğunlukla da özünde finansal piyasalarda işlem yapan “yatırımcıların” güvenini sağlamaya yönelik uygulamalardır. Bu tür uygulamalar yoluyla kalıcı döviz girişi sağlanması ve reel sektörlere fon sağlanması beklenmez. O yüzden dövizin ihracat geliri ya da doğrudan yatırım yoluyla Türkiye’ye kazandırılması esastır.

DİRENİŞLER GÜNDEMDE OLACAK

– Eşitsizlikler, hayat pahalılığı arttı, sosyal bir patlama olur mu?

YELDAN: Sosyal olaylar tarihte hiçbir zaman önceden planlı, kusursuz bir plana dayalı biçimde adım adım gerçekleşmiyor. 15/16 Haziran’ın 50’nci yıldönümünü kutladığımız şu günlerde emeğin sosyal hak ve kazanımlarını korumaya yönelik yepyeni direnişler; öğrencilerin üniversiteleri üzerindeki akademik baskılara karşı direnişler, doğanın acımasız tahribatı karşısında geliştirilecek direnişler hepsi birden kuşkusuz ki Türkiye’nin gündeminde olacak.

VOYVODA: Covid-19’la ortaya çıkan kriz hali, dünya ekonomilerinin önemli bir kısmını olduğu gibi Türkiye ekonomisini de işgücü piyasalarında, gelir dağılımında hem fonksiyonel, hem bölgesel, hem de cinsiyet bazında derin eşitsizliklerin var olduğu; kamusal hizmetlere erişimin ticarileştirildiği ve dolayısıyla, gelir eşitsizliğine bağlı olarak yoksulluğun sosyal dışlanma ile birlikte yaşanmakta olduğu bir ortamda gerçekleşmekte. Önümüzdeki dönemde salgının farklı toplumsal kesimlere eşitlikçi değil ama ayrıştırıcı etkisini ve sosyal devletin, sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlere erişimin bu etkinin azaltılmasındaki rolünü tartışıyor olacağız.

PAHALILAŞMA KAÇINILMAZ

– Türkiye yeni dönemde nasıl bir ekonomi modeli tasarlamalı?

YELDAN: Türkiye dış borçlanmaya ve içeride her ne pahasına kredi yaratarak özellikle inşaata dayalı spekülatif nitelikli büyüme modelini terk etmelidir. Kamunun üretim ve teknolojik yatırımlarının öncülüğünde ulusal geliri ve ulusal tasarrufları üretken sektörlere aktaran bir planlama modeli geliştirmelidir. Yabancı yatırımcının güveni ancak böylesi bir modelin parçası olarak sağlanabilir

– Koronavirüs sonrası Türkiye ekonomisini ve yurttaşı nasıl günler bekliyor olacak?

YELDAN: Zaten dengesiz ve kırılgan nitelikli ulusal piyasalarda enflasyon ve dövizde de daha yüksek çaplı bir pahalılaşma kaçınılmaz durmakta. İstihdam yaratma kapasitesi zaten çok yıpranmış olan ulusal ekonomide işsizliğin ve/veya düşük ücretlerin süregeleceğini tahmin etmek güç gözükmüyor.

VOYVODA: Krizin çok boyutluluğu ve sonuçları sadece makroekonomik değil ama sağlık sistemlerine erişimdeki eşitsizlikler, yaygın işsizliğin ve gelir kayıplarının yaratacağı yoksullaşma, gelir dağılımının toplumun hemen her alanına-bölgesel, etnik, cinsiyet, bazında gelir eşitsizliği ve sosyal parçalanma olarak yansıması gibi sonuçlar doğuruyor.

Ünlü profesörlerden korkutan uyarı

Ünlü profesörlerden korkutan uyarı

Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Prof. Dr. Ebru Voyvoda’ya göre, koronavirüs nedeniyle ekonomi %27 küçülecek, işsizlik %34’e fırlayacak. TL %30.5 değer kaybedecek.

cumhuriyet.com.tr 04 Haziran 2020
(Raporun tümü 35 sayfa, 1,2 MB pdf):

Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi ve Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ebru Voyvoda’nın araştırmasına göre

  • koronavirüs salgını nedeniyle bu yıl 2019 sonuna göre GSYH %27 azalacak.
  • İşsizlik %34’e yükselecek ve bütçe açığının GSYH’ya oranı ise %12’ye dek büyüyecek.

Prof. Erinç Yeldan ile Prof. Ebru Voyvoda’nın hazırladığı “Covid-19 Salgının Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Politika Alternatiflerinin Makroekonomik Genel Denge Analizi”ne göre, Türkiye’de işsiz sayısı 4.7 milyon kişiden 11.7 milyona yükselecek. Voyvoda ve Yeldan’a göre, yatırım harcamalarındaki daralma ise %67’yi bulabilir.

Kısıtlanan sektörlerden kaynaklanan şok dalgaları toplam istihdamın (2019 sonuna görece) %22.8 azalarak, 28.2 milyondan 21.8 milyona gerileyebilir. Böylelikle hanehalkı özel kullanabilir geliri %26.5 gerileyecek ve toplam özel tüketim harcama talebinin %23 düşmesine neden olabilir.

TL %30.5 DEĞER KAYBEDEBİLİR

Prof. Erinç Yeldan ve Prof. Dr. Ebru Voyvoda yaptıkları araştırmada şu tespitlere yer verdi:

* Salgına yönelik tedbirlere bağlı olarak toplam ihracat gelirlerinde %27.8’lik bir kayıp gösteriyor. İthalat talebi de %29. 5 geriliyor. Ancak mevcut dış borç faiz ve kâr transferleri yükümlülükleri ile birlikte turizm gelirlerinde beklenen gerilemeler cari dengedeki iyileşmeyi çok sınırlı tutuyor.

* Böylelikle döviz piyasasındaki baskılar döviz kurunun da yükselmesine neden oluyor. Model, Covid-19 salgını altında TL’nin Amerikan Doları karşısındaki reel aşınma oranını %30.5 olarak hesaplıyor.

ÇOK BOYUTLU SİSTEMATİK KRİZ

* Covid-19 krizi arz, talep ve finans şoklarının eş anlı oluşmasına dayalı, çok boyutlu sistemik bir kriz olarak yaşanıyor.

* Kriz Türkiye’yi, 2018 finansal krizinin etkilerinin tümüyle çözümlenmediği ve ulusal ekonominin yıpranmış dengelerinin henüz onarılmamış olduğu bir konjonktürde etkiliyor.

– Bütçe açığının milli gelirin %3’üne ulaştığı,
yüksek enflasyon ve dövizde belirsizliğin hüküm sürdüğü bu ortamda,
– etkili kamu politikalarının uygulanması için manevra alanı daraldı.

ANLIK SİYASİ ÇIKAR HESABI YAPILIYOR

* Krize karşı ulusal ekonominin yalnızca daha bol kredi ve hanehalklarını daha da yoğun borçlandırmaya dayalı tüketim üzerinden canlandırılabileceği düşüncesi bir yanılsamadır. Kamu kaynaklarının israfına yol açmakta, ekonomide güveni sarsmakta.

* Ekonomi idaresinin şu ana değin uygulamakta olduğu destekleme politikaları dağınık görünümde.

* Maddi kaynakları rastgele oluşturulmuş ve anlık siyasi çıkar hesaplarına dayandırılmıştır.

* 2019 sonunda işsizliğin %13.6; enflasyonun % 11 düzeyinde seyrettiği Türkiye ekonomisi, IMF’nin WEO Nisan 2020 raporundaki projeksiyonlara göre Covid-19 krizi nedeniyle 2020’de %5 daralma içine sürüklenecek. Türkiye için 2020 yılına ilişkin projeksiyonlar işsizlik oranının %14-15 düzeyinde süregeleceğini gösteriyor.

* Çalışmamızda Covid-19 salgınına yönelik tedbirlerin sonuçlarıyla ilgili şu varsayımları yapıyoruz:

– Öncelikle “kısıtlanan” hava yolu taşımacılığı, konaklama ve yiyecek hizmetleri ve turizm sektörlerinde ilk talep şokunun (özel tüketim ve ihracat) neden olduğu daralma %61.

– Kısıtlama önlemlerinden göreceli olarak daha az (ancak gene de yoğun) etkilenmesi beklenen sektörler- tekstil ve giyim, petrol ürünleri, makine ve beyaz eşya sanayisi, otomobil – motorlu kara taşıtları, perakende ticaret ve kara taşımacılığı sektörlerinde özel tüketim ve ihracat talebindeki daralma %26.

– Salgınla mücadele boyunca sağlık hizmetlerine olan talepteki artış %20 civarında.

“EMEK GELİR DESTEĞİ” ÖNERİSİ

Covid-19 virüsünün yol açtığı krizin, Türkiye ekonomisinin makroekonomik dengelerinin görece zayıf olduğu ve özellikle kamu kesiminde bütçe açığının görece yüksek ve sabit sermaye yatırım performansının görece durgun, hatta gerilemekte olduğu bir konjonktürde yaşandığına dikkat çeken Voyvoda ve Yeldan, “Bu durum, Türkiye’nin krize karşı uygulayabileceği politika önlemlerinin etkinliğini de kısıtlamaktadır” ifadelerini kullandılar. Voyvoda ve Yeldan bu tespitlerden hareketle, çalışanların ve işsizlerin doğrudan desteklenmesini öneren Emek Gelir Desteği (EGD) önerisinde bulundular. EGD, ücretlilerin ortalama ücretinin % 50’sine karşılık gelecek sürekli bir gelir aktarımı ile desteklenmesi; küçük ve orta boy şirketlerin ve kendi hesabına çalışan kesimine destek sağlanması ve kamunun tüketim harcamalarının % 20 düzeyinde artırılmasını öngörüyor. Analizde, EGD uygulandığında şu sonuçların elde edileceği ifade ediliyor.

* Model sonuçları EGD paketinin mali yükünün 2019 sabit fiyatlarıyla 123.5 milyar TL düzeyinde olacağını ve 2019 milli gelirinin %2.9’una ulaşacağını gösteriyor. Böylesi bir paketin uygulanması neticesinde hanehalkları kullanılabilir ücret geliri kayıplarının %85’i telafi ediliyor ve yurtiçi gayrı safi hasıla Covid-19 salgınının yaratması olası düzeye görece %60’lık bir kazanım sağlıyor.

HANEHALKI GELİRİNDE %69 TELAFİ

* EGD programı hanehalkları emek gelirlerinde Covid-19 salgınında oluşan sonuçlara görece %68.9 oranında telafi sağlıyor.

* Ekonomik canlanmaya bağlı olarak yaşanan dolaylı etkilerle birlikte kamunun bütçe gelirleri Covid-19 ortamına görece %45 artış gösteriyor ve bütçe açığı 217 milyar TL olarak gerçekleşiyor. Dolayısıyla, Covid-19 dengesindeki 275 milyar TL’ye göre, uygulanan paketin yarattığı canlanma sayesinde paket maliyetinin neredeyse 58 milyar TL’si (274 milyar – 217 milyar) geri kazanılıyor. Böylelikle bütçe açığının ulusal gelire oranı Covid-19 salgını altında olası %12.3’ten, EGD paketi uygulaması altında %6.3’e geriliyor.

* Model sonuçları, Covid-19’a görece üretim vergi gelirlerinde %59; dolaylı tüketim vergilerinde de %51’lik artış gösteriyor.

‘Sol’un değerlerine sahip çıkmak

‘Sol’un değerlerine sahip çıkmak

Prof. Dr. Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 07.02.2018


Uzun” yirminci yüzyıl boyunca iki büyük savaş ile sayısız bölgesel ve iç savaşlara tanık oldu. Hemen bütün bu savaş konjonktürünün önkoşulları arasında kapitalist birikim rejiminin tıkandığı ve iktisadi krizlerin yoğunlaştığı dönemler yoğunluktaydı. İktisadi krizlerin yarattığı sosyal ve siyasi gerginliklerin, ırk, mezhep, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılık ile doğrudan toplumsal şiddete dönüşmesi kaçınılmaz oldu. 

  • Günümüzde de kapitalizm, dünyamızın ekonomi / politik sistemini savaş konjonktürü olmadan sürdüremez konumdadır. 

Bu arada bir toplumsal algı yönlendirmesi olarak uygulanan medya terörüyle birlikte birçok toplumbilimi kavramının içeriği boşaltılmış; emeği ile çalışan yığınların sahip çıkması gereken değerler sistemi itibarsızlığa itilmiştir. Emperyalizm” sözcüğünü yerine “küreselleşme; “faşizm” yerine “popülizm”; “parasal genişleme” yerine “miktar kolaylaştırması”; ya da “sınıflar” yerine “aktörler” ve benzeri kavramlar 21. yüzyılın neoliberal çaresizliğinin ürettiği kavram karmaşasına birer örnektir. 
Bu şiddet ve karmaşa ortamında sol düşün günün sahip çıkması değerler neler olmalıdır? CHP’nin geçen hafta sonu toplanan 36. kurultayının getirdiği heyecansızlık ve atalet duyguları beni bu yazıyı siz okurlarımla paylaşmaya yöneltti. 
Her şeyden önce sol, emeğe ve emeğin değerlerine sahip çıkmalı, saygı duymalıdır. Bir “sınıf” olarak emeğin taleplerini kucaklamak, siyaset gündemine taşıyabilmek, sistem-içi ve sistem-dışı önerilerle birlikte toplumsal muhalefete katmak sol bir örgütün temel görevi olmalıdır. Kurultaydan bir hafta kadar önce Selin Sayek Böke ve İlhan Cihaner ekibinin kamuoyuna sundukları “manifestodan” alıntılar ile: 
Zamanın ruhu dünyayı ve Türkiye’yi sağ siyasetin değerleriyle okuyan değil, sınıf temelli, emekten yana, kendi ideolojik çizgisi ve toplum talebi konusunda net bir sol siyaseti çağırıyor. (…) Bir kitle partisinin kapsayıcılığı da, ‘ideolojik belirsizlik’ tuzağına düşmeden, temel ilkelerini net olarak tarif etmekten ve bu ilkelere dayalı bir gelecek hayalinde toplumu ortaklaştırmaktan (geçiyor).

  • ‘Sol siyaset’ … kendi kimliğine yabancılaşan değil; kendisi olarak, mevcut düzeni değiştirmek iddiasında olmalı(dır).”
    ***
    Sözlerimizi Türkiye ekonomisine getirir isek;
  • ulusal ekonominin bugün acil çözüm bekleyen en önemli sorunu işsizlik, özellikle genç işsizlik ile mücadele sorunudur. 

    Buradan hareketle daha tartışmalı bir konunun altını çizelim: Yüksek enflasyon elbette önemli sorunlarımızdan birisidir. Ancak enflasyonla mücadeletalep daraltıcı, “kemer sıkma = austerity)” politikaları aracılığıyla değil, istihdam artışlarını odak noktasına koyan arz yönlü – genişleyici makro ekonomik politikaları ve bunun için gerekli hukuk – eğitim – teknoloji ve kurumsal reformların uygulanması aracılığıyla sürdürülmelidir.

Unutmayalım ki enflasyon öncelikle finans burjuvazisinin baş düşmanıdır. Zira finansal varlıkların fiyatları enflasyon nedeniyle anında düşmekte ve finansal sistemin kazançları gerilemektedir. Bu bakımdan enflasyonun toplumun biricik ve en önemli düşmanıymış gibi gösterilmesi aslında finans sermayesinin öncelikli gündemidir. Bu doğrultuda, “her ne pahasına olursa olsun enflasyonu % 5’in altına düşürelim” saplantısı bir toplumsal fobi haline dönüştürülmüş ve merkez bankalarının makro istikrarı savunma görevi ve elindeki para politikası araçları gereksiz yere daraltılmıştır. Merkez bankaları, istihdam artışları da dahil olmak üzere, kapsayıcı bir makroekonomik genişleme programının izleyicisi olmalıdır. 

  • Bugün Türkiye ekonomisinin önündeki en önemli yapısal sorun, ulusal ekonomiyi yurtdışı sermaye girişlerine ve dış borçlanmaya bağımlı hale getiren mevcut makro ekonomi programıdır.

Kökenleri 1980’lere değin uzanan bu “neoliberal – küreselleşme” reçetesi, Türkiye ekonomisini yurtdışından sermaye girişleri olduğu sürece büyüyen, sermaye girişleri yavaşladığında da küçülen, bağımlı bir yapıya büründürmüştür. Bu yapının kırılması için, merkez bankaları da dahil olmak üzere, tüm ekonomi birimleri yurtiçi tasarrufların üretken sermaye yatırımlarına dönüştürülmesi amacını güden kredi tahsisi, istihdam, teknolojik ilerleme ve kamu sektörü önceliğinde bir inovasyon ve sanayileşme atılımının öncü örgütleri olarak görevlendirilmelidir.
***
Son söz   : Sermaye yanlısı neoliberal politikalara karşı, emeğin çıkarlarını gözeten radikal bir anlayışla neoliberalizme teslim olmayı reddetmeliyiz; aykırı düşünmekten korkmamalıyız; neoliberalizmin yıkıcı sonuçlarına karşı gelişen toplumsal muhalefeti şoven-milliyetçi duyguların hamaseti üzerinden değil, emeğin geleneksel değerlerine sahip çıkarak gerçekleştirmeliyiz.
==================================
Dostlar,

Sn. Prof. Yeldan’dan nefis bir makale… Neredeyse her sözcüğün altını çizeceğiz..

  • ..neoliberalizme teslim olmayı reddetmeliyiz..
  • .. aykırı düşünmekten korkmamalıyız..
  • ..emeğin geleneksel değerlerine sahip çıkarak.. 

Bu içeriklerin CHP’nin 36. Kurultayı sonuç bildirgesinde de netlikle vurgulanması gerek(irdi). Gene de geç değil.. Parti Meclisinde görüşülür.. ve gerisi gelir..

Bu arada iktidar, internet sansüründen sonra meslek kuruluşlarını da tasfiye ederek dikensiz gül bahçesini edinmek üzere kendince bir altın fırsat yakalamıştır. Arınç politi sahnede olsaydı gene “.. Allahım verdikçe veriyor..” derdi.

Az eğitimli yurttaştan oy aldıkların, eğitim düzeyi yükselen halkım AKP’den koptuğunu AKP yetkilileri kabul ve itiraf etmektedir. O yüzden Milli Eğitim sistemi hem “milli” hem de “Eğitim” olmaktan kurgulu olarak ve siyasal hırsla  hınçla çıkarılmıştır. Erdoğan açık oynamaktadır..
“sıra müfredatta” diyeli 2 yılı geçiyor.. TTB, TDHB, TEB, TMMOB, TBB .. gibi  kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarında  16 yıldır iktidar olamamıştır ve bundan müthiş rahatsızdır. Her biri ayrı ayrı yasa ile kurulan ve Anayasanın 135. maddesinin korumasında olan bu meslek örgütlenmelerinin,ele geçirilemediğine göre  içinin boşaltılması ve muhalefet etmelerinin olanaksız kılınmasının zamanıdır. Üstelik elde bir de OHAL KILICI vardır!

Hemen anımsatalım ve salt Hekim örgütlerinden söz edelim. Hemen hemen her uygar ülkede o ülke ya da ülke halkının adının ilk sözcük olarak kullanıldığını belirtelim.. Örneğin

American Medical Association
British Medical Association..
Canadian Medical Association
Australian Medical Association
Italian Medical Association
Indian Medical Association…

İkinci olarak bu meslek kuruluşları dernek – vakıf ya da şirket değillerdir ve yukarıda da yazdığımız üzere her birinin ayrı ayrı kuruluş yasası vardır. Dolayısıyla Bakanlar Kurulunca yapılabilecek bir şey yoktur. Ancak TBMM’de Yasa değişikliği ile AKP yöntemiyle bir torba yasa ile, AKP + MHP’li yapışıkların oylarıyla yasama işlemiyle yol alınabilir. Bakalım ardından AYM bu işe ne der??

AKP iktidarı, Sn. Yeldan’ın büyük ustalıkla özetlediği yukarıdaki yazıdaki yaşamsal ekonomik sorunlara odaklanmak yerine, son derece yanlış biçimde demokrasiyi vahşice budamayı sürdürmektedir. Gündemi de çok asap bozan ve hiç de mert olmayan biçimde değiştirerek.

İktidarı, bu son derece sakıncalı – yersiz ve kendisine gerçekte hiçbir yarar sağlamayacak girişimler ve baskılardan sakınmaya ve yakıcı iç dış sorunlarımıza yoğunlaşmaya çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara TTB Ankara Tabip Odası Üyesi. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kapitalizmin borç tuzağı

Kapitalizmin borç tuzağı

portresi

Prof. Dr. Erinç YELDAN
Cumhuriyet
, 9.11.16

“Borç Tuzağı” 1980’lerin başında özellikle Latin Amerika ülkelerinde çılgınca gelişen borçlanma temposunu betimlemek için kullanılmaktaydı. İki petrol krizinin yaşanmış olduğu 1970’li yılların ikinci yarısında Latin Amerika ülkelerinin dış borçları yılda ortalama %20.4 oranında artmaktaydı… Ta ki 1982’de Meksika’nın borçlarını ödeyemeyerek moratoryum ilan etmesine kadar.
Borç tuzağı, kuşkusuz, sadece teknik bir iktisadi mesele değildi. Borç yükünün gerektirdiği devalüasyonist baskılar özellikle emekçiler üzerinden çıkartılıyor; borcun getirdiği sınıfsal tepkilerin bastırılması görevi ise antidemokratik, militarist darbelere devrediliyordu.
***
Bundan sonrasını Third World Network iletişim ağının direktörü Martin Khor’dan okuyalım (*):
Borç tuzağı 2008 krizine giden yolda kapitalizmin ayırt edici özelliği oldu. Tüm dünya dış borç stoku toplamı 2002’de dünya toplam gelirinin %200’ü düzeyinde idi; 2015’e gelindiğinde borç oranı %225’e çıktı. 2015 itibarıyla 152 trilyon dolarlık bir büyüklük ifade eden bu tutarın ardında 2010 sonrasında geliştirilen “miktar kolaylaştırması operasyonları” ve “sıfır faiz içeren para politikaları” yatmaktaydı. Küresel krizden çıkışta gelişmiş kapitalist dünya görece daha yüksek faiz getirisi peşinde koşarken sıcak para akımları Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” akmaktaydı. Öyle ki 2013’e değin söz konusu ülkelere giren sıcak para söz konusu ülkelerin milli gelirinin %1.3’üne ulaşmaktaydı.

“Her ne pahasına borç” olanağından beklenen sermaye girişleri ile birlikte ekonomik faaliyetlerin canlanacağı ve küresel ekonomiyi krizden çıkartacağı hesaplarıydı. Ancak taze fonlar reel ekonomide sabit sermaye yatırımlarına ve emeğin üretkenliğini artırıcı teknolojik dönüşümleri beslemek yerine, borsa hisse senetleri, bonolar, repolar ve finans sisteminin yeni icat enstrümanları aracılığıyla kapitalizmin kumarhane masalarında çarçur edildi. Bankacılık kesimi dışındaki reel üretici sektörlerdeki şirketlerde de rant masalarına katılmayı çıkarlarına daha uygun buldular. Tüm dünyada reel üretici şirketlerin borçlanması hızla yükselirken sabit sermaye yatırımları gerilemekteydi.

Nitekim, 2014 ve sonrasında durgunluk koşullarının gelişmekte olan ülkelere de sıçramasıyla birlikte küresel kriz yeni bir dönüşüm gösterdi. Söz konusu ülkelerde sermaye hareketleri yön değiştirdi ve çıkışa dönüştü. UNCTAD verileri, gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışını 656 milyar dolar olduğunu tahmin ederken söz konusu oranın bu ülkelerin milli gelirlerinin %2.7’sini oluşturduğunu vurguluyordu. Martin Khor’a göre yaşananlar, yaşanması muhtemel kâbusun habercisi gibidir:

Küresel mali piyasalarda ucuz kredinin daralmasıyla birlikte tüm gelişmekte olan dünyada devalüasyonist baskılar hızlanacaktır. Borç yükü arttıkça, borçların çevrilmesi için gerekli fonlar zorunlu olarak “içeriden” karşılanacak; artan sömürünün yaratacağı sınıfsal tepkiler ise

  • yükselen milliyetçilik dalgaları,
  • sosyal ayrımcılık ve
  • hukuk dışı uygulamalar aracılığıyla bastırılmaya çalışılacaktır.

    Borç tuzağı ve borç bağımlılığı giderek kapitalizmin çirkin yüzünü -hukuk tanımazlığını ortaya dökmektedir.


    Meraklısına not  :
    Türkiye’nin dış borç stoku 2002 sonunda 129.6 milyar dolar idi. 2015’in altıncı ayında 421 milyar dolara ulaşmış, yani on iki buçuk yılda 3.2 kat artmıştır. Söz konusu dönemde iç borç stokunda gözlenen 200 milyar doları aşan artış da göz önünde bulundurulduğunda,
  • kişi başına toplam borç artışı, dolar olarak kişi başına ulusal gelir artışından fazladır! 
    (*) Third World Network: www.twn.my
    =====================================
    Dostlar,

Erinç hoca ülkemizin yüzakı ekonomistlerindendir. Cumhuriyet’teki yazıları bir açıı ekonomi okulu / dersleri gibidir.. Bu yazı da çarpıcı gerçekleri sergilemekte. AKP – Erdoğan’ın ekonomide uçurdukları balonun nasıl yanıltıcı olduğunu sayısal verilerle izliyoruz. Özellikle “meraklısına not” tam bir bam teli.. AKP’li yıllarda;

  • kişi başına toplam borç artışı, dolar olarak kişi başına ulusal gelir artışından fazladır!

Sevgi ve saygı ile.
10 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

Prof. Dr. Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 07.10.2015
Küresel krizin 7. yılı geride kaldı. Türkiye bu ay sonunda son derece önemli bir seçim yaşayacak. Bu döneme ilişkin Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri başlıca büyüklükler açısından hatırlamakta yarar görüyorum. Karşılaştırmaları daha anlamlı kılmak için tarihsel perspektifimizi 2003’e kadar uzattım. Aşağıdaki tablo söz konusu dönem boyunca ekonominin seyrini kuşbakışı özetliyor.

 

Gözlemlerimiz    :

• Enflasyon 2001 krizi sonrasında tek haneli rakamlarda. Ancak % 8 alt sınırı kırılamadan 2015’e ulaşılmış; Türkiye küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi.
• 2003’e görece döviz kurundaki değişim enflasyon oranının altında. 2015 itibarıyla Amerikan Doları’nın enflasyondan arındırılmış reel fiyatı, 2003 düzeyinin hâlâ %13 altında.
• Dövizde yaşanan ucuzlama bir yandan ithalat talebini kamçılamış, diğer yandan da ithalat maliyetlerindeki ucuzlama sayesinde enflasyonun %8-10 bandında korunabilmiş olmasına olanak sağlamış gözüküyor.
• Ancak ithalat talebindeki artış, cari işlemler dengesinin milli gelirin % 5’ini aştığını;
kriz öncesi % 8’e, kriz sonrası “toparlanma” diye adlandırılan 2010-2012 arasında da % 10’una kadar yükselmiş olduğunu gözlüyoruz. Ancak sorun cari işlemler açığının rakamsal büyümesiyle sınırlı değil. Dış açığın finansman biçimi borçlanmayı arttırıcı sermaye girişleri ile sürdürülmekte. Bu da Türkiye ekonomisinin dış kırılganlığını arttırıcı önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
• Bu gelişme sonucunda dış borç stoku 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, dolar bazında yaklaşık 3 kat artmış. Ancak dövizin reel olarak ucuzlaması sayesinde TL bazında hesaplandığında dış borcun milli gelire oranı % 50-60 olarak gözlenmekte ve borç yükü sanki makul düzeyde seyrediyor algısı yaratmakta. Nitekim kısa vadeli dış borçların, uluslararası rezervlerimize görece yüksekliği dış kırılganlığın en önemli göstergesi olarak yorumlanıyor.
• Ancak söz konusu dış kırılganlık sadece finansal bir mesele değil. İthalatın giderek ara malı
ve yatırım mallarında yoğunlaşması ile birlikte ulusal sanayinin yatay ve dikey girdi-çıktı bağlantılarının tahrip olmasına ve istihdam kazanımlarının da sınırlı kalmasına neden olmakta. Bunun sonucunda sanayinin milli gelir içindeki payı %15’e gerilemiş; işsizlik oranında ise kalıcı bir kazanım elde edilememiş durumda. 2003 sonrası Türkiye’sinde ekonomideki gelişmelerin ana belirleyicisinin dövizin ucuzluğuna bağlı olduğu gözleniyor.
Her ne pahasına ucuz döviz! Bu ise, kuşkusuz, salt teknik bir iktisadi mesele değil.

=========================================

Dostlar,

Prof. Yeldan’ın yetkin bir iktisat uzmanı olduğunu bu site okurları bilirler.
Bu yazısı bir bakıma AKP’nin tek başına iktidar olduğu 13 yılın özet muhasebesi..

Ayrıca 2008’den bu yana süregelen küresel ekonomik bunalımın Türkiye ekonomisi üzerinde yoğunlaşan olumsuz etkilerine dikkat çekilmekte, öneriler sunulmakta..

– Cari işlemler dengesinin ulusal gelirin % 5’ini aşması
– Dış açığın finansmanının dış borçlanmayı ve kırılganlığı büyütüyor olması
– Dış borç stokunun 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, 3 kat büyümesi..
Ulusal gelirin % 50-60’ına ulaşması
– Kısa vadeli dış borçların dövz rezervimize oranının yükselmesi
– Türkiye’nin küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi oluşu
– Sanayinin ulusal gelir içindeki payının %15’e gerilemiş olması
– İsitihdam da kalıcı – gerçek bir artış sağlanamayışı..

Başlıca ve ağır sorunlar olarak yaşanıyor..

Dövizin 2003’ten bu yana görece ucuzluğu, Ekonomide elde edilenleri açıklayan en belirgin ölçüt (parametre)..

Ancak bu dönemin de sonuna gelindi.. 2015 başında 2,23 TL dolayında olan Dolar,
günümüzde 3 TL sınırında,, TL karşısında % 70 dolayında değerlenmiş görünüyor.

Büyüme hedefleri gözden geçirilerek (revize edilerek) %3’ün altına çekildi.  2015 sonunda % 1,4 dolayında nüfus artış hızı (NAH) bekliyoruz (geçen yıl % 1,33 idi; RTE çok çocuk dayatıyor ve NAH büyüyor ne yazık ki!)..  Dolayısıyla, büyüme % 2,8’de kalırsa, bunun yarısı Nüfus artışı ile silineceğinden, gerçek (net, reel) büyüme % 1’5’lerde kalabilir. Bu hızla, gelişmekte olan bir ekonomi, başta hızla ve akıl dışı biçimde artan nüfusun işsizlik sorununu çözemez, gelir düzeyinde anlamlı artış sağlayamaz, gönenç devleti olamaz, sosyal devlet giderleri kısılır… GERİ KALMIŞLIK ÇEMBERİ KIRILAMAZ..

Türkiye ÜRETMEK ve tasarruflu yaşayarak ulusal ekonomisini güçlendirmek zorunda.
Gümrük duvarları ile ulusal sanayisini kollamak zorunda.
Bunun için ise ilk iş olarak AB Gümrük Birliği’nden (GB) çıkmak zorunda..
O GB ki; şimdiye dek AB’ye üye olan 28 devletten hiçbiri tam üye olmadan kabul etmedi.. Türkiye ise “herkesten birkaç adım ötede”!? 1.1.1996’dan bu yana 20 yıldır GB üyesi ve gümrük tarifelerinin belirlenmesinde söz sahibi değil.. AB’nin, Türkiye’ye danışmadan 3. ülkelerle yaptığı ikili ticaret anlaşmalarından kaynaklanan gümrük vergisi yitikleri ve dış ticaret yükleri ülkemizin sırtında.. Yitikler birkaç yüz milyar Doların altında olmayan muazzam büyüklükler.

Demek ki ULUSAL – MİLLİ BİR EKONOMİ izlemek gerekiyor, dış güdümlü değil..

Çare, çook gecikmiş olmakla birlikte hala var.. 1 Kasım’da MİLLİ HÜKÜMET!
Kimi stratejik özelleştirmelerin iptali ve ÜRETİM SEFERBERLİĞİNE GİRİŞEN TÜRKİYE!

Sahi, 2023’te Dünyada ilk 10 ekonomi içine girecektik, bu masal ne oldu??
2008’den bu yana kişi başına ulusal gelir rakamsal (nominal) olarak artmıyot!?
Glir dağılımı giderek bozuluyor.. AKP 2002 sonuda iktidar olduğunda, en varsıl % 10 (zengin) ulusal geliriden % 67 pay alırken bu rakam son olarak % 77 oldu!

Bu tablo sürüdürülebilir değildir ve önüne iktidarları katar da süpürür, kimse engel olamaz!

Sevgi ve saygı ile.
07 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yunanistan’ın seçenekleri, öğrettikleri

Yunanistan’ın seçenekleri, öğrettikleri

portresi


Prof. Dr. Erinç YELDAN
Cumhuriyet portalı, 15.07.2015

 

“Hayır” kararından sonra Yunanistan’ın seçenekleri giderek daralmakta. Artık ortada net bir ikilem olduğunu söyleyebiliriz: Ya neo-liberal kemer sıkma programının gereklerine uyulacak ve ekonominin çöküntüsü altında yıllar geçirilecek ya da Avrupa Para Birliği’nden ve giderek Avrupa Birliği’nden çıkılacak.

Geçen haftaki yazımızda özetlediğimiz üzere, 1. seçenek altında kalınırsa, bundan böyle borçların ödenebilmesi için Yunanistan’ın yılda en az %2.5 büyüyeceği varsayımı altında 2045 yılına dek bütçesinde %4’lük bir faiz dışı fazla yaratması gerekeceği hesaplanmakta. Böylesi bir koşullandırmaya herhangi bir ülkenin demokratik koşullarda dayanması mümkün değil. Bu koşullar altında ikinci seçenek, bir “seçenek” olmaktan çıkıyor, tarihsel bir zorunluluğa dönüşüyor.

“Hayır” kararından sonra Yunanistan’ın stratejisi zaman kazanma ve kemer sıkmaya yönelik tedbirleri sanki “izler gibi” görünmeyi andırıyor. Tartışılmakta olan “yeni”strateji, 2018’e kadar faiz dışı birincil bütçe dengesinde milli gelire oran olarak yüzde 3.5’lik bir fazla yaratmayı hedefliyor. Ancak, çok yüksek işsizlik ve daralan ekonomi koşullarında bu stratejinin işlemesi mümkün gözükmüyor. Çünkü bir yandan kamu harcamaları bastırılır ve vergi yükü yükseltilirken, bir yandan da ücret ve maaşların geriletilmesi toplam milli gelirin de aşağıya çekilmesi anlamına gelecektir. Bu durumda yüzde 3.5’lik faiz dışı fazla yaratma hedefini tutturabilmek için daha fazla vergi, daha az harcama yapmak gerekecek ve bu da yaşanmakta olan kısırdöngünün çemberini daraltacaktır.

Özelleştirmelerden beklenen verimlilik kazanımları ise hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Bunu Türkiye ve Latin Amerika deneyimlerinden de biliyoruz. Tarihsel bütün örneklerden izlediğimiz üzere, özelleştirmeler ne verimlilik artışına ne de kamu gelirlerinin artmasına yaramış; aslında doğrudan doğruya sermayenin yeniden yapılandırılmasına ve tekelleşme yoluyla daha da güçlenmesi amacına hizmet etmiştir.

Verimlilik kazanımlarının her şeyden önce sabit sermaye yatırımlarının ve teknik donanımın yükseltilmesi ve piyasalarda hukukun üstünlüğünün kurulmasına dayandığı, sermayenin mülkiyetiyle ilgisi olmadığı açıkça görülmüştür.

***

Bütün bunlar arasında Yunanistan krizinin gösterdiği bir yalın gerçek daha var:

Avrupa projesi” aslında giderek küresel finans burjuvazisinin antidemokratik bir teknokrasi projesi haline dönüşmüş durumda.

Derecelendirme kuruluşları, IMF ve Avrupa “Troyka”sı bir bütün olarak öncelikle sermayenin güvenliğini ve stratejik çıkarlarını koruyan ve “sermayenin rasyonalitesini” düzenleyen her türlü iktisadi ve sosyal denetime karşı “sermaye çıkar-kriz gelir” şantajı uygulayan antidemokratik bir güç sergilemekte. “İktisadi akıl” diye adlandırılan bu projenin ana düsturu, bağımsız iktisat politikalarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yadsınarak, bütün sosyal politikaların piyasalaştırılmasını ve

tüm iktisadi ve sosyal değerlerin sermayenin hiper-sömürüsüne terk edilmesini amaçlıyor.

Yunan halkı geçen hafta bu projeye tüm halklar adına “Hayır” mesajı vermiş idi. Bu umudu korumak zorundayız.

==============================

Dostlar,

Teşekkürler Sayın Erinç Yeldan hocamıza..
Enfes bir çözümleme var yazıda..
Anlatım ve kavramsallaştırma da mükemmel.

Türkiye adımlarını son derece dikkatli atmak zorunda..
Küresel finans burjuvazisi ciddi biçimde kurumlaşmış durumda.
Gelişmekte olanların dayanışması son derece önemli.
Prof. Michel Chossudovsky’den öğrendiğimiz üzere,
“DİRENİŞ KÜREELLEŞTİRMEK” temel savaşım aracımız.

Sevgi ve saygı ile.
15 Temmuz 2015, Pertek (Tunceli)

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com