Etiket arşivi: para politikası

Şimdi bedel ödeme zamanı (mı?)

Yalçın Karatepe

Yalçın Karatepe
Ekonomi 09.06.2023, BİRGÜN

“Seçimler bitti” demeden seçimlerini bittiğini nasıl ifade edebilirsiniz? Evet, dövizde yaşanan yükselişi kullanabilirsiniz. Daha önce bu köşede, kurları baskılamak için neler yaptıklarını defalarca (kezlerce) yazdık. E, madem seçim bitti, artık iktidarın kurları baskılamasına gerek de kalmadı. Nasıl olsa sandıktan çıktılar.

Dolar kuru 28 Mayıs’tan, bu yazının yazıldığı 8 Haziran tahine kadar yaklaşık %18 yükseldi. Oldukça hızlı bir yükseliş. Üstelik doların %7’den fazla yükseldiği Çarşamba günü yaptıkları 2,5 milyar dolarlık satışa rağmen (karşın) yükseliş sürüyor.

Aslında herkes bunun olacağını biliyordu. Seçimden önce iktisatçılar köşelerinde yazarken, vatandaşın bir kısmı döviz bürolarına, bazıları da kur korumalı hesaplara yöneldiler. Çünkü herkes bu yükselişin olacağını biliyordu. Ama olsun. Seçim sonuna kadar ertelenmiş olmasının faydasını iktidar gördü.

Madem bir fayda söz konusu, bunun bir de maliyet tarafı olması lazım. İşte o maliyet şimdi size çıkarılıyor. Sadece kurlar artmıyor fiyatlar da hızla yükselmeye başladı. Akaryakıt fiyatları artıyor, çaya yüksek oranda zam yapıldı. Ve bunların devamı da gelecek.

Kurlardaki hareketlenme ile birlikte gözler yeniden ekonomiye çevrildi, sorunların nasıl çözüleceği merakla beklenmeye başlandı.

Hazine ve Maliye Bakanlığına Mehmet Şimşek’in getirilmesi ile birlikte mevcut politikalardan bir dönüş yaşanacağı ve sorunların hızla çözüleceğine dair bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Şimşek’in şimdiye kadar yaptığı açıklamalarda söylediği tek şey, rasyonel politikalara dönüleceği, öngörülebilirliğin ve şeffaflığın artırılacağıdır. Fakat bu söylemin içi doldurulmadığı için hepimiz bu ifadelere kendimizce bir anlam yükleyerek yorumlamaya çalışıyoruz.

Genel geçer ifadeler kullanıyor olsalar da ne ile karşılaşacağımızı tahmin edebiliyorum: Artan yoksulluk.

Ekonomi yönetiminde “piyasaların” beklediği iki şeyden biri “sıkı maliye politikası.” Bunun bizim için ne anlam ifade ettiğini tahmin ediyorsunuz. Kısabilecekleri yerlerde harcamaları kısmak ve bunu yaparken bütçe gelirlerini artırmak. Kısabilecekleri tek harcama personel giderini ve emekli aylıklarını sınırlama gibi görünüyor. KKM’den gelen kur farkı ödemelerini ya da inşaat işleri için yapılacak harcamaları filan kısmaları gündemlerinde bile olmayacak. Bir taraftan emekli ve kamu çalışanları düşük maaş artışlarına razı edilmeye çalışılırken diğer taraftan bazı vergilerin de artması söz konusu olacaktır. Şöyle söyleyelim:

  • Elinize geçen para miktarı reel olarak azalırken,
  • ödemek zorunda olacağınız vergiler de artacaktır.    

Para politikası tarafı da sizin için pek parlak sonuçlar doğurmayacak. Yabancı yatırım kuruluşlarının yayımladıkları raporlarda ya da “piyasacı uzmanların” ifade ettikleri oranda bir faiz artışına gidilirse, bunun ilk faturası da önümüzdeki ay kredi kartı faiz oranları üzerinden size çıkarılacaktır.

Piyasada oluşan faiz oranları ile MB’nin politika faizinin bağı kopmuş durumdadır.

Mevduat faizleri, ticari kredi faizleri filan oldukça yükselmiş durumda. Hal böyle olunca, yapılacak her faiz artışı önce ve doğrudan size yansıyacaktır.

DESTEK ÇAĞRILARI

Birkaç gündür “hep beraber destek olalım, sorunları çözelim” çağrılarının temelinde, size çıkarılacak olan maliyete razı olmanızı sağlama çabası vardır.

Ücret artışı mı talep edeceksiniz? “Biliyorsunuz elimiz dar” denilerek geri çevrilecek, “makul” olduğunu söyledikleri bir artışla sınırlı tutmaya çalışacaklar. Peki, “makul” olan ne ve kimin için makul? Onun yanıtını da iş dünyası veriyor zaten: Asgari ücret 300-400 doları geçmemeliymiş, sadece TÜFE dikkate alınmalıymış vs.

  • Enflasyonun nasıl “düşük” çıkarıldığını hepimiz biliyoruz.

Şimdi o orana referans vererek sizin “makul” bir artışa razı olmanız beklenecek.

Neyse, çok dert etmeyin. Yerel seçimlerden hemen önce doğalgaz faturalarınızı bir kez daha öderler. O zaman biraz rahatlarsınız.

ACABA TÜRKİYE’DE YENİDEN USSAl (RASYONEL) ve BİLİMSEL EKONOMİK KURALLARA ve ÖZERK KURUMLARA DÖNMEK OLASI MI?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Türkiye’ de 14 ve 28 Mayıs 2023’te yapılan iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi sona erdi. Görevdeki siyasal iktidar değişmedi. Fakat dün gece Bakanlar açıklandı. Daha önce, siyasal iktidarın ekonomi yönetiminden ayrılmak zorunda kalan sayın Mehmet Şimşek, ekibiyle birlikte eski görevine geri döndü. Yeniden maliye bakanı oldu ve ekonomi yönetiminin sorumluluğu üstlendi.

Sayın Şimşek, bakanlık devir teslim törenindeki kısa açıklamasında; “Ekonomide rasyonel politikalara dönmekten başka seçenek yoktur” saptamasını yaptı. Bu çok doğru bir belirlemeydi. Sayın Şimşek’in söz konusu açıklamasının anlamı şudur:

  • Türkiye serbest (liberal) piyasa ekonomisine, klasik iktisat öğretisine ve ortodoks iktisat politikasına geri dönmek zorunda kaldı.
  • Çünkü Türkiye ekonomisi üretim, istihdam, enflasyon, gelir dağılımı, döviz kuru ve faiz oranları… açısından önemli açmazlara girmişti.

Önce bilimsel bir saptama yapalım : Peki, acaba bu ekonomik açmazın ana nedeni ne olabilir?

Bilindiği gibi, Türkiye’de görevdeki iktidar SİYASAL İSLAMCI bir iktidardır. Fakat

  • Siyasal İslamcılık ya da siyasal dinciliğin kendine özgü, denenmiş ve kanıtlanmış ussal (rasyonel) ve uygulanabilir bir ekonomi politikası yoktur.

Bu tür din odaklı siyasal iktidarlar, ekonomi politikalarını ancak klasik liberal, serbest piyasa ekonomisinden ödünç alarak varlıklarını sürdürebilirler. Türkiye’de de öyle olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte giderek serbest piyasa ekonomisi göz ardı edilmiş, başta faiz olmak üzere, fiyat denetimleri başlamış, kumanda ekonomisi belirtileri yaygınlaşmıştır. Ussal (Rasyonel) ve bilimsel ekonomi yönetiminden giderek uzaklaşılmıştır.

Peki Sn. M. Şimşek‘in ussal (rasyonel), klasik, geleneksel ve ortodoks politikası kalıcı olabilir mi?

Görevdeki tek kişilik, katı merkezci siyasal yönetimin bu yeni ussal (rasyonel), ortodoks iktisat politikasına sadık mı kalacağı, yoksa işler rayına girdikten sonra yeniden dinci (teokratik), usdışı (irrasyonel) ve heteredoks iktisat öğretilerine geri mi dönüleceğini zaman gösterecektir. Eğer tek kişi merkezli yönetim, Siyasal İslamcılık dürtüleri ile yeniden teokratik ve heterodoks ekonomi politikalarına geri dönüş yaparsa, sonuç yeniden hüsran ve düş kırıklıkları olabilir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, Siyasal İslamcılık ideolojisinin evrensel, ussal (rasyonel) bir iktisat öğretisi ve politikası yoktur. Zaten dinler de, İslamiyet dahil, insanlara bilim, üretim, teknoloji ve ekonomi öğretmek için değil; güzel ahlak, sevgi, barış ve dayanışma için gelirler.

Okuyucuların yoğun istekleri üzerine, varolan (mevcut) ekonomik gündem ve gelişmeleri de fırsat bilerek, İKTİSAT POLİTİKALARININ NİTELİK VE İÇERİKLERİ HAKKINDA özet açıklamalar yapma zorunluluğu doğdu. Denemeye çalışalım.

Klasik İktisat politikalarının temel amacı ekonomik kararlılıktır (istikrardır). Mal arzı ile mal talebi, hizmet arzı ile hizmet talebi, sermaye arzı ile sermaye talebi, para arzı ile para talebi, döviz arzı ile döviz talebi, kamu gelirleri ile kamu giderleri, emek arzı ile emek talebi… arasındaki dengesizlikleri ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Ancak bu dengesizlikler arasında mallar ve hizmetlerin piyasa fiyatları ile faiz oranları ve döviz kurları özel bir önem taşır. Daha dar anlamda İktisat politikası, FİYAT İSTİKRARI (mal, hizmet, faiz ve döviz fiyatlarının tutarlı dengesi) anlamına gelir.

Stratejik ya da taktik açıdan, iktisat politikaları,

  • Ortodoks iktisat politikaları ve
  • Heterodoks iktisat politikaları olarak ikiye ayrılır.

Ortodoks iktisat politikası, ekonomi biliminin gelenekselleşmiş klasik öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalınarak ekonomik dengesizliklere ve sorunlara çözüm üretme anlamına gelir.

Heterodoks iktisat politikası, ekonomi biliminin öğretilerine çok  bağlı kalmadan, dinsel, toplumbilimsel (sosyolojik) ve ekinsel (kültürel) değişkenleri de sisteme katmak demektir. Örneğin ekonomi biliminin klasik faiz öğretisini göz ardı etmek ya da faiz yasağı için faizle ilgili dinsel yasak öğretisini sisteme aktarmak heteredoks bir yaklaşımdır.

Kapsam ya da içerik olarak iktisat politikalarını da;

  • Para politikası,
  • Maliye politikası ve
  • Yapısal politikalar olarak üçe ayırmak olasıdır.

Para politikası demek; piyasadaki toplam para stokunu (arzını, emisyonu) azaltmak ya da çoğaltmak yoluyla arzı, talebi, tasarrufları ve kredi talebini etkilemek demektir. Eğer para ve kredi hacmi genişletilirse talep artar, fiyatlar yükselir, tasarruflar azalır, kredi talebi artar, faizler yükselme eğilimine girer. Tersine piyasadaki para ve kredi hacmi daraltılırsa durum tersine döner. Talep daralır, fiyatlar düşer, tasarruflar artar, kredi talebi azalır. faizler düşme eğilimine girer.

Maliye politikası demek, daha çok Keynesgil öğreti içinde kamu ya da devlet eliyle piyasadaki toplam kamu harcamalarını azaltarak ya da çoğaltarak toplam talebi etkilemek anlamına gelir.. Eğer vergiler artırılır, parasal ücretler sabit kalır ve kamu ihaleleri azaltılırsa kamu harcamaları kısılır ve piyasadaki toplam talep azaltılmış, piyasadaki fiyat artışları frenlenmiş olur. Tersine, kamu emekçilerinin aylıkları artırılır, vergiler düşürülür ve kamu ihaleleri hızlandırılırsa kamu harcamaları artmış, toplam talep yükselmiş, piyasa canlanmış olur.

Yapısal iktisat politikasına gelince:
Böyle durumlarda, doğrudan arza ve talebe değil, arz ve talebi oluşturan etmenlere ve girdilere müdahale edilir.
Üretimi ve verimi artırıcı, teknoloji geliştirici, tarımsal üretim alanlarını genişletici ve ıslah edici, ürün niteliğini (kalitesini) yükseltici, mesleksel ve teknik eğitimin niteliklerini geliştirici, araştırma ve geliştirme etkinliklerini (faaliyetlerini) destekleyici, istihdamı artırıcı, döviz gelirlerini çoğaltıcı, gelir dağılımını düzeltici, makro ve mikro ölçekteki üretim ve hizmet birimlerini etkinleştirici ve ussallaştırıcı (rasyonelleştirici)… vb. politikalar yapısal politikalar olarak adlandırılır.

EKONOMİK GÜVEN

Bu sayılan politik seçeneklere ek olarak, ekonomi politikasını yönetenlerin en önemli görevlerinden biri ve belki birincisi de iç ve dış ekonomik aktörlere, iş insanlarına GÜVEN VERMEKTİR.

Güven bireysel değil hukuksal ve kurumsal bir olgudur. Güven olgusunun temelinde de hukuka, ekonomik kurumlara ve adalete, yargı sistemine olan güven önemlidir. Bu güven kalıcı ve tartışmasız olmalıdır. Kanımca Türkiye’de, iç ve özellikle de dış piyasa aktörleri için, önemli bir güven eksikliği vardır.

Güven yoksa dış kaynak gelmez, yatırım riskli olur, uzun erimli (vadeli) reel yatırımlar yapılamaz.

Güven duyulması için ekonominin doğal işleyiş kurallarına uyulması, hukuk dışı işlere asla girilmemesi gereken kurumların başında da T.C. Merkez Bankası ve bankacılık sistemi – BDDK, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), Üniversiteler, TMSF – Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu, SPK, yargı kurumu ve mahkemeler gelir. Saydam (Şeffaf) ve denetlenebilir bir ekonomik yapı kaçınılmazdır. Siyasal müdahale, telkin ve yönlendirmelere açık kurallar, kurumlar ve yöneticiler asla güven vermezler.

Ayrıca otoriter rejimlerdeki siyasal iktidarların hak, hukuk, adalet ve gerçek demokrasi ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olmaları, ülkelerindeki önemli kurumlara profesyonel mesleksel tam özerklik tanıyabilmeleri, iç ve dış piyasalar için kalıcı güven üretebilmeleri acaba ne denli olasıdır? Aynı riskli durum Türkiye için de söz konusudur.

Bana düşen, hiçbir ön yargıya kapılmadan Sn. Mehmet Şimşek ve takımına (ekibine), var olan ağır ekonomik sorunları yeniden düzene koyabilmeleri için, kendilerine başarı dilemektir. Çünkü toplumun, ailelerin, bireylerin, ekonomik kurumların ve iş insanlarının ivedilikle (acilen) varolan ekonomik sorunlarının çözülmesine gereksinmeleri vardır. İşlerinin hiç de kolay olmadığını biliyorum. Haydi kolay gelsin..

Son ve çok önemli bir not daha : Her türlü istikrar politikaları kemer sıkma politikaları demektir. Yani talep, gelir azaltıcı ve vergi artırıcı karar ve uygulamalardır. Bu politikanın ekonomik maliyeti de işçi, memur, emekli, küçük esnaf gibi dar gelirli olan insanların sırtına yüklenir. Dar gelirli kesimler önce enflasyonun ve daha sonra da istikrar politikalarının çifte maliyetini yüklenmek zorunda kalır.

Türkiye Ekonomisi Nereye ??

ŞEHRİBAN KIRAÇ
Cumhuriyet 
https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kur-korumali-mevduatin-butceye-yillik-maliyeti-200-milyar-tlyi-asacak-1962381 24.07.2022

SORULAR ve YANITLAR

Prof. Dr. Oğuz Oyan: BİR OPERASYONLA BÜYÜK BİR SERVET TRANSFERİ YAPILDI! -  YouTube

Prof. Dr. Oğuz OYAN

(Cumhuriyet’te yayınlanmayan bölümleri kırmızıyla gösterdim).

SORU:  Türkiye’deki yüksek enflasyon ve hayat pahalılığının sonu nereye varacak?

Cumhurbaşkanı Erdoğan enflasyonu önemsizleştirmek için “hayat pahalılığı daha büyük sorundur” diyebiliyor ama bunun nereye varacağını kestiremiyor: Hayat pahalılığı olmasın istiyorsanız, o zaman gelirleri enflasyonun üzerinde artıracaksınız! Devlet, memurlarının / kamu işçilerinin ücretlerini, emekli maaşlarını, asgari ücreti doğrudan belirlerken, tüm ücret / gelir düzeylerini dolaylı etkilemektedir. Kaldı ki maliye politikalarıyla, tarımsal desteklemeyle bölüşüm ilişkilerine müdahale edebilmektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da, “sendikalaşma oranının düşüklüğünden” yakınırken, hangi “tehlikeli sulara” girdiğinin farkında değildir: Siyasal iktidar, sendikalaşmanın önünü açarak, grev yasaklarına başvurmayarak, daha önemlisi sermaye teşviklerini şirketlerdeki sendikalaşma oranına bağlayarak pekalâ özel sektördeki sendikalaşma ve ücret düzeylerini yükseltebilir.
Peki bir sermaye iktidarı bunu yapar mı? Hayır.

SORU: Ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor, her gün yeni önlemler açıklanıyor,
bunlar sorunları çözmeye ne derece etki ediyor?

Saray ve ekonomi yönetiminin enflasyona karşı mücadeleyi öncelikli görmediğini Bakan Nebati veciz biçimde (!) itiraf etmişti. Gerçi AKP iktidarının ekonomik büyümeyi önceleyen politikaları bu denli fiyat ve kur çarpılmalarına meydan vermeden de başarılabilirdi. Şimdi artık bu tren kaçmıştır.

Para politikası araçları ters yönde kullanılınca, ekonomi yönetimi kendisine bırakılan sığ alanda
yan yollardan etkisiz ve maliyetli çareler üretmeye itildi. Ancak dışa açık bir ekonomide hem kur hem de faizleri birlikte belirlemek gibi “olmayacak duaya amin” denildiğinde, her türlü şoklara
açık olunacaktır. Bunu 1994 krizinden öğrenemediyseniz, 2018 sonrasında bizzat yarattığınız ve deneyimlediğiniz 3 döviz krizinden öğrenme aklına sahip olacaksınız.

SORU: Döviz kurunu düşürmek için atılan adımların hiçbir işe yaramadığını gördük,
kur tarafında ne tür riskler sözkonusu olacak?

Döviz kurunu düşürmekten çok, belirli ara platolarda bekletmek politikasının ne denli yüksek maliyetlere sahip olduğunu TCMB rezervlerinin hızla eritilmesinde gördük. Dışa açık bir ekonomide hiçbir rezerv büyüklüğü, kur şoklarını durdurmak için yeterli olamaz ve faiz aracını ikame edemez.

Kurları tutmak için getirilen KKM’nin Bütçeye yükü şimdiden 37,2 milyar TL ve bu harcama, yasal dayanağa sahip olmadan yapıldı. Ek Bütçe’ye konulan 40 milyar TL’lik ödenekse kesinlikle yetersiz; ayrıca kur farkları için Gelir ve Kurumlar Vergileri istisnaları, TCMB tarafından üstlenilen KKM maliyetleri de eklenirse, yıllık toplam maliyet 200 milyar TL’yi aşabilecektir.

Kurları tutmak yanında, döviz arzını artırmak için başvurulan kısmî kambiyo kontrollerinin (ihracat ve turizm gelirlerinin kısmen TL’ye çevrilmesi zorunluluğu; şirketlerin fazla döviz tutmasının TL krediye erişimlerini engellemesi…) sorunlara çare üretmesi zordur. Ancak Türkiye’nin tam sermaye kontrollerine zorunlu kalması şaşılacak bir durum olmayacaktır.

Ekonominin dış ticari ilişkilerinin beklenenin ötesinde açık üretme eğilimi de (ilk 6 ayda 51,4 milyar $ dış ticaret açığı; ilk 5 ayında 28,1 milyar $ cari açık) bu tabloyu karartmakta, kur risklerinin artışını körüklemektedir. Ekonominin döviz geliri yaratma kapasitesi aşınırken, ithalat başta olmak üzere gider cephesi büyümektedir. Bunun sonucunda yılın 2. yarısında büyüme ve ithalatın frenlenmesi kaçınılmaz görünmektedir.

SORU: Türkiye’nin risk CDS’leri 900 puanı aştı. Artık yabancı yatırımcının Türkiye’ye güveni olur mu? 

Türkiye ekonomisinin kırılganlık artışı kuşkusuz yabancı yatırımcının güvenini sarsar; nitekim, önceki yoğun çıkışlara karşın 2022’de yabancı sermaye çıkışı sürebilmiştir.

  • Daha önemli sorun ise, Türkiye’nin dış borçlarını ve cari açığı çevirme maliyetlerinin olağanüstü yükselmiş olmasıdır.

Bir yıl içinde vadesi gelen borçlar ile cari açık toplamının 230 milyar doları bulacağı hesaba katıldığında, libor + risk / temerrüd primi olarak $ bazında %12’lerde oluşan bir borçlanma faizinin, sürdürülebilmesi zordur.

İki not düşülebilir               :

  1. Bu maliyetlerde bir borçlanmanın bizzat kendisi ülkeyi / şirketleri temerrüde düşürecek niteliktedir;
  1. Eğer temerrüt durumu oluşursa, yüksek CDS’lere karşın (yani riskleri önceden Türkiye’ye ödetmiş olmalarına karşın) dış güçler alacaklarına şahin kesilip (Demirbank’ın batışında görüldüğü gibi), ülke yönetimini sorumlu tutar ve alacaklarını hiç risk yokmuş gibi tahsil etme kapasitesine sahip olurlar. Bu tür bir mali emperyalizme kafa tutabilecek bir siyasi irade görebiliyor musunuz?

SORU: Yıl sonu büyüme, işsizlik, faiz ile ilgili öngörüleriniz neler, bu alanlarda ne tür riskler var?

Kaynak sorunları nedeniyle, ilk çeyrekteki büyüme hızının sürdürülmesi zordur. Dünyadaki durgunluğun etkileri de büyümeyi sınırlayacaktır. Böyle bir ortamda iktidarın seçime giderken faizleri artırması –bir döviz şoku dışında– düşünülemez.
(Bu paragraf, metinde soru olarak düzenlenerek verilmiş!).

Ekonomik yavaşlamanın yüksek seyreden işsizlik üzerinde olumsuz etkileri olacaktır.
Ama sorun daha boyutludur:

  • Enflasyon, reel ücret erimesi, işsizlik, iç ticaret hadlerinin çiftçi aleyhine seyretmesi gibi nedenlerle tarihsel bir yoksullaşma yaşanırken,
  • sermayeye kapsamlı gelir / servet transferleri üzerinden derin ve hızlı bir bölüşüm şoku yaratılmaktadır.

Bunun toplumsal ve siyasal sonuçları şimdilik kısmen yaşanmaktadır.

SORU: Şu anda Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunları nelerdir, çözüm için atılması gereken adımlar hangileridir?

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları:

AKP döneminde katmerlenen erken sanayisizleşme ve teknolojik gerilik; sanayide, tarımda ve enerjide büyüyen dış bağımlılık; düşük tasarruf ve yatırım kapasitesi; işgücünün ileri teknolojiye uyumunu sınırlayan vasatlıklardır.

AKP’nin plansız / hesapsız yönetimiyle yüksek ekonomik / mali kırılganlıkların oluşması, dış açık sorununun büyümesi; sermayeyi ve özel olarak parazit sermayeyi aşırı kayıran politikalarıyla gelir / servet dağılımındaki uçurumları ve sermaye kaçışlarını büyütmesi de cabasıdır.

Ancak bunlar o kadar da beklenmeyen sorunlar mıydı? 2000’leri düzenleyen IMF / DB politikaları farklı neyi öngörmüştü ki? Sermayenin ufku bunun ötesine gidiyor muydu?

Şimdi gelinen noktada, 3 “sistem-içi” seçenek bulunuyor:

1) 2000-2008 tarzı sert bir IMF programı

2) 2008-2015 tarzı IMF’siz IMF disiplini

3) Sermaye kontrolleri rejimine geçiş ve türevleri (dış borç konsolidasyonu da içerilebilir).

Bu sonuncusu sol bir program bile sayılmaz ama IMF’siz bir seçenek olarak değerlidir. Fakat Türkiye’nin sistem-içi siyasetlerinin bunu uygulama irade ve kapasiteleri sınırlıdır veya tartışmalıdır.

Her durumda, Türkiye’nin önünde bölüşüm ve üretim öncelikli bir kamuculuğu,
planlamayı,
yüksek teknolojiye dayalı bir sanayileşmeyi, enerjide ve tarımda atılımı,
ekonomik bağımsızlığı yeniden düşünmekten başka gerçek seçenek bulunmuyor.

Bunun için kamu ekonomik girişimciliğini yeniden canlandırmak; yüksek eğitimli, yüksek becerili ve yüksek ücretli bir işgücü oluşturmak; başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim sistemini yenilemek; her alanda vasatlığı ve dinsel bağnazlığı aşmak gerekecektir.

Türkiye enflasyonda lider 

Prof. Dr. Bülbül: Hükümetin bir enflasyon politikası yokPROF. DR. DURAN BÜLBÜL

09 Mayıs 2022, Cumhuriyet

Siyasi iktidarın “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” söyleminin hükümsüzlüğü OECD’nin mart ayı için yayımladığı raporda da görülmüştür. OECD’nin istatistiksel verileri oluştururken Türkiye’nin resmi verilerini de baz (temel) aldığı bir gerçektir. Son dönem(lerde) gelişmiş ülkeler istatiksel analizlerde Türkiye’yi dışarıda bırakmaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin istatiksel verilerine güvenmemektedirler. Onun için de Türkiye, istatiksel verilerin oluşturulmasında dışlanmaktadır.

Sefalet endeksi açısından ülkemizin geldiği yer ise çok acıdır. Endeks verileri uyarınca Türkiye’de sefalet 2016’dan bu yana 2.5 katına çıkmıştır. 2017 yılında %18.7 olan sefalet endeksi 2020‘de % 25.8 düzeyine gelmiştir. Gelinen noktada ise sefalet endeksi açısından Türkiye Arjantin’i de geride bırakmıştır.  Bu yükselişin ana nedeni ise enflasyondur.

OECD’nin yayımladığı raporda

  • Türkiye’nin Mart ayındaki yıllık enflasyonu, en yakın rakibinin 4 katı düzeyindedir.

EKONOMİ POLİTİKASI!

Verilerin açıkça ortaya koyduğu üzere TCMB’nin asıl hedefi olan fiyat istikrarı yerine farklı önceliklere odaklanması, siyasal iktidarın para politikasına tahakkümü sonucunda bağımsız bir para politikasının sergilenememesi ve

  • Siyasal iradenin genel geçer kurallara aykırı politikalarındaki ısrarı sonucu ülkemizde enflasyon artmış, halkımız yoksulluk ve sefalete sürüklenmiştir.

Uluslararası karşılaştırmalarda bile ülkemize ilişkin istatistiksel veriler dışarıda bırakılmaktadır. Bu ise acil bir ekonomi politikasına ihtiyaç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yukarıdaki garfikte de görüleceği üzere,

  • Ülkemiz enflasyonda OECD ülkeleri arasında liderdir.

OECD’nin yayımladığı raporda Türkiye’nin Mart ayındaki yıllık enflasyonu, en yakın rakibinin 4 katı düzeyindedir! O kadar ki, genele ilişkin göstergede Şubat ayı verisi ölçeğe sığmadığından farklı şekilde gösterilmiştir. Yıllık enflasyon Şubat ayında %54.4, Ocak ayında % 48.7 iken, Nisan ayında %69.97 olarak gerçekleşmiştir. Kaldı ki TÜİK verilerine mukabil (karşılık) ENAG gibi bağımsız araştırmacıların verileri gerçek verilerin çok daha yüksek olduğunu göstermektedir. TÜİK verilerini temel aldığımızda bile vahim (ürkünç) tablo ortadadır.

Dünyada enflasyonist bir eğilim olduğunu kabul etsek bile, Türkiye’nin öbür ülkelerden ayrıştığı ve kimi karşılaştırmalarda kapsam dışı bırakıldığı görülmektedir. Sokakta halk enflasyonu derin bir biçimde hissederken, resmi verilerin tabloyu tam olarak yansıtamaması, biraz da sistematiğin böylee kurgulanmasına bağlıdır.

KONUT AĞIRLIĞI

2022 yılı TÜFE hesaplamalarında kullanılacak ana grup ağırlıkları belirlenirken, gıda ve alkolsüz içeceklerin ağırlığı %25.94’ten yüzde 25.32’ye düşürülmüştür. Keza elektrik ve doğalgaz giderlerini de kapsamakta olan konutun ağırlığı % 15.36’dan %14.12’ye çekilmiştir. Bu yolla, zamların etkisi enflasyon oranlarına tam olarak yansımamaktadır.

Yularıdaki grfikte Mart 2022 için seçilmiş ülkelerin yıllık enflasyon oranları karşılaştırılmaktadır. Tabloda 40’tan çok ülke ve ülke kümesi yer almaktadır ve bunların içinde en yüksek enflasyon oranına sahip ülke açık farkla Türkiye’dir. Türkiye’den sonra gelen Litvanya’nın enflasyon oranı Türkiye’nin dörtte birinden daha azdır.

  • Türkiye’nin enflasyon oranı OECD ortalamasının yaklaşık 7, G20 ve Avrupa Birliği ortalamasının 7.7 ve G7 ortalamasının 8.6 katıdır!

Uygulanan bu politikaların sonucu olarak, tabloda yer alan yüksek enflasyon sonucu ortaya çıkmıştır.

Güdülen politikalar değiştirilmeden de bu tabloda Türkiye’nin yerinin değişmesi olanaklı değildir.

Hükümetin bir enflasyon politikası yok!

Prof. Dr. Bülbül: Hükümetin bir enflasyon politikası yokProf. Dr. Bülbül

09 Nisan 2022, cumhuriyet.com.tr
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hükümetin para basarak günü kurtardığını söyleyen Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, “Türkiye’de yoksul, zenginin varlığını korumaktadır.

Bu politikalarla, Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir. Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi.

İktidarın gıda ürünlerinde KDV’yi %1’e indirmesinin ve aynı oranda indirimi marketlerden de “dilemesinin” üzerinden bir ay geçmesine karşın raflar yine ateş pahası. Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, yurttaşın belini büken enflasyona ve yapılması gerekenlere ilişkin dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Ege Saati’nden Yusuf Körükmez’e konuşan Bülbül, “Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Zaten hükümetin de, enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi. Körükmez’in soruları ve Prof. Dr. Bülbül’ün yanıtları şöyle:

– Hükümet enflasyon artışını neden durduramıyor? Bu artış hızı bu şekilde devam ederse Türkiye’nin önünde ne gibi sorunlar çıkar?

Türkiye’de enflasyonun temel sebebi, maliyetlerden kaynaklıdır. Yani Türkiye’nin enflasyonu maliyet enflasyonudur. Maliyet enflasyonunun bir nedeni ithal edilen ara mallardan kaynaklı olabilir. Ancak bu durum enflasyonun yalnızca bir bölüm nedenidir. Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Ara malı üretemeyen, salt ranta dayanan bir ekonominin makro sorunlarına çözüm getirmesi mümkün olamayacaktır. Özellikle petrol, enerji ve doğal gaz gibi üretim girdilerini üretemeyen bir ekonominin kalıcı biçimde bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Ayrıca yürütme organının, iktisat teorisinde (kuramında) yer almayan, “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” gibi bir politikası enflasyonun çözümüne hiçbir katkı sağlamayacağı gibi, enflasyonu daha çok artıracaktır.

“TÜRKİYE’DE YOKSUL, ZENGİNİN VARLIĞINI KORUMAKTADIR”

Faiz oranlarını düşürerek enflasyonu düşürme politikası, ekonomide çok farklı ve olumsuz bir tablo ortaya çıkarmıştır.

  • Şu anda ekonomi bilimiyle açıklanamayan bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.

Enflasyon oranı % 61, Merkez Bankasının politika faizi % 14,
Hazine borçlanma faizi % 27 ve piyasa faizi ise % 26 dolayındadır.

Devlet böyle bir politikayla, insanların Türk parası varlıklarının reel olarak gerilemesine neden olmaktadır. Ancak bazı kişilerin ise, kur korumalı mevduat faizi ile paraları korunmakta ve bu fark hazineden vergilerle karşılanmaktadır. Örneğin, üç ayda kur korumalı faiz için ödenen para 13 milyar civarındadır (dolayındadır). Bu para insanların verdikleri vergilerle karşılanmaktadır.

  • Yoksulların zenginleri finanse etmesidir.
  • Kısaca yoksul, Türkiye’de zenginin varlığını korumaktadır.
  • Bu politikalara Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir.
  • Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur.

“HÜKÜMETİN BİLİMSEL OLMAYAN EKONOMİ POLİTİKALARI DOLAYISIYLA ENFLASYONUN DÜŞMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR”

Dünyanın her yerinde Merkez Bankalarının görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Yani enflasyonu önlemektir. Ancak Merkez Bankasının para politikası ciddi anlamda pasifize edilmiş (etkisizleştirilmiş) ve tamamen (tümüyle) hükümetin bilimsel olmayan politikalarına angaje olmuştur (bağlanmıştır). Dolayısıyla enflasyonun düşmesi mümkün değildir.

Böyle giderse, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde hiperenflasyonla
karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır.

Enflasyonun bu şekilde sürmesi ve hiperenflasyonla karşı karşıya kalınması, ülke insanlarının daha çok yoksullaşmasına, vergi gelirlerinin ve kamu harcamalarının reel olarak gerilemesine ve gelir dağılımının daha çok çarpıklaşmasına neden olacaktır. Hatta tüm makro dengelerin bozulmasına neden olacaktır.

– Vatandaş geçinemiyor, ekmek, yağ, şeker, et kuyrukları var. Daha kötü ne olabilir sorusunu sordukça yeni zorluklarla karşılaşıyor. Şu anki durumdan daha da kötüsü var mı? Türkiye’yi neler bekliyor?

Türkiye ekonomisi, yukarıda da belirtildiği gibi enflasyon sorununu çözemezse ve üretimi artırıcı bir ekonomi politikası ortaya koymazsa, yoksullaşma daha çok olacak ve giderek halkın temel gıda maddelerine ulaşma imkânı (olanağı) ortadan kalkacaktır.

“DEVLET PARA BASARAK SADECE GÜNÜ KURTARIYOR”

Devletin tek ürettiği politika günü kurtarmak ve zamların yarattığı alım gücü azalmasının önlenmesi için para basmaktır. Para basımı kısa bir süre çalışanları rahatlatsa bile, bir süre sonra daha yüksek enflasyonla reel olarak daha çok yoksullaşmalarına neden olmaktadır.

Türkiye ekonomisi faiz oranında dünyada üst sıralarda, yüksek enflasyon konusunda ilk on ülke arasındadır.

Doların bu politikalarla dönem sonun 20 TL’yi geçmesi kaçınılmazdır.

Uluslararası raporlarda da 2022 yılının ekonomi açısından daha kötü olacağı belirtilmektedir.

“Kur korumalı TL vadeli mevduatı”nın da beklenenin aksine dolarizasyonu düşürmediği çeşitli raporlarda belirtilmektedir.

Türkiye’nin 2022 enflasyonu böyle giderse %150’lerin üzerine çıkacaktır.

Dolar kuru artacağı için dış borç stoku giderek artacaktır. Türkiye’nin salt 2022 yılında ödemesi gereken dış borcu 170 milyar Dolara yakındır. Bu durum makroekonomik dengelerin önümüzdeki günlerde çok daha kötü olacağının göstergesidir. Özetle, makro gösterge ve değerlere bakıldığında ekonomik anlamda

  • 2022’nin çok sorunlu ve zor bir yıl olacağı gerçeği açıktır.

Gıda maddelerinde %7 oranında bir indirim olması, son dönemlerde üç kat artan gıda fiyatlarına olumlu yansımayacaktır. Çok kısa bir süre olumlu etki yaratsa bile, enerji ve diğer girdi maliyetlerindeki artışın yanında hiçbir anlamı olmayacaktır. ÜFE artışı, bir süre sonra TÜFE’ye yansıyacaktır. TÜFE’ye yansıyan % 50’lik fiyat artışının yaratacağı yüksek fiyatların %7’lik bir indirimle telafisi olanaklı olmayacaktır.

“TÜRKİYE’DE VERGİ YAPISI ADALETSİZDİR”

Esas olarak enerji fiyatlarındaki ve üretim girdilerindeki KDV oranlarının düşürülmesi gerekmektedir. Sonuç olarak ÜFE ile TÜFE arasından ciddi bir fark olduğu dikkate alınırsa, bu tür KDV indirimleri enflasyon için kalıcı çözüm olmayacaktır.

Türkiye’de vergi yapısı adaletsizdir. Bunun temel örneği, dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payının %65 dolayında olmasıdır. Dolaylı vergiler, ödeme gücünü kavrayamaz ve tersine artan oranlıdır. Bu durum gelir dağılımı çarpık olan ülkenin gelir dağılımını daha da kötüleştirecektir. Dolayısıyla, sosyal devlet vurgusu yapan ülkenin öncelikle bu durumu düzeltmesi gerekir. Ayrıca orta ve düşük gelir kesimlerinin kullandığı temel ürünlerdeki KDV oranlarının tamamen (tümüyle)  kaldırılması, sosyal devlet anlayışının gereğidir. Sonuç olarak,

  • Ekonomi ve maliye politikaları açısından bakıldığında, Türkiye sosyal devlet değildir. (AS: Bu politikalar Anayasa md.2’ye, 5’e, 65’e, 73’e…. açıkça aykırı!)

“KDV YÜKÜ GENİŞ HALK KİTLESİNİN ÜZERİNDEN ALINIP YÜKSEK GELİR GRUBUNA AKTARILMALIDIR”

– Vergi sistemimizde köklü değişikliklere ihtiyaç olduğu konuşuluyor. Mevcut düzende KDV yükü nihai (son) tüketicinin üzerinde kalıyor. Firmalar ödediği KDV’yi yansıtırken son tüketici yani vatandaş bunu yükleniyor. Bu noktada bir değişikliğe ihtiyaç var mıdır?

Katma değer vergisi, teknik olarak, yayılı bir muamele vergisidir. Yani imalattan tüketime dek her aşamada alınan bir vergidir. Ancak her aşamada alınan vergi, nihai (sonal) olarak tüketiciye aktarılmaktadır. Bu durum hem tüketicinin yükünü artırmakta, hem de mevcut fiyatları daha fazla artırmaktadır.

Türkiye’de öncelikli olarak vergi sisteminde ciddi bir yenilenmeye ihtiyaç var. Vergi sisteminin adil olması gerekmektedir. KDV yükünün geniş halk kitlesi üzerinden alınıp, yüksek gelir grubu üzerine aktarılması sağlanmalıdır. Ancak esas itibariyle (öz olarak), gelire göre vergi sistemi kurulmalıdır. Vergilerde esas olan ödeme gücüdür. Türkiye’de vergilerin önemli bir yükü orta ve düşük gelir grubunun (diliminin) üzerindedir. Vergi yükünün gelir grupları arasında adil dağılımının sağlanacağı bir sistem kurulmalıdır. Bunun yolu da, toplam vergi gelirleri içinde dolaysız vergilerin payının artırılmasıdır.

“TÜRKİYE EKONOMİSİ STAGFLASYON İÇİNDE”

– Telaffuz edilen terim ‘enflasyon’ fakat halk stagflasyon yaşıyor yani enflasyon ve deflasyonun negatif yönlerinin birlikte hissedilmesi. Bu noktada stagflasyon terimini kullanmamız daha doğru olmaz mı?

Durgunlukla beraber yüksek enflasyonun yaşanması anlamına gelen stagflasyon, özellikle 1970’li yıllardaki petrol krizi sırasında tüm dünyada ortaya çıkmış bir iktisadi sorundur.

O dönemde ortaya çıkan stagflasyon krizi elbette ki, bugünkü durumdan farklı olacaktır. Ancak, günümüzde Türkiye ekonomisinde ciddi bir maliyet enflasyonu söz konusudur. Özellikle üretimde önemli girdi olan enerji fiyatlarındaki artış, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde enflasyon oranını daha fazla artıracaktır. Ayrıca Türkiye ekonominin uygulamış olduğu yanlış kur ve faiz politikası, çok daha olumsuz sonuçları meydana getirmektedir. Maliyetlerde artış bir yandan fiyat artışlarına neden olurken, bir yandan da yüksek maliyetlerle üretim yapma olanağını azaltarak durgunluğa ve işsizliğe neden olmaktadır. Bu iki sorunun Türkiye’de yaşanması stagflasyonu ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu duruma önlem alınmazsa, çok daha kötü olan slumpflasyon sorunuyla karşılaşılması kaçınılmazdır.

  • Slumpflasyon ise, ekonomik çöküntü içinde enflasyonun yaşanmasıdır.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin stagflasyon içinde olduğunu belirtmek mümkündür. Hatta önlem alınmazsa ve küresel likidite de iyice kısılırsa, slumpflasyonun yaşanması da şaşırtıcı olmamalıdır.
================================================

Sevgili Duran hocam,

Lütfen, derneklerinizle, örgütlerinizle toplu olarak sesinizi yükseltin…
Çözüm önerileri koyun masaya…
Bağımsız Sosyal Bilimciler ortamı örneğin…

  • TR, siyasal tarihte örneği görülmemiş bir anomali tablosunda..
  • Çözümler de olağandışı duruma uygun nitelikte olmalı..
  • En güçlü dayanağımız MEŞRU YAŞAM HAKKIMIZ
  • Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı EVRENSEL DİRENME HAKKIMIZ

Bir “Ulusal İktisat Kurultayı” yapın Duran hocam..
Öncü olun, halkta ve muhalefette karşılığını bulur.
6 partinin ekonomi politikasını Babacan ve partisi hazırlayacakmış… (!!)
Yandı gülüm keten helva..
Hocam, gün bu gündür Ülke ve Ulus için..
Haydi, soyunun ağır göreve..

ADD gelecek yıl bir Ulusal İktisat Kurultayı düşünebilir..
17 Şubat 1923…. 17 Şubat 2023..
İzmir’de.. Türkiye İktisat Kongresi‘nin 100. yılında..
*
Ama şimdi ACİL DURUM var!…

Sevgi, saygı ve dostlukla..
10.04.22, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)

Not : Sn. Prof. Bülbül’e yolladığımız üstteki iletiyi ülkemizin önde gelen yurtsever birkaç ekonomisti ile de paylaştık.. Prof. Bilsay Kuruç, Prof. Halil Çivi, Prof. Yalçın Karatepe, Prof. Erinç Yeldan, Prof. Aziz Konukman, Dr. Serdar Şahinkaya .. gibi.

Çok değerli dostumuz Erinç hocamız yanıtladı bizi :
Evet, değerli hocam.. İktidarın bütün propagandası muhalefetin ekonomi bilmediği üzerine. Ekonomideki tahribatı ört bas edecekler.
Çalışıyoruz hocam. Emin olun. Sevgilerle

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

Türkiye’de enflasyonla nasıl mücadele edilebilir?

Türkiye’de enflasyonla nasıl mücadele edilebilir?

Türkiye’nin enflasyonda bulunduğu durumu değerlendiren Prof. Dr. Erinç Yeldan, önümüzdeki dönemde enflasyonla nasıl mücadele edilebileceğini RS FM’de Ali Çağatay’la Seyir Hali programında anlattı. Prof. Dr. Yeldan “Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım” dedi.

Prof. Dr. Yeldan, enflasyonun bir sonuç olduğunu söyleyerek

  • “Ekonomideki tıkanıklıkların, yapılan yanlışların, para piyasasında yapılan yanlışların, işgücü piyasalarındaki parçalı yapının, istihdamdaki tahribatın dolayısıyla yeterince üretememenin, toplam talebi karşılayamamanın ve üretimi yaparken de yüksek maliyetler ile üretim yapmak zorunda kalmanın sonucudur. Yüksek maliyetlerin en başında döviz kuru özellikle ihracatla sanayide kullandığı girdilerin çoğunun yurtdışı kaynaklı olması; makine, teçhizat, teknoloji, kullandığımız yakıt da böyledir. Enflasyona bu açıdan baktığınızda ekonominin diğer birimleri üzerine düşen görevleri yapmadığı sürece sadece para politikası üzerinden mücadele etmek yetersiz kalıyor” dedi.

‘Gıda enflasyonu %20’ye ulaşmış durumda’

Prof. Dr. Yeldan, enflasyon ortalamasının toplumun kesimlerine farklı şekilde etki ettiğini

  • “Gerçekten çok yüksek bir enflasyon oranıyla karşı karşıya kaldık fakat bu %16 enflasyon yüksek gözükmesine rağmen halkın hissettiği enflasyon bundan çok daha yüksek bir değer kazanabiliyor. Büyük metropollerde konuşlanmış tüketicilerin mal kalıpları ile Anadolu’nun doğusunda kırsal kesimde yer alan tüketicinin tükettiği kalıplar birbirinden çok farklıdır. Bu sözünü ettiğimiz %16 enflasyon bütün Türkiye’nin ortalamasını alıyor. Sizinle daha önce bir latife yapmıştık ‘ortalama çok karaktersiz bir kavramdır’ diye. Ortalama hakikaten her şeyin ortalaması fakat hiç kimsenin yaşamadığı bir olgu. Özellikle büyük kentlerde yaşayan insanların kullandığı gıda fiyatları işin içine pazarlama, taşıma, markette pazarlama gibi ek maliyet unsurları geldiğinde TÜİK’in resmi rakamlarına göre gıda enflasyonu bunun çok üzerinde %20’ye ulaşmış durumda” diye söyledi.

‘Türk halkı lirayla değil yabancı paralarla birikim adımı atıyorlar’

Para arzının 2019’dan beri gösterdiği artışa dikkat çeken Prof. Dr. Yeldan, bu artışa sebep olan politikaları “Para arzı en dar M1 (piyasada dolaşan para ve bankalardaki vadesiz mevduat) diye tanımlanır. 2019’dan bu yana Türkiye’de bu %150 artmış vaziyette çünkü Türkiye’nin bir büyüme öyküsüne, ucuz kredi öyküsüne ihtiyacı var. Siyaseten yoğunlaşan gerginlikler, bir ekonomik büyüme öyküsüyle en azından kısa dönemde atlatılmaya çalışılıyor. Aktif rasyosu kuralı ile bankalar kredi vermeye zorlandı böylelikle kredi hacmi genişledi. Merkez Bankası piyasada dolaşan para miktarını körükledi. Bir malın arzı bu denli artarsa fiyatı düşecek. Bir de güvensizlik eklendi. Sık sık merkez bankasına yapılan müdahaleler, ekonomiye yapılan yanlış müdahaleler, içerdeki gerginlikler, hatalar, keyfi uygulamalarla paraya olan talep geriledi. Buna dolarizasyon diyoruz. Artık vatandaşlar Türk lirasıyla değil yabancı paralarla birikim adımı atıyorlar” diye açıkladı.

‘Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım’

Prof. Dr. Yeldan, ekonomideki mevcut durumun nasıl iyileştirilebileceği konusunda

  • Yapılan her şeyi tersine çevirmemiz lazım.
  • Merkez Bankası, Türkiye İstatistik Kurumu gibi ekonomiyi yönlendiren kurumlara, ekonomiyi düzenleyen BDDK, Borsa, Sermaye Piyasası Kurumu gibi kurumlara siyasi müdahalede bulunmamak gerekir. Bu kurumları gerçekten liyakatlerine güvendiğimiz insanlara teslim edip hedefleriyle baş başa bırakmalıyız. Ekonominin tıkanıklıklarını, işgücü piyasasındaki sığlıkları aşacak, insanların özellikle kadınların istihdamını artıracak yapısal reformlarla ekonomik arzı yükseltmemiz lazım. Döviz kuru piyasalarında da bu tür hatalarla dövize olan talebi körüklememek gerekiyor. Para arzını da kontrollü bir şekilde ekonominin mal arz ve talep dengesi ile ayarlamak onun dışında bir büyümeyle yükseltmememiz lazım” dedi.

Ekonomideki İllüzyonlar

KENDİME YAZILAR…

Ekonomideki İllüzyonlar

İllüzyon ya da yanılsama, gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesidir. Algılama sırasında oluşan yanılsamalar bazen kendiliğinden ortaya çıkar. Çölde, güneşin kumdaki yansımalarını su birikintisi sanmaya yol açan serap gibi algılamalar kendiliğinden oluşan yanılsamaya örnektir. Bazen de birisinin yarattığı illüzyonlar algılamamızı etkileyebilir. İç tarafı siyah kadifeyle kaplı bir kutunun içinde kaybedilen eşya tipik bir illüzyon gösterisidir. Kutunun içinde aynı renk kadifeyle kaplı cebi ya da bölmeyi renk aynılığından dolayı kimse fark etmez. Bu gibi yanılsamaya yol açan oyunları yapanlara illüzyonist deniyor.

Özellikle parasının iç değer kaybının (enflasyon) ve dış değer kaybının yüksek olduğu ekonomilerde karşılaşılan birçok olay, ortaya çıkardığı farklı görünümler nedeniyle yanılsamalara yol açar. İnsanların gayrimenkulleri ikinci elden satışa çıkardıkları zaman karşılaştıkları yanılsamalar buna örnek oluşturur. Diyelim ki bir kişi 2010 yılı 7 Temmuz günü 1 milyon liraya satın aldığı bir konutu 2020 yılının 7 Temmuz günü 2,5 milyon liraya satmış olsun. İlk bakışta bu işlemden 1,5 milyon lira kazanmış görünür. Bu, tipik bir yanılsamadır. 7 Temmuz 2010’da USD/TL kuru 1,55 idi. Yani o tarihte 1 milyon lira ile dolar satın almış olsaydı 645 bin doları olacaktı. Bugün USD/TL kuru 6,86 olduğuna göre 645 bin doların karşılığı 4,4 milyon lira ediyor. Bu durumda bu kişi döviz almak yerine gayrimenkul alarak 1,9 milyon lira kaybetmiş olmaktadır ( söz konusu tarihlere ait satış kurları için kaynak: TCMB.) Bu on yılda 1,9 milyon liradan az kira geliri elde etmişse (ki o kadar kira geliri elde etmesine olanak yok) yine de zararda olacaktır.

Ekonomi biliminde illüzyon sözcüğü ilk kez İtalyan iktisatçı Amilcare Puviani tarafından 1897 tarihli “Teoria della illusione nelle entrate publiche” ve 1903 tarihli “Teoria della illusione finenziaria” adlı kitaplarda mali illüzyon biçiminde kullanılmıştır. Puviani’ye göre eğer kamu gelirleri ve özellikle vergilerin miktarı halk tarafından tam olarak bilinmezse, halk, kamu kesiminin olduğundan düşük maliyetle çalıştığını zanneder ve kamu harcamalarının artırılmasına itiraz etmez. O nedenle de hükümetler topladıkları vergiyi daha düşük göstermek için bir bölümünü gizlemeye yönelebilirler.

Türkiye’de mali illüzyon, vergi gelirlerinin düşük gösterilmesinden çok kamu harcamalarının düşük gösterilmesine yönelik bir yaklaşım olarak çıkıyor karşımıza. 1980’lerde kamu harcamalarının hızla artması sonucu bazı kalemlerin bütçe dışı fonlara devredilmesi yoluyla harcama artışlarının kamuoyunun dikkatinden uzaklaştırılması yoluna gidilmişti. Bugün de benzeri uygulamalar Varlık Fonu ve kamu bankaları eliyle yürütülüyor. Böylece kamu kesiminin gerçek harcama miktarı saklanmış oluyor.

Merkez Bankası da ilginç illüzyonlara başvuruyor. Enflasyon hedeflemesi yöntemi uygulayan Merkez Bankası, hiçbir zaman tutturamamış olsa da her yıl %5’lik enflasyon hedefi koymaya devam ediyor. Aslında uyguladığı para politikasıyla enflasyonu etkileyebilecekmiş gibi bir illüzyon yaratıyor ve bunun anlaşılmaması için faizi indirmeye devam ediyor. Merkez Bankası, önceleri kuru denetleyebilmek için rezervlerden döviz satışı yaparak bir başka illüzyon daha yaratırdı, son dönemlerde bu görevi kamu bankalarına devretti.

Şimdilik ekonomideki illüzyonlar ikna edici görünüyor. Bakalım insanlar kutunun içindeki bölmeyi ne zaman fark edecek? (9 Temmuz 2020)

Dr. Mahfi EĞİLMEZ

Kısa vadeli faiz silahıyla ülkenin uzun vadeli yapısal sorunları çözülemez


Kısa vadeli faiz silahıyla
ülkenin uzun vadeli yapısal sorunları çözülemez

Eski Başkan'dan çok çarpıcı sözler

Merkez Bakası’nın eski Başkanı Durmuş Yılmaz,
siyasilerin faiz politikasına yönelik eleştirilerinin
fayda sağlamayacağını ifade ederek,

“Merkez Bankası’nın gücü abartılıyor. Kısa vadeli faiz silahıyla ülkenin uzun vadeli
yapısal sorunları çözülemez.”
dedi.

BBC Türkçe’den Enis Şenerdem’e konuşan Durmuş Yılmaz, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme oranının %5 dolayında olduğunu anımsattı ve son birkaç yılda büyümenin % 3-3,5 düzeyinde kalmasının siyasal otoriteyi rahatsız etmesinin anlaşılabilir bir durum olduğunu
ifade etti. Ancak Yılmaz, ekonomideki tüm sorunların çözümünün de para politikasında aranmaması gerektiğini söyledi ve “Düşük faiz ekonomik büyümenin yegane sebebi olsaydı bugün Avrupa’da ekonominin hızlı büyümesi gerekirdi, Amerika’nın hızlı büyümesi gerekirdi.” dedi.

ENFLASYON %7.24’E İNDİ

ABD Merkez Bankası FED, 2008 küresel krizinden bu yana politika faizini %0-0,25 aralığında tutuyor. Avrupa Merkez Bankası‘nın politika faizi ise %0,05 düzeyinde.

MERKEZ BANKASI NE KADAR GÜÇLÜ?

Sürdürülebilir ekonomik büyüme için düşük faizin tek başına yeterli olmadığını vurgulayan Yılmaz, “Merkez Bankası’nın gücü kuvveti biraz fazla abartılıyor… elindeki aygıt belli.
Kısa vadeli faiz ve makro ihtiyati tedbir dışında bir şey yok. Merkez Bankası kısa vadeli faiz politikasıyla ülkenin verimliliğini artıracak eğitim reformunu gerçekleştiremez.” diye konuştu.

Geçtiğimiz hafta hem Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘dan, hem de hükümet yetkililerinden Merkez Bankası’nın faiz indirmesi gerektiği yönünde açıklamalar gelmişti.

Merkez Bankası’nın politika faizini yarım puan düşürüp %8,25’ten %7,75’e çektiği
Para Politikası Kurulu toplantısı sonrasında konuşan Erdoğan, bu indirimin yeterli olmadığını ifade ederek “İnsanı böyle adeta çıldırtacaklar. Enflasyon düşerse, faizi düşüreceklermiş. Bu anlayış anlayış değil, bu yanlış bir mantık. Şu anda bağımsız bir kurul olarak Merkez Bankamızın özellikle Avrupa’da, dünyada faiz oranları düşerken hala bu faiz oranında direnmesini doğru bulmuyorum. Düşürmesi lazım” demişti.

‘KURUMLAR YIPRATILMAMALI

Durmuş Yılmaz 2008’de yeni Türk Lirası banknotlarının tanıtımını Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte yapmıştı.

Merkez Bankası Başkanlığı görevini tamamladıktan sonra Abdullah Gül‘e Cumhurbaşkanlığı döneminde danışmanlık da yapmış olan Durmuş Yılmaz, siyasi kanattan gelen eleştirilerin ekonomiye yansımasının da olumsuz olabileceği görüşünde.

Ekonomiyi yöneten karar alıcı kurumların büyüme denklemi içerisinde bir değişken olduğunu söyleyen Yılmaz, “Eğer siyasiler yapılması gereken reformları yapmazlar, hep para politikasının etrafında dönüp dururlarsa, uzun vadede Merkez Bankası’nın çok fazla eleştirilmesi bir şey getirmez” dedi.

Yılmaz, “Kurumlara olan güvenin zayıflamaması lazım. Kurumlara güven zayıfladığında elde edilen başarılarda bir gerileme oluyor” diyerek devam etti.

ARA TOPLANTILAR İSTİSNA

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın geçtiğimiz hafta “Ocak ayı enflasyonu beklentinin çok altında kalırsa ara bir toplantı ile faiz indirebiliriz” açıklamasını da değerlendiren Durmuş Yılmaz, “Bunlar ağrı vereci şeyler. Normal işleyen bir sistemde bu tür şeylere tevessül edilmemesi lazım” dedi.

Merkez Bankası Başkanlığı döneminde kendisinin de acil Para Politikası Kurulu toplantısı yaptığını hatırlatan Yılmaz, “O dönemde faizi bayağı yükseltmemiz gerekmişti.
Ancak olağanüstü bir durum vardı.” diyerek ekledi.

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nda (TEPAV) Direktörler Kurulu Üyesi olarak görev yapan Yılmaz, , “Olağanüstü toplanıp 25 baz puan düşürmek çok olağanüstü bir durum gibi gelmiyor bana” yorumunu yaptı.

Ocak ayında yıllık enflasyonun yüzde 7,24’e gerilemesinin ardından Merkez Bankası, acil Para Politikası Kurulu toplantısının yapılmayacağını ifade etti.

Merkez Bankası’Nın bu son açıklamasıyla birlikte Türk Lirası da Dolar karşısında değer kazandı.

BRİFİNG AYKIRI DEĞİL

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da hükümete yapılan sunumlara benzer sunumlar yapabileceği konusunu da değerlendiren Yılmaz,

“Herhangi bir Cumhurbaşkanı’na seçildikten sonra nezaket ziyareti dışında herhangi bir ziyarette bulunmadım. Benden de bir brifing istenmedi. Ama bir Cumhurbaşkanı’nın ekonominin
genel gidişatı ile ilgili olarak Merkez Bankası’ndan bilgi istemesi bence çok yadırganacak
bir durum değil.” dedi.