Etiket arşivi: net hata-noksan kalemi

9 Eylül 1922’den 9 Eylül 2023’e ya da “Neredeeen nereye” ??


Dr. Noyan UMRUK
E. Tuğg.

– beş otuz…
ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz…

sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
….
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir’e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya, türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz’i.

İzmir’in işgali ile başlayan Milli Mücadeleye, ülkenin kurtuluşu ile konulan son noktayı bir
Sn. Haluk IŞIK’ın dizeleri ne de güzel anlatır:
***
Sen “9 Eylül” dersin iki kelime,
Ben değişen yazgı anlarım,
Bağımsızlık, özgürlük anlarım,
Sen “İzmir” dersin iki hece,
Ben sevinçten ağlarım…

Sen “9 Eylül” dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım.
Rüzgârın çevirdiği sayfa anlarım.

Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım…

Evet, ışıklar içinde yatsın rahmetli İlhan Selçuk ustanın yıllar önce dediği gibi, 1922’nin 9 Eylül’ünde “İzmir Türkiye, Türkiye İzmir” olmuştu.

Yüzyıllarca örselenen gururunu 101 yıl önce kanı ile, canı ile kazanmış onurlu bir halk, bağımsız, başı dik bir devlet, ardından tüm dünya faşizme giderken, hatalarıyla sevaplarıyla demokrasiye ulaşma çabalarını ve sosyoekonomik gelişmeyi heyecanla sürdürmekte ciddi mesafeler alan genç bir Cumhuriyet…

9 Eylül 2023-Hal-i pür melalimize bakın: Neredeeen nereye???

*Küresel girdaba sıkışmış ve reel üretimden uzak, kaynaklarını büyük ölçüde betona, yandaş müteahhitlere akıtan, teknoloji-marka fakiri, iç ve dış borç, bütçe açıkları ve cari açık sarmalı içinde debelenen, nereden, ne amaçla geldiği açıklanamayan devasa bir net hata-noksan kalemi ve şaibeli bir ödemeler dengesi ile planlama anlayışından iyice uzaklaşmış, “babalar gibi neyim varsa satarım” anlayışını (AS: ANAP dönemi maliye bakanı Kemal Unakıtan!) “Varlık Fonu” ile sözüm ona kurumlaştırmış bir ekonomi,

*Yeni ya da farklı şeyler söyleyenlere kapalı, ülkenin bugününden çok geçmişini kendine dert edinen, iktidara yönelik eleştirileri “oto sansür”e bağlı tutmayı erdem sayan, nöbetçi yorumcularına papağanlar gibi hep aynı ezberi tekrarlatan bir patronaj altındaki devşirilmiş ya da tutsak alınmış bir medya,

*Kurumlarını kayıtsızca çürüten bir devlet ve siyasal iktidar:

-Kendi eski Eğitim Bakanlarınca b’le eleştirilen, allak bullak edilmiş, sabileri sefil eden, korona günlerinde iyice çuvallamış bir “Milli Eğitim”,

-Yaşattığı bunca skandalla toplumda adalet ve emeğiyle başarma etik’ini derinden sarsarak, yargıç adaylarının sınavını b’le yüzüne gözüne bulaştıran, bir türlü hesap sorulmayan bir “Merkezi Ölçme-Yerleştirme”

-Çok iyi yetişmiş bürokrasisinin engin devlet deneyimini bir yana iterek, “ne idüğü belli” liyakatsizlere terkedilen, her tarafı lime lime dökülen, ülkeye  “değerli yalnızlığı” seçenek (!) olarak sunan bir dış politika,

-Yönetimbilim ve hukukunun temel ilkesi “Meritokratik” yaklaşım (Liyakate göre görevlendirme ve yükseltme) yerine, yandaş ya da yandaş gözükmeyi yeterli bulan bir bürokratik yapılanma,

-Topluma dinsel ve ahlaksal değerlere saygının önemini benimsetmek yerine, tarikatlardaki iğrenç skandallare sırtını dönüp, birçok önemli bakanlıktan daha çok bütçe ayrılan, kılıçla gösteriler yapmayı marifet sayan bir Diyanet,

-Bilimsel gerçekleri söyleyerek topluma öncülük etmekten çekinir duruma getirilen üniversiteler,

-Toplumun güvenini derinden sarsan “köpekleri salan, taşları bağlayan” bir adalet sistemi ve süreç içinde bağımsızlığını tümüyle yitiren, bazen de bir türlü karar veremeyerek, siyasal koalisyonun istemlerini uzun tutukluluk süreleri ile sağlamaya çalışan iğdiş edilmiş bir yargı,

Ve Ordu…

Yapıcı ve şevklendirici eleştiriler yerine, geçmiş yıllarda “dahili ve harici” ortak operasyonlarla en değerli ve deneyimli personelini, askeri okulları, hastaneleri, yargısı kapatılarak mesleğe özgü geleneksel eğitim sistemini yitirmiş, prestij ve morali sarsılmasına karşın ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışan,

Ve nihayet, şehit düşen kınalı kuzuları için, “vatan sağolsun” diyebilen, şehitliği kutsal bir mertebe olarak algılayan bir halkın çocuklarından “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir…” diye bahsedilen bir ordu…

En kötü ve en tehlikeli durumu asıl şimdi yaşıyoruz; farkında mısınız?

Yüreklerimiz kanıyor demek yetmiyor… Yüreklerimiz, inançlarımız, değerlerimiz, kutsallarımız paramparça ediliyor…

Sözün kısası:

Evet… Çoook zaman yitirdik… Az gidelim, uz gidelim; dere tepe düz gidelim derken, son 20 yılın sonunda yokuş aşağı yuvarlanmaktayız…

Üniversitesinden “Milli Eğitimi”ne, Yargı’sından Ordusuna, Parlamentosundan planlamaya dayanması gereken ekonomisine dek Cumhuriyetimizi, kurumlarımızı geri istiyoruz… Geçirdiğimiz, edindiğimiz acı deneyimlerden yararlanarak onları bu ülkeye, çilekeş halkına layık (yaraşır) duruma getirmek için…

Direnmeliyiz halka bütünleşerek, dirsek teması içinde yeniye, güzele, haklıya ve ileriye doğru…

Başka ne diyelim…

Kıyamet koparan bakan

Kıyamet koparan bakan

Işık Kansu
Cumhuriyet, 22.09.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Milli Eğitim Bakanı dedi ki: “Üstün zekâlı sayısı bizim ülkemizin nüfusu kadar olan ülkeler var dünyada. Bizim kıyameti koparmamız lazım eğitimde.”
Epeydir bindik bir alamete (Katar’dan gelen milyarlık uçak en büyük alamettir), gidiyoruz kıyamete zaten.
Öğretim birliği diye bir şey kalmadı. Her okulda açılan mescitlerle mi, imam okulları ile mi, Ensar Vakfı’nın “değerler eğitimi” ile mi, kızlarla erkekleri ayrı sınıflarda okutarak mı “üstün zekâlı” çocuk yetiştireceğiz?
Ulusal Eğitim Derneği Başkanı Nazım Mutlu, kimi kıyamet izleri belirlemiş, sıralıyor:
♦Erkan Mumcu’yla başlayıp Hüseyin Çelik’le hızlanan, bugüne dek ara verilmeksizin sürdürülen, yandaş sendika üyesi ya da tarikat-cemaat militanı olma dışında hiçbir liyakat ölçüsüne bakılmaksızın yürütülen kadrolaşmaya karşı kaç kez kıyamet kopmuştu.
Avrupa Birliği’ne üye olma heveslerinin zirve yaptığı “yalan rüzgârı” sıralarında ‘kopyala yapıştır’ yoluyla, yerli-yabancı ortaklar eliyle üç ayda çırpıştırılan “küreselleşme” odaklı sözde ders programları (müfredat) konusunda ne kıyametler kopmuştu.
2012’de açık edilen dindar-kindar nesil” amacına uygun, yamalı bohça örneği 4+4+4 düzeneği hazırlanırken gerek TBMM’de gerekse sokaklarda, okul önlerinde kopan kıyametler “arşı âlâ”yı bulmuştu.
Geçen yıl yürürlüğe konan bilimsiz, Atatürk’süz, sanatsız, hurafe ve safsatalarla şişirilmiş sözde ders programlarına karşı da kıyametler kopmuştu.
Milli Eğitim Bakanı, madem “üstün zekâlı çocuk” yetiştirmek istiyor. Kaldırsın gerici müfredatı…
Kaldıramaz ama. Kızılca kıyamet kopar sonra…
O yüzden yalnızca konuşmakla yetiniyor.

Boşbank
Saray’dan yükselen ses: “Siyasi partiler banka kurabilir mi? Hayır, kuramaz.”
Peki, siyasi partiler banka boşaltabilirler mi? Örneklerle sabittir ki, boşaltabilirler.
O işlem, tümüyle serbest piyasa kuralları içine girer.

Liberal sol
Birileri “liberal sol”cu olmakla övünüyor.
Hem liberalizm, hem solculuk çok garip bir bulamaç olmalı:
Adam Smith’çi Marksistlik.  Bireyci toplumculuk.
Tutucu devrimcilik. Gerici ilericilik.
Kısacası: Öküzün altındaki buzağı.

Üs
“Yes be annem”den (yetmez ama evetçiliğin Kıbrıs türlemesi) “Kıbrıs’ta deniz üssü kurabiliriz” noktasına gelmek, dehşetli bir tutarlılık göstergesidir. “Bu dönüşümün gerekçesi ne olabilir?” derseniz. KKTC’yi yok sayan planın yaratıcısı eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın geçen ay ölmesidir büyük olasılıkla. Adamcağıza, sağlığında “Ayıp olmasın” diye “Kıbrıs’tan vazgeçmeyiz” diyemediler. Şimdi, Annan’ın daha toprağı kurumadan, kırkı çıkmadan Kıbrıs’ta Türk üssü kurmaya karar veriyorlar. Ayıptır, günâhtır…

Kimsesizlik
İşçiler, molozlar altında ölüyor. İşçiler, tahtakurusu dolu yataklarda yatırılıyor.
Ve ADD, Atatürk” adının bir kez daha kaldırıldığını duyuruyor:

  • “İstanbul Atatürk Havaalanı genişletilme ve modernize edilme seçenekleri göz ardı edilerek, Cumhuriyetin ilan edildiği gün kapatılmaktadır.” 

Cumhuriyet, (AS: “bilhassa- özellikle”)  kimsesizlerin kimsesi olmaktan çıkmış bir kez.
==================================
Dostlar,

REİS,
16 YILLIK VAHŞİ TALANI TERSİNE ÇEVİRMEYE MECBUR ve MAHKUM!

Cumhuriyet‘in tutarlı – yürekli – katıksız Kemalist yazarlarından biridir sevgili dostumuz Sn. Işık Kansu.. Bu önemli yazısı için teşekkür ederiz kendisine. Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulundaki Genel Yazmanlık (Sekreterlik) görevinde de başarılar diliyoruz elbette.

Sn. Kansu’nun değindiği, bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği Genel Başkanı sevgili dostumuz Sn. Nazım Mutlu’nun söz konusu önemli makalesini sitemizde paylaşmış ve altında biz de epey katkı koymuştuk..

2018-2019 Öğretim Yılı Ders Zili Çalarken EĞİTİMDE KIYAMET KOPACAK MI?

Okunmasını dileriz.. (üstünde tıklayınız)

Yüzde 1 milyar kez 1 milyar gereksiz olan İstanbul’daki yeni havaalanı sonsuz bir israf ve yandaşlara uzun onyıllar sürecek rant aktarımıdır.  (3. değil çünkü Atatürk havaalanı kapatılıyor!) Üstelik, Atatürk havaalanı kapatılarak bir taş daha vurulmaktadır.
Yeni havaalanı bir anlamda Atatürk havaalanının modernleştirilmiş – büyütülmüş – yenilenmiş biçimi ise, hiç tartışmasız adı gene İSTANBUL ATATÜRK HAVAALANI olmak zorundadır. Bu bağlamda tartışmaya girmek, seçenekleri tartışmak bile tuzağa düşmek demektir. AKP = Erdoğan hemen kamuoyuna bir açıklama yapmalı ve tartışmayı böylece bitirmelidir. Hazır çoooook zorda ve oyları düşerken Atatürkçü oylara gereksinimi inanılmaz ölçüde iken, “gereğini” yapacak politik feraseti göstermesi kendi yararına olacaktır.

Öte yandan, ülkenin kaynakları – pınarları – akarları kurutuldu.

  • Ulusal servet 16 yılda dinci yandaşların kasalarına ve büyük ölçüde yurt dışına aktarıldı.

Daha açıkçası;

  • Türkiye ölçüsüz bir hırsla soyuldu – talan edildi.
  • Krizin gerçek adı budur ve Erdoğan bu korkunç gerçeğin anlaşılmasından ödü patladığı için canhıraş biçimde algı yönetimiyle “kriz miriz yok” diye kendini paralamakta.

Tulumbada su kalmadı..
Haydan gelen huya gidermiş..
Şimdi, bu muazzam haram serveti yeniden dolaşıma sokun, tulumbaya su verin ki çark dönsün.

Tüyü bitmemiş yetimin, gelecek kuşakların bile nafakaları çalındı, hiç edildi.

  • Milletin “a..” sına resmen ve fiilen kondu, konuyor, AKP kaldıkça da ko-na-cak!

Havuz medyası içi Reis emir buyurmuş ve 600-700 milyon Doları hemencecik atıvermişlerdi “rant efeleri / rant kulları” keseye ve yandaş basın cephesi oluşturulmuştu bu politik rüşvetle.

  • Ülkenin yüzlerce milyar Dolar serveti 16 yılda dinci – kinci rantiyenin cebine indirildi..

Yeniden halka bağışlayın demiyoruz ama hiç olmazsa boool kepçe kamu teşvikleri ile yatırım yapın. Zaten kaynağı sorulmuyor, içeri getirin, ulusal bankalara yatırın ya da siz banka kurun, bu dövizlerin bir bölümü munzam karşılık olarak Merkez Bankasında (TCMB) tutulacağından, dış borç ödemeleri, dış ticaret açığı ve cari açık finansmanında kullanılır. Siz bu bankanızla Devlet tahvili vb. alarak kamuya borç verin haram servetinizle .. TCMB rezervleri dibe vurdu bu arada.

Zaten her yıl 10 milyar Dolardan aşağı düşmeyen ve her nasılsa kaynağı belirlenemeyen (!?) bir kara servet bu ülkeye göz göre göre “net hata noksan kalemi” adı altında hiç utanmadan meşrulaştırılarak ve de kambiyo dengelerinde muhasebeleştirilerek sokuluyor..
****

  • Reis bu “tersine operasyon”a öncülük etmeye ve gerçekleştirmeye zorunlu ve mahkumdur..

Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..

Anladınız mı efendiler, başka hiçbir kurtuluşunuz kalmadı!

Bumerang gibi dönüp sizi de vurdu!

Sınır tanımayan karunca ve haliyle (sine qua non) haram servetlerinizi tıpış tıpış yeniden ülkeye geri vereceksiniz. Sonra da mahkeme-i kübrada, eğer gerçekten inanıyorsanız, hesabını ayrıca verirsiniz.

  • Bu mazlum vatanı dar-ül harp ilan ederek yıllarca ve hiç acımadan yağma ve talan ettiniz..

Şimdi dağlarca kibirinizi, ölçüsüz hasetinizi, 2’si bir arada nasıl oluyorsa sonsuz dinci-kinciliğinizi, doymak bilmez habis nefsinizi… ayaklarınızın altına alacaksınız; çatlasanız da patlasanız da..

Sizin anlayacağınız dille işte bu “ilahi adaletin” ta kendisi, anladınız mı Türkiye Cumhuriyeti’ nin takiyyeci, ıslah olmaz kadim düşmanları, kötülük toplumu mimarları. Rahman ve rahim olan Allahınız, yeri geldiğinde siz mücrimlere ilahi gazabını da gösteriyor sağolsun.

Sevgi, saygı, derin acı ama hep UMUT ile. 22 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Katar’la ilgili son gelişmelerin düşündürdükleri

Katar’la ilgili son gelişmelerin düşündürdükleri

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Başkan Trump’ın Ortadoğu ziyareti ile başlayan ve son günlerde Katar ekseninde ciddi bir krize dönüşen gelişmeler bölgede önemli çatışmaların ve köklü değişikliklerin yaşanabileceği riskini gündeme getirdi.

Meselenin özünde Mısır, Suudi Arabistan ve birçok bölge ülkesi için ciddi tehdit haline gelen Müslüman Kardeşler ve onun Filistin’deki kolu olan Hamas’a Katar tarafından verilen açık destek yer almaktadır. Katar HAMAS’a Doha’da bir büro açma izni vermişti. Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleri Katar’ı IŞİD ve El Kaide terör örgütlerini de desteklemekle suçlamışlardır. Bu gibi nedenlerle, Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkeleri Doha’daki Büyükelçilerini daha 2014’te geri çekmişlerdir. Bu ilişkiler 2015’te yeniden kurulduysa da soruna kalıcı bir çözüm getirilememiştir. Bu kez yaşanan kriz (AS: bunalım) daha öncekilerle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir boyut kazanmış ve bölgedeki dengeleri değiştirecek bir nitelik taşımıştır.

Günde 160 milyon metre küplük üretimiyle dünya ülkeleri arasında doğal gaz üretiminde dördüncü, 1.5 milyon varillik üretimle petrol üreticisi ülkeler arasında 17. sırada yer alan Katar, Rusya’nın büyük petrol üreticisi Rosneft’in hisselerinin %19,5’ini satın almış,  2016-2021 arasında ABD’nin altyapı projelerine 35 milyar dolar yatıracağını açıklamış, dünyadaki pek çok yabancı şirketin ve bankanın hissedarı (AS: paydaşı) olmuştu.

İşte bu büyük ekonomik gücünden yararlanan Katar, izlediği aktif politikalarla  son yıllarda bölgedeki gelişmelerin yönlendirilmesinde etkili rol oynamaya çalışmıştı. Ancak bunu yaparken aynı zamanda dolaylı yoldan birçok çatışmanın da tarafı haline gelmişti.

Katar’ın evvelce Kaddafi’ye karşı mücadele eden gruplara silah ve para desteği sağladığı yolundaki haberler, Suriye’de çatışan kimi gruplara da destek verdiği yolundaki bilgiler basında yaygın biçimde yer almıştır.

Katar’la ilgili son gelişmeler sırasında yeniden gündeme gelen Müslüman Kardeşler yalnız bazı Arap ülkeleri değil, Rusya tarafından da 2006’dan beri terör örgütü olarak nitelendirilmektedir. Amerika bu örgütü henüz terör örgütleri listesine almamış olsa da bu yolda Trump’un çevresinde güçlü bir eğilimin olduğu anlaşılmaktadır.

Başkan Trump’ın 22 Mayıs 2017’de Riyad’a yaptığı ziyaret sırasında bölgedeki Müslüman ülkeleri terörle etkili mücadeleye davet ederken, terörün mali kaynaklarının kesilmesinin önemine işaret etmişti. Trump ayrıca Müslüman ülkeleri İran’a karşı tavır almaya davet ederek Amerika’nın izleyeceği politikaların işaretini vermişti. Trump’ın sözleri İsrail’in uzun zamandan beri savunduğu ve  İran’ı hedef alan politikaların Amerika tarafından da benimsendiğini göstermişti.

Katar Emiri Hamid el Thani’nin birkaç gün önce Katar Haber Ajansında yayınlanan, Suudi Arabistan ve kimi Körfez ülkelerini İslamiyet’in aşırı bir yorumunu savunarak ciddi bir tehlike oluşturmakla suçlayıp Müslüman Kardeşler, HAMAS, Hizbullah ve İran’ı destekleyici doğrultuda ifadeler kullanması, öyle anlaşılıyor ki; bardağı taşıran son damla oldu. Sonradan yayından kaldırılan bu sözlerin hackerler tarafından Ajansın bültenine yerleştirildiği söylenmiş olsa da bu ifadeler Suudi Arabistan’da ve öbür bölge ülkelerinde büyük tepkiye yol açtı.

Suudi Arabistan, Mısır ve çok sayıda Arap ülkesi Katar’la diplomatik ilişkilerini kestiler, deniz, kara ve hava ulaşımını durdurdular, Doha merkezli El Cezire televizyonunun yayınlarına son verdiler.

Bu gelişmeler, uzun zamandan beri Katar’da Irak, Suriye ve Afganistan’daki operasyonların gerçekleşmesinde büyük rol oynayan bir askeri üsse sahip olan Amerika açısından sıkıntılı bir durum yarattı. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanları başlangıçta uzlaştırıcı bir tavır sergilemeye çalışsalar da Başkan Trump twitter’dan yayınladığı mesajla Amerika’nın ağırlığını Suudi Arabistan’dan yana koydu, Katar’ı teröre mali destek sağlayan bir ülke gibi gösterip güç durumda bıraktı.

Türkiye’nin Katar’la ilişkileri son yıllarda hızla gelişmiş, Katar 1,476 milyar dolarla Türkiye’de yatırım yapan ülkeler içinde 19. sıraya yükselmiştir. Türk müteahhitlik firmaları da Katar’da 2017’nin başlarına dek toplam 14,2 milyar dolar tutarında 128 proje üstlenmiştir. Katar kuruluşları Türkiye’de birçok banka, medya, pazarlama gibi alanlarda faaliyet gösteren birçok firmaya ortak olmuştur. Bütün bunlardan daha önemlisi Türkiye Katar’da bir askeri üs kurma girişimlerine başlamıştır.

Son gelişmeler Türkiye’nin siyasi, askeri ve ekonomik çıkarlarını etkileyebilecek nitelik taşımaktadır. Aynı şekilde, Türkiye’nin Müslüman Kardeşlere ve HAMAS’a verdiği destek ülkemizi Katar’a yakınlaştırmış, ama Mısır ve Suudi Arabistan gibi önemli bölge ülkeleriyle ilişkilerimizde ciddi sorun yaratmıştır.

Bugün, İran’da gerçekleştirilen ve IŞİD’in üstlendiği terör saldırılarının bütün bu gelişmelerle bağlantısını kurmak için henüz erkendir. Ama öyle anlaşılıyor ki, İran da artık IŞİD’in ciddi bir hedefi haline gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerin ışığında, Türkiye’nin ihtiyatlı bir tutum sergilemesi, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri izlediğimiz bütün bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak ancak aralarındaki ihtilaflara karışmamak yolundaki politikamıza dönmesi ve ülkemizin siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarlarına zarar verebilecek adımlar atmaktan kaçınması yararlı olacaktır. Bu aşamada taşların yerine oturmasını beklemek, bölgedeki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini görmek ve o gelişmelerin ışığında durumu yeniden değerlendirmek bence en doğru yol olacaktır.

Son gelişmelerin gösterdiği gibi;

  • Artık bölgemizde dini, ideolojik ve mezhepsel politikalar izleyerek ülke çıkarlarının en iyi biçimde korunabileceğini düşünmek mümkün değildir.
  • İlke olarak ulusal çıkarlarımızı en etkili biçimde koruyacak, bütün bölge ülkelerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygılı, barışa ve istikrara hizmet edecek bir politika izlemek Türkiye’nin öncelikli hedefi olmalıdır.

Cumhuriyetimizin fabrika ayarlarına dönmenin zamanıdır.

Saygılar, sevgiler, 07 Haziran 2017
========================================
Dostlar,

Gerçekten dört dörtlük bir siyasal irdeleme Sn. Öymen’den.
Diliyoruz ve istiyoruz ki, ülkemizi yönetenler de özenle değerlendirsin, yararlansın ve zaten başı yeterinden çok (haddinden ziyade) dertte olan Türkiye’mizin gereksiz yeni – ek sıkıntılara sokulmamasıdır. Bunu istemek Yurttaş olarak bizlerin hakkı, siyasal iktidarların da varoluş nedenidir.

Erdoğan’ın, evladı yaşındaki (33) Katar ve Emir’i ile ”can ciğer kuzu sarması” muhabbeti gözlerimizi yaşartıyordu ve kıskanıyor, anlayamıyorduk bir türlü.. Hayırdır inşallah.. 2 milyon nüfuslu ”bıdıcık” ülke ile neler oluyordu? Nedense aklımıza hep ‘‘net hata noksan kalemi” adı altında halktan saklanan (kamufle edilen) on milyar doları bile aşan kaynağı belirsiz muazzam paralar geliyor!?

Bir türlü aklımız almıyor; bir ülkeye bunca muazzam para nasıl da kaynağı belirsiz olarak elini kolunu sallayarak girer? Bu ”büyük” işi kimler başarır? Onlara ülkemizden kimler – hangi kurumlar destek olur / göz yumar? Ve de gerçekten devasa servetler olan bu paralarla kayıt dışı neleer neler yapılmaz ki? TV’ler, gazeteler, kiralık – satılık kalemler, cinayetler, topluma dönük türlü türlü operasyonlar, siyasetin finansmanı, para-militer güçler, mafya – gladyo oluşumları… Neler neler! Böylesi bir ülkenin başı beladan kurtulabilir mi?

Evvvet efendiler;

  • Cumhuriyetimizin fabrika ayarlarına dönmenin tam da zamanıdır.

Bir de Soner Yalçın’ın dünkü SÖZCÜ’deki makalesini bitirirken kullandığı tümce : Artçı sarsıntıların Türkiye’ye yansımaları! Neler ola ki!?

Sevgi ve saygı ile. 07 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Finans sermayesi ve AKP: Bir gezinti

Finans sermayesi ve AKP: Bir gezinti


Prof. Dr. Korkut Boratav
http://ilerihaber.org/yazar/finans-sermayesi-ve-akp-bir-gezinti-64452.html, 09.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Finans sermayesi Türkiye’ye, özellikle de AKP’ye nasıl bakıyor? Bir kriz ortamına girerken önemli bir soru… Nesnel göstergelerle, başta sermaye hareketlerini inceleyerek yanıtlayabiliriz. Veya, bunların kaynağındaki yatırım bankalarında, fon yöneten şirketlerde, kurumlarda yönetici, uzman kişilerin görüşlerini, değerlendirmelerini izlemeye çalışırız. Bu malzemenin bir bölümüne Batı basınından ulaşabiliyoruz. Özellikle sermaye çevreleriyle içli-dışlı olan Financial Times, Wall Street Journal gibi gazeteler, Bloomberg gibi siteler, finans haberlerini, sözünü ettiğim şirket, kurum, banka yetkilileriyle görüşerek verirler.

Türkiye’nin yer aldığı bu tür haber ve yorumlarla ilgili hızlı bir tarama yaptım. Bunlara bakarak finans kapitalin Türkiye’ye dönük ruh halini yakalamaya çalıştım. 2013 ortalarından bugüne kadar kritik dönemeçlerde, finans kapitalin temsilcileri Türkiye’ye, AKP’ye hangi gözlüklerle bakmaktadır?

AKP’NİN BUNALIMLI SEKİZ AYI: HAZİRAN VE 2013 SONRASI 

Önce Gezi kalkışması (AS: Haziran 2013); polis şiddetiyle  bastırılması… Aralık’ta da (AS: 17-25 Aralık 2013) ses kayıtlarıyla ortaya çıkan, başlatılan yolsuzluk soruşturmaları; hukuk devleti normlarını çiğneyen bir karşı saldırıyla bunların  da bastırılması… AKP iktidarının sekiz bunalımlı ayı söz konusudur. İki ay boyunca (31 Kasım 2013- 31 Ocak 2014) dolar %12 tırmanmıştır. 17 Şubat’ta The Telegraph’tan Ambrose Evans-Pritchard, finans çevrelerinde ortaya çıkan endişeli ortamı aktarmaktadır: “Türkiye’yi hep istikrarlı gören fon yöneticileri, şimdi sözleşmelerin uygulanıp uygulanmayacağından endişe ediyorlar. S&P’nin ülke puanını negatif gözleme almasında, siyasi gerilimler, kurumsal güvencelerin ve dengelerin aşınması rol oynamıştır.”

Finans kapitalin bu endişesi, artık, zaman zaman karşımıza çıkacaktır: Hukuk devleti normlarının ihlâli, sözleşmelerin ve mülkiyet haklarının  güvencesini de tehdit edecek midir? 

Bir ay sonra, AKP duruma hâkim olmuş; hukuk devleti değilse bile istikrar geri gelmiştir. Kamuoyu anketleri de yerel seçimlerde AKP’yi önde göstermektedir. Financial Times (27 Mart 2014), finans çevrelerinin Türkiye’ye bakışını aktarmaktadır:

Geçen yıl Türkiye’den uzak duran yabancı yatırımcılar geri gelmeye hazırlanıyorlar. YouTube’u susturma haberleri çıktığında Türkiye kâğıtları, borsa yükseldi; zira yatırımcılar Erdoğan’ın seçimlerden yara almadan çıkacağını umuyorlar. Standard Bank’tan Tim Ash’a göre seçimde başarı kazanırsa ‘yatırımcılar burunlarını tıkayarak’ Türkiye havuzuna tekrar dalacaklardır.”

Gazete, UBS ve Global Source Partners’den uzman görüşlerini aktarıyor. Bunlara  göre, “Erdoğan politikaların sürekliliğini gözetecektir. AKP seçimleri devamlı kazanmayı becerecek; Türkiye’yi felaketlerden uzak tutacaktır.”

Hangi felâketler? Aydınlanmacı-demokrat milyonların protestoları mı? Ciddi yolsuzluk dosyaları mı? Önemli olan nedir? “Seçimleri kazanma becerisi ve politikaların sürekliliği”…

2014-2015 SEÇİMLERİ: FİNANS ÇEVRELERİ MUTLU, BAZEN TEDİRGİN 

Mart 2014 yerel seçimlerinden AKP’nin galip çıkması, ay sonunda dolar kurunu iki ay öncesinin %5 altına çekti. Beş ay sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de Erdoğan’ın kazanma beklentisi güçlendi. Yerel seçimlerden bir gün sonra  Société Générale’den bir yatırım danışmanı müşterilerine “Türkiye’ye girin” diyor. Zira, “cumhurbaşkanlığı seçimi de ufuktayken, yerel seçim sonuçları, siyasî belirsizliği ve istikrarsızlığı hafifletmiştir.” (Financial Times, 31 Mart).  

Mart’ta başlayan olumlu konjonktür, Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birleşti; yabancı sermaye girişleri Ocak 2015’e kadar yüksek tempoda süregeldi. 2015’te “Güney”e dönük sermaye hareketlerinde yavaşlama başlar. Türkiye de bu etki altındadır; ama AKP’nin tek parti iktidarına son veren 7 Haziran 2015 seçimleri iç ve dış finans çevreleri için ek bir şok olur. Üç gün içinde dolar %4 pahalılaşır; borsa endeksi %6 düşer.

Ambrose Evans-Pritchard, 7 Haziran 2015 seçimlerini, hemen ertesi gün The Telegraph’ta yorumluyor: “Seçim, Türkiye’nin liberal, laik güçleri ve Kürtler için bir zaferdir. AKP  %41 oyla yine öndedir; ama bölünmüş bir ülkeyi koalisyonla yönetecektir. Erdoğan’ın Müslüman demokrasisi vitrini, pırıltısını çoktan yitirmiştir.”

Hemen arkasından bir yatırım uzmanının değerlendirmesi aktarılıyor: “Yükselen siyaset çirkinleşirse işin içinden çıkamazsınız. [Seçim sonrasında] Türkiye’nin yükselen piyasa ülkeleri içinde en kırılganının Türkiye olduğunu düşünüyoruz.”

Bankere göre siyasetin çirkinleşmesi” olarak görülen 7 Haziran tablosu, kan-revan içinde kazanılan 1 Kasım seçimiyle “düzelecektir.” Yabancı finans çevrelerinin ertesi gün yayımlanan yorumunu Financial Times’tan aktaralım: “Piyasalar siyasette güçlü adamı severler; belirsizlikten ise nefret ederler. İstikrar bozucu üçüncü bir seçim artık devre dışıdır. Uluslararası yatırımcılar da zafer karşısında Erdoğan’ın âlicenap olmasını; ekonomik reforma odaklanmasını yeğliyorlar.”

Türkiye’ye fon girişleri canlanır; seçim arifesi ile sonrası arasında dolar %3,8 oranında ucuzlar.

SEÇİM ZAFERİNDEN 15 TEMMUZ 2016 VE SONRASINA 

Erdoğan’ın “âlicenap ol” tavsiyesini 1 Kasım’dan sonra umursamadığını; büyük Batı medyasında siyasî eleştirilerin sıklaştığını biliyoruz. Ne var ki finans kapital, bu eleştirileri umursamadı. 2016 başında canlanan uluslararası sermaye hareketlerinden 28 milyar dolar, altı ayda Türkiye’ye aktı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında  aksayan sermaye girişleri, Ağustos’ta canlanır. Finans kapital bu aşamada “normale dönüş” algılaması içindedir. Ne var ki OHAL uygulamaları Türkiye ile ABD/AB arasında siyasî gerilimlere yol açtıkça, finans sermayesi bu uygulamaların ekonomiye yansıyan boyutlarına odaklandı. Tedirginlikler arttı. Sıcak para hareketlerinde hızlı bir çıkış, herkesi sürükleyebilir. Sürü hareketleri benzetmesi yaygındır. Finans uzmanlarının Türkiye’ye bakışlarına Bloomberg ve Financial Times’tan  derlenmiş bazı örnekler verelim:

Kötümserler var: “Hızlı çıkışlar başlarsa sermaye hareketlerini sınırlayacak ülkelere ilk aday Türkiye’dir… Ülkenin kurumları zayıflıyor; iktisat politikası ise uzağı görmüyor… Bir ordunun darbe yaptığı yerde durum ciddidir; kalınmaz, çıkmak gerekir…”

İhtiyatlı iyimserler ağır basıyor: “Sağlıklı bir ekonomi, genç, rekabetçi bir işgücü; ama patlamaya hazır bir siyasi hayat… Erdoğan’ın ve AKP’nin halk desteği güçlüdür, iniş-çıkışlar doğaldır; yükselen piyasalar için daha toleransı olmak gerekir… Temel soru şudur: Siyasette değişiklikler, yatırım rejiminde ciddi kaymalara yol açacak mı; yoksa, [askeri müdahale sonrası] Tayland’daki gibi ekonomik süreklilik sağlanacak mı?… Riskler var; ama tamamen çıkış abartılı olur. Düşük faizli bir dünyada yatırımcılar paralarını işletmek zorundadır… Türkiye borçlarının en çekici yönü ABD tahvillerinin altı misli getiri sağlamasıdır. Gelişmiş ülke varlıkları sıfıra yakın getiri verirken yatırımcılar dolarla borçlanıp TL kâğıtlarına geçince sadece Ağustos’ta Türkiye’den % 2,9 getiri sağladılar…” 

(Burada sözü geçen %2,9’luk getirinin 1,9’u, Ağustos’ta doların ucuzlaması ile sağlanmıştır.)

Yukarıda adı geçen Tim Ash de Türkiye için, bir hayli iyimserdir: “Puanı düşürülse bile Türkiye toparlanır. Önemli olan hızlı büyümedir; kamu borcu/milli gelir oranının düşük (%34) olmasıdır; güçlü bir banka sistemidir; devlette ve toplumda iş çevreleri [sermaye] lehine güçlü bir kültürün varlığıdır.” (Financial Times, 10 Ağustos).

23 Eylül’de Moody’s, Türkiye’nin yatırım puanını düşürdü ve gerekçeler içinde Gülen’ci şirketlere dönük uygulamaları, anayasa değişikliği girişimlerini de gösterdi. Bu olgular, yatırım ortamını, kurumsal istikrarı zedelediği için sakıncalı görülmekte; mülkiyet hakları ihlalleri ima edilmektedir.

Kasım başında IMF’nin Türkiye ile ilgili bir ön-raporunda da, “kamunun kurumsal kapasitesinin güvenceye alınması ve yasal sistemin etkinliğinin pekiştirilmesi temel öncelikler” olarak vurgulanıyordu. Finans çevreleri, yine de, kötümserliğe savrulmak istemiyorlar.  Londra’dan kıdemli bir yatırım danışmanının tepkileri tipiktir: “Erdoğan’ın baskıcı olması, hatta zamanla diktatörleşmesi yatırımcıların umurunda değildi. Onlar istikrara önem verirlerdi. Şimdiki durum ise kargaşalı bir geçiş sürecidir. Müşterilerim   itiş-kakıştan; yalpalamalardan hoşlanmıyorlar. Türkiye’ye şunu demek istiyorlar: ‘Ne olmak istiyorsan ol; sonra da bize haber ver [ki gelelim.’].” (Financial Times, 29 Kasım 2016).

Yine Financial Times ve Bloomberg’ten  birkaç örnek aktarayım:

Kritik şey güvendir. Bu karanlık bulutları dağıtacak bir şey bulsak rahatlayacağız… Riskler yatırımcıları ürkütüyor; ama nereye gidebilirler? Diğer büyük yükselen piyasalar: Rusya, Brezilya, İran mı? Oralarda da yaptırımlar, küçülme, siyasî felç var. Yatırımcılar farkında ki Türkiye güç bir dönemden geçiyor; ama piyasanın büyüklüğüne bakın… Yükselen piyasalar içinde, yurttaşlarına sınırsız yabancı para tutma imkânı veren tek ülke Türkiye’dir…”
***
Verdiğim örnekler, finans kapitalin kısa vadeli, “sıcak” akımlarını sürükleyen rantiye katmanı ile ilgilidir. Bu akımlar, 2010-14’te Türkiye’ye giren yabancı sermayenin yarısına yaklaşmaktadır.  AKP iktidarına, adeta tutkulu destek dikkat çekicidir. Uzun vadeli kredileri denetleyen bankaların ve doğrudan (üretken) yatırımlara dönük sermaye gruplarının ölçütleri farklılaşabilir. Ancak, yukarıda değindiğim “mülkiyet hakkını güvenceye alan kurallar” ve “yatırım rejiminde süreklilik” güvenceleri bunlar için de yaşamsal önem taşır.

Hepsini birleştiren bir ortaklığa da işaret edelim:

  • Sözünü ettiğim güvenceler süregeldikçe, finans kapital açısından, siyasi iktidarın niteliği; demokrat veya faşist, laik veya şeriatçı olması önem taşımamaktadır. 

=======================================
Dostlar,

Korkut Boratav” olmak kolay mı??
80 yaşını aşan bir bilge – deha İktisatçının, yurtsever “Mülkiyeli” nin olağanüstü irdelemesi yukarıda. Erdoğan’ın ekonomi danışmanlarının hangisinin kıratı Boratav’ın rüzgarına yetişebilir ki? Jöleli olduğu söylenen salt yükseklisans eğitimliler mi örneğin??

Hani IMF’ye borçlar bitirilmişti hatta Türkiye borç alan olmaktan çıkıp “borç veren” konuma terfi etmişti? Oysa AKP ile borçlar ulusal gelirden daha hızlı büyü(tül)dü! 3’e katlandı ve 600 milyar doları aşarak ulusal gelire yaklaştı.. Kişi başına gelir 10 bin doları bulamıyor ve düşüyor.. Gelir dağılımı iyileşmiyor, eşitsizlik artıyor, işsizlik patlıyor, yoksulluk, cahillik, dinci yobazlık , tecavüzler… ve anayasayı askıya alan baskıcı yönetim….. ülkeyi kavuruyor.. Katar ve S. Arabistan gibi çağdışı rejimlerden akan, “net hata noksan” kalemi diye uyduruk bir yafta ile üstü örtülen serseri ve açgözlü milyar dolarlar artık gelmiyor değil mi??

Hani MB döviz rezervi 130 milyar Dolarlara erişmiş, nerdeyse 100 milyar dolar büyütülmüştü??

Hani Türkiye 2002’ye göre 3 kez zenginleşmişti?

Hani Türkiye 2023’te Dünyanın en büyük 10 ekonomisi içine girecekti?? %3’ten küçük bir büyüme ile, (%1,35’lik devasa nüfus artış hızını da düşmek gerekecek!) 2016 sonunda G20’den düşmemiz bile beklenebilir!?
*****
Uzatmayalım.. Tayyip bey çıplak gerçeği en acı biçimde itiraf etmek zorunda kaldı :

  • “Tulumbada su kalmadı.. “

Peki nereye gitti bunca varlığı ülkenin?? Ayakkabı kutularında, günboyu boşaltılamayan özel bölmeli evlerde saklanan nakit dolar ve avrolar nereye uçtu? Birkaç haramzadenin kursağında, kaçak hesaplarda İsviçre ve off shore bankalarında mı?? Birkaç yiğit savcı çıkıp MASAK ve MİT’ten bu hesapları istemez mi? TBMM’de yüzyılın bu muazzam soygunu görüşülmeyecek de ne görüşülecek??

Boratav hocanın yazısı yeterince kapsamlı. Biz daha çok uzatmayalım. Ama son tümceye dikkat:

  • Sözünü ettiğim güvenceler süregeldikçe, finans kapital açısından, siyasi iktidarın niteliği; demokrat veya faşist, laik veya şeriatçı olması önem taşımamaktadır. 

Sermayenin dini – imanı – vatanı – vicdanı – insafı… yok..
Tunç yasa kadim mi kadim : Maksimum kâr!

Başkanlık dayatmasını geri çekin.. 
OHAL’i uzatmayın..
Cumhuriyet ile kavganızı derhel kesin, Ulusu birleştirici olun..
Komşularla doğrudan ilişkilerle normalleşin..
Üretim ve tasarruf seferberliği ilan edin..
Aklınızı başınıza alın, aynı hataları yinelemeyin..

Ülke batıyor, SOS’ler kulakları sağır ediyor… kör ve sağır mısınız??

Sevgi ve saygı ile.
10 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Bombalar ve nitratlı gübreler

Bombalar ve nitratlı gübreler

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 18.11.2016

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Başbakan Yıldırım gazetelere açıklama yapmış: “Kimyasal gübrenin verime faydası oluyor ama toprağı çoraklaştırıyor, teröristlerce bomba yapımında kullanılıyor, kimyasal gübre işinden çıkacağız… Organik, biyolojik gübre toprağa verimlilik artışı olarak gidiyor, ürün miktarı ve kalitesini artırıyor.

Bu açıklama gübre işindeki iş çevrelerinde şok etkisi yapmış. Verimin düşeceğini, kimyasal gübre yerine biyolojik gübrenin yeterince bulunamayacağını ileri sürmüşler. Kimyasal gübre şirketleri büyük dünya savaşları sırasında bomba üreticisi idiler. Savaş bitince bomba fabrikaları gübre fabrikasına dönüştürüldü. Başbakan Yıldırım’ın açıklaması doğrudur.

Toprak kimyasal gübre ile çoraklaşmaktadır. Ülkemizin kimi bölgelerinde çok kullanılmasa da özellikle kıyı bölgelerinde aşırı kullanım yaygındır. Toprağı ve suyu kirletmesinin yanında yetiştirildiği bitkilerde kanserojen bileşikler de oluşturur. Ancak kimyasal gübre lobisinin de doğru olduğu bir nokta var. Doğru olan şey, hemen kesildiğinde dekar başına verimin düşebilecek olmasıdır. Fakat zaman içinde verim yükselerek eski düzeyine gelebilmektedir.

Sovyetlerin çöküşü sonrası Küba kimyasal gübre ithal edemediğinde bu gözlendi. Hayvansal gübreler, kompost, yeşil gübre, kırmızı solucan gübreleri kimyasal gübrenin yerini alınca verim eski düzeyine üç dört yılda çıktı. Küba bu krizi çözdü.

Verime de o kadar takılmamak gerekiyor. Bizleri kanser yapan yüksek bir verim yerine daha düşük bir verime razı olabiliriz. Dünyada gıdanın dörtte biri kayıp ve israf olmaktadır. Kanımca kimyasal gübre lobisi Başbakanımızın sözlerini kâğıt üzerinde bırakacaktır. Ne yapıp edip kamuoyunu ikna edeceklerdir. Çiftçilerin de çoğu aynı düşüncededir. Onları tersine ikna etmek oldukça zordur, ama imkânsız değildir. Kimyasal gübresiz bir tarım mümkündür. Ama epeyce değişiklik gerekecektir. Örneğin hayvancılık artık yoğunlaşarak ülkenin bazı yerlerinde toplanmıştır. Bir kısım hayvan gübresi tarımda kullanılmayıp ziyan olmakta, çevreyi kirletmektedir. Çiftçiler az sayıda da olsa hayvan yetiştirirlerse tarlaları için gübre de sağlanmış olacaktır. Hayvancılık ülke düzeyine daha eşit dağılmalıdır. Çiftçilerin az sayıda da olsa hayvan yetiştirmemesi için yıllardır her şey yapılmıştır. Meralar sürekli küçülmekte, talan edilmektedir. Çiftçinin eline geçen süt ve canlı hayvan fiyatları çok düşüktür. SEK gibi kuruluşlar özelleştirildi. Süt tekelleri piyasaya hâkim oldular. Yeşil gübreyi, kırmızı solucan gübresini çoğu çiftçi bilmiyor.

  • Kısacası endüstriyel tarım yerine agro-ekolojik ilkelere dayanan bir tarıma geçmek gerekir.

Ama kimyasal gübre, sentetik tarım ilacı (zehir), tohum üreten şirketler, tarım ürünlerini satın alan, işleyen şirketler ve süpermarketlerden oluşan bir kimyasal lobi bunun olmayacağını söyleyeceklerdir ve söylüyorlar.
========================
Dostlar,

Konu ve sorun önemlidir. Ancak Türkiye ne yazık ki siyasal iktidar AKP ve RTE eliyle yapay gündemlerle yerden yere savrulmaktadır. Öte yandan ekonomi giderek köşeye sıkışmıştır ve eldeki olanaklarla mutlaka birşeyler yapılması zorunludur. İktidar, deyim yerinde ise kıvranmaktadır ekonomiyi bunalıma (krize) sokmamak için. Ne var ki kitlelere dönük algı yönetimi sürdürülmekte ve “Dolar” ile başlayan, “Dolar özneli” tümceler kurulmakta ve bu para biriminin değerinin yükseldiği, rekor üstüne rekor kırdığı, rekora doymadığı, “Doların 3,5 attığı” (!)… gibi yönlendirici ifadeler kullanılmakta. Bilim ve medya namusu ortalıkta görülmemektedir; neden çıplak gerçek söylenmemekte ve TL’nin değer yitirdiği açıklanmamaktadır??

  • Zayıf ve çoook borçlu, bir ekonominin,
  • bütçe açığı ve cari açık olmak üzere çifte açık kıskacına dolanmış,
  • sıcak paraya mahkum,
  • turizm gelirleri ciddi düşmüş,
  • yabancıların çıktığı ama sıcak para girişinin çok azaldığı,
  • %1,35 gibi anormal büyük bir nüfus artışı hızına karşın %3 bile büyüyemeyen,
  • orta gelir tuzağına düşmüş ve kişi başına geliri bir türlü on bin doları aşamayan,
  • yolsuzluklara bulanmış,
  • milyar dolarlık hovarda projeleri Merkezi Yönetim Bütçesi dışına çıkararak 5018 sayılı yasa denetiminden kaçıran ve yandaşları birkaç kuşak ileriye doğru karun gibi zenginleştirirken halkın gelecek onyıllardaki kaynaklarını bile bugünden yandaşlara peş keş çeken,
  • kara para aklanan, “net hata noksan kalemi” uydurması ile halkın kandırıldığı,
  • ülke dışında boyundan büyük askeri operasyomlara girişen,
  • ülke içinde ciddi terör harcamaları olan,
  • yargısı – medyası – yasaması “Tek Adam“ın 2 dudağı arasına sıkıştırılan,
  • 17-25 Aralık 2013 muazzam yolsuzluk şaibelerinin iktidar üzerinden kaldırılamdığı,
  • Bloomberg’in dünyanın en kötü 8. ekonomisi ilan ettiği…..bir ülkede Sayın Prof. Tayfun Özkaya‘nın böylesine önemli bilimsel önerilerine kimler kulak kabartacak ve dinleyecektir?? Gübre lobisini geçelim, GDO’lu ürünleri üreten uluslararası tekeller de sınırlarımızı ve mevzuatımızı delik deşik etmediler mi??
  • Küresel Elit, aşırı boyutta ve tehlikeli biçimde çoğalmayı sürdüren dünya nüfusu sorununa kendine yakışır özgün çözümler mi üretiyor acaba??desek komplo kuramı mı üretmiş oluruz?? Örneğin,
  • Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, ülkemize girişine izin verdiği
    GDO’lu hayvan yemi ve insan yiyeceklerinin… listesini açıklayabilir mi??

Sevgi ve saygı ile.
19 Kasım 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Fitch’ten kritik Türkiye açıklaması

Fitch’ten kritik Türkiye açıklaması

Fitch, Türkiye’nin dış likiditesinin kendi not kategorisindeki ülkelerden
daha zayıf durumda olduğunu belirtti.

Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Fitch’den Türkiye ekonomisine yönelik
bir açıklama geldi. Fitch’ten gelen açıklamada şu başlıklar yer aldı:

– Türkiye ülke riskleri büyük oranda dengede kalmaya devam ediyor.
– Türkiye bir taraftan küresel finansal piyasaların durumuna maruz kalırken öbür yandan
güçlü kamu finansmanını sürdürüyor.
– Türkiye son dönemde oluşan dış şoklara gösterdiği direnci korumaya devam ediyor.
Dış finansman ihtiyacının çok yüksek oluşu Türkiye’yi yatırımcı algısındaki değişimlere karşı hassas hale getirerek potansiyel bir risk oluşturuyor.
– Tüm bunlar Türkiye’nin geçen ay teyid edilen ‘BBB-‘ ülke notu ve durağan görünümünü yansıtıyor.
– Türkiye’nin dış likiditesi kendi not kategorisindeki ülkelerden daha zayıf durumda.
– Cari açığın GSYH’ya oranının bu yıl %4.8’e gerileyeceğini tahmin ediyoruz.
– Cari açıktaki bu iyileşme düşük petrol fiyatlarından kaynaklanmakta.
– Enflasyonun hedeflerin üzerinde seyretmesinin para politikası anlamında arz ettiği zorluk TL’nin değer kaybı ile daha da artabilir.
– Kasım seçimlerinden istikrar sağlayabilecek bir hükümet çıkması yapısal reformlar ve büyüme anlamında fayda sağlayacıktır.
– Dış finansman kırılganlıklarından kaynaklanan gerilimlerin somutlaşması ve borç/GSYH oranındaki düşüş trendini tersine çeviren mali disiplinin kötüleşmesi kredi notu için negatif.
– Türkiye’nin kredi notunu daha istikrarlı ve tahmin edilebilir bir politik çerçeve pozitif etkiler.
– Dış dengesizlikleri düzenleyebilecek yapısal reformlar, daha düşük ve istikrarlı bir enflasyonu sağlayabilecek tutarlı ve öngörülebilir para politikası kredi notunu pozitif etkiler.
– Ekonomik performansı ve ekonomi politikası güvenilirliğini tehdit edecek uzun süren ve derinleşen siyasi istikrarsızlık kredi notu için negatif olur.

Fitch Ratings Kıdemli Direktörü ve Türkiye Analisti Paul Gamble ise Türkiye için büyümenin 2016’da %3, 2017’de %3,5 olmasını beklediklerini söyledi. Gamble, enflasyonun ise 2016’da %6,4, 2017’de % 6’ya gerilemesini beklediklerini belirtti. (YURT Gazetesi portalı, 1.11.15)

==============================

Dostlar,

Az önce de sitemizin manşetinde yazdık :
AKP, .. dış politkadan sonra hemen atbaşı Ekonomideki yangına odaklanmalıdır!
2015-17 OVP hedefleri yerle bir olmuştur. 2023’te ilk 10 ekonomi içine girmek hayal ötesidir.
Kişi başına gelir 10 bin Doların altına, TUG (Toplam Ulusal gelir -GSMH) 800 milyar Doların altına düşmüştür. G20 dışına itilmek söz konusudur.

Fitch, Türkiye’nin dış likiditesinin kendi not kategorisindeki ülkelerden daha zayıf
durumda olduğunu belirtmektedir.
Cari açığın GSYH’ya oranının bu yıl %4.8’e gerileyeceği kestirilemktedir.
Ancak cari açıktaki bu iyileşme düşük petrol fiyatlarından kaynaklanmaktadır ve
bu tablonun daha fazla sürdürülebilirliği belirsizdir..
Enflasyon hedeflerin üzerinde gitmektedir ve para politikası anlamında arz ettiği zorluk,
TL’nin değer yitirmesi ile daha da artabilecektir..
Dış finansman gereksiniminin çok yüksek oluşuna özel vurgu yapılmaktadır.
Bu vurgu, üstü örtük bir tehdit – baskı olarak da okunabilir. Yıl sonunda FED faiz atırımına gittiğinde, Türkiye’nin sıcak para gereksinimini finansman maliyeti daha da yükselecektir.
Kısa erimli (vadeli) borçların toplam borçlar içinde oranı yükselmektedir.
Turizm ve dışsatım gelirleri düşmektedir.
Başlanmış büyük projelerin finansman gideri ciddi rakamlara erişmektedir.
Cari açığın %5’lerin altında tutulması bu nedenlerle de güçtür. Dışalımın bu kaygı ile
çok kısılması, dışsatımın çok yüksek oranda ithal girdilere bağlı olması nedeniyle olankasızdır. Aksi halde stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) riski gündemdedir.

Net hata noksan kalemine daha ne denli bel bağlanabilir?
Özelleştirme gelirlerinin geçmişteki tempo ile sürdürülmesi olanaksızdır.
Ayrıca içeride de seçim öncesi vaatlerin yüklediği ciddi finansman yükü vardır.

*****
Türkiye’nin tüm finansal dinamikleri derinlemesine irdeleyen FITCH uzmanları,
yapısal reformların” ve “mali disiplinin” sürdürülmesini istemektedir.

Bu 2 olgu, deyim yerinde ise hem 40 SATIR hem de 40 KATIR‘dır..
İkisinden biri değil; ikisi birden!
24 Ocak 1980 kararları ile Türkiye ekonomisinin küresel ekonomiyte eklemlenmesi başlatılmış (DPT + Hazine’nin çifte Müsteşarı Turgut Özal‘ın mimarlığında..);
12 Eylül 1980 darbesi sıkıyönetimi ile zorla sürdürülmüştür. 35 yıldır dayatılan
yapısal reformlar” ve “mali disiplin” politiklarında atılacak daha hangi adımlar kalmıştır,, doğrusu öngöremiyoruz.. SGK giderleri devasa boyutlardadır, nasıl kısıtlanabilecektir?

Daha da zorlama, Türkiye’nin yarı-sömürgelikten tam ekonomşk sömürgeliğe geçişi demektir.
Mali disiplin ise kamu harcamlarının kısıtlanması, sosyal devletin iyice tasfiyesidir ki;
bu poltikaların Türkiye’nin içine sürüklendiği yoksulluk – işsizlik – korkunç gelir dağılımı bozukluğu… bakımlarından olanaklı değildir..

Evet.. 1 Kasım 2015 seçimleri geride kalmıştır artık Türkiye çok yönlü ve çok ağır sorunlarla
yüz yüzedir. Umarız AKP kadroları durumn ağırlığının ayrımındadırlar ve katılımcı yöntemlerle ivedi ve zamana yayılan akılcı çözümler üretebilirler.

Hepimize kolay gelsin..

Sevgi ve saygı ile.
01 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AKP’ye seçmen desteği : Ekonomik nedenler


AKP’ye seçmen desteği:

Ekonomik nedenler 

Seçimler doğru dürüst yapılacak mı? Resmî sonuçlar gerçeği yansıtacak mı?
2 Kasım’da bu  soruların  “evet” olarak yanıtlanmış olacağını kabul edelim. Sonuçlardan
birini şimdiden öngörüyoruz: AKP, oyların dağılımında ve Parlamento’da 1. parti olacaktır.
Demek oluyor ki, bugün için AKP’nin seçmen tabanında emekçiler, sayısal olarak
öbür partilerden daha çok yer almaktadır.

Türkiye nüfusunun ve parti seçmenlerinin sınıfsal paylarını, alt katmanlara da inerek karşılaştırmıyoruz. Yalnızca toplamlara bakıyoruz ve emekçi seçmenlerin en çok desteğine mazhar olan partinin AKP olduğunu belirliyoruz.

AKP’yi neoliberalizmi, yani sermayenin genel programını izlediği için eleştiriyoruz.
Bu programın emekçi çıkarlarıyla uzlaşmadığını da biliyoruz. Bu uyumsuzluğa karşın,
bu partinin seçimlerde ortaya çıkan kitle desteği nasıl açıklanabilir?

Soru Türkiye’ye özgü değildir. Temsilî demokrasinin önemini abartan bir tuzak da içerebilir. Ancak, salt bu gerekçelerle geçiştiremeyiz. Siyaset, tarih, sosyoloji, iktisat disiplinlerini ilgilendiren bir soru söz konusudur. Tutucu-sağ sermaye partilerinin parlamenter siyaset üzerindeki hegemonyaları, sol siyasetin de öteden beri karşılaştığı bir sorundur. Bu hegemonya zayıfladıkça faşizmin gündeme gelmesi de rastlantı değildir. Yıllarca tartışılan bu sorunu bir kez daha niçin incelemeyelim?

Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu üzerinde kapsamlı bir çalışmayı tamamladı. Bugünlerde Yordam Kitap tarafından yayımlanacak. Bulgulardan bir bölümü, AKP’nin kitle desteğinin ekonomik nedenlerine ışık tutmaktadır.

Kısaca gözden geçirelim.
***
Türkiye ekonomisi 2003-14 döneminde ortalama % 4.4; kişi başına ulusal gelir olarak ise % 3.1 oranında büyümüştür. Bu büyüme temposu, “benzer” büyüklük ve konumdaki ülkelerin ortalamasına yakındır. Abartılı iddialar geçersizdir. Türkiye’nin 12 yıllık büyüme karnesi
“orta halli” kalmıştır.

Sınıfsal bölüşüm ilişkileri ise emek aleyhine seyretmiştir. Toplam ücretlerin ulusal gelirdeki payı 2002-2014 döneminde %29’dan 26’ya düşmüştür. Etkin (faal) nüfusta işçilerin artması dikkate alınırsa, ücretlilerin göreli yitikleri daha çok olmuştur. Yani, ortalama ücretlerdeki değişim hızı, öbür (örneğin artık değeri oluşturan) gelir türlerinde kişi başına değişimin
daha da gerisinde seyretmiştir.

Türkiye’nin öbür büyük emekçi sınıfını oluşturan köylülük 1998-2002 yıllarında bir “göreli fiyat şoku” ile karşılaşmış; “tarımın ticaret hadleri” %38 oranında çökmüştü. Bu çöküntü,
AKP yıllarında hemen hemen aynen sürdürüldü.

İşsizlik oranları da  yükselmiştir. AKP öncesi üç yılı (2000-2002’yi), sonraki dönemi ikiye (2003-2008 ve 2009-2014’e) ayırarak karşılaştıralım. Bu üç zaman aralığında dar anlamdaki işsizlik (% olarak) 8,4’ten önce 10,4’e, sonra 10,8’e çıkmıştır. “Geniş” işsizlik yüzdesindeki artış ise,  daha belirgindir: 12,4 => 16,4 => 18,3… İstihdam artmıştır, ama milli gelirin büyüme temposunun gerisinde kalarak… Hatta milli gelirin arttığı kimi dönemlerde (örneğin 2003 Nisan-2004 Mart arasında) istihdam düşmüştür.

Kısacası, “orta halli” bir büyüme temposu içinde göreli durumları bozulan ve ağırlaşan
bir işsizlik ortamıyla karşılaşan emekçi sınıflar…
Bu olumsuz tablonun AKP’nin seçmen tabanını eritmemesi nasıl açıklanabilir?
***
Emekçi gelirleri ulusal gelirin gerisinde seyretmiştir; ancak, mutlak yoksullaşma söz konusu değildir. Dahası, AKP, kişi başına milli gelirin düştüğü beş yıllık bir durgunluk/kriz dönemi (1998-2002) sonrasında iktidara gelmiştir. Reel gelirlerin arttığı dönemlerde bölüşümde bozulmaya karşı duyarlılık, emekçi sınıfların örgütlenme düzeylerine, mücadelelerin niteliğine bağlıdır.

Bu genel gözlemlerin ötesine gidelim ve AKP’li yıllarda temel (emek ve sermaye arasındaki) bölüşüm ilişkilerindeki bozulmayı telafi eden ikincil ilişkilere, yeniden dağıtım mekanizmalarına, bunların boyutlarına bakalım.

Bir ipucu, cari fiyatlarla milli gelirin bileşiminde meydana gelen gelişmelerde gözleniyor.

1998-2002 ile AKP iktidarının altışar yıllık iki alt dönemi karşılaştırılırsa gözlenecektir ki, özel ve kamusal tüketimin milli gelirdeki payı, her aşamada artmıştır: 1998-2002’de %80,2 olan
bu oran, AKP’nin iki döneminde 83,3 ve 85,4’e çıkmaktadır. Yatırım oranı ise dönem boyunca fazla değişmemiş; %20 dolayında kalmıştır.

Ülke içindeki harcamaların ulusal geliri aşması nasıl mümkün olur?
Yanıtı açıktır: Dış tasarrufların (yabancı sermayenin) yurt-içi tasarrufları “kovalaması”; yani, artan cari işlem açığı ile… Tüketim oranlarındaki artış, emekçi sınıfları da kapsamış ve işçi
ve köylülerin gelir paylarındaki erime, tüketime yansımamıştır. Dahası, Türkiye emekçileri AKP’li yıllarda gelirlerini aşan bir tüketim düzeyine ulaşabilmiştir.
***
Özel tüketimin gelirleri aşması nasıl gerçekleşti? Elbette borçlanarak
Elif Karaçimen, AKP’li yıllarda borçlanmanın nicel boyutlarını belirlemiştir:
Tüketici kredilerinin ulusal gelire oranı 1998-2002 döneminde %2’nin altında seyretmişti. AKP’nin ilk altı yılında aynı oranın ortalaması % 6’ya, sonraki altı yılda %18’e ulaşıyor;
son iki yılda %20 eşiğini geçiyor. Borçlanma, özellikle düşük gelirlilerde hızla artıyor.

Bu bulgunun bir yansıması, emekçilerin net finansal servet bilançolarında gözleniyor.
2010 sonrasında emekçi katmanların çoğunda bu bilanço eksidir; yani borçlar varlıkları aşmaktadır. Türkiye halkının önemli bir bölümü “borç kıskacında emek” ortamı içindedir.
***
Bölüşümdeki bozulmayı telafi eden “kamusal tüketim” kalemlerine de bakalım.
AKP döneminde sosyal devlet kurumlarının aşındırılmasını, eğitim ve sağlık alanlarındaki ticarileşmeyi eleştirdik. Ancak, bu neo-liberal uygulamalara refakat eden sosyal harcamalardaki gelişmelere de bakmak gerekiyor.

Nurhan Yentürk kamu harcamalarını ayrıntılı olarak çözümlüyor ve ortaya koyuyor ki, milli gelire oranla geleneksel/kurumsal sosyal harcamaların (Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sağlık, emeklilik, işsizlik sigortası ödemelerinin) payı 2006-2014 arasında %9,3’ten 11,7’ye yükselmiştir. Bu öğeler, hem politika, uygulama (kapsam) değişikliklerine, hem de demografik etkenlere bağlıdır. AKP bunlara, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, yerel yönetimlerin önem kazandığı yeni tür sosyal yardımları, hizmetleri de eklemiştir. Bu harcamaların da
ulusal gelire oranı aynı dönemde ılımlı bir artış (%1,9’dan 2,2’ye) göstermiştir.

Yeni tür sosyal yardımların emekçi ve diğer katmanlara dağıtımının asimetrik, keyfî özellikler taşıdığı, hane halkı anketlerinde ortaya çıkmaktadır. Bu özellikler bir yana, geleneksel, kurumsal ve öbür sosyal harcamalardaki artışlar, bölüşüm bozulmalarını telafi edici bir rol oynamaktadır.
***
Kamusal tüketimde (sosyal harcamalarda) gerçekleşen artışlar, kamu açıklarını yukarı çekmedi. AKP’li yıllarda neoliberalizmin “bütçe disiplini” ilkesi özenle izlendi.

Yükselen sosyal harcamaların finansmanı, böylece, vergi hasılatı artırılarak karşılandı.
Merkezi bütçe vergilerinin ulusal gelire oranı %16,5’ten 19,8’e çıktı. Vergi yükünün dağılımının ise emekçi katmanlara ve alt-orta gelir gruplarına kaydırıldığı belirleniyor.

Ücretlilerin gelir vergisi içindeki payı, milli gelirdeki paylarına oranlanırsa, elde edilen değer (katsayı) ücretlilerin vergi baskısıdır. Bu katsayının artması, işçi ve memurların göreli vergi katkısının yükseldiğini gösterir. 2002-2013 arasında ücretlilerin vergi baskısı 1,5’ten 2,3’e çıkmıştır. Dolaysız vergilerin ulusal gelirdeki payındaki ılımlı (%6’dan 6,4’e) artış,
fazlasıyla ücret-maaş bordroları üzerinden gerçekleşmiştir.

Gelir dağılımı etkisi “regresif” olan (düşük gelirlilere daha çok yüklenen) dolaylı,
yani tüketimden, ithalattan alınan  vergilerin toplam vergi geliri içindeki payı ise %59’dan 68’e; ulusal gelire oranı ise %10,5’ten 13,4’e çıkmıştır.

Öyle anlaşılmaktadır ki, AKP’li yıllarda bölüşümün emek aleyhinde seyretmesini bir ölçüde telafi eden kamu tüketiminin (sosyal harcamaların) finansmanı da emekçiler tarafından üstlenilmiştir.
***
Bu karmaşık bilançonun halk sınıfları tarafından algılanması güçtür. Borçlanarak tüketimi artırmak, emekçinin özgür kararıdır; sonunda karşılaşılan “borç tuzağı” da, kişisel bir hata, tökezleme olarak görülebilir.

Yoksunlara parasal, ayni yardımlar tek yönlü bir “ihsan” olarak görülür. Bordrolardan kesintiler vergi olarak algılanmaz. Dünya rekoru dolayındaki mazot fiyatının tüketim mallarına yansıması ise siyasal iktidarlara ender olarak fatura edilir.

AKP’nin seçmen tabanının genişliği ile ekonomik etkenler arasındaki ilişkiler bu türden ipuçları veriyor. Siyasal, ideolojik etkenlerin, sınıf mücadelesinin önemi de böylece ortaya çıkıyor.

Bu yazdıklarım, Bağımsız Sosyal Bilimciler’in AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu başlıklı çalışmasında incelenen, tartışılan konulardan birinden küçük bir kesittir. Kitap, 22 Ekim Perşembe 14:30’da Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, 23 Ekim Cuma 19:30’da
Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde kamuoyuna tanıtılacak.

Prof. Dr. Ali Ercan’dan 2012-13 yeni yıl iletisi..


Dostlar
,

ADD Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız, 2013’e birkaç gün kala, gelişigüzel bir yeniyıl iletisi yazmak yerine, seçkin kişiliği ve engin birikimine uygun bir sorumlulukla 2012’nin bir muhasebesini yapmış ve çıkarımlarda bulunmuş.

Elbette sayısal kanıtlara dayalı.

Ve de 2013 için bilimsel gözlem ve çıkarımlarına dayalı öneri ve beklentileri var.

Okumak ve okutmak, gereği üzerinde düşünmek, gereğini yapmak ve
biraz da “yöntem öğrenmek” gerekiyor Ali Hoca’dan bize göre..

Teşekkür ederiz Sayın Ercan’a ve beklentilerinin gerçeklemesini dileriz 2013 içinde.

Bu son tümcemiz, kendilerine bizim 2013 yeniyıl kutlaması iletimiz olsun..

Biz de 2012’de ülkemiz için ne yaptığımızın dökümünü-hesabını bu sitede sizlere sunacağız 1-2 gün içinde..

Sevgi ve saygı ile.
28.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Prof. Dr. D. Ali Ercan
ADD Bilim Kurulu Başkanı

Ali_Ercan_portresi

Değerli arkadaşlar, 

2012 Aralık ayının son günlerindeyiz; yeni bir takvim yılına giriyoruz. Aslında insanların zaman sayacında bir ara işarettir yılbaşları; çünkü yaşamın akışında 31 Aralık ile
1 Ocak arasında pek de değişen bir şey olmaz; üstelik 1 Ocak günü astronomik anlamda da önemli bir özellik taşımaz. Hani yılbaşı 21 Mart olsaydı, en azından gece ve gündüzün eşit olduğu özel bir gün olarak daha anlamlı bir yılbaşı olabilirdi. Öyle ya da böyle, önümüzdeki günlerde takvimin yıl bölümüne 2012 değil, 2013 rakamı yazılacak.
31 Aralık gecesi ileriye yönelik yeni umutlar beslenecek, yeni planlar yapılacak,
yaşam sürecek, ama bu arada yeni sürprizlerle de karşılaşılacak. Geçmişten
ders almayanlar, geçmişi yaşamaya zorunlu kalırlar..”
 diye bilgece bir öğüt vardır. Bu bakımdan geçmişi anımsamakta, son yıllarda olan bitenlerden
ders çıkarmakta yarar var. Ülkemizin 2012’deki son durumunu kısaca anımsayalım:

  • Doğu Anadolu’muzda Küresel emperyalizmden yüz ve destek bulan ayrılıkçı isyan hareketine karşı, tekil (üniter) devleti korumak adına yürütülen savaş bu yıl da sürdü. Bu savaşta onlarca askerimizi ve polisimizi yitirdik, yüzlercesi sakat kaldı. (Son 10 yılda toplam 750 askerimiz şehit olmuştur.) Büyük kentlerimizde
    PKK terörü estirildi.
  • Küresel piyasa ekonomisine yamanmış, ancak üretmeden “borç alarak yaşamak” modeline oturtulmuş toplum gittikçe borca battı. Ülkenin yabancı kapital kurumlarına olan toplam borcu, bu yıl da 34 milyar $ daha artarak 500 milyar doların oldukça üzerine çıktı. Öyle ki, kişi başına ortalama borç 7 bin $ oldu!
  • Aslında “sanal refah” yanılsamasından başka bir şey olmayan lüks konutlar,
    lüks arabalar, eğlenceler ve her yerde pıtrak gibi yükselen AVM’ler, zaten bilim, sanat, teknolojiden ilgisini kesmiş toplumun  bilinçsiz, sorumsuz, “savurgan bir tüketim toplumu”na dönüşüm işaretleridir. 2000 yılında 2 milyon kadar olan
    kredi kartı sayısı son yıllarda 16 milyona yükselmiş durumda.
  • Ekonomiyi, kaynağı pek belli olmayan gündelik sıcak paralar döndürürken; “net hata-noksan kalemi” denilen saklayıcı adıyla 2012’de ülkeye 13 milyar $ dolayında kaynağı sözde saptamanayn para girmiş durumda.. 2012’de gelir dağılımı adaletsizliği daha ürkütücü bir durum aldı. Gelir adaletsizliğine bir ölçüt olan “Gini katsayısı” 2000 yılında Türkiye için 0,40 iken, 2012 yılında daha da kötüleşerek 0,46 oldu. (Gelişmiş Ülkelerde bu rakam 0,30’un altındadır.)
    Nüfusun yarısı, emeklilerin dörtte üçü  “yoksulluk sınırı altında”, yaklaşık bir milyon aile ise “açlık sınırı altında” yaşıyor…
  • Nüfusun günde 3400, yılda 1,24 milyon kişi arttığı (TÜİK verileri), kaynakların
    hızla tükendiği, enerjiden besine, hemen “her alanda dışarıya tam bağımlı” duruma getirilen ülkemizde, sorumsuz politikacılar hâlâ kadın başına 3-4 çocuk istemekteler. Oysa Gezegende kaçınılmaz duruma gelmiş bir iklim değişikliğinin olumsuz sonuçları ile karşı karşıya ve yaşam kaynakları gittikçe kısıtlanan Ülkemizin nüfusu 82 milyonu aşmış durumdadır. Kadın hakları konusunda Türkiye 132 ülke arasında (Gabon, Zimbabwe, Gambia ve Madagaskar gibi yoksul
    Afrika ülkelerinin arkasından) 87. sırada geliyor.
  • Devlet bürokrasisi abartılı kadrolar ve gereksiz şişirmelerle yandaşlara, imam-hatip mezunlarına arpalık haline getiriliyor. Öte yandan gerçek (reel) üretim ve dışsatım (ihracat) geriliyor. İşsizlik %20’leri aşmış durumda. Halkın ¼’ü işsizlikten, yarısı pahalılıktan yakınmacı, halkın çok büyük bölümü güvenlik ve gelecek endişesi taşıyor.
  • Dünyada İnsansal Gelişmişlik İndeksi (UNDP – HDI)sıralamasında 2000 yılında 83. sırada olan Türkiye, 2012’de 92. sıraya gerilemiştir. Hapishanelerdeki toplam tutuklu-hükümlü sayısı da son 10 yılda 70 binden 130 bine çıktı.
  • Üretmeden tüketen, özünden ve geleneklerinden kopartılmış, beğenisi, kültürü yozlaşmış, yazgıcı (kaderci), umursamaz, şekilsiz (amorf)  bir toplum yalnızca yurdunu topraklarını değil; tüm insansal değerlerini de büyük ölçüde yitirmiş durumda. Yalnızca bilim, kültür, teknoloji, sanat ve estetik yoksunu değil, aynı zamanda adalet duygusu da törpülenmiş; “yeni Anayasa” kurgularına, yargısız infazlara, keyfi adalete, komşularımızla savaş çığırtkanlığına maalesef  kayıtsız kalabiliyor.
  • Son 10 yılda yaklaşık 10 bin yeni cami inşa edildi. Yani günde ortalama 3 yeni cami hizmete alındı. Üniversitelere öncelikle öğrenci yurtları (yükseköğrenimde
    4 milyona yakın öğrenci varken, kamunun yurt kapasitesi 400 bin yani %10 bile değil!), kütüphaneler, laboratuvarlar yapmak yerine üniversite yerleşkelerine cami dikiliyor. Ulusal geleneklerimizle ilgisi olmayan, siyasal İslamın simgesi türban artık kamuda, hastanelerde, okullarda, üniversitelerde her yerde iyice yerleşti. Eğitimde dayatılan 4+4+4 modelinden esas amacın “ört, ört” olduğu anlaşıldı. Bir zamanlar sağcılar-solcular, Alevîler-Sünnîler şeklinde ayrıştırılan Ülkemiz, şimdi biat edenler-etmeyenler, örtünenler-örtünmeyenler, ötekiler-berikiler şeklinde ayrıştırılıyor.

Değerli arkadaşlar, 

Özetle çok kötü yönetilen, umut verici, onur verici, güven verici olmaktan uzak
3. sınıf bir ülkenin yurttaşları olarak, “Laik Cumhuriyeti sonsuza dek korumakla görevli Atatürkçüler” olarak ne denli kahırlansak da, gelecekten umudumuzu kesemeyiz.

Bu bakımdan, önümüzdeki yılda da asıl görevimiz olan halkımızı aydınlatmak,
“halkı Ulus bilincine eriştirmek” çabamızı çok daha yoğun ve daha etkin sürdürmeliyiz. Bunun için her ADD şubesi bir Halkevi gibi çalışmalıdır. Halkevlerinin görevi Halkı Uluslaştırmaktır. Her ADD şubesi bir “kuvayi-milliye kalesi” bilincinde olmalıdır.
Bizler bu çalışmalarımızda özenle partiler üstü olmalıyız, herhangi bir partinin
arka bahçesi görünümü asla vermemeliyiz.
 Herhangi bir partinin, özellikle iktidarda olan bir partinin sorumlu konumdaki yöneticileri ile bu partilere oy vermiş yurttaşlarımızı aynı kefeye koymak yanlışını da yapmamalıyız. Aksi takdirde bizler marjinal bir kesimi ve halk desteği, dayanağı olmayan, halka yansımayan dar kalıplı bir düşünceyi temsil etmiş oluruz ki; bu Kemalizm’e de, Devrimlere de ters düşmek demektir.

Devrimcilik yalnızca geçmişe saplanıp kalmak, geçmişin değerlerini korumak değil; geleceği öngörebilmek ve geleceği yönlendirmektir.   

Bu nedenle, Akıl ve bilimi kendisine rehber edinen ve
Ne mutlu ben Türk’üm” diyebilen tüm yurttaşlarımıza  sorgusuz, koşulsuz kucağımızı açmalıyız. Çünkü Vatanımız gittikçe büyüyen “bölünmek ve laiklikten sapmak” tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Ulusun birliği ve Ülkemizin bütünlüğü temelinde Demokratik, laik bir hukuk devletinin barış ve dayanışmacı işbirliği içinde bir arada yaşayan eşit ve saygın yurttaşları olarak; Mustafa Kemal’in gösterdiği aydınlık yolda ilerleyen, Çağdaş uygarlık içinde onurlu yerini almış bir Türkiye’de yaşamak ülküsü ile..

Değerli arkadaşlar,

Yeni yılda tüm Atatürkçülere ve oğuşlarına yürekten esenlikler, başarılar diliyorum.

Sevgi ve saygılarımla.
27.12.12, Ankara

Prof. Dr. D. Ali Ercan
ADD Bilim Kurulu Başkanı