Etiket arşivi: Pertev Naili Boratav

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 05 Mayıs 2020


Birleşmiş Milletler bursu ile gittiğim ABD’den 1966 yılında döndüğümde, SBF’de ve ODTÜ’de kadro olmadığı için Prof. Nusret Fişek’e başvurdum ve onun desteği ile İhsan Doğramacı tarafından öğretim görevlisi olarak o zamanlar Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi olan Hacettepe’ye atandım.

Dönem, Avrupa’da özgürlük rüzgârlarının estiği, Fransa’daki öğrenci ayaklanmalarının bütün dünyayı etkilediği, Türkiye’de de özgürlükçü 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemdi.

Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’ni üniversiteye dönüştürmek için Sosyal Bilimlere gereksinme duyan Doğramacı, beni sadece Sosyal Çalışma Yüksek Okulu kurmak için değil, Nusret Fişek ve Doğan Karan’la birlikte gerçekleştirmeye çalıştıkları, Tıp’ta devrim yapmaya yönelik olan yeni eğitim programını düzenlemekle de görevlendirmişti.

Bütün Tıp ve benzeri sağlık bilimleri ile ilgili eğitimleri Türkiye’de ilk defa kredi sitemine geçirmiş, hepsine zorunlu olarak sosyal bilim dersleri koymuş, Sosyal Tıp hizmetlerini, özellikle de Halk Sağlığını ön plana alan devrimci bir programa başlamıştık.

Bu arada Nusret Fişek, Ankara’dan başlattığı pilot uygulamaları tüm ülkeye yayan “Sağlık Ocakları projesini de başarıyla gerçekleştiriyordu.

Bütün bunları Doğramacı’nın “1961 Anayasası” ve “1968 ruhu” bağlamındaki özgürlükçü ve demokrat “kararlılığı(!) ile yapabiliyorduk.

Doğramacı, beni ayrıca öğretim görevlilerinin, asistanların, öğrencilerin ve bütün hizmetlilerin de üniversite yönetimine katılmaları için bir model oluşturmakla görevlendirmişti.

Herkesin önünde Muzaffer Şerif’i, Pertev Naili Boratav’ı, Niyazi Berkes’i, Sadun Aren’i ve Behice Boran’ı da üniversiteye alacağını ilan ediyordu.

Ama kurduğum modeldeki temsilcilerin, kendilerini seçenleri değil, doğrudan rektörü temsil edeceklerini bana “tebliğ ve empoze edince”, bunun “seçilmiş temsilciler” açısından olanaksız olduğunu söyledim ve aramız açıldı.

Daha sonra 1961 Anayasası’na karşı, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi yapıldı; 9 Martçılarla da ilişkisi olduğundan kendini kurtarmak için beni yem olarak Tağmaç’a ihbar etti, zorla askere aldırdı, Piyade Okulu’ndan sonra atandığım Genelkurmay’dan da “sakıncalı asteğmen olarak” başka yere tayinimi sağladı.

(Ecevit, 1973 seçimlerinden sonra başbakan olunca Doğramacı beni gene geri çağırdı. O süreçte Doçent ve Profesör oldum. 12 Eylül’den sonra da YÖK’ü birlikte kurma önerisini reddedince, Profesörlüğümü onaylamadı, bölümümü kapattı, sakal baskısı uygulayarak istifa etmemi sağladı.)

***
Fakülteden Üniversiteye dönüşme sürecinde sadece eğitim konusunda değil, hastane yönetiminde de, Doğramacı’nın (doktor arkadaşlarımın deyimiyle) “sol” kolu olmuştum.

(Bu arada Hastanenin kurulmasında ve gelişmesinde Mithat Çoruh’un ve sonradan iki kez seçilmiş Rektör de olan Süleyman Sağlam’ın adlarını da anmadan geçemem.)

***
Bütün bu uzun girişi, tıp eğitiminin, hastane yönetiminin ve doktorların sorunlarını en üst düzeyde, bizzat uygulamanın içinde öğrendiğimi ve birçoğunun halledilmesine de katkıda bulunma fırsatı elde ettiğimi anlatmak için yaptım:

Derhal belirmeliyim ki 1500-2500 yataklı Şehir Hastaneleri projeleri hem finansman hem de hastane yönetimi açılarından yanlış bir projedir:

Bu nedenle vakit geçirmeden kamulaştırılmaları ve çağdaş sağlık hizmetlerine uygun bir biçimde yeniden organize edilmeleri gerekmektedir!
***

Bakın, Eski Balıkesir Tabip Odası Başkanı, CHP Balıkesir Milletvekili Dr. Fikret Şahin, TELE 1’de İsmail Dükel’in programında yaptığı çarpıcı açıklamalardan dolayı kendisinden rica ettiğim bilgi notunda neler anlatıyor:

“Devlet tarafından şehir hastanelerinin yapılacağı arsa ücretsiz olarak yüklenici firmaya veriliyor. Firma bu arsaya hastane inşaatını yapıyor. Firmaya, kullanacağı kredi ve geri ödemeler için hazine garantisi sağlanıyor.

Özel bir şirket olan firmaya hastanenin işletmesi de en az 25 yıllığına veriliyor. 25 yıl boyunca bu hastaneler için devlet, döviz bazında kira ödüyor.

Ayrıca kiranın yanında devlet, en az kira bedeli kadar bu firmalara hizmet bedeli ödüyor. Hizmet bedeli ödemeleri her 5 yılda bir güncelleniyor.

Hastanenin en fazla gelir getiren bölümleri olan,

•Laboratuvar

•Görüntüleme (MR, BT, USG, Anjiografi…)

•Nükleer Tıp

•Radyoterapi, Kemoterapi

•Fizik Tedavi Rehabilitasyon

Ünitelerinin işletmeleri de bu şirketlere bırakılıyor ve bu hizmetler için %70 oranında garanti veriliyor.

Sağlık Bakanı devamlı suretle biz ‘yatak doluluk garantisi vermedik diyor’ ama olayın gerçeği, en çok gelir getiren işlemler üzerinden garanti verilmiş olması.

Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılı bütçesine göre yaptığımız hesaplamaların sonucu şu:

Her bir şehir hastanesi için 1 yılda ödenen kira ve hizmet bedeli ile o hastaneyi yapabiliyorsunuz.

20 şehir hastanesi yapıldı ve yapılıyor; her bir hastane için en az 25 hastane parası ödersek, 25 yıl sonra 20 şehir hastanesi için en az 500 hastane parası ödemiş olacağız.

Özetle: bizler, çocuklarımız ve torunlarımız bu şehir hastaneleri üzerinden soyuluyoruz.

Gelecek nesillerin kullanacağı sağlık bütçesinin üzerine ipotek konmuş durumda ve gelecek nesillerin sağlık bütçesini şimdiden kullanarak kısıtlıyoruz.

Gelecekte tıbbi teknoloji yenilenmesi için bütçe bulunamayacağı için de maalesef Türk Tıbbı gerileyecek, benin en büyük endişem bu…”
***
Bu konu, tam da COVID-19 salgını zamanı, tek bir yazıyla bitecek gibi basit bir olay değil. Kısa olmak kaydıyla, (500 vuruş dolayında Word dokümanı olarak) yorum, eleştiri ve katkılarınızı beklerim.

Üniversitelerin perişanlığı

Üniversitelerin perişanlığı

Bir yığın özerkliğe aykırı yök uygulamaları vardır. Öğretim üye ve yardımcılarına, üniversite severlere son sözüm şudur: Gelin, 1981’den sonraki yıllarda verdiğimiz ve bir ölçüde geriletmeyi başardığımız ‘tümüyle ve resmen bağımsız özerk üniversite’ için yeniden o şanlı savaşımı başlatalım.

Prof. Dr. Tahir HATİPOĞLU
Cumhuriyet
, 23.02.2019

Üniversite çağdaş dünyada, “Üniversiteler devletten tümüyle ve resmen ayrı kurum” olarak tanımlanır. Türkiye Cumhuriyeti üniversiteleri bu ana tanımın neresindedir? Gelinen vahim sonuç şudur :

1800’lü yıllarda birkaç kez denemeden sonra, günümüzdeki üniversite, kesintisiz şekliyle “Darül-fünun” adıyla 1900 yılında açılmıştır. Buna göre üniversite tarihimiz yeni sayılır. Haliyle, devletten tümüyle ayrı, özerk kurum olarak kurulmamıştır. 1919’da; ‘nizamname- tüzük’ ile devletten koparılmaya çalışılmış; yöneticilerin seçimle geleceği yarı özerk yapıya kavuşturulmuştur. Bu tüzükle Rektör (o günkü adıyla Emin) seçilen iki adaydan biri padişah, 1923’ten sonra da cumhurbaşkanı tarafından atanmıştır. Devlete bağlılık çok aza inmiştir.
Üniversite 1933’te, ‘üniversite’ adıyla yeniden kurulmuştur. Buna ‘Atatürk’ün Üniversite Reformu(AS: Hazırlayan, M. Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’tir.) diyoruz. Üniversite 1900’deki konumuna inmiş, tümüyle ve resmen devlete bağlanmıştır. Amaç, üniversiteyi özekliğe hazırlamaktır. Nitekim, hemen özerklik getiren yasa hazırlıkları başlamış, Maarif Şûraları’nda tartışıldıktan sonra, 1946’da bugün efsane yasa dediğimiz 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” çıkarılmıştır. Yasayı çıkaran Bakan H. Ali Yücel, TBMM’de yasayı sunarken, “Ana prensip üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir” diyor. Bu ilk yasayla üniversite yukarıdaki çağdaş tanıma uygun olarak ‘tümüyle ve resmen’ devletten ayrı kurum olmuştur.
1946 üniversitesi, özerk yapısıyla siyasete ve devlet karışmalarına karşı direnmiştir. En büyük direnişini 1948 yılında Pertev Naili Boratav ve arkadaşlarının üniversiteden (DTCF Olayı) atılmaları istemine karşı göstermiştir. O günkü siyasal iktidar üniversiteye istediğini yaptırtamayınca, kadrolarını kaldırıp açığa alarak, yasa yoluyla üniversiteden uzaklaştırabilmiştir. Buna benzer direnişler sonra da olmuştur. Özerk yapı 1960 ve 1973 yasalarında güçlendirilmiştir.

Yökversite dönemi
Üniversitenin ‘tümüyle ve resmen’ devlete bağlı kurum olması 1981 tarihli 2547 sayılı YÖK yasasıyla gerçekleşmiş; bununla üniversite tümüyle ve resmen devlet (!) üniversitesi olmuştur. Bu da 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ürünüdür. Yasa, faşist Pinoşe tarafından çıkarılan Şili YÖK yasasından on ay sonra çıkmış ve benzeridir. Şilili teorik fizikçi Texas Üniversitesi’nden Claudio Teitleboium yasa için şöyle diyor:

“Şurası açıktır ki yasa, devlet için risk saydığı bir kuruma son vermeye çalışmaktadır… Üniversite yasası Şili yaşamını kalbinden vurmuştur”*

Türkiye YÖK’ü de aynıdır. O gün bugün üniversite devlet için risk sayılmakta, devleti ele geçirenlerce terbiye edilmektedir. Ve halkın yaşamı kalbinden vurulmuştur. Başlangıçta Şili’de olduğu gibi binlerce öğretim elemanı farklı yöntemlerle doğranmıştır. Doğrananlara ‘1402’likler’ denmiştir.

Halk arasında söylenen “beterin beteri var” sözü vardır. 2007’den bu yana üniversiteler “beterin beterini” yaşıyorlar. YÖK çıktığında yök muhalifleri olarak dile getirdiğimiz tüm kötülükler son yıllarda çok ağır şekilde yaşanıyor. Özellikle YÖK başkanının cumhurbaşkanı tarafından atanmasının sakıncalı olduğuna ilişkin görüşlerimizin doğruluğunu görüyoruz. Neredeyse Doğramacı devri aranıyor. 1981’de başlayan ‘yökversite’ dönemi, 2007’den sonra ‘akversite’ olmuştur.

  • Artık Türkiye’de 1900-1981 üniversitesinden iz yoktur.

Akversite dönemi
Cumhurbaşkanı Sezer’in görevden ayrılması ile başlayan hızlı çöküş, tehlikeli biçimde devam ediyor.

  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni rejimin başına geçmesi, Yekta Saraç’ın yök başkanı olmasıyla çöküş dur durak bilmiyor.
  • Üniversite, “tümüyle ve resmen” devletin tek yetkilisi Erdoğan’a bağlanmıştır.

    Bu duruma gelmede üniversitelerde görevli hocaların günahı çoktur. Yazılı ve görsel basında hemen her gün profesör sanlı öğretim üyelerinin utanılacak saçmalıklarını yaşıyoruz. Üniversitenin hocaları ise susup seyrediyor. Emekli bir öğretim üyesi olarak utanıyorum.
    YÖK Reisi Saraç, kendini Saray’ın bitişiğindeki insan gibi görüyor; saraylılarla açılışlara, kapanışlara, temel törenlerine gidiyor. Ayıptır söylemesi ama bu duruş ‘mütemmim cüz’ gibi oluyor. Bu da ağırıma gidiyor. Üniversite gibi özgün ve saygın bir kurumun başı, böyle yer ve kişilerden uzak durmalıdır. Üniversitelerin en üst kurulu Saray’ın şubesi görüntüsünü vermemelidir. Gelişmiş ve demokratik ülkelerin hangisinde böyle bir durum vardır?
    İş o hale gelmiştir ki, adam sırf rektör olmak için AKP’den aday ya da bir tarikat üyesi olmak gibi son derece yanlışa sapıyor. Sayın Erdoğan da bunları atamada sakınca görmüyor. Bu yolla rektör olanlar da kendilerini, Cumhurbaşkanının üniversitedeki uzantısı gibi görüyorlar. Kanımca, Cumhurbaşkanı, üniversitenin tümüyle ve resmen devletten ayrı kurum olması gerektiğini bilmiyor. O, öbür kurumlarla karıştırıyor olabilir. Kendisine doğrusu anlatılmalıdır.

Sonuç
Bir yığın özerkliğe aykırı YÖK uygulamaları vardır. Örneğin son olarak MEB, ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ projesini sonlandırıyor, aynı gün YÖK reisi “Türkiye’ye mütenasip değil” deyip projeyi kaldırıyor. Ağır söz yazmak istemiyorum ama, böyle bir davranış (mütenasip demek de ne oluyor?) üniversite olmanın neresinde vardır?

Öğretim üye ve yardımcılarına, üniversite severlere son sözüm şudur     :

  • Gelin, 1981’den sonraki yıllarda verdiğimiz ve bir ölçüde geriletmeyi başardığımız ‘tümüyle ve resmen bağımsız özerk üniversite’ için yeniden o şanlı savaşımı başlatalım.
  • Bağlı ve perişan üniversite istemiyoruz. 
    * Tahir Hatipoğlu – Doğranan Üniversite, Selvi Yayınları, 1994

Milliyetçiler ile sosyalistleri ne birleştiriyor?


Milliyetçiler ile sosyalistleri
ne birleştiriyor?

portesi
SONER YALÇIN
SÖZCÜ, 18.2.15

“Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler…”
Vatan Partisi böyle bir çağrı yapınca “Cihangir solcuları” ayağa kalktı:
“Faşistler..!”
Soğuk Savaş’ın zehirlediği kafalardan başka türlüsü düşünülemez. Bunlar…
“Türk’üm”diyene ırkçı diyor.
“Ulusalcıyım” diyene faşist diyor.
Bu neoliberalizm yetiştirmeleri her yanda var. Öyle ki…
Dünyadaki gelir dağılımı adaletsizliğini gözler önüne seren “Kapital” adlı kitabın etkisini azaltmak için yazarı Thomas Piketty‘ye “ulusalcısı” dediler.
Küreselleşme taraftarları “ulusalcılığı” küçümseme aracı yaptı! Sadece bu olsa…
Türkiye’de “ulusalcılık” Ergenekon Soruşturması’nın temel sebebi sayıldı! İnsanlar yıllarca Silivri zindanında yatırıldı.
Oysa:
Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler bu topraklarda dün iç içeydi.
Üç kavram da Osmanlı dönemi ürünü.
Veled Çelebi, Necib Asım, Bursalı Mehmet Tahir, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi, Mehmet Emin Resulzade, Ömer Seyfettin bilinmeden Türkçülüğün kökeni anlaşılabilir mi?
Ziya Gökalp’i Türkçülüğe yönelten Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani” ya da
Mustafa Kemal’i derinden sarsmış Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa’nın yazdığı “Tarih-i Alem” bilinmeden Türkçülük hakkında söz edilebilir mi?
“Türk Yurdu” ve “Halka Doğru” dergilerinde milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler birlikte çalışmadı mı?
“Köycü Doktorlar” Dr. Reşit Galip, Dr. Hasan Ferit (Cansever), Dr. Fazıl (Doğan) bilinmeden Türkçüler’in halkçılık kökü anlaşılabilir mi?
Hepsi…. Avrupa sermayesinin Osmanlı pazarını yok etmesine karşı mücadele vermediler mi? Hanedan‘ın yerini vatan‘ın alması için mücadele vermediler mi?
Bu nedenle:
Emperyalizme karşı savaşmak için Müdafa-i Vatan Cemiyeti‘ni kurmaları,
Ankara’ya gitmeleri tesadüf mü?
Dün olduğu gibi….
Bugün de “Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler“ yan yana geliyor.

Ayrılık nedeni

Bir araya gelmek hiç kolay değil. Çünkü…
İkinci Dünya Savaşı ve ardından Soğuk Savaş, milliyetçileri-sosyalistleri karşı karşıya getirdi.
Önce Almanya ve ardından ABD-NATO, Türkiye’deki düşünsel hayatı “kanlı bıçakla”
ikiye böldü. Örneğin…
Çok yakın arkadaş Sabahattin Ali ile Nihal Atsız‘ın yolları ayrıldı. Görünürdeki neden; Sabahattin Ali’nin yazdığı “İçimizdeki Şeytan” romanıydı! Atsız’a göre “şeytan” dediği milliyetçiler idi. Ardından yazdığı “Dalkavuklar Gecesi” kitabında herkese saldırdı.
Keza Atsız’ın sınıf arkadaşı Pertev Naili Boratav da “Atsız Mecmuası”ndaki yazılarına
son verdi. Hasan Ali Yücel, “Filiz”de yazdığı “Ülkü ve Hayat” makalesine övgüler dizdiği öğrencisi Reha Oğuz Türkkan ile karşı karşıya geldi.
“Görünmez El” birbirine “yoldaş” diyenleri düşman yaptı. “Gök Börü”, “Çınaraltı” ya da “Akbaba” gibi yayın organlarında birlikte çalışanlar gün geldi, birbirleri hakkında yapmadıkları hakaret kalmadı.
Kimi ırkçılığa kadar savruldu.
Kimi istihbarat örgütlerin maşası haline geldi.
Kimi Washington veya Moskova’nın emir eri oldu.
Ayrılıklar her kesimin içinde de yaşanmaya başladı.
Turancı Pantürkçüler ile vatancı Türkçüler bile ayrıldı.
Herkes birbirine düşman yapıldı.
Kimine göre, Sovyetler Birliği sayesinde Türkiye sosyalist olacaktı.
Kimine göre, Almanya ya da ABD sayesinde “Büyük Turan” gerçekleşecekti.
Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “komünizm” idi.
Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “faşistler” idi.
Türkiye gerçeklerinden koptular/koparıldılar.
Soğuk savaş ürünü Gladio‘nun tetikçileri kan dökmeye başladı.
Ve gün geldi: 12 Eylül 1980 askeri darbesi hepsini cezaevine tıktı. Doğu Perinçek ile
Yaşar Okuyan Mamak Cezaevi’nde birbiriyle konuşma olanağı buldu.
Ve, Vatan Partisi çatısı altında birleşerek ezberleri bozdular…

Halkçılık birleştiriyor

Hadi “Cihangir solcularını” anladık!
Kendini “milliyetçi” sananlar bu ittifaka niye karşı?
Milliyetçilik 1789 Fransız İhtilali’yle dünyaya yayıldı. Türkiye’de her siyasal çevrenin kendi milliyetçilik tanımı olsa da, terminolojik anlamı net: “Ulusal pazarını/piyasanı korumak.”
Peki…
Adında “Milliyetçi” kavramı bulunan parti bu güne kadar, ulusal pazarını korumak için
ne “Hareket” yaptı?

Örneğin… Özelleştirme adı altında ülkenin değerleri peş keş edilirken hiç sesini duydunuz mu?
Aksine… Hükümet oldukları dönemde; Petrol Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, Et- Balık Kurumu, Sek, Petkim, Turban, Seka, Sümer Holding, Kbi, Çantaş, Tungaş, Ankara Halk Ekmek, Öbitaş, Pancar Ekicileri Birliği, Maksan, Man Kamyon, Dosan Konserve, Balıkesir Pamuklu Dokuma, Aydın Tekstil, Güven Sigorta, Türk Otomotiv, Ankara Sigorta, Deniz Nakliyatı TAŞ, Metal Kapak, Ege Et, Tüstaş, Asil Çelik, Köy Tür, Toros Gübre vs. sattılar.

IMF yasaları adı altında çıkarılan pancar ve tütün kanunlarıyla yüz binlerce köylüyü
perişan ettiler.
Tarımın yok edilmesine dayanamayan Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp
partisinden istifa etmedi mi?

Ulaştırma Bakanı Prof. Enis Öksüz yolsuzluklara karşı çıktığı için görevinden alınmadı mı? 1960’lardan beri partili olan Sadi Somuncuoğlu ve Abdulhaluk Çay’ı bakanlıktan ve partiden kovarken, ülkeyi 50 milyar dolar zarara uğratan hortumcular neden korundu?
Kemal Derviş politikalarıyla milliyetçilik nasıl yan yana geldi?
Hangi anti emperyalist mücadelenin içinde oldular? Soru çok…

Meselenin özüne bakın; kim milliyetçi, kim sosyalist anlarsınız.

Halkçı olmayan
 ne milliyetçidir ne de sosyalist!

Bugün… Milliyetçiler ile sosyalistleri halkçılık birleştiriyor.

Umarım…
6 Ok‘undan biri halkçılık olan parti;
umut ve heyecan dolu bu birlikteliği seyretmekle kalmaz; el uzatır.