Etiket arşivi: OHAL CBK

DEPREM BÖLGESİNDE SAĞLIK HİZMETLERİ ve İLGİLİ SORUNLAR

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Hekim, Hukukçu/Sağlık Hukuku Uzm., Siyaset Bilimci

Deprem Bölgesinde sağlık hizmetlerinin, olası bulaşıcı salgın hastalıkların durumu..

Afeti izleyerek halka hızla yardım edilemedi, acil arama-kurtarma çabası 1-2 gün gecikti. Afet sonrası temel gereksinimlerin başında barınma – beslenme geliyor ama bölgede kışlık çadırlar –ideal olanı konteynır konutlar– kurulamadı. AFAD’ın yaraşır olmayan (liyakatsiz) ve bilgisiz ellerde oluşundan dolayı afet iyi yönetilemedi, bunun sorumlusu doğrudan Erdoğan, çünkü TEK ADAM REJİMİ dayatmakta.

Bölge halkı zaten 1,5 yıldır süregelen ağır ekonomik bunalım yüzünden çok kırılgan. Bunun, ciddi zedelenebilirliğin de (handikapın) payı ile deprem sonrası eklenen ağır koşullar ve stres yüzünden bölge insanının bağışıklık sistemi – direnci zayıf. Başta kolera olmak üzere tifo, dizanteri, uyuz, bitlenme, kızamık, grip, zatürre… hastalıklarına karşı yeterince korunaklı değil. Bu hastalıklar ve benzerleri artış göstererek tehlike oluşturabilir. Sağlık Bakanlığı veri açıklamıyor, “salgın yok” diyor.

Kızılay geriye çekildi, AFAD öne çıkarıldı ama AFAD da çok yetersiz kaldı. AFAD’ın 2023 bütçesi 8 milyar TL (Sayıştay denetimi bulanık!), DİB’nın 36 milyar TL!

Bölgede epey gecikmeli kurulan çadırlar ve saha mutfakları izledik.

ASKER NEDEN SAHADAN ÇEKİLDİ?

Deprem 06 Şubat 2023’te gece yarısı saat 04:17’de meydana geldi. TSK’nin devreye sokulması gecikti. Duyumlara göre İçişleri, Milli Savunma ve Turizm Bakanı acil toplandı ve Hulusi Akar askerlerin devreye girmesi konusunda talimat verdi. Sabah ezanından sonra Erdoğan’ın uyanmış olacağı düşüncesiyle kendisine geç haber verildiği, Erdoğan’ın buna çok sinirlendiği, bu üç Bakanı haşladığı, sahaya sürülen askerlerin geri çekilmesi talimatı verdiği gibi söylemler sosyal medyada dolaştı. Sınırlı da olsa sahaya erken sürülen askerlerin geri çekildiği de. Burada Erdoğan’ın paranoyası (patolojik kuşku), bir “Asker korkusu” söz konusu.

Eğer EMASYA, DAFYA Protokolü iptal edilmemiş olsa idi, bölgede acil arama-kurtarma, barınma-beslenme sorunu, acil sağlık hizmetleri hızla yoluna konabilirdi. TSK’nin bu konuda çok büyük deneyimi ve bilgisi var. “Tek adam yönetimi”, Silahlı Kuvvetleri de paramparça etti. 3 Kuvvet Komutanı Genel Kurmay Başkanından talimat alamıyor, doğrudan Milli Savunma Bakanına bağlı. Jandarma Genel Komutanlığı İçişleri Bakanlığına bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı, neredeyse içi boşaltılmış bir makam durumuna getirildi Anayasa’nın 117. maddesi açıkça çiğnenerek…

Silahlı Kuvvetlerin sağlık altyapısı, GATA, 42 askeri hastane Sağlık Bakanlığı’na devredilerek dağıtılmasa idi (15 Temmuz 2016 CIA-FETÖ darbe girişimi bahanesiyle), “Askeri Sahra Sağlık Hizmetleri” hızla ve etkinlikle depremzedelere ulaştırılabilirdi. Bu tıpta uzmanlık alanı salt Gülhane Askeri tıp Akademisi’nde vardı, yalnızca orada bu uzmanlık eğitimi verilirdi. Askeri sağlık hizmetleri sistemi savaşlarda, deprem, salgın, kıtlık, yangın, toprak kayması (heyelan), büyük endüstriyel kazalar, sabotaj.. gibi olağan dışı durumlarda afetzedelere acil sağlık hizmetlerinin nasıl verileceğinde uzmanlaşmışlardır. Bizim tıp uzmanlık alanımız olan “Halk Sağlığı”nın bir yan dalı olan ve bu alanda uzmanlaşmış hekimlerin öncülüğünde askeri sahra sağlık hizmetleri geçmişte başarıyla ve hızla verilirdi. Bu tıpta uzmanlık eğitimi artık yapılmıyor. Erdoğan iktidarının / AKP=RTE rejiminin hastalıklı kuşkuları – korkuları – kaygıları (paranoya) temelinde, batı Emperyalizmi ile işbirliği yaparak eli – kolu bağlı bir TSK, hem Erdoğan’ın hayali idi hem de Batı Emperyalizminin dayatması idi.

ÜNİVERSİTELERDE EĞİTİM YÜZ YÜZE SÜRMELİ

Cumhuriyetin bütün kazanımlarını bu iktidar haraç-mezat sattı. Günümüzde nitelikli insangücü kritik önemde. Bu yüzden üniversitelerde yüz yüze eğitim sürdürülmeli. Azgın özelleştirmeler sonucu Kamu kurumu da kalmadı ülkemizde! İktidar öylesine çaresiz ki, KYK (Kredi Yurtlar Kurumu) yurtları boşaltıldı yaklaşık 800 bin yatak için. Üniversite öğrencileri devlet yurtlarından apar topar çıkarıldı. Hiç düşünülmez mi, bu gençler nerede kalacak? 2. Dünya Paylaşım Savaşında bile, Almanlar Fransa’yı işgal ettiğinde, Fransız hükümeti üniversitelerde eğitimi durdurmadı. İşgal altında bile, savaşta bile yükseköğretimde kesinti yapılmadı. Ülkemizde üniversitelerde eğitim-öğretim yüz yüze sürdürülmeli. Kovit-19 salgınında epey süre uzaktan eğitim yapıldı, faturası ağır, giderimi (telafisi) çok çok güç. Öğrencilerin ruh sağlığı bozulabilir. “Tek adam rejimi”nin en tehlikeli yanı bu, AKP=RTE yönetiminin  buyruğu mutlak, tartışılamıyor; Güçler Ayrılığına dayalı denge-denet sistemi yok!

ERDOĞAN YARI TANRI GİBİ

“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi toplandı..” deniyor. Gerçekte Kabinedeki insanlar Bakan değil, “Erdoğan’ın sekreteri” konumundalar. Çünkü Anayasanın 8. maddesi, “Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı tarafından kullanılır ve yerine getirilir.” diyor. “Cumhurbaşkanlığınca” bile denmiyor bir Kurum tanımlanmasıyla, salt 1 kişi adresleniyor. Yürütme yetkisi Bakanlarda değil, Tek Adam Erdoğan’da. Parlamenter rejim olsa idi, bu Bakanlar TBMM’ye karşı sorumlu olurdu ve gerektiğinde gensoru ile düşürülebilirdi. Gensoru 2017’de Anayasa değişikliği ile kaldırıldı, AKP/RTE iktidarınca hiç hesap da verilmediği için, Erdoğan deprem bölgesinde 10 ilde OHAL ilan ederek, Yarı Tanrı olmakta neredeyse, imparator gücüne erişmekte. Çünkü OHAL CBK (Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi) AYM denetimi dışında (AY m. 148/1).

Dolayısıyla, depremin ilerleyen günlerinde bile depremzedelere yeterince sağlık hizmeti ve temel yaşam desteği sağlanamadı. Ölümler, hastalanmalar, engellilikler arttı ne yazık ki, çoğu önlenebilirdi oysa..

YÜZ BİN DOLAYINDA ÖLÜM BEKLENİYOR!

Dünya Sağlık Örgütü’nün kestirdiği ölü sayısı yüz bin dolayında.

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) her yıl Haziran ayı son haftasında ölüm istatistiklerini yayınlaması gerekiyor. Ancak 2021 ve 2022’de yayınla(ya)madı. 2023 Haziran ayında yayınlar mı, hiç sanmıyoruz. 2. hafta sonunda ölüm sayısı kırk bini, yaralı sayısı 110 bini aştı.

İktidar, ölüm sayılarının sınırlı tutulması için büyük çaba içinde. Bunlar sorgulanmalı.

AFAD’ın tam yıkılmış olarak açıkladığı 6500 bina var. Bu binalar çok katlı, ortalama 5 katlı dersek, 32 bin beş yüz kat yapar. Her katta “en az” ortalama 2 daire olsa 65 bin daire yapar. Her dairede “en az” ortalama 3 kişi olsa, 195 bin kişi yapar. Göçüntü (enkaz) altından çıkarılan 108 bin yaralı deniyor, 40 bin de ölüm var, toplam 148 bin. Demek ki en iyimser kestirimle enkaz altında 47 bin insanımız var. Ancak bu kestirim çok daha yüksek de olabilir..

HATAY ÖLÜ KOKUYOR!

Ceset toplamaları çok yetersiz. Hatay’dan bir meslektaşımız birkaç gün önce ses kaydı gönderdi :

  • Hatay ölü kokuyor! diyor ısrarla yineleyerek..

Bölgeye morg hizmeti götürülmesi gerekir(di). Kimi uzak yayla dağ köylerinde kurtların açıkta kalmış ölü bedenlerini yediği bilgileri geldi ne yazık ki.

Sahipsiz cenazelerden DNA örnekleri alınmalı, kimliklendirme için gerekli çaba gösterilmeli. Fotoğraf, parmak izi, avuç içi izi, yakındaki insanlara gösterme.. Yakınlarını yitiren – bulamayan insanlarımız da DNA örneği için kan, mukozal sürüntü.. vermeli. Bu bilgiler, uygun yazılımla bilgisayar ortamında eşleştirmede kullanılmalı ve sahipsiz cesetlerin yakınları bulunmalıdır.

AKP ile “SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” ve GERİLEME BAŞLADI

Türkiye’de AKP iktidarıyla 20+ YILINI GEÇİRDİ! 3 Kasım 2002 – 19 Şubat 2023.. Haziran 2003’te “SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” diye bir program başlatıldı. Bu programın kökü dışarıda, ne yerli, ne de milli! Dünya Bankası ve IMF dayatması. Özgün adı “Health Transformation”.

Bu vahşi neo-liberal küreselleşme dayatması “Sağlıkta Dönüşüm” projesi ile AKP iktidarı, sağlıkta kamudan özel sektöre geçti hızla ve büyük ölçüde. Hastanelerin % 40’ı özel sektörün elinde (yaklaşık 600/1500). Toplam hastane yatak sayısı 255 bin, özel sektörün yatak sayısı 50+ bin; her 5 yataktan 1’i özel sektörün elinde. Yoğun bakım yatak oranı, kamuya göre özel sektörde toplam içinde daha yüksek.

14 Şubat 2023 günü göçüntü (enkaz) altından 9. günde çıkarılan bir kadın insanımızın ağzından dökülen sözler dehşet vericiydi :

  • “Beni özel hastaneye götürmeyin, param yok!!”

20+ yıllık kökü dışarıda AKP/RTE sağlık politikasının acı özeti bu çığlıkta yatıyor.

İktidar hem deprem yıkıntısının (enkazının) altında kaldı, hem sağlık alanında sınıfta kaldı. Çünkü sağlık sektöründe kamunun olanakları çok sınırlandırılmış durumda. Devletin sağlıkta özelleştirmeden artık vazgeçmesi gerekiyor; TEK TIP – TEK SAĞLIK! Sağlık hizmetlerini bölgede kamu eliyle Basamaklı olarak hızla örgütlemek gerekiyor. Afette sağlık hizmetlerini yönetmek üzere Halk Sağlığı Uzmanları yetkindirler, alanın eğitimini almışlardır, bu uzman hekimler yetkilendirilmelidir.
***

G-20 ülkelerinin önceki yıl S. Arabistan toplantısı sonuç bildirgesinde “ARDIŞIK AFETLER  YALNIZCA ZAMAN SORUNU!” uyarısı yapılmıştı. Gerekleri yapılmalı. Oysa AKP/RTE bu gerçekliğe
çok yabancı. 20+ yıldır tek  başına iktidardalar, artık yorulduk, usandık, ilk seçimde (en geç 18 Haziran 2023!) bu kadrolardan kurtulmak gerekiyor..

AKP / RTE İKTİDARININ SEÇİMLERİ ERTELEME DAYATMASI

Anayasa gereği en geç 18 Haziran 2023’te yapılması zorunlu seçimler ile ilgili olarak :

Anayasa m.78 gereği; “Savaş sebebi dışında seçimlerin geriye bırakılması” olanaksız! Hukukçu şapkamızla, Anayasanın ilgili maddelerine dayanarak sürece değinmeliyiz. TBMM’nin savaş ilanı yanı sıra (AY m.92/1), bunun, seçimlerin yapılmasını olanaksız kılması koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekiyor. Dolayısıyla seçimler “bu koşullarda” ertelenemez, tersi Anayasa’nın açık çiğnemi (ihlali) olur ve Yüce Divan’da yargılanma sonucu doğurur.

Eğer dolaylı yoldan, gerçekte olmayan “mücbir neden(force majeure) zorlaması ile seçimler ertelenirse (salt TBMM kararı ile; Erdoğan ve YSK’nın hiçbir yetkisi yok!), Anayasa açıkça çiğnenmiş olmakla kalmaz. Bu, Anayasa’nın değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi bile önerilemeyecek 2. maddede (ilk 3 madde) sayılan demokratik devlet ilkesinin hülle (hukuka karşı hile) ile değiştirilmesi demek olup, apaçık sivil darbe olacaktır. Anayasayı çiğnem (ihlal) suçunun yaptırımı TCK’nun 309. maddesinde belirtilmiştir, bakılmasını öneririz.

O yüzden “BİZE 1 YIL DAHA SÜRE..” GİBİ SAÇMALIKLARIN BİR YANA BIRAKILMASI gerekir. Birçok insan, Erdoğan ekrana çıktığında artık TV’yi kapatıyor, bu bir gerçek.

Sonuç olarak                                         :

Sağlık hizmetleri basamaklı olarak sürdürülmeli, özellikle bulaşıcı hastalıkların salgın boyutuna erişmemesi için izlem-kayıt-bildirim (sürveyans) süreci, erken uyarı – alarm dizgesi (sistemi)  işletilmelidir. Aşılama, çevre hijyeni, su-gıda güvenliği, barınma, atık denetimi, psiko-sosyal destek, mental sağlık hizmeti özenle ve bilimsel olarak yürütülmelidir. İnsan cesetleri sanıldığının tersine ciddi çevre sorunu yaratmaz. Arama-kurtarma çalışması modern-duyarlı araçlarla birkaç gün daha sürdürülmelidir. Bulaşıcı hastalık salgını riski beklenenden büyüktür : Afet bölgesinde etkilenen insan sayısı ciddidir, 13+ milyon! Ayrıca bölge ciddi göç verdi, yardım amaçlı ciddi nüfus aldı, demografik hareketlilik çok yüksek. Bunlar salgın için ek risk etmenleridir. Bölgeden göç önlenmeli, özellikle Hatay’da demografik yapı titizlikle korunmalıdır.

Afet yönetimi
siyasete alet edilmemeli, bilimsel akılcılığın gereklerinden asla ayrılmamalı, saydam olunmalıdır. İmar affı artık unutulmalı, yeni arazi kullanım planı ulusal ölçekte yapılmalıdır. TBMM’de araştırma komisyonu kurulmalıdır.

  • Afet ve sonuçlarından sorumlu herkes, mutlaka yargıda hesap vermeli; sorumlu siyasetçiler ayrıca sandıkta hesap vermelidir.

Yıkımın olumsuz etkileri uzun yıllar sürecektir, SERVET VERGİSİ alınmalıdır.

Bölgede tarım-hayvancılık özellikle desteklenmelidir.
Bu ağır yıkımlar asla kader değildir. Ulusal dayanışmamız örnek düzeydedir ve sürdürülmelidir, tüm halkımızı kutluyoruz! Bu sınavı da başaracağız, umutla!

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?
Kasım 7, 2022 Anayasanın 40.yılı: Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı? | PolitikYol Haber Sitesi

 

İbrahim Kaboğlu
CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa profesörü İbrahim Özden Kaboğlu, 1986-2017 yılları arasında yurt dışındaki çok sayıda üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaptı. 70’in üzerinde bilimsel makalesi ve Anayasa hukuku alanında 25’in üzerinde kitabı bulunan Kaboğlu 27. dönemde milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı ve Anayasa Hukuku Dergisi yayın yönetmeni olarak da görev yapan Kaboğlu, aynı zamanda TBMM Anayasa Komisyonu üyesidir.

Anayasada son yıllarda yapılan değişiklikler demokratik bir gelenekten uzaklaşma anlamına geliyor. Peki bu değişiklikler siyasi ve hukuki olarak iktidarı nasıl perçinliyor? Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu bunu “istismarcı değişiklik” olarak adlandırıyor.

7 Kasım 1982’de kabul edilen Anayasa (Kanun no: 2709), yargı ve yasama yerine yürütme öncelikli yetkiler, özgürlük sınırlama ve yasakları nedeniyle güvenlikçi ve otoriter olmakla eleştiriliyordu.
Anayasa’da 19 kez yapılan değişiklik, birbiri ile tümüyle çelişen iki ana yelpazeye yöneldi:

– 1987-2004 çizgisi, TBMM’de siyasal uzlaşma yoluyla İktidarı sınırlandırma ve özgürlükleri pekiştirme amaçlı değişiklikler (özellikle 1995 ve 2001) yoluyla, demokratik siyaset ve Demokratik toplum yönünde anayasacılık gereklerine dönüş arayışıdır.

– 2007-2017 çizgisi ise, halkoylaması araçsallaştırılarak iki başlı güçlendirilmiş yürütme yerine tekil yürütmenin; kurul halinde siyasal karar düzenekleri yerine, devlet ve hükûmet yetkilerinin tek bir kişide toplandığı kişiselleşmiş bir iktidarın kurulması, anayasacılıktan uzaklaşma iradesini yansıtır.

2017 Anayasa kurgusu, Cumhuriyet Anayasalarının parlamenter rejime ilişkin şu üçlü ortak paydasını kaldırdı:

– Hükûmetin genel siyaseti Bakanlar Kurulu’nca belirlenir.
– Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.
– Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükûmet birbirinden ayrıdır.

2017 Değişikliğinin kurumsal anayasa hukuku bakımından neden olduğu kopma ve  askeri darbelerin neden olduğu kırılmalar arasında nitelik farkı vardır. Şöyle ki; darbe sonrası Anayasalar veya değişiklikleri asker güdümünde yapıldığı halde 2017 Anayasa değişikliği, 2015’te seçimle belirlenmiş olan ve darbe girişiminin bastırılmasında belirleyici olan siyasal aktörler öncülüğünde gerçekleştirildi.

6771 sayılı Kanun ile 21 Ocak 2017’de gerçekleştirilen ve 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta:

– Hükûmet lağvedilerek Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti mirası reddedildi.

– Parlamenter rejim sonlandırıldı. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CBHS) adı verilen anayasal kurgu, Meclis’in yürütme üzerindeki güvenoyu ve gensoru önergesi gibi sorumluluk ve denetim düzeneklerini büyük ölçüde tasfiye etti. Ne var ki, parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi getirilmedi. Zira, başkanlık rejiminin gerekli kıldığı denge ve denetim düzeneklerinin asgari unsurları öngörülmedi.

– Yasama yetkisini devir yasağı ihlal edildi: Cumhurbaşkanı’na, geniş bir alanda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile norm koyma yetkisi tanındı.

– Yargı bağımsızlığının kurumsal güvencesi kaldırıldı: Özellikle, yargı teşkilatının en üst düzenleme ve denetleme organı Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapılandırılma tarzı ile yargı, yürütmenin güdümüne konuldu.

– Kişiselleştirilen iktidar, hesap vermekten bağışık tutuldu: Yürütme, tek kişi ile özdeş kılındı; yasama ise parti başkanlığı yoluyla yürütmenin güdümüne sokuldu. Buna karşılık, görev-yetki-sorumluluk ilkesi öngörülmedi. Siyasal karar mercileri olarak kurgulanmayan bakanlık teşkilatlarının hiyerarşik amiri konumundaki bakanlar, sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olup, kendi aralarında eşgüdüm veya dayanışma sağlamaya yönelik bir bağ bulunmamaktadır.

Dahası, 2017 değişikliği, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” (m. 101/son) kaydını kaldırarak, Cumhurbaşkanı statüsü ve parti üyeliğini bağdaşır kıldı. Düzenleme, böylece, partili bir adayın Cumhurbaşkanı seçildiği zaman parti üyeliğinin devam etmesi veya partili olmayan bir kişinin üye olma yolunu açmış olsa da, CB’nin parti genel başkanlığı, yürürlükteki Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümleri ile bağdaşmaz.  Üstelik sakıncalıdır da.  Yalnızca ikisine değinmekle yetinelim:

16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta.

-Cumhurbaşkanlığı ve parti genel başkanlığı statülerinin birleşmesi, Anayasa’ya saygıyı sağlamakla yükümlü makamın kendisini, Anayasa ihlalinin baş aktörü haline getirdi.

-Demokratik siyasal yarışmanın serbest ve eşit işleyişini engellemekte olan parti-devlet başkanlığı birleşmesi, iktidarın el değiştirme (siyasal münavebe) ortam ve koşullarını da zedeledi.

Özet olarak; zorlayıcı toplumsal ihtiyaçlar gerekli kılmadığı halde, OHAL ortam ve koşullarında, istismarcı Anayasa değişikliği, yüzyılı aşkın zaman diliminde oluşan anayasal kurumlar ve kurallar yürürlükten kaldırıldı; Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik hukuk devleti” niteliğini zedeleyen üç yokluk hali ortaya çıktı:

– Kurul halinde (ortak/kolektif) siyasal karar süreci,
– Siyasal sorumluluk ve hesap verebilir yönetim,
– Denge ve denetim düzenekleri.

Sonuç olarak; yürütme ve devlet yönetiminin anayasal olarak tek kişide toplanması, aynı kişinin Anayasa’nın bağlayıcı kuralları ile bağdaşmadığı halde parti genel başkanı olması, devleti ve yürütmeyi, lideri aracılığıyla siyasal parti hâkimiyeti altına soktu.

  • İktidarı kişiselleştirme ve Devleti partileştirme, kişi-parti-devlet birleşmesi tehlikesini yarattı.

Şu hâlde, 1982 Anayasası, 40. Yılında nasıl okunmalı?

Kuşkusuz 1980’ler anlamında “darbe Anayasası” söylemi artık geçerli değil; “anayasacılık yörüngesi” de, 2017 Anayasa kurgusu ile gölgelendi. Bu nedenle, 1982 metnini 40. Yılında değişiklikler bütününde okuma gereği kadar, insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler, Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları ışığında yorumlama gereği vardır.

Bu süreçte özgürlükler, anayasa hukuku kazanımları, kurumsal anayasa hukukunu demokratik devlet ereğinde değişikliğin itici güçleri olarak kullanılmalı. “OHAL Anayasası” ve “Anayasal OHAL” düzenine son vermek amacıyla Anayasa değişikliği, gelecek seçimleri değil gelecek 40 yılı tasarlayarak kurgulanmalı.

Türkiye’nin anayasal sorunlara çözüm arayışı, klasik anayasacılığın ortak paydaları veya asgari standartları ışığında olacaktır.  Haysiyeti temel alan bir insan hakları anlayışına dayanması gereken çağdaş bir Anayasa’da, başta siyasal aygıtlar gelmek üzere, bütün resmi kuruluşlar, bu hedefte düzenlenmeli ve yapılandırılmalı. Bu amaçla, Anayasa değişikliği sürecinde denge ve denetim düzenekleri.. de çok yönlü tasarlanmalı.

Anayasa kuralları, insan toplumlarının karşı karşıya geldikleri yeni sorunlara sürekli çözümleri de içerir. Anayasa değişiklikleri ve yenilenmeleri bu arayışa yanıt vermeyi amaçlar. 21. yüzyıla Anayasa arayışları ile giren devletler, küresel ölçekte ortaya çıkan sorunlar karşısında sınıraşan (trans-national) anayasacılık olgusu ile bugün daha çok yüzleşmektedirler.

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Toplumsal ve siyasal yapıların gelişmesi, uluslararası ilişkilerde sürekli değişimler de etkili olmakla birlikte, anayasal kurumlar yoluyla fikri çalışmaların çeşitliliği ve içtihadi etkileşimler de gelişmenin itici güçleridir. Öte yandan, anayasa hukuku, teknolojik ilerlemelerin de sürekli etkisi altında olup, kurum ve kavramlarını bunlara uyarlamak durumundadır.

Bunun için anayasal bilgilenme hakkı, her zamankinden daha yaşamsal; zira, 35. Yılında “istismarcı değişiklik” sonucu anayasacılık geleneğinden koparılan yürürlükteki Anayasa, 40. yılında “fırsatçı değişiklik” riski ile karşı karşıya.

  • Başörtüsünü anayasal güvenceye kavuşturma bahanesi ile aile tanımını değiştirmeye yönelik AKP girişimi, anayasacılık anlayışı ve özü ile bağdaşmazlığı bir yana,
  • toplum mühendisliği yoluyla totaliter rejim hevesinin dışavurumudur.

Oysa Türkiye’nin siyasal gündemi, TBMM önünde sorumlu bir yürütme için demokratik hukuk devletinin asgari gereklerini içerecek bir Anayasa değişikliğidir.

Şu çelişkiye bakın: 1982 Anayasası, yeterince güvenceli olmayan özgürlük anlayışı ve sınırlı olmayan iktidar anlayışı ile eleştiriliyordu.

-İlk 20 yılında bu denge büyük ölçüde sağlandı: Güvenceli özgürlükler ve sınırlı iktidar.
-İkinci 20 yılında ise, siyasal iktidarı sınırlayıcı denge ve denetim düzenekleri kaldırıldığı için, özgürlükler de kâğıt üstünde kaldı.

Cumhuriyet, 2. Yüzyılında tam bir yol ayrımında:
demokrasi mi, yoksa monokrasi mi?

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Sözün özü; Türkiye demokratları, zaman ötesi bir sınavla karşı karşıya: Aman dikkat! Anayasa, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava kadar önemli; ama, günlük siyasal çatışmalara alet edilmemesi gereken kuşaklar ötesi ortak ve üstün bir normdur.