Etiket arşivi: Prof. Dr. Ayhan Filazi

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !


portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
afilazi@gmail.com 


Bologna Süreci Nedir?

Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin Dışişleri Bakanlarının 1998’deki Sorbon Bildirisi ile öncülük ettiği Bologna Süreci, 19 Haziran 1999’da İtalya’nın Bologna kentinde toplanan 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimle ilgili Bakanlarınca Bologna Bildirgesi‘ne imza atmasıyla başlayan bir süreçtir.  Türkiye’nin 2001’de katıldığı bu süreç, günümüzde 47 ülkede uygulanmaktadır. Hedef Avrupa yurttaşlarının hareketliliğini, istihdam edilebilirliğini ve tüm kıtanın gelişimini sağlamak için Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın (AYA) oluşturulması, Avrupalılığın yalnız Avro, banka ve ekonomi olmadığı; kültürel, sosyal, bilimsel ve teknolojik olarak daha bütünsel bir Avrupa olduğunun gösterilmesidir.  Bildirgede ülkelerin yükseköğretimde yapılacak reformları gerçekleştirmede kararlı oldukları vurgulanmış olup, AYA’nın yaratılması için çok önemli görülen hedefler öne çıkarılmıştır.  Bu hedefler arasında kuşkusuz en önemlisi Avrupa Yükseköğretim Sisteminin uluslararası rekabet gücünün artırılmasıdır. Yani birçok gerekçe arasında “rekabet” öne çıkmaktadır.

Bologna Süreci‘nin en kapsamlı amacı, kulağa oldukça hoş gelen söylemlerdir. Yani,

– uluslararası işbirliği ve akademik değişime dayanan bir AYA yaratmanın yanı sıra
– hem Avrupalı öğrenciler ve hem de dünyanın öbür bölgelerinden gelen öğrenci ve çalışanlara bu alanı çekici kılmaktır.
– AYA’nın öngörüleri öğrencilerin, mezunların ve yükseköğretim personelinin hareketliliğini kolaylaştırmak, gelecekteki kariyerlerine ve demokratik toplumlarda etkin yurttaşlar olarak yaşama hazırlanmalarını sağlamak
– ve kişisel gelişimlerini desteklemek, demokratik ilkelere ve akademik özgürlüğe dayanan, yüksek nitelikli yükseköğretime yaygın bir erişim önermektir.

Bu sürece üyelik hükümetler veya devletlerarası herhangi bir anlaşmaya dayanmamaktadır. Bologna Süreci kapsamında yayımlanan bildirilerin yasal bir bağlayıcılığı da bulunmamaktadır. Süreç tamamen her ülkenin özgür iradeleri ile katıldıkları bir oluşumdur ve ülkeler Bologna Süreci’nin öngördüğü hedefleri kabul edip etmeme hakkına sahiptirler. Bologna Sürecinin oluşturmayı hedeflediği AYA içerisinde yer alan ülke vatandaşları, yükseköğrenim görme ya da çalışma amacıyla Avrupa’da kolayca dolaşabileceklerdir. Böylece Avrupa, gerek yükseköğretim ve gerekse iş olanakları açısından dünyanın diğer bölgelerinden kişiler tarafından tercih edilir hale getirilecektir.

Bologna Süreci Ne Getiriyor?

Bologna Sürecini savunanlar genellikle bu sürecin üniversitelerin özerkliğini ön plana çıkardığını, kamuya hesap verebilirliğini, fırsat eşitliğini, yaşam boyu öğrenmeyi, öğrenci ve öğretim elemanı değişimi gibi taraflarını ön plana çıkarmaktadır. Ancak süreç ile ilgili bildirgenin satır aralarında yer alan ifadelerle uygulamaların niteliğine ve sonuçlarına bakıldığında işin iç yüzü ortaya çıkmaktadır.

Bildirgede yer alan “Bir medeniyetin canlılığı ve etkinliği, o medeniyetin kültürünün diğer ülkeler üzerinde yarattığı etki ile ölçülür. Avrupa yükseköğretim sisteminin, dünyada bizim olağanüstü kültürel ve bilimsel geleneklerimizin gördüğü ilgiye eşdeğerde bir ilgi gördüğünden emin olmalıyız” demekle zaten bunu kaleme alanların ruhsal durumunu göstermektedir. “Olağanüstü kültürel ve bilimsel gelenekler” söylemi bilimsel bir anlatım değildir ve bilim yuvası olması gereken üniversite kavramıyla bağdaşmayan tümüyle kendi kültürünü üstün gören faşist bir söylemdir. Çünkü bilimde hiçbir şey olağanüstü değildir. Her şeyin mutlaka her zaman sorgulanması, eleştirilmesi ve geliştirilmesi gerekir.

Sorgulanmayan hiçbir şey gelişmeye açık değildir.

Böyle bir anlatm daha başlangıçta Avrupa’nın kültürel ve bilimsel geleneklerinin olağanüstü olduğunu kabul etme tutuculuğuna yol açar ki, üniversitelerde tutuculuğa yer yoktur.

Günümüzde hem kamu hem vakıf üniversitelerinde amaç ve süreç birliği söz konusudur. Amaç, yükseköğretimde daha çok parasallaşma; süreç ise yükseköğretimin içeriğinin piyasalara yönelik olmasıdır. Bu durum aslında neo-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda başlamış ve 2000’li yıllarda özellikle AKP iktidarıyla hız kazanmıştır. Bologna sürecinin de desteklediği yükseköğretimin parasallaştırılması yanında, sermayedarların çocuklarına daha görkemli, çok servisli bir eğitim yaşamı sunulması ve öğretim üyelerinin piyasa ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması da hedefler arasındadır.  Zaten Bildirgede “Avrupa işgücü piyasasında aranan nitelikleri karşılayacak düzeyde eğitim” demekle bu sürecin toplumsal gönenç yerine işgücü piyasasının gönencine (refahına) yönelik olduğunun altı çizilmektedir. Toplumsal beklentiler ile iş dünyasının beklentileri genellikle birbirine zıttır. İş dünyasının yalnızca çıkarını düşündüğü gözden uzak tutulmamalıdır.

Türkiye’de Bologna süreciyle birlikte yükseköğretimde piyasalaşma gözle görünür biçimde hızlanmıştır. Özellikle yeni kurulan vakıf üniversitelerinin sayısındaki sıçrama ve kamu üniversitelerinde kurulan paralı programlardaki artış bunu doğrular niteliktedir. Türkiye’yi AB içinde görmek istemeyen ve öbür az gelişmiş ülke vatandaşlarını da topraklarına kabul etmeyen AB ülkelerinin, Bologna süreciyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok az gelişmiş çevre ülkesini de sürece katmasında temelde 2 hedef bulunmaktadır. İlki AB kökenli çok uluslu şirketlerin Türkiye gibi çevre ülkelerden yeterli bilgi ve beceri düzeyine ulaşmış ucuz, niteliksiz (vasıfsız) işçi istemlerinin karşılanması; ikincisi de bu ülkelere Bologna Süreci içinde yer alan “yaşam boyu öğrenme” gibi yapılanmalarla esnek emek – üretim süreçlerini iş piyasalarının kuralları olarak benimsetip kabul ettirilmesidir. En son açılan üniversitelerle birlikte Türkiye’de 109’u Devlet olmak üzere Üniversite sayısının toplamı ne yazık ki 193’e ulaşmıştır.  Bu denli çok Üniversite açılması ciddi bir nitelik düşüklüğünü göstermesinin yanı sıra, Bildirge’de sözü edilen işgücü piyasalarına daha çok sunu (arz) sağlanması, böylece rekabetin artırılarak işgücüne ödenen ücretin düşmesinin sağlanması açısından anlamlı olmalıdır.

Türkiye’nin bu süreçten çıkarı, 1980’de başlayan eğitimde piyasalaşmanın sürmesi niteliğinde olmasıdır. Buna ek olarak yeni sürecin küresel iş piyasalarına yönelik olması Türkiye’nin küresel ekonomiyle daha da bütünleşmesine neden olacaktır. Yalnız doğal olarak nitelikli (kalifiye) eleman bağlamında merkez Avrupa ülkelerine göre çok geri olan Türkiye, bu ülkelerin taşeronluğunu üstlenecektir. Böylece hem Türkiye AB kökenli çok uluslu şirketlere ucuza teknik beceri sahibi niteliksiz (vasıfsız) işçi sağlayacak, hem de bu şirketler, emek-yoğun ve az verimli olduğu için yapmaya üşendikleri kimi üretimleri Türkiye gibi çevre ülkelere yaptırarak bu ülkeleri kendi taşeronları olarak kullanacaklardır.

Sonuç

Türkiye’nin kısaca Fulbright anlaşması diye bilinen ve Türkiye ile ABD arasında Milli Eğitim Alanında İkili İşbirliğini öngören Anlaşmanın 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı yasayla TBMM’den geçmesiyle başlayan, Köy Enstitülerinin kapatılması ve eğitimin neredeyse tümden emperyalistlerin çıkarına terkedilmesiyle başlayan çarpıklık, Bologna Süreci ile iyice çarpılmaya devam etmektedir. Zaten amacı olumsuzluğu düzeltmek değil, tümden iş dünyasının beklentilerini karşılamak olan süreç, yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamıştır. Bologna Sürecinin etkisi ve özellikle sağlık alanında yapılan değişim ve dönüşümle Türkiye’de sağlık sisteminin can damarı konumuna sahip üniversite hastaneleri parasal bunalımla (mali krizle) boğuşmaya başlamış ve en son olarak Türkiye’nin en köklü hastanelerinden İstanbul Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde bıçak kemiğe dayanmıştır. Hastaneler, çoğu medikal firmalara olmak üzere piyasaya 322 milyon TL borçlanarak iflasın eşiğine dayanmış ve tıbbi gereçler satın alımı için yapılan ihalelere ödeme yapılmadığı gerekçesiyle hiçbir firmanın katılmadığı belirtilmiştir. Sağlığın en iyi kazanç getiren sektörlerden biri olduğu hesaba katılırsa, bu yapılanlara şaşırmamak gerekir. Kuşkusuz öbür üniversitelerde de benzer sorunlar yaşanmaktadır.

Bologna Süreci, her zaman uluslararası sermayenin çıkarlarına yönelik bir eğitim sistemi yapılanmasından yanadır. Bunların başında iş piyasalarının esnekleşmesine yönelik yaşam boyu eğitim ile teknik beceri sahibi az nitelikli emek gücü geliştirmeye yönelik 2 yıllık meslek yüksekokullarının kurulma çalışmaları gelir. Bunun yanında YÖK, yükseköğretim yetişeğinin (müfredatının) daha çok özel sektöre ve piyasalara yönelik olmasını zaten desteklemektedir. YÖK aynı zamanda üniversitelerin piyasanın gereksinimlerine uygun, iyi öğrenci yetiştirme dışında bir toplumsal görevinin olmamasını ve üniversitelerin toplumsal olaylarda görüş sergilememesini istemektedir. Zaten varolan iktidarın temel eğitimde yapmış olduğu 4+4+4 ümmet eğitimi sistemi de üniversitelerin bu çarpıklığını destekler niteliktedir. Bir ülkede eğer yalancılık, hırsızlık, yolsuzluk, çıkar gibi değerler prim yapmaya başlamışsa; o ülkenin eğitim sisteminin toplumsal göneneç ve ulusal değerlere göre yeniden yapılandırılması ivedilik göstermektedir. Bu biçimde sürecek bir eğitim sistemi ne yazık ki hem ülkenin hem de ulusun bütünlüğünü yok edecektir.

=======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ayhan Filazi, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji – Toksikoloji bilim dalı öğretim üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevi de yapmıştır. Düşünen, yazan ve toplumsal sorumlulukları olan yurtsever bir aydınımızdır. Hayvancılık politikaları başlıca ilgi alanlarındandır. Bu değerli yazısını web sitemizde yayımlamamıza izin verdiği için kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu yazısında, cafcaflı sözlerden – süreçlerden biri olan “Bologna Süreci” ninin içyüzünü açıklamaktadır. (EĞİTİM İŞ  EKENEK Dergisi, sayı 4, güz 2015, syf. 450-52) Özellikle 1980’ler sonrası KüreselleşTİRme süreçlerinin hızlanması ile yaşam alanları neredeyse bütünüyle parasallaştırılmış (moneterleştirilmiş) ve “serbest piyasa” güdümüne sokulmuştur.

Akademia artık salt toplumsal gereksinimlere dönük bilim üretmemekte, sermaye çevrelerinin kazanç beklentileri AR-GE alanının içeriğini egemenliğine almış bulunmaktadır.

Daha da ürkünç (vahim) olanı, “postmodern bilimkarabasanı” dır ki, burada artık  “sipariş bilim” batağına saplanılmaktadır. Bilim etiği ayaklar altındadır ve uluslararası sermaye gereksinim duyduğu tezlere – görüşlere pak ala “bilimsel kılıf” sağlayabilmektedir.

Gelinen aşama dehşet vericidir ve insanlığın gerçek anlamda yepyeni küresel ahlak – etik kuralları demetine ve etkinlikle yaşama geçirilmesine olan gereksinim ivedilik kazanmıştır. Bu nasıl başarılacaktır? “Bologna Süreci” vb. araçların tam tersi işlevli olduğu gerçeği karşısında, bu ciddi küresel sorun üzerinde kafa yorulmalıdır

Şu makalemizi okumak ister misiniz ??

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Ayhan Filazi : TARLADAN YERİN ALTINA

Dostlar,

Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji ve Toksikoloji Anabilim Dalı öğretim üyelerinden çok değerli dostumuz Sn. Prof. Dr. Ayhan Filazi, uzmanlık alanı bağlamında sorumlu bir uzman ve yurttaş olarak aşağıdaki yazısını bize gönderdi.

Severek ve öğrenerek paylaşıyoruz.

Bu sitede sayın Filazi’nin daha önce de yazıları yayımlandı.

Benim Cumhurbaşkanım
http://ahmetsaltik.net/2014/05/03/benim-cumhurbaskanim/ 

Atatürk’te Birleşmek.. gibi..
http://ahmetsaltik.net/2014/02/04/ataturkte-birlesmek/

Sayın Filazi, 2012-14 dönemi ADD Genel Başkan Yardımcısı olarak da görev üstlendi.
Biz de Bilim – Danışma Kurulu Yazmanı idik (2010-2014).

Sanırız kendi fakültesinde hala Atatürkçü Düşünce Kolu’nun akademik danışmanlığını sürdürüyordur. Geçmişte bu görevde iken bizi konferansa Fakültelerine davet etmişlerdi sağolsunlar :

  • “Atatürk’ü Anlayarak Anmak : 72. Yıl”
    Ankara Üniv. Veteriner Fak. ADT       02.11.10

Prof. Filazi, 2005’te bir makalesinde aşağıdaki uyarıya yer vermişti :

  • “… Hastalık (AS: Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – KKKA) Karadeniz illerinin neredeyse hepsine yayıldı ve en son Kastamonu’da görüldü. Az gelişmiş veya
    hiç gelişmemiş ülkelerde görülen bu hastalığın
    Ankara’ya varmasına az kaldı.. Yetkililer kenelerden uzak durmamızı öğütlüyor. Sağ olsunlar biz kenelerden
    uzak durmasına dururuz da, keneler bizden uzak duracak mı onu bilmiyoruz…”
    Prof. Dr. A. FİLAZİ, Ankara Bölg. Veteriner Hekimler Oda Bşk.
    Cumhuriyet Tarım ve Hayvancılık eki, 09.08.2005 

Filazi hocanın öngörüsü doğrulandı. KKKA hastalığı başkent Ankara’ya dek ulaştı!
Bir hastaya acil olarak müdahale eden 2 genç hekim bu hastalığa yakalandılar ve ölümden döndüler. O dönemde Sağlık Bakanı olan zat (Prof. Recep Akdağ) ise,
bilim tarihinee geçecek öğütlerde bulunarak, çoraplarımızı pantolon paçalarımızın üstüne çekmemizi vaaz ediyordu! En azından, aklında etek giyen kadın hekimler yoktu..

Teşekürler değerli dostumuz Sayın Prof. Filazi..

Sevgi ve saygı ile.
2.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

TARLADAN YERİN ALTINA

portresi

 

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi 

 

Önce 13 Mayıs’ta Soma’da, sonra 28 Ekim’de Ermenek’te maden faciaları ve henüz olay soğumadan 31 Ekim’de Yalvaç’ta trafik kazası sonucu oluşan felaketler ulusça
bizi yasa boğdu. Bütün bunların yanı sıra son 9 ayda 1500’e yakın işçinin “iş kazası!” denilen olaylar sonucu ölümü ülkede yaşanan bir dramı da göz önüne seriyor.

Ülkemiz genel olarak bir tarım ve hayvancılık ülkesi. Yaklaşık 783 bin km2 büyüklüğü, 770 bin km2’lik karasal alanı, %1.78’lik su alanı, 242 bin km2’lik ekilebilir tarım alanı ve üç yanı denizlerle çevrili konumu ile Dünyanın sayılı tarım alanlarına sahip olup,
önemli oranda tarım, hayvancılık veya balıkçılık yapılabilecek bir yapıya sahip. Geçmişte tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten ülkeler arasında olmasına karşın, özellikle 1980’den sonra IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları, AB’nin dayatması ve son yılların tümden ranta dayalı politikaları ile bugün ele güne
avuç açmakta. Halkını doyurabilmek için dışarıdan tarım ve hayvancılık ürünlerini
satın almak zorunda.

  • Hatta Kurban bayramında kesilecek hayvanların bile
    yurt dışından getirildiği bir dönem yaşanmakta!

Tarımda çöküşün nedeni olarak önce ülkenin Güney-Doğusundaki terör bahane edilmişti. Ama Batısında veya İç Anadolu’da neden çöktüğü bir türlü anlatılamamıştı. Türkiye’yi geçtik, dünyayı bile besleyebilecek konumda olan ve Türkiye’ye “tahıl ambarı” sanını kazandıran Konya ovasında artık buğday ekilemez oldu. Pirinç, muz, soya, büyükbaş – küçükbaş hayvan dahil buğday bile ithalata bağlandı. Şeker Yasası,
Tütün Yasası derken tütün ve şeker pancarı üretimi bitme noktasına geldi. Çay üretimi kotaya bağlandı.

Bölücü terör örgütünün denetiminde yurt dışından kaçak getirilen sigara, çay, şeker, canlı hayvan.. gibi ürünlere göz yumuldu. Hem de bunlara ödenen her kuruş paranın Türk halkına kurşun ve bomba olarak döndüğünü bile bile. Mazot fiyatları derseniz,
özel gemi ve yatlara uygulanan indirim çiftçiye uygulanmadığından ve dünyanın
en pahalı mazotu Türkiye’de satıldığından, çiftçi traktörünü bile kullanamaz duruma getirildi.

Son olarak “yeraltı zenginiyiz, madenleri işletmemiz gerek” diye hazırlanan
Maden Yasası zeytinliklerimizi de vurdu. Bütünşehir Yasası ile köyler mahalleye dönüştürülüp ortak kullanılan otlaklar, çayırlar veya ekilebilir alanlar köylülerin elinden alınıp belediyelerin yeni rant alanları durumuna getirildi.

Çiftçi tarlasını ekemez, hayvanını yetiştiremez veya ekip-biçse veya hayvan yetiştirse bile birkaç tüccarın elinde oyuncak olup, ürününün değerini alamazsa ve hatta parasını sözleşmeli tarımcılık uygulaması yüzünden bugün git – yarın gel mantığıyla alamazsa, üstüne üstlük sürekli üretim yaptığı için aşağılanıp hor görülürse ne yapar?

Elindeki avucundakini satıp, taşı toprağı altındır diyerek kente gelir.
Üç kuruşa sattığı verimli toprakları modern ağaların elinde kalır veya yabancılara peş keş çekilirken onu kentte bekleyen taşeron şirketlerin kucağına itilir. Yok, mücadele edip bankadan kredi almaya yeltenenler olursa, zaten uygulanan politikalarla kazanç sağlayamadıklarından borçlarını ödeyemezler, tüm varlıklarına el konur ve
sonunda hapse atılırlar.

Kimse bize “Tarım ve hayvancılığa Cumhuriyet döneminde verilen desteklerin
en çoğu bu iktidar döneminde verildi..
” demesin!

Doğrudur, parasal anlamda ciddi destekler verildi ama kime ve nasıl verildiği ortadadır. Destekler gerçek üreticiye verilseydi bugün gıda ürünlerinde dışalıma (ithalata) bağımlı olmazdık.

Bu ülkede köylüye iki seçenek verilmiştir:

Ya köyünde kalıp modern ağaların tarlasında ırgatlık yapar, ağalık hukukuna bağlı yaşar, karın tokluğuna çalışırsın;

Ya da kentte taşeron şirketlerin elinde oyuncak olur, işçi güvenliği olmayan
asgari ücretten biraz daha fazla getirisi olan yer altı gibi işlerde çalışırsın…

Geldiğimiz nokta budur.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, Türkiye’de tarım ve hayvancılığın gelişmesi için
elverişli ve uygun toprak vardır, iklim ve sosyal koşullar olumludur. Ancak bunları kullanacak ve yönetecek alayışlar eksiktir. Yetkililer bilgisiz, bilgililer yetkisiz olunca olacağı da budur. Her ülke sanayide gelişebilir, ama doğanın vergisi olan tarım ve hayvancılıkta pek çok ülkenin ileri gitmesine olanak yoktur. Elbette biz de sanayileşmekle demokratik düzen içinde hızlı bir kalkınmaya kavuşacağız.
Ama Türkiye’nin ümidi tarım ve bunun yanında da hayvancılıktadır. Eğer biz günde yalnızca bir inekten bir litre daha çok süt üretebilirsek, yılda ulusal gelirimize
ne denli katkı konacağını varsın yetkililer hesaplasın. Hangi sanayi kolunu gösterebilirsiniz ki bu denli geniş, bu denli hızlı ve ekonomik olarak kalkınmaya
itki versin.

Ve son söz olarak

İyi organize olmuş toplumlarda her davanın bir sahibi veya sahipleri vardır.
Çeşitli meslek topluluklarının kendi sorumlulukları çerçevesinde giren konuları organları (Oda, dernek, birlik gibi) aracılığıyla teker teker ele alarak incelemeleri ve somut kanıtlarla savunmaları ve sorumluluk almış bulunan yönetsel makamları uyarmaları gereklidir. Şu veya bu biçimde aldanan veya konuyu iyi bilmediği için aldatılan makamlara, zamanı gelince yanlış uygulamaları için çatmak, onları yermek,
genellikle işin sonunda bu çareye başvuranların kendi suçluluklarını gizlemek için başvurdukları bir davranıştır.

1963 yılının Adalet Bakanı sayın Sırrı ATALAY’ın “Davalarımıza sahip çıkmasını bilelim. Fikirlerine evlatları gibi sahip çıkan insanların halledemeyecekleri meseleleri yoktur.” dediği gibi, bu tür durumlarda siyasilerden çok ilgili demokratik kitle örgütlerinin sesini de duymamız dileğiyle biz yine tarihsel görevimizi yapalım da,
dinleyen dinler, dinlemeyen kendi bilir.. Günah bizden gitsin.

ADD Genel Kuruluna Çeyrek Kala Çok Yersiz Bir Polemik

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ayhan Filazi 
(ADD Genel Başkan Yardımcısı)

Sayın Mahmut Özyürek,
(ADD İsparta Şubesi Kurucusu ve çoook emektar eski başkanı)

Her ikiniz de çok değer verdiğim dostlarımsınız.. Uzun yıllardır üstelik..
İkinizin de incinmesini hiç ama hiç istemem.
Hele gereksiz ve haksız yere..

Mahmut bey, Ayhan hocayı suçlamak isteyen bu yazıyı nereden buldu ve
neden tam da bu sırada paylaşma gereği duydu, anlamıyorum..


Kendisini ADD’den ihraç eden bir anlayışla şu kesitte mücadele eden Ayhan hocayı hedef almak ne denli akıllıca ve hele zamanlaması ne denli uygun???

Sapla samanı karıştırmanın sırası mı??

Mahmut bey 3 sayfa suçlama metni eklemiş.. (Calibri 10 punto ile sıkıştırınca..)

Ayhan hoca da 1 sayfacık kısa ve özlü bir yanıt..

Mahmut beyi günümüze dek hep destekledim, yanında durdum..
Hakkında çok ciddi suçlamalar olmasına ve sıkı kanıtlara karşın inanmak istemedim..
ADD Yüksek Disiplin Kurulu oybirliği ile aleyhine karar verdi; içimden bir ses gene O’nu yalnız bırakmamamı söyledi bana, bırakmadım..

Fakat bu kez iyice yanlış oldu..

Sayın Prof. Dr. Ayhan Filazi tertemiz, doğrultu tutarlılığı olan, yurtsever bir Kemalist’tir ve Mahmut beyin bir yerlerden eline tutuşturulduğundan endişe ettiğim (?!)
birkaç sayfalık bir yazı ile itibarsızlaştırılması hem olanaklı değildir hem de
insafa sığmaz; üstüne üstülük hiç de akıllıca bir taktik zamanlama sayılamaz..

Söz konusu yersiz – haksız – özü anlaşılmayan – kafa karıştırma amaçlı suçlamayı ve yanıtını sizlerle de paylaşıyoruz..

Mahmut_Ozyürek’in_AB’ci_olma_suclamasi_ve_yaniti_4.6.14

Bu dizeler ayrıca, adı geçen her 2 sayın kişiye e-ileti olarak da yollandı.

Lütfen daha sakin arkadaşlar.. daha sakin ve daha hesaplı..
Lütfen..

Sevgi ve saygıyla
05.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Benim Cumhurbaşkanım


Dostlar,

ADD Genel Başkan Yardımcısı dostumuz, sevgili kardeşimiz
Sn. Prof. Dr. Ayhan Filazi, son derece çözümleyici (analitik) bir us yürütmeye dayalı aşağıdaki makaleyi yazmış..

“Cumurbaşkanı kim olmalı??” sorunsalına yanıt arıyor..

Okumalısınız…

Sevgi ve saygı ile.
3 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Benim Cumhurbaşkanım

portresi


Prof. Dr. Ayhan Filazi

ADD Genel Başkan Yardımcısı

Yerel seçim sonrasında henüz bu seçimlerin analizi yapılmadan yeni bir tartışmaya kilitlendik.

– Cumhurbaşkanı adayı kim olsun?

Dikkate alınır alınmaz, halktan biri olarak elbet bizim de söyleyeceğimiz bir şey vardır.

Öncelikle soru yanlış. “Cumhurbaşkanı kim olsun?”dan öte, Cumhurbaşkanının nasıl biri olması gerektiği öne çıkarılmalı. Yaygın düşünce, Cumhurbaşkanı halkın oyuyla belirleneceği için halkın duygu ve düşüncelerini kavrayabilen, onu temsil yeteneği olan, halkın büyük çoğunluğunun desteğini alan, desteğini alamasa bile halkın karşısında olmadığı biri olmalıdır. Düz bir mantıkla bakıldığında buna kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Nitekim yerel seçimlerde kimi muhalefet partileri kendi parti yapılarına uygun olmasa bile halkın daha çok teveccüh edeceği adaylarla seçimlere gitmiş ve belki bir ölçüde başarı kazanabilmiştir.

Yasal duruma göre Cumhurbaşkanı adayı olmak için en az 20 Milletvekilinin önergesi gerekiyor. Her ne denli halk seçecek dense de, bunun anlamı, atama yine Meclis’ten ve elbette ki o vekilleri de atayan parti yönetiminden geleceğinden, atanmışların seçimi de diyebiliriz. Her türlü seçim şaibesini veya oyların “yanlışlıkla” farklı bir adaya yazılmasını da göz ardı edersek, bu durumda seçimi kazanmak isteyen partinin halkın siyasal, sosyal ve kültürel yapısına bakarak bir Cumhurbaşkanı adayını ataması gerekiyor. Bunun için de ya kendisinin yaptırdığı ya da eldeki bilimsel anketlerden yararlanarak bir aday profilini çizmesi, bu profile uygun adayı saptaması
ve bununla seçime gitmesi gerekiyor. Parti yönetimlerinin bu anketleri yaptırıp yaptırmadıklarını bilmiyorum. Ama siyasetten ekonomiye, dinsel değerlerden,
kadın-erkek ilişkilerine aile ve evlilik kurumundan değer ve kimlik yargılarına dek
pek çok farklı alanda 2011 ve 2012’de Türkiye çapında yürütülen araştırmaların verilerinden yararlanılarak hazırlanan bir araştırma var.

Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Dünya Değerler Araştırması Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından hazırlanan
“Türkiye Değerler Atlası 2012”
,  bu alandaki tek kaynak olma özelliği de taşıyor.

Araştırmaya göre Türkiye, insanların birbirine en az güvenebildikleri ülkelerden biri.
22 yıldır bu durumda bir değişiklik gözlenmiyor. Türkiye’de insanların yaklaşık onda biri genelde insanlara güvenebileceğini söylerken, İskandinav ülkelerinde bu oran %80’lere yaklaşıyor. Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın herkese ve her şeye güvensiz olması ve yapılacak tüm işlerin yetkisini alması gerekiyor. O halde Cumhurbaşkanı olmak için birilerinin daha çok yetki istemesi normal gibi görünüyor.

Araştırmaya göre Türk toplumu, Avrupa’nın ve dünyanın en dindar toplumlarından biri. Dinin toplum yaşamındaki yeri en üst düzeylerde seyrediyor. Dinin esas olarak bu dünyaya değil, ölümden sonraki dünyaya anlam kazandırdığını düşünenlerin oranı %76. Dinin özünün kurallara uymak olduğunu düşünenlerin oranı %64. Avrupa’da, Tanrı’nın insanların yaşamındaki yerinin en yüksek olduğu toplum Türkiye. Yaklaşık her 3 kişiden biri hem 30 gün oruç tutuyor, hem günde 5 vakit namaz kılıyor. O halde Cumhurbaşkanı dindar olmanın ötesinde orucunu da tutacak, günde 5 vakit namazını da kılacak.
Ayrıca bunları yaparken tümüyle öbür dünyayı güvenceye almaya çalışacak.

Yine araştırmaya göre 47 Avrupa ülkesi içinde siyasal yelpazenin en sağında
Türk toplumu yer alıyormuş. 1950’den başlayarak (itibaren) yapılan her seçim döneminde de görüldüğü gibi sağ seçmenlerin ağırlıkta olduğu bir ülkede Cumhurbaşkanının siyasal yelpazenin sağında olması gerektiği ortaya çıkıyor. 

Türk olmaktan son derece gurur duyanların oranı Güneydoğu Anadolu’da % 23, Karadeniz’de % 88. Ancak bu araştırmanın sonucu “Türk” adını ağzına almaktan çekinen ve her türlü milliyetçiliği ayakları altına alan bir kişinin Karadeniz’de yapılan seçimlerde sürekli en yüksek oyu alması durumuyla karşılaştırıldığında çelişki oluşturuyor. Buradan Karadenizli seçmen tercihlerinin bununla ilgili olmadığı sonucuna varılabilir. O nedenle bu veriyi göz ardı edebiliriz.

Araştırmanın en ilginç sonuçlarından biri de Türkiye’deki kadınların % 71’inin ”ailenin reisi erkek olmalı” demesi. Kadınların %59’u “kadın her zaman kocasına itaat etmeli, onun sözünden çıkmamalı” diyor. İşsizlik varsa, işe almada erkeklere öncelik verilmesini isteyenler Türkiye’de % 60, Danimarka’da % 2. Fransızların %36’sı Türkler’in % 6’sı evliliğin artık modası geçmiş bir kurum olduğunu düşünüyor.

Bu tabloya bakarak düz bir mantıkla Cumhurbaşkanının nitelikleri ortaya çıkıyor;
çalıştığı kişilere güven duymayan bu nedenle tüm yetkileri elinde toplayan, oruç tutup namaz kılan, öldükten sonrası için çalışan dindar, siyasal yelpazenin sağında yer alan, evli ve erkek olan kişiler Cumhurbaşkanı olabilir.  

Amacınız seçim kazanmaksa bu özelliklere sahip birini bulur aday yapar ve kazanırsınız. Yok, amacınız Türkiye Değerler Atlası‘nda bulunan verili (mevcut) tabloyu değiştirmek ve toplumun daha çağdaş, modern, hırsızlığa prim vermeyen, her türlü cinsel, ekonomik, dinsel sömürüye (istismara) karşı çıkan,
ümmeti millet, kulu birey durumuna getirmekse, o zaman hedeflerinizi doğru koyacak ve ona göre savaşımınzı (mücadelenizi) vereceksiniz. Milli mücadelenin başladığı dönemde bu tablo daha kötü değildi elbette. Atatürk, o dönemde eldeki tabloya razı olsaydı Kemalist Devrim‘in hiçbir zaman olmayacağını anımsayalım. Bugünden yarına bu tablonun değişmesi de olanaklı olmadığına göre, çözüm yolu Atatürk’ün yaptığı gibi kelle koltukta mücadele etmektir. Kısa-orta ve uzun erimli (vadeli) hedefleriniz ve Atatürkçü Düşünceye dayalı planlı-programlı tasarımlarınız (projeleriniz) yoksa
hiç boş yere uğraşmayın.   

Benim Cumhurbaşkanım mevcut tabloyu değiştirebilecek devrimci bir kişi olmayacaksa varsın hiç olmasın.

Atatürk’te Birleşmek!


Atatürk’te Birleşmek!

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 

Tam 11 yıl, 1911 ile 1922 yılları arasında aralıksız süren savaşlar.
Yanmış, yıkılmış bir ülke. Yoksulluktan başını kaldıramayan bir millet.
Bir çılgın adam, her türlü lüksü yaşama olanağına sahipken, canını dişine takıp önce milleti mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşı başkaldırıyor.

Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir zafer kazanıp tüm mazlum milletlere de
örnek oluyor.

Ardından ümmetten millet, kuldan birey yaratıyor.

Bu devrimin adı Türk Mucizesidir.

Bu mucizenin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Bu devrim, kimi Marksistlerin iddiasına göre Ekim 1917’deki Rus Devriminin sonucudur. Ancak yine Atatürk’ün mimarı olduğu 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi olmasaydı, İngiliz donanması İstanbul Boğazının Karadeniz kıyısında bekleyen Rus (Menşevik) donanmasıyla birleşecek ve Rus (Bolşevik) Devrimi de
hayalden öteye gidemeyecekti.

Bütün aklı başında tarihçiler bunu bilir.

Bu devrim elbette ki birkaç cümleyle geçiştirilecek basit bir olay değildir.
Konumuz o değil. Sadece bir hatırlatma yapalım istedik.
Doğaldır ki, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutan insanlar bu mucizenin mimarı olan Atatürk’ü kullanmak isteyeceklerdir.
Nitekim Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Atatürk’ün adını en fazla ananlar, O’na en fazla zarar verenler olmuştur.

1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti bir yandan Atatürk’ün hayattayken yapmış olduğu devrimleri bir bir yıkarken öbür yandan “Atatürk’ü koruma yasası” çıkarmıştır. Sanki O’nun korunmaya gereksinimi varmış gibi.

Hele 12 Eylül 1980’de Atatürk’ün de adı kullanılarak yapılan darbe, O’nun mirasını bile reddetmiş, neredeyse tüm aydınlar üzerinde baskı, zulüm ve işkenceye dönüştürülmüştür. Bir kuşak o dönemde yok edilmiş, yurtseverler işlerinden,
evlerinden, yurtlarından edilmişlerdir.

Rahmetli Attila İlhan bunlara Gardrop Atatürkçüleri diyordu.

Atatürkçü olduğu kuşku götürmez Nadir Nadi bile bu çıkarcıları gördükçe çileden çıkmış ve “Ben Atatürkçü değilim!” diyebilmiştir.

Bu yıl kuruluşunun 25’inci yılını kutlayan ve yıllardır gerici olmayan halkımızı gericiliğin
ve yobazlığın baskısı altında tutup ona göz açtırmak istemeyen dar kafalı çıkarcılarla, ümmetçilerle amansız bir savaşım içindeki Atatürkçü Düşünce Derneği,
aydın olması gereken kişilerin de kimi zaman gizli, kimi zaman açıkça bu çıkarcıların yanında yer aldıklarını görmektedir.

Bizler, gözü dönmüş kanlı bir düşmanlığın ulusu birbirine düşürdüğü, Atatürk’e ve devrimlere saldırıların coşkunluk içinde doruklara ulaştığı dönemlerde, yüreği sevinçten çatlama kertesine ulaşan kişileri çok gördük. Bunlara karşı yılmadan savaşım veren ve bu uğurda kurucusu Muammer Aksoy dahil pek çok aydınını şehit veren bir avuç inançlı insanın oluşturduğu ADD, “Atatürk’te birleştik” diyerek O’nu kullananları da
ne yapmak istediklerini de iyi bilir.

Atatürk’ün halka mal ettiği kurumları özelleştiren ve Türk Ulusunun öz malı olan değerlerin talan edilmesi konusunda büyük çaba gösteren eski patronları da
yakından tanır.

Elinden İslam dinarını, dilinden İslam Ortak pazarını düşürmeyen kişileri “millici” olarak yutturmaya çalışanları da iyi bilir.

Geçmişte Kemalizmi burjuva devrimi olarak görüp eleştirenlerin, terör örgütleriyle
iş birliği yapanların, uyduruk davaların savcısı olan kişilerle sırf çıkarları için işbirliği yapanların “Atatürk’te birleştik” demelerini de anlayabilir.

Yıllardır mücadele ettikleri rejim ve yandaşlarıyla koalisyon kurmaları da
bizi ilgilendirmez. Tümüyle çıkar ilişkileri üzerine kurdukları merkezlerinde yolunuz
açık olsun diyebiliriz. Birlikte yola çıktıkları kişiler arasında masum ve çok şeyin farkında olmayan dostlarımızın da olması bizi ancak üzer ve onların yüzü suyu hürmetine
buna saygı da duyabiliriz. Ama Atatürk’ü hiçbir zaman siyasal çıkar ve sömürü konusu yapmayan, bunun tartışılmasını bile hakaret sayan Atatürkçü Düşünce Derneği‘ne
dil uzatmak hiç kimsenin haddi değildir. Üstelik bu kişiler masum Atatürkçülerin de izledikleri ulusal bir televizyon kanalında ADD ve yöneticilerini mahalle dedikodusu yapar gibi, kulaktan dolma bilgilerle eleştirip muhalefet yaptıklarını zannediyorsa,
onun altında ezilmeye mahkûmdurlar. Şimdilik uyarmakla yetinelim.

Çünkü geçmişi karanlık olanların Türkiye’nin geleceğine ışık tutmaları olanaklı değildir.

Kapitalizminizi Nasıl Alırdınız?


Kapitalizminizi Nasıl Alırdınız?

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 
Bugünlerde okyanus ötesinden yönetilen cemaat ile yine okyanus ötesi ürünü ama
son kullanma tarihi geçmiş diğer cemaatin arasındaki mücadeleyi ibretle izliyoruz. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesinin şimdilik başarısızlığa uğraması, Eşbaşkanının kontrol edilemeyen hırsı ve projeyi eline yüzüne bulaştırması, üstüne üstlük Haziran direnişinde karizmasının çizilmesi oyuncu değişikliğine gidilmesini zorunlu hale getirmiş görünüyor. Diş macunu tüpten çıktıktan sonra tekrar tüpün içine girmez. Bunlar son çırpınışlar. Kimin gideceği belli oldu da kimin geleceği üzerinde
henüz uzlaşma sağlanamadı. Seçenekler çok. Rekabete çoktan başladılar bile.

Elbetteki emperyalistler hiçbir zaman projelerinden vazgeçmezler. Çok geniş enerji yatakları ve stratejik noktalarda konumlanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi,
kan emici imparatorluklarının devamı için kontrol edilmesi gereken bir alandır. Önlerinde bir engel gördüklerinde ilerlemezler ama hareketsiz de kalmazlar. Zıplarlar. Uygun buldukları anda yeniden yollarına devam ederler. Aynı Lozan görüşmelerinde dönemin Emperyalistlerinin temsilcisi İngiliz Lord Curzon’un İsmet İnönü’ye dediği “Kabul etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum. Gün gelecek,
kapıma dayanacaksınız. Cebime attıklarımı işte o zaman önünüze koyacağım” sözü
hala belleklerdedir.

Uzmanlar, kısaca yayılmacılık olarak tanımladıkları emperyalizmin bin yıllardır olduğunu, ancak kapitalizmin sömürgeciliğe bağlı olarak Ortaçağın egemen sosyal yapısının ve üretim tarzlarının değişmesi sonucunda ortaya çıktığını ifade etmektedirler. İnsanoğlunun göçebelikten yerleşikliğe geçişinin de bir ürünü olan kapitalizm günümüzde daha nazik bir ifadeyle “küreselleşme” olarak adlandırılmaktadır.
Bu terim daha çok yirmibirinci yüzyılın kapitalizmi olarak ortaya çıkar. Ekonomik bir yöntem olan kapitalizmden kasıt, insanların en temel hakları olarak iddia edilen üretim ve mülkiyet hakkıdır ki emperyalist ülkeler genellikle kapitalisttir. İlk ortaya çıktığında emek sınıfının kötü koşullara sahip olması, ücretlerdeki adaletsizlikler ve çocuk işçiliği gibi durumlarla özdeşleşen kapitalizm, özellikle ondokuzuncu yüzyılda sosyal bilincin uyanması ile az da olsa düzeltilmiştir. Ancak zihniyet asla değişmemiştir.

İnsanların eğitim, gıda, adalet ve sağlık hakları gibi en temel haklarının önüne üretim ve mülkiyet hakkının konması, insanı değil maddeyi yüceltmektir. Bu sistem emeğe saygıyı, eşitliği ve özgürlüğü temel alan Kemalist felsefeye de uymaz. Çünkü sermaye sadece kendi çıkarını düşünür. Sırf çıkarı için yenildiği belli olduğu halde iki atom bombasını Japonya’ya atmaktan çekinmemiştir. İki kuruş daha fazla kar edecek diye ve başka seçeneği olsa bile onca tehlikesine rağmen termik santralleri işletmeye ve yenilerini kurmaya devam etmiştir. Onun için çıkar önceliklidir, çevre ve insan boyutu öncelikleri arasında değildir.

Çıkarlarını korumak ve artırmak için her yol mubahtır. Dini de kullanır, milliyetçiliği de. Yeter ki lehine olsun. 1980’deki darbeden sonra ulusumuza ne yazık ki Atatürk’ü de kullanarak afyon olarak yutturulan Türk-İslam sentezi yaklaşımı bunun en tipik örneğidir. 1990’lardan sonra dinin milliyetçiliği baskılaması üzerine sırf bir denge oluşturulması için alınan 28 Şubat kararları da dinin baskısını engelleyememiş ve 2002’den sonra Türkiye, Abdestli Kapitalizm olarak adlandırılan sistemin boyunduruğu altına girmiştir. Ama uluslararası toplum mühendislerince
Türkiye’ye giydirilen bu elbisenin ömrü kısa sürmüştür.

Çünkü Atatürk’ün önderliğinde 1923’te başlayan aydınlanma çağı, Türkiye’de yeterli bir aydın birikimi oluşturmuştur. O’nun tam bağımsızlık hedefi etle-tırnak olan emperyalizm ve kapitalizme karşı durmayı gerektirir.

Tarihten ders almayan toplumlar geleceklerine yön veremez. Abdestli kapitalizm elbisesinin dar geldiğini gören toplum mühendisleri, şimdilerde abdestsizini denemeye çalışmaktadır. Ancak Atatürk’ün öncülüğünde kurulan bu Cumhuriyet’te kapitalizmin her türlüsüne geçit yoktur. Abdestli kapitalizm ile abdestsizi arasına sıkıştırılmak istenen bu ülkenin aydın insanları Tekel işçilerinin direnişiyle silkinmiş, Cumhuriyet bayramında barikatları yıkmış ve Haziran direnişinde güçlerini göstermişlerdir. Seçeneğimiz vardır.
Gericiliğe, emperyalizme, sömürüye ve faşizme dur diyecek gücümüz vardır.
Toplum mühendislerinin elbisesine ihtiyacımız yoktur.

  • Bu ülkede yeniden devrimci, halkçı, devletçi, ulusalcı ve
    laik bir cumhuriyet kurulacaktır. 

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Devrim Şehidi Necip Hablemitoğlu’nu 11 Yıl Sonra Gene Anma…

ADD_logosu_adiyla
Devrim Şehidi Necip Hablemitoğlu’nu 11 Yıl Sonra Gene Anma…

portresi_Ataturk_ile

Devrim Şehidimiz Necip Hablemitoğlu hocamızı
18 Aralık 2013 Çarşamba günü saat 13:00’te
Karşıyaka mezarlığındaki gömütü başında anıyoruz.

(Karşıyaka Mezarlığı 5 no’lu kapı 22. Cadde bitimi)

Konuşmacı: Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

ADD Genel Merkezi

===========================

Dostlar,

18 Aralık 2002 ……… 18 Aralık 2013..

11 uzuuuun yıl..

Cinayet hâlâ örtülüyor..
Bilinçli sis perdesi kaldırılmıyor..
Bu davranışla birkaç kuş vuruluyor..
Halka ve aydınlara korku salınıyor her şeyden önce..
“Kim vurduya gitme” korkusu (fobik reaksiyon) oluşturuluyor
ve bu yolla etkili muhalefet engelleniyor..
Toplumsal ruh sağlığına ağır ve kalıcı bir travma indiriliyor;
bu yolla da bireysel ve toplumsal özgüven duygusu yıkılmaya çalışılıyor.
…..
Sosyal psikolojik / politik psikolojik irdelemeler sürdürülebilir..

Tüm bunları engellemek adına,
bizlere emanet ailesi ile dayanışma adına ve vefa adına
benzer aydın cinayetlerine karşı durma adına..
……
18 Aralık 2013 Çarşamba günü saat 13:00’te
Karşıyaka Gömütlüğünde O’nu birlikte analım..
(Karşıyaka Mezarlığı 5 no’lu kapı 22. Cadde bitimi) 

Sevgi ve saygı ile.
16.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ

ADD Genel Başkan Yardımcısı
Ankara Üniv. Veteriner Fak.

 

Kestirimim, tarihçiler ve sosyal bilimciler gelecekte Türkiye’yi 31 Mayıs 2013 öncesi ve sonrası diye iki dönemde anlatmak zorunda kalacaklar.

Mayıs öncesi dönem Kemalist devrimin nimetlerinden yararlanan, bu dönemi
har vurup harman savuran, Kemalist devrimin en önemli olmazlarından Devletçilik, Halkçılık ve Devrimcilik ilkelerini unutan, yalnızca Cumhuriyet, Laiklik ve Ulusalcılığı ön plana çıkaran, geleceği devrimci bir gözle okuyamayan,
halktan kopmuş, bize bir şey olmaz, neme lazımcı bir ulusun yaşadığı bir Türkiye.

Sonrası ise henüz belli değil. Bunu toplumun dinamikleri olan gençler ve uyandırmaya çalıştıkları kişiler hep birlikte belirleyecek. Ya Kemalizmin en önemli bütünleyici ilkesi olan tam bağımsızlığa kavuşacak ya da söylemesi bile kötü ama çağdaş uygarlıktan kopup karanlığa boğulacağız.

Kemalizmde Halkçılık veya Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı notlarda Demokrasi olarak tanımladığı ilkesinden anlaşılan; toplumda hiç kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır.

  • Herkes yasalar önünde eşittir.

Hiç kimse başkasına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz. Bu ilkeden ilk kopuş 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası biçimlenen
2 kutuplu yenidünyada işçi sınıfının egemenliğine dayanan sosyalizmle, belirli bir üst ekonomik sınıfın egemenliğine dayanan kapitalizm arasında sıkışmamız sonucu, sanki bir tarafı tutmak zorunluluğumuz varmışçasına kapitalist sisteme taraf olmamızdan sonra başladı. Özellikle her mahallede bir milyoner yaratma sevdasına düşüldü (AS: Demokrat parti döneminde.. halkımız 1 milyonerin 1000 yoksul yaratma ile olanaklı olabileceğini anlayamadı!). Önceleri henüz Kemalist Devrimin temel taşları yerinde durduğu için pek anlaşılamadı ama önce 12 Mart 1971 yarı-darbesi ve ardından 12 Eylül 1980 darbesi ile taşlar tümüyle yerinden oynatıldı.

Ardından Atatürk’ün adı da kullanılarak topluma Türk-İslam Sentezi dayatılmaya başlandı. Kimi yörelerde ulusun kullandığı yerel diller yasaklanmaya, İslam adına belli bir mezhep dikte edilmeye başlandı. Buradan, sakın ana dilde eğitimi savunduğum gibi
bir saçmalık kimsenin aklına gelmesin.

  • Bir halkın ulus olabilmesinin vazgeçilmez koşulu dil birliğidir.

Ayrıca “Türk ulusu” derken de bir ırktan söz etmiyoruz.

Atatürk’ün de dediği gibi Ulus;

  • Geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı yurda sahip, aralarında dil, kültür
    ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur.

– Ancak sosyal ilişkilerinde kimsenin ana dilini konuşması yasaklanamaz.
– Kimse belli bir mezhebe sahip olan köylere, o köylülerin fikirleri sorulmadan istemediği ibadethaneleri zorla dayatamaz.

Ama ne yazık ki bunlar yapıldı.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirdiği Devletçilik ise
Türk Ulusu’nun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır. Buna göre devlet, ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik girişimler yalnızca Devletçe yapılmayacak, özel girişime izin verilecek ama hiçbir özel girişim devlet denetim ve gözetiminden çıkamayacaktır.

Özellikle Halkçılık ilkesinden uzaklaşmaya başladığımız günlerden başlayarak ve yukarıda sözünü ettiğimiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile neoliberal politikaların dünyada yükselmeye başladığı dönemde bu ilkeye ne denli bağlı kaldığımızı ve savunduğumuzu tartışmaya bile gerek yok.

Ve gelelim Atatürk’ün yaptığı devrimin korunmasının gereği olan Devrimcilik ilkesine.. Bu ilke, seçkinciliği açıkça dışlayan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren ulusalcı bir devrimcilik anlayışıdır. Eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymak ve sürekli yeniliklere, değişimlere açık olmak biçiminde iki yanı bulunmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminin kazandırdıklarının korunması tümüyle bu ilkeye dayanır. Koşullara koşut olarak yalnızca kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini anlatan bu ilke gereği, en ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in “Sürekli Devrimcilik” anlayışının
temel nedeni budur.

Gerçek devrimciler kendilerini değil, savaşımlarını ve savaşım araçlarını öne çıkaran kişilerdir. Her toplantıda, her törende “falanca da aramızda” diye kendilerini öne çıkaranlar veya yalnızca makam ve konumlarıyla seçkinlik yaratmaya çalışanlar
gerçek devrimci olamayacakları gibi; onlara salt bu makamları nedeniyle saygı duyan kişiler de devrimcilik ilkesinden habersizdir. Bunların ileri görüşlülüğü veya uzakları görmesi, gözlerinin keskinliğinden veya devrimcilik bilincinden değildir. Olsa olsa devlerin omuzunda yükselmelerindendir. Ayrıca bu türden kişiler devin omuzundan düştüklerinde ne denli cüce oldukları belli olacağından, bulundukları yere her türlü yolu deneyerek
sıkı sıkı tutunmaya çalışan zavallılardır.

Sözün kısası; örgütlü Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, ancak yalnızca belli bir kesimi hedefleyip fabrika ayarlarını isteyen, daha sonra ilk olarak Tekel işçilerinin direnişlerinde gaz yemesiyle süren, 29 Ekim 2012’de gaz yeme ve barikatların yıkılmasıyla doruk noktasına ulaşan eylemler, Kemalist Devrimi tam anladığına inandığım gençlikle yeni bir aşamaya geldi. Doğru olarak her kesimi kapsamaya başladı. Ancak verilen iletiler  salt varolan iktidara değil, yukarıda belirttiğim, devlerin omuzlarında yükseldiği için ileriyi gördüklerini sanan kişilere de verildi.

  • Mesajınızı aldınız mı?

Alman Papazın Hikayesi Var da Türk İmamın Hikayesi Olmaz mı?


Dostlar.

ADD Genel Başkan Yardımcısı sevgili dotumuzSayın Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ,
adeta bir bayram armağanı yollamış! “Nedir?” denilecekse, yanıtımız,
“Aşağıdaki yazı!” dır.

Bu site okurlarının da Sayın Filazi’nin aşağıdaki düşündürücü makalesini okuduklarında,
bizim gibi bir duyumsama (hissetme) ve duygudurum (mood) içine gireceklerini umuyoruz. Ayhan hocayı usta klavyesi (kalemi!) için kutluyor,
“Bayram’da da” ülkemizin ağır sorunlarına çözüm aranışının sürmesini diliyoruz..

Papazın / İmamın hazin öykülerine ek olarak;

– örneğin 3-4 günde, 1 yıl içindeki toplam hayvan kesiminin 1/4’ünü (yaklaşık 3 milyon) kesmenin anlamını ve sonuçlarını..
– Hayvan stokumuzun buna elverip vermediğini,
– Kesilen hayvan dokularının tümüyle değerlendirilip değerlendiril(e)mediğini
– değerlendiril(e)meyeceğini, yüz milyonlarca dolarlık kaçınılmaz israfı
– muazzam çevre kirliliğini, zoonozları
(hayvanlardan insanlara geçebilen 200 hastalığı)
– kesimleri neden kesimevlerinde (mezbahalarda) yapmadığımızı,
– “Kurban” ın ille de bir hayvan kesmek anlamında olup olmadığını,
bu anlamda edimin salt Hacca gidenlere yükümlendiğini,
– Geniş anlamda “her tür hayır – iyilik -bağış” ın da “kurban” olduğunu..
– Diyanet’in hurafe üretmeyi bırakıp (Prof. İ. Arsel’in ünlü sözü)
  halka gerçek İslamı neden analatıp / anlatmadığını..

(Lütfen, “Kurban” gerçekte nedir? Hayvan kesmek dince zorunlu mu??
başlıklı yazımıza bakılması.. 16.10.12;
http://ahmetsaltik.net/s=kurban%C4%B1n+ger%C3%A7ek+anlam%C4%B1&submit=Ara)

Listeyi daha çok uzatıp korteksinizi ısıtmayalım – keyfinizi kaçırmayalım..

“Bayram” da

1. Hapisaneleri,
2. Yaşlı Huzurevlerini
3. Çocuk Esirgeme Kurumu çocuk yuvaları

ziyaret edelim.. Sonra “küresel ısınma”nın cömert (!?) sonbahar doğasını
ve şehitlikleri – mezarlıkları..

Kolay gele..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 14.10.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Alman Papazın Hikayesi Var da Türk İmamın Hikayesi Olmaz mı?

ayhan filazi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ
ADD Genel Başkan Yardımcısı

Son günlerde özellikle de “demokratikleşme paketi” (!) adı altında kadınların pakete sokulduğu yeni ileri demokrasi (!) önlemlerini gördüğümde aklıma hemen
Alman Papaz Martin Niemöller’in öyküsü geldi.

Hitler faşizmini çok güzel özetleyen ve artık klişeleşen Papazın yküsünü hemen herkes biliyor. Hani “Naziler önce komünistleri tutukladılar; komünist değilim diye ses çıkarmadım. Sonra Yahudileri tutukladılar, Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım. Sosyal demokratları tutukladılar, savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi çıkarmadım. Sıra bana geldiğinde çevrede tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı..” diyen papaz.

Aslında bir iç hesaplaşma ve pişmanlığı yansıtan bu sözler, sonraki kuşaklat için kulağa küpe niteliğinde ama insanoğlu başına gelmeden bilemiyor. Bir musibet bin nasihatten iyidir örneğii!

İleride Alman Papazın bir benzeri bizde de çıkar mı diye düşündüm. Elbette %99’unun Müslüman olarak ileri sürüldüğü Türkiye Cumhuriyeti’nde böylesi bir papaz çıkma olasılığı çok zayıf olacağından, belki bunun yerine bir Türk İmam çıkıp şöyle dese :

“Önce devrimcilik ruhunu yok ettiler, ses çıkarmadım. Çünkü devrim o dönemde Stalin’in komünizmiyle eşdeğerdi ve ben komünist değildim. Sonra halkçılığı öldürdüler. Varsın ölsün dedim. Nasılsa her mahallede bir milyoner yaratacaklar, mahallenin ağası olur bize de bakar dedim. Sonra devletçilik ortadan yitti.
Doğal, yok olur dedim. Modası geçti, devir rekabet ve neo-liberal ekonomi devri, komünizm bile bundan dolayı çöktü dedim. Sonra laiklik “faili meşhur” kişilerce
suikaste kurban edildi. Varsın olsun, dedim. Benim başörtülü bacımın da örtünmeye hakkı var, ufacık bir bez parçasıyla niye uğraşırlar, zaten dinimiz de bunu öyle emrediyormuş.. dedim. Sonra ulusalcılığı götürdüler. Yine ses çıkarmadım.
Varsın gitsin yoluna ne o ırkçılık ayakları falan, her gün “Türk’üm” diye bağırmalar..
Hem bu ülkede başka halklar da yaşamıyor muydu? Zorla kimseyi Türk yapamazsınız zaten. En son Cumhuriyeti alıp götürdüklerinde de sustum. Ama susmam yetmedi, benden onun aleyhine yalancı tanıklık yapmamı istediler. “Din adamıyım yalan söyleyemem” dediğimde ise beni de alıp götürdüler. Beni savunacak hiçbir kurum da kalmayınca anladım ki, Kemalist devrim bizim özgür ibadet yapmamızı ve
barış içinde yaşamamızı sağlayan gerçek bir rejimmiş
ve bunlar bizi kandırıyormuş.”

Biliyorum ki, buna karşı çıkacak kimi arkadaşlarımız, “O sözü söyleyecek en son kişiler imamlardır..” diyecek. Ancak Dolmabahçe Valide Sultan Camisinin müezzinine neler olduğunu anımsatırım.

Yukarıda duruma geldik mi gelmedik mi elbette tartışılır. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu istencinin (iradesinin) ortaya koyduğu Kemalist ilkeler bir bütün olarak değerlendirilmedikçe ve bir bölümünü alıp öbürlerini özümsemezsek,
sonucun ne olacağı belli. O nedenle Kemalizm’i bir bütün olarak algılamalı
ve ideolojisine saygı duyduğumuz kişiler yargılanırken yaptığımız itirazları,
hoşumuza gitmeyen kişiler yargılanırken de göstermeli ve odak nokta “Herkes için adalet” olmalıdır. Kimi hukuk kurumlarına herhangi bir davadan dolayı “lanet okurken”, başka davalarda “sonuna dek gidilmelidir” diyen kişinin sonu, yukarıda söz ettiğimiz Papazın veya imamın sonundan farklı olmayacaktır.

Böyle giderse ve Gezi olaylarından sonra gençlerin verdiği ileti,
alması gereken kişiler – kurumlar tarafından alınmazsa,
en sonunda iş o noktaya gelecektir.
Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Uyarması bizden. (14.10.13)

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ
ADD Genel Başkan Yardımcısı

Bağımsızlığa Veda!

Dostlar,Sayın Ayhan Filazi hocamız, bağımsızlığın erdemini ve nasıl yitirilmiş olacağını
acı örnekleri ile kapsamlı olarak işlemiş. Türkiyemizin yürekler acısı durumlarını sergilemiş..

Güzel bir dilekte de bulunmuş yazısının en sonunda..
  • “Tam bağımsızlığımızı yeniden kazanacağımız güzel günler dilerim.” demiş.

Ancak bunu ülkemizin “nasıl” başarabileceğinden söz etmemiş hiç,
Dileriz, bu yazısının devamı olarak 2. bir makalesinde önerilerini de sunarlar..

Sevgi ve saygı ile.
17.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Bağımsızlığa Veda!

portresi


Prof. Dr. Ayhan Filazi

ADD Genel Başkan Yardımcısı
İnsanoğlunun birey olarak iyiliği ve huzuru ile insanlığa katkı koyabilmesi için
tam bağımsız özgür bir ulusun mensubu olması gereklidir. Tarih boyunca
Türk ulusu gibi tam bağımsızlık ruhuna sahip uluslar olduğu gibi,
bağımlılığı karakter durumuna getirmiş uluslar da elbette vardır.

Türk ulusu tam bağımsızlığını kazanmak için yalnız emperyalistlerle değil aynı zamanda başındaki yerli işbirlikçileriyle de mücadele etmiş ve son darbeyi 9 Eylül 1922’de İzmir Kordon rıhtımında vurarak kendi tam bağımsız cumhuriyetini kurmuştur.

Bilindiği gibi insandan başka öbür hayvanlar evcilleştirilince bağımlı hâle gelirler ve
bu özellik onların karakteri haline gelir. Bağımlılık veya biat kültürü, insanın özgür iradesinin kaybolmasına yol açarak insanlık onurunun yok olup gitmesi demektir.
İnsanla hayvan arasındaki en önemli fark budur.

Kimi toplum mühendisleri tam bağımsızlığın mümkün olmadığını, her ülkenin yaşamını devam ettirebilmesi için mutlaka öbür ülkelere muhtaç olduğunu iddia ederler.
Gerekçe olarak da örneğin Türkiye’nin enerji sorunu olduğunu bunun için de dışarıya bağımlı olması gerektiğini ileri sürerler. Halbuki tam bağımsızlık, kapıları dış dünyaya kapamak, bütün ilişkileri kesmek, içe kapanmak değildir. Tam bağımsızlık, bütün dünya uluslarıyla eşit koşullarda, adil bir biimde kendini sömürtmeden, ezdirmeden, aşağılatmadan, karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olarak medenice ilişki kurmaktır.
Çünkü uluslararası ilişkilerde aşk, meşk olmaz. Karşılıklı çıkarlar söz konusudur.Tam bağımsız uluslar kimsenin iç ve dış işlerine müdahale etmesine izin vermez,
kendi kendilerini tümüyle bağımsız ve hür istençleriyle yönetirler.
Aldıkları kararlarda, çıkardıkları yasalarda kendi çıkarlarını gözetirler.Tam bağımsız bir ulus, kendine özgü kültürü, düşüncesi, yaşayışı, davranışı, inanışı, siyaseti, hukuku, ekonomisiyle özgün bir ulusal yapı ortaya koyan ve başka ulusların da bu anlamda örnek alabileceği bir ulustur. Hür ve bağımsız uluslar kendi kişiliğini bulmuş, özgün üretimler peşinde olan, dünyayı sürekli güzelleştirmeye, iyileştirmeye çalışan, dünya toplumuna artı değerler üreten uluslardır.

İç veya dış düşmanlar tarafından para, kadın, şan veya makamla satın alınabilecek karakterde olan insanların yönettiği, emperyalist güç odaklarının para ve propaganda olanaklarıyla desteklenmiş kişilerin söz sahibi olduğu bir ülke bağımsız olamaz.
Bir ülkenin ekonomisi küresel sömürü şebekelerine teslim edilmiş, ödeyemeyeceği ölçüde aşırı borçlandırılmış ve özelleştirme adı altında bütün önemli işletmelerini satmışsa, bağımsızlığını da satmış demektir.

Üstelik yabancı sermayeye sınırsız olanak sağlamış, ulusal ekonomisini çökertmiş, sıcak paranın insafına terk edilmiş, kendi yurttaşını kendi ülkesinde yabancıların yanında işçilik yapmaya mahkum etmiş bir ülke bağımsızlığına çoktan veda etmiş demektir.

Üstüne üstlük tüm bu olumsuzlukları olağanüstü gelişme, iyileşme, çağ atlama, modernleşme gibi laflarla yutturmaya çalışan gazeteci ve siyasetçilerin etkisinde kalan bir ulusun bağımsızlığı da tarih olmuştur.

İleri demokrasi safsatası ile ülke içinde kabile devletçiklerin oluşumuna yol açan yasal düzenlemeleri yapan; dil, bayrak, yurt, kültür ve hedef birliğini yok etmiş bir ülke bağımsızlıktan bahsedemez.

Geleceğe dönük özgün projeler üretemeyen, ulusal bir gelecek inşa etme istencinden yoksun, kendini tümüyle günün koşullarına, esen rüzgara bırakmış, hatta bütünüyle küresel sermayenin emrine girmiş bir ülke ve ulus, hemen oturup bağımsızlığını yeniden gözden geçirmelidir.

Emperyalistlerin her saniye televizyon ve bilgisayar ekranlarından akan kokuşmuş kültürüne, evlendirme programlarına, bilgiye dayanmayan yarışma programlarına, televole kültürüne ve bilgi kirliliğine sunuk (maruz) kalan bir ulus, ulus olmaktan da çıkmıştır.

Bir ülkenin yöneticileri yabancı ülkelerde kendi ulusundan habersiz, ulusunun aleyhine gizli anlaşmalar yapıyor ve bunlar sorgulanmıyorsa o ülkede bağımsızlıktan
söz edilemez.

Bir ülkede hukuk, siyaset, eğitim, kültür, ekonomi ve inanış küresel odaklara
teslim edilmişse ve bu durumu çağdaşlaşma olarak pazarlayanlar itibar görüyorsa bağımsızlık sözcüğünün amlamı çoktan unutulmuştur.

Bir ülkenin yazarı, siyasetçisi, profesörü, gazetecisi gibi önde gelenleri
küresel sermayenin buyruğuna  rigmiş ve bunlar da büyük ve önemli adam sayılıp
köşe başlarını tutmuşsa ve üstüne üstlük saygı görüyorlarsa o ülkeye bağımsız denilemez
.
Bir ulusun tarihini, değerlerini, inanışını sürekli kötüleyip alaya alan, emperyalistlerin hoşuna gidecek şekilde konuşarak o ulusu barbar veya Ermeni katili diye suçlayan,
her türlü teröristi masum insan hakları savunucusu gösteren, böylece küresel emperyalist efendilerince ödüle ve paraya boğulan romancı ve yazarların
adam yerine konulduğu bir ülke bağımsızlığını çoktan unutmuştur.Hangi sistemle yönetileceğinin kararını verememiş “bizden bir şey çıkmaz, başkaları bizi daha iyi yönetir” diyen insanların milletvekili olmaya soyunduğu ve bunların da
devlet yönetmeyi uluslararası örgütlerin emirlerini uygulamak olarak anladığı bir ülkede bağımsızlıktan söz etmek havanda su dövmektir.
Tam bağımsızlığımızı yeniden kazanacağımız güzel günler dilerim.=================================