Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet SALTIK Ankara Üniv. Tıp Fak.

HALK SAĞLIĞI ETİĞİ..

HALK SAĞLIĞI ETİĞİ..


Değerli site okurlarımız,

Sevgili AÜTF asistanlarımız ve D6 öğrencilerimiz,

Başlıktaki konuyu 61 yansı ile sizlere sunuyoruz..
Çağımız giderek ETİK ÇAĞI‘na evriliyor..
Ya da öyle olmasını diliyoruz..
Bu amaçla temel etik bilgisi edinmek, ETİK DEĞERLER edinmek ve uygulayarak yaşama geçirmek durumundayız..


Okunmasını, paylaşılmasını, yararlı olmasını dileriz..
Yansıları görmek için (8,2 MB) lütfen tıklayın : HALK_SAGLIGI_ETIGI_AUTF_D6

Sevgi ve saygı ile. 11 Ekim 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Not : Dosyayı güncelledik ancak siteye yüklemede sorun yaşıyoruz şu dakikalarda.
İlerleyen zamanda izleyip çözeceğiz sorunu..

İHANET: YÜREĞİN OKU BOZULUNCA-I

İHANET: YÜREĞİN OKU BOZULUNCA-I[1]

YILDIRIM B. DOĞAN, RUH HEKİMİ

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Bence ne Sezar ne de Othello şaşırmıştır. Sezar’ın Sen de mi Brutus diye sorduğunu sanmıyorum. Othello’nun süslü hain Iago’nun oynak ve karmaşık ruh halini zamanında doğru sezdiğini düşünüyorum. Neden karısını öldürdü o zaman diyeceksiniz. Öyle ya ‘halletmesi’ gereken İago olmalıydı. Geçiniz bir kalem. Konu o değil. Konu ne? Konu ihanet; başka bir söyleyişle hainlik!

Sezar ve Othello’nun neden şaşırmadığı ile başlamak isterim. Hain kendisi gibi olmayan birinin gözlerine doğrudan bakamaz. Işığa katlanamayan gözleri yerlerinden fırlar yoksa! Brutus, İago ve benzeri hainler iffetsizliğin ve onursuzluğun burgacında önce bakışlarındaki ışığı yitirirler. Karanlığın, küf kokusunun derinlerinde yaşam sürdürdükleri için aydınlığa ulaşabilen bir bakışları da yoktur. Sezar ve Othello, bakışı ışığını yitirmiş, göz teması kuramayan bu hainleri çok önceden keşfetmiş olmalılar. Şaşırmamışlardır dediğim bu! Hain için en zorlu işlerden biri de kendisi ile de göz göze gelemeyişidir. Ruhu bu nedenle huzursuzdur. Hainin huzursuz ruhu, kendisi gibi başka hain ile bakışırsa ancak sükûnet bulur. Hainin halini hain bilir. Hainin halinden hain anlar diye beklediğiniz cümle başka türlü kuruldu. Hainin halinden hain anlar demedim. Neden? Hain, anlamaya uzaktır. Çünkü hain, yüreği anlamakla sakatlanmış bir organizmadır. Başkasını anlamak onun derdi değildir. Kendi ile bakışamayan insan kendini bile kavrayamazken başkasını mı anlayacak? Ne mümkün! Onu, ancak bizler yani hain olmadığını söyleyebilenler anlar ve bilir. Hallerine acımış olmalısınız. Zavallı bir durum değil mi? Aramızda hainleri zavallılıklarına bakarak bağışlayanlar olabilir. Bağışlamayanlar da! Ben ikincisiyim.

Yazdıklarımdan sizi ihanetin çözümlemesine hazırladığımı düşüneceksiniz. Böyle bir amacım yok. Gerek de yok; ne tarife ne de tanıma. Nereye giderseniz gidin, kiminle konuşursanız “hain” diye seslendiğinizde bu sesi doğru duyan -ister sekiz bin kişi isterse yalnızca sekiz kişi olsun- mutlaka bulunacaktır. İki rakam geçti; sekiz ve sekiz bin[2]. Anlamı var mı? İhanet bahsinde hain sayısının ne anlamı ne de önemi var. Örneğin sekizde bir asıl ihanet; sekizde altı özgül ağırlıksız ihanet desem fark eder mi? Etmez. İhanet maaşlı bir iş değildir. Keşke olsa; ‘Gör de öğren; hainlik nedir, nasıl yapılır’ diye işeme yarışına girenler hiç olmazsa iş güç sahibi olurdu. İş güç dediğim parasız olduklarından değil. Hainler yoksul değildir. Hatta zengindirler. Ruhlarında pahasını kendi biçtikleri bir boşluk taşırlar. Boşluklarına da olmadık eder etiketi kondururlar. Boşluk zengini bu kurtçuklar için pazarlarda, devlet dairelerinde, üniversitelerde vs.-olmamaları gereken her yerde- istihdam yaratılsa fena mı? Nedir bu boşluk diye sormadığınızın ayrımındayım. Bu, sizin ve benim bildiğimiz boşluk gibi değildir. Sözünü ettiğim etrafın değil kendi içlerinde taşıdıkları boşluktur. Boşluk neler yaptırmaz insanlara; özellikle hain olanlarına; ha bir ha sekizi!

Bir insan hep hain midir yoksa hainlik ona sonradan mı uğramıştır? Ben doğuştan suçluluğa inanmıyorum. Bu nedenle insanın doğuştan hain olduğunu düşünmüyorum. İhanete adım atanların bir başlangıcı var demek ki! İnsan ne zaman hain olur? Ne zaman hainlik eder?

Evrensel insanlık değerleri insan var oluşunun olmazsa olmaz özellikteki katılımcılarıdır. İnsanı insan; toplum toplum kılan bu değerlerdir. Ahlak, etik, erdem, iyilik, doğruluk andığım değerlerdendir. Güzellik, çirkinlik, bozukluk, sapkınlık ise bağlantılı olarak söz konusu değerlerin yoksanması ile ortaya çıkan hali niteler. Andığım türden yoksunluk çarpık bir gerçeklik haline dönüştüğünde farklı bir ad taşımaya başlar; vasatlık. Niyet, istem, beklenti, insanlık ülküsü, erdem, etik ve ahlak, doğruluk kavramlarının en uzak kıyılarından bile geçemeyen çorak ve yoz arazi vasatlık diye bilinir. Vasat insan ne yapar?

Vasat insan vasat bir toplumu amaçlar. Öyle olsun ister. İhanet vasatlaşmanın ve vasatlaştırmaya çalışmanın önemli bir aracıdır. Vasatlaşmaya doğru yelken açmış topluluklarda ihanetin gözde olması vasatların vasatistana ulaşabilmek şeklindeki ham hayallerinin sonucudur. Dolayısı ile toplumun kalanını vasatlaştırmak birincil amaçlarıdır. Böylelikle kendilerine soru sormadıkları gibi etrafta onlara soru soracak kişi de kalmayacaktır. Sorgulanmayan bir toplumsal yaşam düşü görürler. Uyandıklarında düşlerinin gerçeğe dönüştüğü gibi bir sabuklama içindedirler. Kısa ve öz; ne insanlıkları ne çapları ne de ne işe yaradıkları kısaca vasatlıkları sorgulanamayacaktır! Oh! Ne rahat! Ne ki bu yazıyı yazan ben okuyan siz çoktan başlamış bulunuyoruz sorgulamaya!

Vasatlık için gereken ve ihanete hoş geldin yazılı alacalı starlar serebilmek için dili, tarihi, toplumsal ahlak ilkelerini, evrensel değerleri aşındırmak gerekir. Vasatlığa giden yolda vasatların görkemsiz yürüyüşünü taçlandıran ihanettir. Böylesi düşler, izleyen sabuklamaların sonucunda ihanet tercihi ön alır. İşte bu nokta insanın hain olma kararına vardığı noktadır.

Hain, yetersiz, güçsüz hisseder. Kırılgan ve kindardır. Kaynakları sınırlı olmakla birlikte hırsı alıp başını gitmiştir. Kurtçuk diye sözünü ettiğim hainler iri başlılıktan kurbağalılığa dönüşene kadar değişik biçimlerde kendilerini gizlemiş olabilirler. Gizlenmek zorundadırlar. Kimsenin onları hırsın yapışkan salyalarının bulaştığı biçimsiz ruh halleri içinde görmesini istemezler. Rütbeler, unvanlar vs. görüntüyü örten kılıklardır. Kendi yüzlerine makyaj yapamazlar ama zahiri kılıkları boyadan geçilmez. Gösterişli hallerinin gerisindeki virane ruh hali her an sorgulanma tehdit ve tehlikesi ile yüz yüzedir. Onu bu tehlikeden kurtaracağını düşündüğü tek eylemi ihanet eylemidir. O da onu yapar. İhanet eder!

İhanetin çaresizlikten kaynaklandığını söylemiyorum. Söylediğim şu; kişinin kendine emek vermemesi, kendine saygı duymaktan vaz geçmesi ve sevmemesi ruhunu yoksullaştırırken içini boşlukla doldurur. Giderek insan değerlerinden uzaklaştığını fark etmez. Olması beklenmediği halde insanın böylesi yaşantıları yok değildir. Çaresi vardır. Çare gene insanın kendisidir.  eksiğini aksağını görebilmiş bir insanın bunları giderici yollar arayıp bulması insana asıl yakışanıdır. İnsan, ömrünün tükendiği o ana kadar kendine yakışanı yapar. Yaşamsal seçimleri erdem, ahlak, iyilik, doğruluk üzerinedir. Bireysel ve toplumsal sorumluluğu aynı devam çizgisinde yer alır. Yoksa varacağı yer ihanetin batağıdır. İnsan, ne olursa olsun insan değerlerinin yapılandırdığı zeminde kalmalıdır. İnsan olana yakışanı budur!  Hain olana yakışanı da ihanet!

Sonuç ne?

İhaneti tarif etmek; böylelikle tanınmasını kolaylaştırmak mı? Ne gerek var? Onca taş toprağın arasında tek bir salatalık(!) hemen ayrımsanır. Onca karıncanın arasında dolaşan bir at sineği fark edilmeyecek gibi değildir. Lale bahçesinin yanına kadar ulaşmış pislik kokusunun ayrıksılığını ayrıca tarif etmeye gerek var mı?

Yüreğin oku diye başladım. Onunla bitireyim. Arabayı çeken atın/atların taşıdığı uzun ve ağaçtan yapılmış ince uzun kütük arabanın oku diye anılır. Sürücünün atları hareketlendirmesi ile at arabanın okunu taşır. Araba da bu biçimde yön alır. Doğrultusunu belirler. Yüreğin oku tamlaması kültürümüz içinde insanın yaşam yürüyüşünde doğrultusunu irdeleyen bir ifadedir. Arabanın okuna yön veren atları kırbaçlayan arabacıdır. Atların canı yanar ya da yanmaz. Aslolan arabanın yol almasıdır. Oku hasarlı, çarpık çurpuk bir araba kalkamaz. Kalksa bile yol tutamaz. Yüreğin okuna yön veren o yüreği taşıyan insandır. Elinde kırbaç yoktur ancak varlığında insan değerlerini taşır. Yüreğin okunun alacağı doğrultuyu belirleyen insan değerleridir. Yüreğinin oku hasarlı ve bozuk olan biri nice insandır acaba?

İhanet yüreğin okunun bozulduğu bir haldir. İnsan gene insandır; et ve kemik olarak. Ancak daha önce söylediğim gibi içi boştur. Bu nedenle hainin taşıdığı yürek değildir. Yerine geçmiş, pompa değerinde mekanik işlevsellikte bir araçtır sadece. Hain bu pompa sayesinde yaşar. Yüreğinin oku diye var saydığı gerçek anlamı ile bir kütüktür. Hain, boşlukların et ve kemikle doldurulması ile imal edilmiş bir tür özelliğindedir. Bu tür insanımsı öbeğinde yer alır. İnsanımsılar temel insan değerlerinden yoksundur.

Hainlere acıyalım mı diye sorduğunuzu hissediyorum. Hayır! Ne acıyın ne hoşgörü gösterin ne de bağışlayın. Vasatlığın özü olan ihanetin insan iklimini kirlemesine izin vermeyin. Bu da ancak yürek okunu doğru tutmakla olur. Ben öyle yapıyorum. Şimdiki halde yazıyorum.

Yazıyı okuyanlar arasında hainler de varsa diye sormayın. Sorarsanız eğer aklınıza şaşarım. Hainler yazmadan kâtip, okumadan âlim olanlar arasındadır. Okumayı bilirler. Hain diye yazın, okurlar. Onun için aynaya bakamazlar. Bakarlarsa alınlarında kazılı olan dört harflik sözcüğü okumak zorunda kalacaklardır. Benim okumak dediğim, harfleri çatıp sözler kurmak değildir. Okumak dediğim, yürek okunu terkisine almış insan edimidir. Hainlere uzak kala!

[1] Bu konudaki ilk yazım. İkinci bir yazım mutlak olacak
[2][2] Hainlere ve haince niyet taşıyanlara için not: Rakamlar gelişigüzel verilmiştir. Herhangi bir benzerlik tamamen rastlantıdır.
===========================
Dostlar,

Yıldırım Beyatlı Doğan, Ankara Üniv. Tıp Fak. Psikiyatri Anabilim Dalı kıdemli Profesör öğretim üyelerindendir. Bizim de meslektaşımız ve yakın dostumuzdur. Özellikle madde bağımlılığı konusunda derinleşmiş, sıra dışı bir “insan” dır, yurtsever – ulusalcı bir aydındır. Yaşamı boyunca “insan” kılıklılarla -O, insanımsı diyor- başı hiç hoş olmadı. “İnsanımsı” ların vasatlığı ya da tersinin (vasatların “İnsanımsı” lığı) türevi “hain olma” ve ihanet edimlerinin kökeni O’na göre..

Sevgili Yıldırm’ın yüksek zekasının ve engin birikiminin yansıması olan bu denemede, yaratıcı -ve- çok işe yarayan- bir metafor üretildiğini görüyoruz..

“Yüreğin oku”… ve ona, İnsanın, dürüstlük – erdem – ahlak ile doğru yön verme yükümü..

3 nokta var eklemek istediğimiz :

1. Merhum Kamran İnan (eski Bitlis Senatörü, Milletvekili ve Devlet Bakanı) “Türkiye’nin %10 hain kontenjanı var” değerlendirmesinde bulunmuştu :

  • * “…Yarım yüzyılı aşkın müşahede ve tecrübelerim, birbirinden acı üç tesbiti öne çıkarıyor. Türkiye’de “hainler”, “hırsızlar”, “cahiller” prim alıyor, teşvik ediliyor. Kendi içinde en çok hain yetiştiren memleket olma rekorunu kırdık. Seneler önce, ricam üzerine, Hükümete verilen bir brifingde, değişik dernek ve örgüt çerçevesinde, Devlet aleyhine faaliyet gösteren insanların sayısı 205 bin olarak verilmişti; bu korkunç rakamın artmakta olduğu endişesini taşıyorum. Ayrıca binlerce insanımız, yurt dışında, kendi Devletine karşı çalışıyor, yabancılara gammazlıyordu…” (Türkiye Gerçeği, Kâmran İnan, Timaş Yayınları, 2003, önsözden..)

    2. Kadim Socrates‘in ünlü sözü : «Sorgulanmamış bir yaşam yaşanmaya değmez.»

    3. Immanuel Kant’ın ünlü Aydınlanma mektubunda (1784) yer verdiği “SAPERE AUDE” (Aklını kullan) çığlıkları…

    Siyasal iktidarlar “vasat yığınlar”a oynuyorlar sorgulanmadan iktidarda kalmak için..
    Ne denli etik – ahlak – dürüstlük – doğruluk – Adalet ve Erdem dışı değil mi? Bunu yapanların hangi “Değer” ine dayanıyor acaba??Halk arasında bir deyim vardır.. Şaftı kaymış / ya da şasesi eğilmiş..
    Prof. Beyatlı’nın tiplemesi “hain” insansılarda “yürek oku” nun durumu bu galiba.

Yazı zaten uzunca ve epey yoğun.. Biz de daha çok uzatmayalım..

Teşekkürler değerli Prof. Doğan.. Yazının devamını bekliyoruz..

Not : Prof. Doğan’ın birkaç yazısına daha önceleri de sitemizde yer verilmiştir..

Sevgi ve saygı ile. 03 Ağustos 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Çernobil’in 31. yıldönümünde nükleer santrale bir kez daha hayır!

Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu (TTB – HSK),

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çernobil nükleer faciasının 31. yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada, nükleer santrallere bir kez daha hayır dedi. TTB – HSK tarafından 26 Nisan 2017 tarihinde yapılan açıklamada, Çernobil’in yıldönümü dolayısıyla nükleer santrallerin etkilerine değinilerek, nükleer santrallerin olumsuz etkilerinin yalnızca kazalarla sınırlı olmadığı vurgulandı.

Türkiye’nin nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşayabilen bir ülke olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve bir işçiyi etkileyen radyoaktif bir malzeme ile oluşan kaza hatırlatıldı. Açıklamada,

  • “Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar şüphesiz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.” denildi.

ÇERNOBIL’ÍN 31. YIL DÖNÜMÜNDE NÜKLEER SANTRALE BİR KEZ DAHA HAYIR DİYORUZ!

Bundan tam 31 yıl önce, 26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Pripyat kasabasında kurulu Çernobil Nükleer Santralinin dört numaralı reaktöründe bir patlama meydana geldi. Patlama sonucu ortaya çıkan radyasyon serpintisinden Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın dışında içinde ülkemizin de olduğu 14 Avrupa ülkesi etkilendi. Kaza anında 30 işçi yaşamını yitirdi; önce 115.000, daha sonra 220.000 kişi olmak üzere 335.000’den çok insan bölgeden tahliye edildi. 1955´de kurulan UNSCEAR’ın (Birleşmiş Milletler Atomik Radyasyonun Etkilerini Araştırma Bilimsel Komitesi) raporlarına göre kazadan sonra bölgede yaşayan yaklaşık 500.000 insan yüksek radyasyona maruz kalmış; Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da 2005’de çocuklarda 6.000’den fazla tiroid kanseri rapor edilmiştir. Aynı örgüt önümüzdeki yıllarda yeni tiroid kanseri olgularının görülebileceğini kestirmektedir. Yine UNSCEAR’ın raporlarında üç ülkede de bu kaza nedeni ile büyük bir sosyal çöküntü ve ciddi ekonomik kayıplar yaşandı. Üstelik kazadan sonra çevreye yayılan sezyum-137’nin yarılanma ömrü 30 yıl olmasına karşın durum değişmiş değil.

Dünya Sağlık Örgütü de Çernobil Nükleer Santralinin lahit içine alınması sırasında bu çalışmalarda görev alan 240.000 kişinin yüksek radyasyona maruz kaldığını ve izlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Her üç ülkede devasa bir alan hala yerleşime kapalı; çok daha geniş bir alanda ise radyoaktif kirlenme nedeni ile tarım ve hayvansal üretim yapılmasına izin verilmiyor.

  • Nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri
    yalnızca kazalarla sınırlı değildir!

Nükleer enerji 1950’li yıllardan bu yana elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Günümüzde çalışan yaklaşık 450 nükleer santral vardır ve dünya enerji isteminin yaklaşık %6.8’i nükleer santrallerden sağlanmaktadır. 1986 Çernobil nükleer kazası sonrası, tüm dünyada nükleer santral yapımı büyük oranda azalmış, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş ülke yapımı tamamlanan nükleer santrallerini dahi üretime almamış; çalışan santrallerini de belli bir program dahilinde kapatmayı planlamışlardır. 2011’de Japonya’da meydana gelen Tohoku Depremi sonucu oluşan Fukuşima Nükleer Santrali kazası bu eğilimi hızlandırmıştır. Ancak bu gelişmelere karşın son yıllarda ülkemizin de içinde olduğu kimi ülkelerde yeni nükleer santraller kurulmaya çalışılmakta; nükleer teknolojiye sahip ülkelerin şirketleri ‘nükleer santral ihalesi’ peşinde koşmaktadır.  

Nükleer kazaların sonucunda salt çevresi değil küresel ölçekte olumsuz sağlık etkileri ve çevre yıkımı gözlemlenmektedir. Öte yandan, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri yalnızca kazalarla sınırlı değildir. Kazalar dışında, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkilerinin birkaçı şöyle sıralanabilir:

Uranyum madenlerinde çalışanlarda ve yakınlarında yaşayanlarda çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış ve artmış kanser riski gösterilmiş, ayrıca özellikle Almanya kaynaklı çalışmalarda normal çalışan nükleer santrallerin çevresinde yaşayanlarda bile sağlık sorunları olabileceği kanıtlanmıştır. Yine bu çalışmacılar, 16 nükleer santralin 5 km yakınında yaşayan 5 yaş altı çocuklarda lösemi riskinin 2.19 kat artmış olduğunu saptamışlardır.

Nükleer santrallerde, sabotaj veya savaş gibi insan kaynaklı sorunlar yüzünden ya da Fukuşima Nükleer Santrali örneğinde olduğu gibi deprem veya tsunami gibi doğa olayları sonucu kazalar meydana gelebilmekte ve bu riskleri önleyebilmenin herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
Ayrıca hepimizin bildiği gibi, radyoaktif atıkların bertarafı sorunu çözülememiştir;
üstelik nükleer santrallerden çıkan radyoaktif atıkların yarılanma ömrü çok uzundur.

Nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşanan ülke: Türkiye

Ülkemizde yapılması planlanan AKKUYU, SİNOP ve İĞNEADA nükleer santrallerinin,
ileride geri dönüşü olmayacak insan ve çevre sağlığı sorunlarına yol açması olasıdır.
Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkelerinde bile onlarca nükleer santral kazası olması,
bize bu enerji biçiminin hiçbir zaman tam güvenli sağlanamayacağını göstermektedir.

Üstelik ülkemiz nükleer santrali olmadan nükleer kaza (!) yapabilmiş bir ülkedir!  

1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen
İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve radyoaktif bir malzeme ile oluşan bir işçiyi etkileyen kaza unutulmamıştır.

Nükleer Santrallerden kaynaklanan sağlık ve çevre risklerinin boyutları çok faklıdır. Örneğin herhangi bir kaza, bir bölgenin binlerce yıl kullanılamamasına yol açmaz. Oysa Çernobil nükleer kazasından sonra daha önce de belirttiğimiz gibi 335.000’den fazla insan yerinden edilmiş ve aradan geçen 30 yıldan fazla süreye karşın hala evlerine dönememiştir.

Sonuç olarak; herhangi bir nükleer santralin çevresinde yaşayanlar açısından ciddi sağlık riskleri her zaman var olacaktır. Bu nedenle

nükleer santral planlarından bir an önce vazgeçilmelidir.

Ülkemizin deprem açısından riskli, terör ve savaş odaklarına yakın olması, yapılacak olan santrali bir hedef haline getirme olasılığını da beraberinde getirebilir. Nükleer enerji üretiminin hiçbir aşamasında; santralin yeri ve kısıtlı inşaat işleri dışında ülke kaynakları ve işgücü kullanılmayacaktır. Nükleer enerji yakıtlarını üreten ülke sayısı çok azdır ve yenilerine izin verilmemektedir; bu nedenle tümden dışa bağımlı bir enerji türüdür. Nükleer Santral savunucularının başka bir savı da teknoloji transferidir. Ancak bu hedef de gerçekçi değildir; basına da yansıyan sözleşmelere göre santral işletmesi ihaleyi alan ülkelerce yapılacaktır.

  • Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar kuşkusuz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
HALK SAĞLIĞI KOLU
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı bütünüyle paylaşıyoruz.
TTB Halk Sağlığı Kolu, bizim de üyesi olduğumuz bir birimdir.

Çernobil faciasını kurbanlarının acısı tarif ötesidir. Bu ölçüsüz acıyı, biz de yüreğimizin derinliklerinde yaşıyoruz. Sorumluları cezalandırılmış mıdır, bilemiyoruz. Ama ne yapılırsa yapılsın, yaşanan – yaşanmakta olan acılar ve ödenen – ödenmekte olan bedel giderilemiyor.

İnsanlık ve Türkiye aklını başına almalı ve nükleer kumardan vazgeçilmelidir.
Başta tasarruf önlemleri;
– enerji iletim hatlarındaki yitik ve kaçakların en aza indirilmesi,
– yaşam biçiminin gözden geçirilmesi,
– toplu taşıma, bisiklet kullanımı,
– bina yalıtımı,
– gereksiz nüfus artışının frenlenmesi (her aileye 1 çocuk!)..

başlıca ve çok ekili önlemlerdir. Yatırımlar doğayla barışık, yenilenebilir enerji teknolojilerine ve yenilerinin geliştirilmesine yöneltilmelidir. Almanya 2030’da nükleer güç santrallerini tümden kapatmış olacak..

Türkiye’de yaşanan radyasyon kazalarından birine de biz tanık olduk.
İlgili kişi (kurban!) kimliğinin saklı kalmasını istediği için örtük olarak yazalım :

  • Birkaç yıl önce Ankara’da bir hastanede Tıp son sınıf öğrencilerimizle bu hastayı görmüştük.
    24 yaşlarında erkek hasta, Doğu Anadolu’da çalıştığı şirkette ….. borusu kaynaklarını taşınır (portable) C kollu röntgen aygıtı ile kaynak yeri kaçağı için denetlemekle (kontrol etmekle) görevliydi. Bu alet elinden düşmüş ve akut olarak (birden, kısa sürede) yüksek dozda X ışını almıştı dolayısıyla iyonlaştırıcı radyasyon etkisinde kalmıştı. 2 katı yaşta görünümlüydü (hızla yaşlanmıştı!), dişlerini ve saçlarını hemen hemen tümüyle yitirmişti. Genel durumu iyi değildi ve yaşam ümidi çok düşüktü sağaltımın 2. yılında.
  • Öyküsünü gerçek olarak hasta dosyasına ver(e)miyordu çünkü çalıştığı büyük şirket kendisini tehdit etmişti. Hatta yakınlarının dükkanlarına uyarı (!) olarak zarar verilmişti. Sonrasında ise öldürmeler olabilirdi! “Kaynağı belirsiz akut radyasyon hastalığı” olarak kayda alınmıştı. Kendisi ve ailesinin 4857, 5510 ve 6331.. sayılı yasalardan kaynaklanan giderim (tazminat), engellilikle (malulen) erken emeklilik, sağaltım.. haklarından yararlanması sıkıntılıydı.
    SGK’yı da zarara sokuyordu bir ölçüde. Oysa bu olay tipik iş kazası (5510 s. yasa  m 13 ve
    6331 s. yasa m. 3/g).
  • Halen yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz ama doğrusu yaşamda olduğunu hiç sanmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kayıtlarında bu hazin olay perdeli.. gerçekler kayda alınamadı.
    Oysa işverenin işe aldığı emekçilere önce eğitim vermesi ve bunu belgelemesi gerek (6331
    s. yasa m. 4). İşçinin dosyasında bu imzalı eğitim belgeleri- tutanakları var mı bilmiyoruz ama, olayın akışından anlıyoruz ki böyle bir eğitim yok! Olsaydı, ilk söylenecek, sıkı sıkı tembihlenecek nokta, taşınır röntgen aygıtının düşüp – kırılması durumunda hızla oradan uzaklaşma talimatı olurdu. Söz konusu talimat gereğince verilmiş olsaydı, işçi de uyar ve
    en hızlı biçimde olay yerinden uzaklaşarak işverene bilgi verirdi..

AKP’nin 14+ yıllık tek başına iktidarında 18 bini aşkın emekçiyi işçi cinayetlerine
kurban verdik!
Türkiye, her yıl İŞÇİ CİNAYETLERİ ALMANAĞI yayınlanan ender ülkelerden.
Yüreğimiz yangın yeri…
Emekten yana bir iktidar kurulamadıkça çözüm de yok!

Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Sokak sütü adı verilen çiğ sütün durumu üzerine

Sokak sütü adı verilen çiğ sütün durumu üzerine

Prof. Tayfun  ÖZKAYA

YURT Gazetesi, 17.02.2017

Anayasa tartışmaları arasında konu kaynayıp gidiyor.
Sokak sütü diyerek yıllarca aşağılan çiğ süt satışı yasaklanmayacak ama satışı epeyce zorlaşacak. Aslında sokak sütü diye bir şey olmaz. Çiğ süt vardır.
Böyle denmesinin amacı aşağılamadır. Yoksa süt fabrikaları da aynı sütü satın alıyorlar.
Sadece hastalıklardan ari işletmelerin çiğ süt satmasına yönelik değişiklik “halkın sağlığını” koruma etiketi altında yapılıyor.
Böyle denilince ziraat ve gıda mühendislerinin ve hekimlerin çoğu gözü kapalı değişiklikleri onaylıyor. Çıkarılacak bir genelge ile çiğ sütü ancak hastalıklardan ari işletmeler satabilecek. Çok güzel görünüyor değil mi?
Çiğ süt zararlı olabilir mi? Olur tabii. Çiğ sütte tüberküloz (verem) ve brusella (malta humması) mikropları olabilir. Siz bu sütü iyi kaynatmadan kullanırsanız hasta olma ihtimaliniz vardır. Ancak halkın sağlığını koruyoruz derken bazılarının amacı küçük süt üreticilerinin sütünün satılmasını engelleyerek onları da süt fabrikalarına mecbur bırakmak olabilir.
Asıl amaç ülkedeki hayvanlardan bu iki hastalığı silmek olmalıdır. Bu şimdilik başarılamıyor.
Devletin hastalıklı hayvanları satın alması, bunların ısıl işlem kullanan belirlenmiş et sanayicilerine satılması, aradaki fiyat farklarının devlet tarafından ödenmesi gerekiyor.
Bu işlem yapılıyor ama ciddi bir şekilde yapılamıyor.
Şimdi eğer halkın hastalıklardan korunması amaçlanıyorsa şu husus da düşünülmeli.
Sütünü süt fabrikalarına satan işletmelerde bu hastalıklar yaşamaya devam edecektir.
Bu hayvanların sütü hiç mi çiğ olarak satılmayacaktır veya üreten çiftçiler tarafından kullanılmayacaktır. Bu karar birçok insanın hasta olma olasılığını ortadan kaldırmayacaktır.
Eğer tek bir inek sahibi çiftçinin bile kolayca ve masrafsız olarak ari işletme belgesi alabilmesi sağlanırsa bu kararı şüphesiz destekleyeceğiz.
Ancak bunun gerçekleşmeyeceğinden endişe ediyoruz.
Yıllardır sokak sütü ile mücadele ediyoruz diyen çevrelerin çok önemli bir kısmının asıl amacı büyük süt tekellerine yarar sağlamak idi. Az sayıda inek sahibi olan işletmelerin yok olmasını savunan endüstriyel tarım destekçileri çok yanılıyor (veya yanıltıyor).
Tarım işletmelerinde hayvan beslenmesi agroekolojik tarımın yayılması için çok gereklidir.
Hayvan gübresi tarlalara bahçelere giderken, yan ürünlerin yem olarak kullanılması veya
anızın otlatılması sayesinde hayvan besleme de kolaylaşmakta ve sağlıklı süt, et üretilmesine
yol açmaktadır.
Çiftçi kuruluşları bu konuda neden bir görüş oluşturmuyorlar.
Tarım bakanımız “kesinlikle bir yasak yok” dedi ama böyle giderse sonuç aynı kapıya çıkacaktır.
Uyum için bir yıllık bir süre tanınmış bulunuyor.
Çiğ süt satan işletmelerin ari süt işletmesi belgesini almaları için hemen harekete geçmeleri gerekiyor. Çiftçi kuruluşları da bu belgenin alınmasının kolaylaştırılması için baskı yapmalılar.
===============================================
Dostlar,

Evet, elbette hem halk sağlığını koruyacağız hem de besin endüstrisini.
Bu 2 hedef birbirine engel değil.
İkisi birlikte gerçekleştirilebilir ve doğrusu da budur.
Ne küçük çiftçi büyük sermayeye kurban edilmeli ne de halkın sağlığı ve gıda güvenliği
feda edilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 24 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Mersin Şehir Hastanesi

Çiğdem Toker

Mersin Şehir Hastanesi

Bu gün Mersin Şehir Hastanesi açılacak (03 Şubat 2017). Kulislerde konuşulan:
Açılış töreni, -tek adam rejiminin oylanacağı referandum için- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ineceği” meydanların ilk gayri resmi durağı.

Şehir hastaneleri, bu köşede sık işleniyor. Nedenleri anımsatalım:
-Finansman “doğasında”, hastayı öncelikle turist/ve veya müşteri odaklı konumlayan anlayış yatıyor.
Devletin şirkete “hasta sayısı” garanti ettiği hamasi nutuklarla gizleniyor.
-Yatak başına düşen kapalı alanın (Mersin’de 260 m2) gereksiz büyüklüğünün,
maliyeti ne kadar şişirdiği saklanıyor.

-Şirketlerin, her alanı işletip gelir sağlayacağı gözden kaçırılıyor.
Bu hizmetleri verdiği için devletin şirkete ayrı bir bedel ödeyeceği de.

Mersin Şehir Hastanesi, AKP iktidarının, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırdığı,
arazi verip yıllarca kira ödeyeceği 29 şehir hastanesinden ilk hizmete gireni olacak.
Şehir hastanesinin açıldığı kentlerde, öteden beri hizmet veren mevcut kamu hastaneleri kapanıp, sağlık ekibiyle birlikte tek mekânda-merkezde birleşiyor.

 
Dia Holding
380 milyon 60 bin Avro yatırım bedelli projeyi, Dia Holding yaptı. Dia’yı tanımayanlar olabilir: 3. Köprü’yü yapan iki şirketten IC İnşaat’ı biliyorsunuz. Dia’nın iki kurucu ortağından biri olan Murat Çeçen, IC’nin sahibi İbrahim Çeçen’in oğlu. Azerbaycanlı diğer ortak Hasan Gozal, Murat Çeçen’in arkadaşı. (İmza sahibine -maalesef- erişemediğim eski tarihli bir habere göre Dia Holding’in adı, çocuklarının isimleri olan Dara, İbrahim ve Arya’nın baş harflerinden geliyormuş.) Holding, Murat Çeçen’in yönettiği Ankara merkezli CCN Holding’le güçlü bağ içinde.
 
Çok yatak iyi hastane mi demek?
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, geçenlerde açılış öncesi inceleme yaptığı Mersin Şehir Hastanesinin yatak sayısıyla övündü. Oysa yatağın çokluğu, iyilik kriteri (AS: ölçütü) değil. Bilakis yatak sayısı, kamu hastaneleri kapatılacağı için zorunlu olarak yüksek. Ama tam da
bu nedenle devletin şirkete döviz üzerinden verdiği garantiyi büyütüp kârı maksimize ediyor. Yani sağlık alanındaki KÖİ’nin sağlamasını yapıyor.

Hasılı, Batı’da 1259 yataklı hastanenin olmayışı, bunu akıl edemedikleri için değil, esas aldığı insani standartlarda ortalama yatak sayısı 126-250 olduğu için.
Şehir hastanelerinde, Hazine’ye fatura edilecek maliyetin gizlendiğini ısrarla vurguluyorum.
Denemesi kolay: Bugün yapılacak töreni izleyin. Ve lütfen dikkat edin, “Devlet Dia Holding’e, sağladığı sabit yatırımın kaç katı kadar, kaç yıl boyunca ve toplam kaç milyar Avro kira ödeyecek” sorusu sorulacak mı? Kazara sorulursa, bu sorunun cevabı verilecek mi?
 
Rakamlar tutmuyor
Şehir hastanelerinde bir başka sorun, verilerin kalitesi ve tutarsızlığı. Şirket sayfasında, kapalı alanın 328 235 m2 olduğu yazılı, Sağlık Bakanı ise “Düşünün, 370 bin metrekare kapalı alanı olan çok kompleks bir bina inşa ediyorsunuz” diyor. Arada neredeyse 42 bin metrekare fark var. Bu fark nereden, ne zaman çıktı? Maliyet artışı ya da daha fazla gelir anlamına
gelmiyor mu? Kimden çıkacak, kime yansıyacak?
Soruların cevabı bekleyin ki gelsin.
Sonuç: Sürekli yeniliği, teknolojisi ve büyüklüğü öne çıkarılan şehir hastanelerinde şirketlerin kâr hanesine aktarılmak üzere, vatandaşın sırtına en az iki nesil sürecek borç faturası çıkarılacağı bugün de saklanacak.
Tabii yine de hayırlı olsun. (Cumhuriyet, 03.02.2017)
===============================
Dostlar,

Biz açıkça yazdık…

ŞEHİR HASTANELERİ
BİR SOYGUN – TALANDIR..

Sitemizde bu konuda çok sayıda yazı – dosya var…

Şehir Hastaneleri’nde Skandal İtiraf
– SAĞLIKTA KAMU-ÖZEL ORTAKLIĞI VE ŞEHİR HASTANELERİ
Şehir Hastaneleri İçin “Yargı Engelini Aşma Yasası” Çıkarılıyor

Böylesi bir soygun ve talan insanlık tarihinde görülmemiş olsa gerektir..
Küresel Emperyalizm 21. yy’da Nirvana’ya ulaştı ölçüsüz ve kanlı sömürü yöntemlerinde!
Postmodern, hayalötesi soygunda o ülke içinde kraldan çok kralcı yandaş – taşeron çook bol!
Bu alçakça soygun yöntemlerini yaygın kitlelere anlatmanın etkin bir yolu bulunmalı mutlaka. Bu işler ayrıca merkezi yönetim bütçesi dışında ve 5018 sayılı yasa ile Sayıştay denetimi yok!! Tam hukuksuzluk, tam keyfilik, tam de-regülasyon ve tam ahlaksızlık!

Yandaşlarrın çocukları ve torunları da bu peş keşi çeken siyasetçilerin olduğu gibi servete boğulurken; halk yığınlarının çocukları hatta torunlarının gelecek onyıllardaki olası gelirlerine
bile el konup çalınarak yapılıyor talan!

Yoksullaştırma gelecek kuşaklara zoraki yükleniyor! 

Sevgi ve saygı ile.
05 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ÇEVRESEL TEHDİTLER ve GIDA GÜVENLİĞİ : Konferansa çağrı..


Dostlar
,

Konferansa çağrı..
Bu gün..
2 Ocak 2013, Çarşamba, saat 15 :00
ÇEVRESEL TEHDİTLER ve GIDA GÜVENLİĞİ

 – Görsel Konferans –

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. / ADD Bilim Kurulu Yazmanı

Düzenleyen : Cumhuriyet Kadınları Derneği

Yer : Bayındır 1 Sok. 15/20, Kızılay-Ankara

Tarih : 02 Ocak 2013, Çarşamba, saat : 15.00