Etiket arşivi: Osmanlıca

Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi-1 

Ruşen Yalçın Keleş – Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma EnstitüsüPROF. DR. RUŞEN KELEŞ
12 Kasım 2022, Cumhuriyet

Hiç kuşkusuz, dil ile düşünce arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle, Dil Devrimimiz ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgeler. Savaş ile kazanılan bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanında atılan adımlarla tamamlanması zorunluydu. Dilde özleşme bir bakıma kültürde de öze dönmek anlamına geliyordu. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmalarının ardındaki temel neden de buydu.

Ne yazık ki kimi bilim insanlarımız, hem kolaylarına geldiğinden hem Türk dilinin varsıllığına güvenleri olmadığından derslerinde, yapıtlarında, konuşmalarında Batı dillerinden gelme sözcükleri bol bol kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun gibi, adına “Osmanlıca” denilen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki anlama uyuşmazlıklarını artıran dili kullanmakta direnenler bile yazarken ve konuşurken çok sık yanlışlar yapmaktan geri kalmıyorlar.

CUMHURİYET KARŞITLIĞI

Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma kararlılığında olan ülkemizde, yabancı sözcüklerin oranı hâlâ çok yüksek.

  • Dilde özleşmeye devletçe yön vermenin bir kamusal görev olduğu çok açıktır.

Bu, bilim dilinde de evrim kurallarının değil, devrim kurallarının geçerli kılınması anlamına gelir. Dilde gerilikle, kafanın içindeki gerilik at başı giden iki gerilik türüdür. Bu ilişki, öz ile biçim arasında da var olduğu için, Cumhuriyeti kuranlar kılık kıyafet devrimine de önem vermişlerdir.

Gerçekte, Dil Devrimi’nin karşısında olanlar, genellikle Türk Devrimi’ni bütünüyle içlerine bir türlü sindirememiş olanlardır. Bunun örneklerini son yıllarda çok sık görür olduk. Bu kişiler, yalnızca kimi sözcüklerin kullanımına değil, devrimin özüne, Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere karşıdırlar. Ulusçuluk anlayışları ayrı olduğu için, laik olmadıkları için, bilimi halka taşımak halk yığınlarının uyanışını hızlandırmakla sonuçlanacağından Dil Devrimi’ni de sevimli bulmazlar.

GELENEK BEKÇİLERİ

Kısaca, Atatürk’ün Kültür ve Dil Devrimi’ni tüm öteki atılımları gibi benimsemediklerinden Dil Devrimi’nin karşısında olmak da bir görevdir onlar için. Bu tutum ve davranışlarıyla belki de Atatürk’ün çağdaşlaşma buyruğuna ayak uyduramayan bu “gelenek bekçileri”, içte ve dışta Türk toplumunu yerinde sayan bir toplum yapmakta ya da geriye götürmekte yarar gören çevrelere bilerek ya da bilmeyerek araç olmaktadırlar.

Yalnız seçimle göreve gelmiş olanlar değil, siyasal erke 1980’lerin başlarında el koymuş olan ve “Atatürkçülüğü” dillerinden düşürmeyen Kenan Evren ve arkadaşları da Türk Dil Kurumu’nu, bir gönüllü kuruluş (dernek) olmaktan çıkararak kamu kurumu durumuna sokmuş ve kurumun başına, şu tümceleri kurabilmiş bir bilim (?) insanını getirmekten geri kalmamışlardır:

  • Atatürkçülük bir ideoloji değil, Türkiye’de Atatürk öldükten sonra doğan bir içtimai hastalığın adıdır. Hakiki fikirlerin yerine geçmek isteyen hayallerden kurtulmamız lazımdır.”2

Oysa Atatürk adını taşıyan kurumların başında görev alacak olanlarda, her şeyden önce Atatürkçülüğe yürekten inanmış olmak aranacak koşulların başında gelmelidir.


1- Topluçalışım, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1981; Ruşen Keleş, “Toplumsal Gelişme ve Bilim Dili”, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, s.90-104; Ruşen Keleş, “Atatürkçülük: İdeoloji mi, Hastalık mı?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1985.
2- Komünizmle Mücadele Dergisi, Sayı: 36, 15 Mayıs 1952.

Dil Bayramımız 88 Yaşında! Nazım MUTLU

Dil Bayramımız 88 Yaşında!

Ulusal Eğitim Derneği ve Öğretmen Dünyası – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Nazım MUTLU
Emekli Öğretmen
Cumhuriyet, 26 Eylül 2020

1912’de kısa bir dönem sadrazamlık da yapan asker, gökbilimci ve matematikçi Gazi Ahmet Muhtar Paşa, 1915’te yayımlanan “Takvîmü’s Sinîn” (“Yılların Takvimi”, yeni baskı: Genelkurmay Başkanlığı, Ankara, 1993) adlı yapıtının girişinde şöyle der:

(…) Şu halde halk beyninde ve devâir-i resmîyede tahvil-i tevarihce yevmen feyevmen zuhur eden ihtiyacata suhulet bahş etmek ve alel-husûs mehakim-i şeriye ve nizâmiyede kûlliyevmin izhar edilegelen vesaikte muharrer herhangi bir tarihin mürûr-ı ezmine vesaire gibi kanûnî ahkâma medar-ı mahz olan diğer tarihlerde mukabilini defaten buluvermek ve Lisan-ı Türkide ketb-i tevârih mütalaa edenlerin garbî senelerle okuyacağı vekayiin mevâsim-ı erbaadan hangisine tesadüf ettiğini esami-i şuhur bildiremeyeceğine mebnî okunan vaka hakkında bir fikr-i tam hâsıl edilerek muhakeme yürütebilmek için o anda mevsimin ne olduğunu öğrenivermek üzere sinîn-i kameri-i hicriye ile sinîn-i maliye ve milâdiye beyninde sehlü’l-istimal bir tahvîl cedvelinin lüzumu hissedilmesine mebnî (Takvimü’s-Sinîn) ismiyle bu eser neşr edilmiştir.”

Genel kullanımda “Osmanlıca”, son yıllarda sık sık “Yeni Osmanlı” düşleri kuranların “Osmanlı Türkçesi” dedikleri dilin birçok özelliğini bu örnekte görebiliriz: Neredeyse eylemler (fiiller) dışındaki bütün sözcükleri Arapça-Farsça, tamlamaları yine Arapça-Farsça dil kurallarına göre oluşmuş, 107 sözcükten oluşmuş bir tümce…

SARAY DİLİNDEN HALK DİLİNE

Dönemin yalnız üst düzey okullarını iyi derecelerle bitirenlerin yazabileceği, yine aynı düzeydekilerin okuyup anlayabileceği bir yazı dilidir bu. Üstelik bu örnek, yalın Türkçeye dönülmesi yolunda bir süredir önemli adımların atıldığı, Ömer Seyfettin’le Ziya Gökalp gibi aydınların bu yoldaki çabalarını yoğunlaştırdıkları bir dönemin ürünüdür. 600 yıl boyunca özel eğitimden geçip saray çevresinde kümelenmiş birkaç yazar-çizerle sınırlı, oldukça kıt düzyazı geleneğiyle 20. yüzyıla bağlanan ekinsel kalıt, “çağdaş uygarlık düzeyi”nin yolunu açabilir miydi?

Bu çıkmaz sokağı Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Şemsettin Sami gibi 19. yüzyılın 2. yarısındaki Osmanlı aydınları görmeye başlamış, Ömer Seyfettin-Ziya Gökalp-Hececiler gibi 20. yüzyılın başlarındaki “Ulusal Yazın” (Milli Edebiyat) öncüleri de çalışmalarıyla gerçek Türkçenin yolunu açmışlardı.

Büyük önder Atatürk’ün yerinde saptamasıyla temeli “kültür”e dayanan Cumhuriyet, halk katında değil ama eğitim-sanat-yazın katında yüzyıllarca soluğu kesilen Türkçenin kendi yatağını bulmasını sağlamıştır.

Çürümeye yüz tutmuş bütün kurumlar gibi Türkçe de yazıda kendisini kımıldayamaz duruma getiren yapay kurallardan kurtulmak istiyordu. Atatürk, bütün işlerde olduğu gibi bu sorunla da yakından ilgilendi, alanın yetkin adlarını buldu, buluşturdu, 26 Eylül 1932’de topladığı 1. Türk Dil Kurultayı’yla çalışmaları hızlandırdı.

YALANLAR ZİNCİRİ

Kurultayın son gününde, her yıl 26 Eylül’ün Dil Bayramı olarak kutlanması önerisi oybirliğiyle benimsendi. Bu yıl salgın koşullarında 88. yılını kutladığımız Dil Bayramı bağlamında, yine “Yeni Osmanlı” düşçülerinin uzun süredir tekerleme gibi yineledikleri şu yalanları anımsayalım: Bir gecede dilsiz kaldık! Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamaz olduk! Geçmişle bağlarımızı kestiler, vb.

Atatürk’le arkadaşlarının kılıç ve kalkanlarıyla bir yerlerden gelip durduk yerde Osmanlı İmparatorluğu’nu yerle bir ettikleri, üç kıtaya yayılmış o görkemli ülkenin yerine Anadolu’ya sıkışmış küçücük bir devlet kurarak koskoca ümmeti kandırdıkları yalanı gibi dille ilgili olanını da yeri geldikçe papağan gibi yinelemekten geri durmazlar.

Tarihsel olay ve olguları yine tarihsel koşullardan yalıtarak bilim dışı yol ve yorumlarla açıklamaya çalışmak, eğitimi ve düşünsel temelleriyle kandırılmaya elverişli toplumlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Siyasal erki ele geçirmek, ele geçirdikten sonra da onu bırakmamak için böyle düzmece gerekçelere sığınılıyor sık sık, ne yazık ki.

Oysa abece değişikliğinden Türkçenin söz varlığını ortaya çıkarmaya, sözcük türetmeden sözdizimine dek birçok boyutu olan Dil Devrimi’nin başlangıcı yıllar öncesine gider. Âşık Paşa’nın 600 yıl önce Türk diline kimse bakmaz idi” saptaması, saray”a özgü bir gerçeklikti ve Cumhuriyet öncesinde başlayan yenileşme-çağdaşlaşma çabalarının içinde dil, önemli bir yer tutar.

Her fırsatta Cumhuriyeti “tepeden inmecilik”le suçlayan, 2. Abdülhamit hayranlığına yaslanan anlayış, dil bağlamında örneğin aynı Abdülhamit’in ilk anayasamız olan (ve hazırlandıktan sonra Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek yine kendisinin rafa kaldırdığı) Kanuni Esasi’ye resmi dilin Türkçe olduğunu koydurtmasını dile getirmekten kaçınırlar. Yine Abdülhamit’in, örneğin okuma yazmanın yaygınlaşmasında kullanılan abecenin engel oluşturduğunu, bu nedenle belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur” dediğini duymazlıktan gelirler.

ZORUNLU SONUÇ: DİL DEVRİMİ

Dil Devrimi’yle dedelerimizin mezar taşlarını okumamızın engellendiğinden yakınanlar, dönemin önde gelen aydınlarından Ziya Paşa’nın 1869’da (25 Rebiülevvel 1215), Hürriyet gazetesinin 54. sayısında, Osmanlı toplumunda okuryazarım diye geçinenlerin, mahalle mektebi ve cami hocalarıyla pek çok medrese görevlisinin %95inin doğru dürüst okuma yazma bilmediğini, hiçbir fen biliminin adını bile duymadığını söylediğini görmezden gelirler. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı sınırları içindeki kimi azınlıkların yayınlarında Latin abecesini kullanmaya başladıklarını da sürecin bir başka boyutunu gösterdiği için anımsatalım.

Sonuç olarak dünyadaki benzerleri gibi bizdeki devrimlerin, dolayısıyla Dil Devrimi’nin de öbür yalanlar gibi Atatürk ve arkadaşlarının bir günlük, bir anlık işlerinden olmadığını, çok önceden başlayan bir sürecin zorunlu sonucu olduğunu belirterek bugün artık tartışma götürmeyecek ölçüde yerleşmiş, benimsenmiş Türkçe Devrimi’nin 88 yıl önceki öncülerini saygıyla anmalıyız.

Atatürk ve Türkçe / Atatürk and The Turkish Language

Ataturk_ve_Turkce