Etiket arşivi: Nazım Hikmet Kuvayı Milliye Destanı

Nazım HİKMET : Kuvayi Milliye Destanı

 

Kuvayi Milliye Destanı

portresi_ve_sozu

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER 
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR 
VE İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E BAKAN NEFER Saat 2.30. 

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, 
ne ağaç, ne kuş sesi, 
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, 
gece yıldızların altında kayalardır. 
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, 
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan 
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi 
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den dünyanın en yıldızlı karanlığını.  Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa 
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek. 
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. 

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde 
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var: 
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir 
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. 
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. 

Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından 
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp 
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp, gider. 

Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve 
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. 

Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? 
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan’dan önce 
ve Seferberlik’ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek. 

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. 
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu 
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. 

Paşalar onun arkasındaydılar. 
O, saati sordu 
Paşalar: ‘Üç’, dediler. 
Sarışın bir kurda benziyordu 
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. 
Yürüdü uçurumun başına kadar, 
eğildi, durdu. 
Bıraksalar 
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak 
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak 
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı. 

Saat 3.30. 

Halimur – Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir. 

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi 
baktı manga efradına birer birer: 
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer. 
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. 
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam. 
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam, 
memlekette toprağını ve tek öküzünü 
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona ‘Deli Erzurumlu’ derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı. 
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı 
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, 
yine de dimdik ayakta kalabilir. 
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar 
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. 
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki: 
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar. 

Saat: 4 

Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası. 

On ikinci Piyade Fırkası. 
Gözler karanlıkta, uzakta. 
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde. 
Herkes yerli yerinde. 
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı, 
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır. 
Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir 
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı. 

Saat: 4.45. 

Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
diz kapaklarında kan, kantarmasında köpük… 

İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük, 
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. 
Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır: 
Baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. 
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır. 

Saat beşe on var. 

Kırk dakka sonra şafak sökecek. 
‘Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’ 
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde. 
On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nureddin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor: 

— Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var, 
bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam, 
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. 
Meselâ, bakın ‘Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın. 
‘Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. 
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize. 
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. 
‘Kim bilir belki yarın…’ 

Saat beşe beş var. 

Dağlar aydınlanıyor. 
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. 
Gün ağardı ağaracak. 
Kokusu tütmeğe başladı: 
Anadolu toprağı uyanıyor. 
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp 
ve pırıltılar görüp ve çok uzak 
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak 
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. 
Topçu evvel mülâzimi Hasan’ın yaşı yirmi birdi. 
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. 
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. 
Şimdi bir hamlede o kadar büyük. 
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü 
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını 
ağlanacak kadar küçük buluyordu. 

Yüzbaşı sordu:
– Saat kaç?
– Beş.
– Yarım saat sonra demek… 

98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu’lar baskına hazırdılar. 

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nureddin Eşfak baktı saatına: 

– Beş otuz… 
Ve başladı topçu ateşiyle 
ve fecirle birlikte büyük taarruz… 

Sonra. 
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. 
Bunlar: 
Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. 

Sonra. 
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar. 

Sonra. 
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu. 

Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı… 

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı. Nureddin dedi ki: ‘Teselyalı Çoban Mihail,’ 

Nureddin dedi ki: 
‘Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni…’ 

Sonra. 
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu. 
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar: 
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları 
her seferkinden kocamandılar. 
Ve bu postallar daha bir hayli zaman 
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından 
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. 

Sonra. 
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler. 

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı, 
Kan içindeydi yüzü gözü. 
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. 
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. 
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı 
ardarda çakan aydınlık bir bütündü. 

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu: 
‘Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e 
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. 

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 
ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. 

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim. 

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…’ 

Sonra. 
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer 
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten, 
Ümitten ağlıya ağlıya, 
Güneyden Kuzeye, 
Doğudan Batıya, 
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i. 

Ve biz de burda bitirdik destanımızı. 
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, 
Türk halkı bağışlasın bizi, 
onlar ki toprakta karınca, 
suda balık, havada kuş kadar çokturlar, 
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar 
ve kahreden yaratan ki onlardır, 
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır… 

Nazım Hikmet Ran

==================================

Dostlar,

Biz, Nazım Hikmet ustanın benzersiz yapıtı KUVAYI MİLİYE DESTANI üzerine söz edecek değiliz.. Yalnızca, Büyük ATATÜRK‘ün kaleminden Kuvay-ı Milliye tanımlamasını sunacağız. 

Kuvayı_Milliye

Tüm Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerimize (sanırız hepsi rahmetli oldu..) sonsuz şükran ve minnetle..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2020, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

İZMİR’in DAĞLARINDA AÇAN ÇİÇEKLER SOLMASIN…

İZMİR’in DAĞLARINDA AÇAN ÇİÇEKLER SOLMASIN…

Dr. Noyan UMRUK
E. General

Koca Nazım’dan sonra Memetçiğin İzmir’i kurtarışını anlatmak ne mümkün… En iyisi, sözü yine  Nazım’a bırakmak…

saat beşe beş var.
topçu evvel mülâzımı Hasan’ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

yüzbaşı sordu :
– saat kaç?
– beş.
– yarım saat sonra demek…

Teğmen dediğin böyle olacak, içi içine sığmayacak, yüzbaşı dediğin soğukkanlı…
      …

98956 tüfek
ve şoför ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar….

– beş otuz…
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…
sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir’e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya, türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz’i.

“Dünyanın hiçbir ordusunda Türk askeri kadar yüreği temiz ve büyük bir asker görülmemiştir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Bizim Davazlı yeğen de bir mesaj atmış “bene”: “Sıgmeycen canını, 96 yıl soğra İzmir yene İzmir be daayı… Melmegetin hebisini yene aydınlatıveecek  gaari…”
İZMİR’in DAĞLARINDA AÇAN ÇİÇEKLER SOLMASIN…

Sinan Meydan : Büyük Taarruz

‘Ne Muazzam Zaferdi O!’ Büyük Taarruz

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 28 Ağustos 2017

 “Allah’ım ne muazzam zaferdi o, ortalık hercümerç oldu; beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Ve biz mest olduk… Artık benim ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu, ordu bizzat yazıyordu…” (M. Akif, Haziran 1936)

10-25 Temmuz 1921 arasında, 15 gün süren Kütahya-Eskişehir Savaşları’nda yenilip Sakarya’nın doğusuna çekildik. Düşman, Ankara yakınlarına gelmişti. Bu nedenle Meclis’in Kayseri’ye taşınması için hazırlıklar yapılıyordu. İşte o zor günlerde, 5 Ağustos 1921’de, Mustafa Kemal Paşa, 3 ay süreyle olağanüstü yetkilerle başkomutanlığa getirildi.
23 Ağustos-13 Eylül 1921 arasında, tam 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı kazanıldı.
TBMM, 19 Eylül 1921’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa‘ya “gazi” ve “mareşal”unvanı verdi.
Sakarya Zaferi’nin önemli diplomatik sonuçları oldu: Kafkas Cumhuriyetleriyle Kars Antlaşması, Fransa’yla Ankara Antlaşması, İngiltere’yle esir değişimi antlaşması ve Ukrayna’yla dostluk antlaşması imzalandı. İtilaf devletleri TBMM’ye barış teklifinde bulundu.

TAARRUZ HAZIRLIKLARI

Sakarya Savaşı’ndan sonra kış bastırmadan taarruza geçilmesi düşünüldü. Bu amaçla “Sad Harekâtı” adlı bir plan hazırlandı. Ancak taarruz, önce bahara sonra yaza ertelendi. Mustafa Kemal Paşa, “Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak saldırı, hiç saldırı yapmamaktan çok daha kötüdür” diyordu.
14/15 Eylül 1921’de seferberlik ilan edildi. Yeni kurulan 16. Tümen ile Kocaeli’ndeki 17. Tümen Batı Cephesi emrine verildi. Doğu ve Güney cephelerindeki bazı birlikler de Batı’ya kaydırıldı. Böylece Batı Cephesi‘nde ilk kez 200.000’e yakın bir güç toplandı. Ancak bir yabancının ifadesiyle
“Türk Ordusu çıplak denilecek derecede kötü giydirilmişti.” Karşıdaki 200.000’i aşkın Yunan askeri ise çok iyi durumdaydı.

İstanbul‘dan kaçırılan, Rusya’dan, İtalya‘dan ve Fransa‘dan alınan silahlarla, artırılan ve yeni konulan vergilerle ve Hindistan Müslümanlarının verdiği parayla ordunun silah, cephane, araç, gereç, yiyecek, giyecek ihtiyacı karşılandı. İmalatı Harbiye‘de geceli gündüzlü çalışma sonunda, pencere demirlerinden, demiryolu raylarından süngüler, kamalar, yapıldı. Top mermileri yontularak eldeki toplara uydurulmaya çalışıldı. Silah ve cephane, az sayıdaki
kamyonla ve genellikle kağnılarla cepheye taşındı. Yeni uçaklar alındı, kırık dökük uçaklar onarılıp uçacak hale getirildi.

Batı Cephesi Komutanlığı iki ordu halinde teşkilatlandırıldı: Nurettin Paşa‘nın komutasındaki
I. Ordu
 Akarçay’ın batısına, Yakup Şevki Paşa‘nın komutasındaki 2. Ordu Akarçay’ın kuzeyine yerleştirildi. Kocaeli Grubu Gevye Boğazı’ndan Gemlik’e kadar olan sahada, Bilecik ve Bursa’daki düşmana karşı mevzi aldı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 16 Haziran 1922’de Büyük Taarruz‘a karar verdi. Bu kararını Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ve Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) paşalarla paylaştı. Taarruz planı, büyük bölümü
Afyonkarahisar’da bulunan Yunan Ordusu’nun sağ kanadına saldırıp güneyden kuzeye doğru ilerleyerek düşmanın İzmir’le bağlantısını kesmek biçimindeydi. Taarruz, bir baskın şeklinde yapılacaktı.

5 Eylül 1922 Tevhid-i Efkar gazetesi, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal fotoğrafının üstünde “Ordular ilk hedefiniz, Akdeniz’dir, ileri” emri, fotoğrafın altında ise “Düşman Anadolu’nun harimi ismetinde boğulacaktır” yazıyor.

AKŞEHİR TOPLANTISI

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, orduyu son defa teftiş etmek istiyordu. Konya’ya gelip kendisiyle görüşmek isteyen İngiliz generali Townshend‘i görmek bahanesiyle 23 Temmuz‘da Ankara’dan ayrıldı. 25 Temmuz gecesi Konya’da Townshend’le görüştü. 27 Temmuz‘da Batı Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir‘e geçti. Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet paşalar 26/27 Temmuz 1922 gecesi Akşehir’de bir toplantı yaparak 15 Ağustos’a kadar taarruz hazırlıklarının tamamlanmasına karar verdiler. Ertesi gün, 28 Temmuz’da Akşehir’de ordu takımları arasında düzenlenen futbol maçını seyretme bahanesiyle başka komutanlar da Akşehir‘e davet edildi. 28/29 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’un ayrıntıları konusunda komutanlarla görüş alışverişinde bulundu. Bu toplantıda
Nurettin Paşa hariç diğer komutanlar, özellikle Yakup Şevki Paşa, planı uygun bulmadı. Falih Rıfkı Atay‘ın ifadesiyle Mustafa Kemal Paşa, “tarihe karşı bütün sorumluluğu ben kendi üzerime alıyorum” diyerek toplantıyı bitirdi. (Ayrıntılar için bkz. Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. 4, s. 153, 154.) Mustafa Kemal Paşa,
1 Ağustos’ta Akşehir‘e gelen Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) Paşa ile de gerekli görüşmeyi yaptıktan sonra Ankara’ya dönüp 4 Ağustos‘ta taarruz kararını hükümete bildirdi.
6 Ağustos’ta İsmet Paşa, gizli olarak ordulara taarruza hazırlık emri verdi.
Savaş hazırlıkları tamamlanmasına karşın Mustafa Kemal Paşa son bir barış girişiminde
bulunmak istedi. 5 Temmuz 1922’de İçişleri Bakanı Fethi (Okyar)‘ı Avrupa‘ya gönderdi. Bir ay kadar Avrupa’da temaslarda bulunan Fethi Bey, Londra‘da ve Paris‘te çok soğuk karşılandı. Ağustos ortalarında hükümete verdiği raporda “Milli amaçlarımıza ulaşılması ancak askeri faaliyetlerle gerçekleşecektir, başka incelemeye ve yoruma gerek yoktur.” dedi.

GİZLENEN TAARRUZ VE ÇALIKUŞU

Mustafa Kemal Paşa, 17/18 Ağustos gecesi çok gizlice Ankara’dan ayrılarak otomobille Tuzçölü üzerinden Konya’ya gitti. Ankara’dan ayrıldığını birkaç kişiden başka hiç kimse bilmiyordu. 21 Ağustos 1922 tarihli gazetelerde Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’da bir “çay partisi” düzenlediği şeklinde bir haber çıktı. Oysaki Mustafa Kemal Paşa, 20 Ağustos’ta
Akşehir‘de Batı Cephesi karargâhında idi. Konya’ya gelir gelmez postaneyi kontrol edip orada olduğunun duyulmamasını sağladı.

20/21 Ağustos gecesi, Batı Cephesi Karargâhı’nda Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü), 1. Ordu Komutanı Nurettin ve 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı)paşalarla bir toplantı yapan Gazi Paşa, taarruz hakkında harita üzerinde bilgi verip 26 Ağustos sabahı taarruz edilmesini emretti.
Başkomutanlık karargâhında görevli Mahmut (Soydan)‘ın anılarına göre Mustafa Kemal Paşa, 21 ve 22 Ağustos’ta iki gün Çalıkuşu romanını okudu ve çok beğendi.
24 Ağustos’ta Başkomutanlık, Genelkurmay ve Batı Cephesi, I. Ordu’nun bulunduğu Afyon’un güneyindeki Şuhut kasabasına, 25 Ağustos’ta ise Kocatepe’nin güney batısındaki Çadırlı Ordugâh‘a nakledildi.
25 Ağustos’tan itibaren Anadolu’nun dış dünyayla bütün bağlantısı kesildi. Anadolu bir ölüm sessizliğine büründü.
25 Ağustos gecesi Türk birlikleri, bazı yerlerde düşmana 400 metreye kadar yaklaşmış, verilecek taarruz emrini bekliyordu.

KOCATEPE

26 Ağustos 1922, cumartesi… Başkomutan Mustafa Kemal Paşa sabah saat 04.00 dolayında uyandı. Emir erini uyandırıp kahve istedi. Yaver Muzaffer (Kılıç) uyanıp giyinmeye başladığı sırada Mustafa Kemal Paşa’nın çadırının önünde “Allah’ım! Sen Türk Milleti’ni ve ordusunu muzaffer eyle!” dediğini duydu. Kahvesini içti. Gün doğmasına bir saat kala, atıyla Kocatepe’nin zirvesine doğru ilerledi. Birkaç er fenerle yolu aydınlatıyordu. Mustafa Kemal konuşmuyor, sadece ufka bakıyordu. Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Nurettin Paşa da Kocatepe’deydi.
Türk topçusu, saat 04.30’da ateşe başladı. Ateş 05.30’a kadar sürdü. Bu sırada avcı hatları
karanlıkta ilerleyip Yunan mevzilerine yanaştı. Saat 06.30’da Tınaztepe alındı. Saat 07.00’da
Toklutepe ve Kaleciksivrisi alındı. Saat 09.00’da Belentepe zapt edildi. 12.000 süvari (Fahrettin Altay’ın 5. Süvari Kolordusu) Sincanlı ovasına akıp Dumlupınar’ın doğusuna ilerledi. İzmir- Afyon demiryolu tahrip edildi.

27 Ağustos Pazar sabahı saat 04.00’te Kurtkaya tepesi, saat 08.00 civarında
Erkmentepe düştü, gözler Çiğiltepe‘ye çevrildi. 57. Tümen Komutanı Albay Reşat Bey, zamanında Çiğiltepe’yi alamayınca Mustafa Kemal Paşa telefonla “Niçin hedefinize varamadınız?” diye sordu. Albay Reşat Bey, yarım saat sonra hedefe ulaşacağını belirtti.
Mustafa Kemal Paşa yarım saat sonra Albay Reşat Bey’i aradığında, kendisine şu notu okudular: “Yarım saatte size o mevzileri almak için söz verdiğim halde sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” Albay Reşat Bey intihar etmişti. Çiğiltepe o gün saat 17.30 civarlarında alınacaktı. 20.30’da Afyon ele geçirildi.
28 Ağustos’ta Yunan Ordusu’nun asıl cephesi yarıldı. Güneyden ve doğudan ilerleyen Türk kuvvetleri Yunan Ordusu’nu ayırıp kuşattı.
29 Ağustos’ta da taarruz başarılı bir şekilde gelişti. Düşmanın kuzey kanadı, Eskişehir cephesi bozuldu, güneydeki kuşatma da devam etti. O akşam düşmanın iki kolordusu Türk Ordusu’nca çevrildi.

DUMLUPINAR

Türk Ordusu düşmana kesin darbeyi 30 Ağustos‘ta vurdu. 30 Ağustos günü düşmanın beş tümeni (40-50 bin kişi) Türk Ordusu’nca kuşatılmış, çıkış yolları kapatılmıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos’ta saat 14.00’te başlayan savaşı Çalköy yakınındaki 11. Tümen Karargâhı olan Zafertepeden (Dumlupınar tepesi) bizzat yönetti. Düşmanın bir bölümü imha edildi, bir bölümü teslim oldu, kurtulanlar ise İzmir’e doğru kaçmaya başladı.
Mustafa Kemal Paşa‘nın, bir gün sonra, 31 Ağustos’ta savaş alanında gördüğü manzara şuydu:

“Karşıdaki sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bırakılmış toplarla, otomobillerle, sayısız donanım ve gereçlerle, bu kalıntıların arasında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplatıp karargâhımıza sevk edilen sürü sürü esir kafileleriyle hakikaten bir kıyamet gününü hatırlatıyordu…” (Türk İstiklal Harbi, C. 2, 6. Kısım, s. 275).

30 Ağustos 1922’deki bu savaşı, Aslıhanlar-Çal-İşören bölgesinde ve Çalköy’ün doğusunda
bizzat 1. hatta 11. Tümen yanında bulunan Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa
 yönettiği için, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa bu savaşa “Başkumandan Muharebesi” adını verdi.
Mustafa Kemal Paşa, 4 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı uzun konuşmasında, bir yıl kadar önce başkomutan olurken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” söyledi. “Bu savaşın sonucu Yunanların ve Rumların kalbini sındırmıştır. Bu nedenle bu savaşa Rum Sındığı Meydan Savaşı demek çok uygun olur” dedi. 1363 Sırpsındığı Savaşı Türklerin Rumeli‘de tutunmasını sağlamıştı,
1922 Büyük Taarruz ise Türklerin Anadolu’da tutunmalarını sağladı.

Büyük Taarruz bir “mevzi” savaşı değil“imha” savaşıdır, “topyekûn” bir savaştır. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’la, yenilmiş, dağıtılmış, silahları elinden alınmış, subayları esir edilmiş bir orduyu yeninden kurarak “bir husumet dünyasına” karşı zafer kazandı. Büyük Taarruz’u tarihte eşsiz kılan da budur.

İLK HEDEF AKDENİZ

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bozguna uğrayıp İzmir’e doğru kaçan Yunan ordularının
tekrar toparlanmalarına fırsat vermemek için 1 Eylül 1922’de Türk Orduları’na şu emri verdi:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları… Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde zalim ve mağrur bir ordunun esas unsurlarını inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ederek büyük ve necip (soylu) milletimizin fedakârlıklarına layık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. (…) Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”

Türk Orduları, 9 Eylül’de İzmir’e girdi, 18 Eylül’de Anadolu’da Yunan askeri kalmadı. Türk Ordusu 15 günde savaşa savaşa 400-500 km yol kat etti. Orgeneral Ali Fuat Erden buna
“Motorsuz Yıldırım Harbi” demiştir.
Burada, yeri gelmişken, “Atatürk, ordulara Ege Denizi’ni işaret ettiği halde neden Akdeniz dedi?” sorusuna da yanıt verelim. Birincisi, Osmanlı coğrafya kitaplarında Anadolu’yu kuşatan deniz; İstanbul Boğazı’na kadar Akdeniz veya Adalar Denizi, İstanbul Boğazı’ndan sonra Karadeniz olarak adlandırılıyordu. Ege adı ise Yunan mitolojisine dayanıyordu. Ege Denizi kavramı bizde 1941’deki I. Coğrafya Kongresi’nden itibaren kullanılmaya başlandı. İkincisi, Sevr Antlaşması‘yla Türklerin Akdeniz’le bağı kesilmiş, Türkiye bir kara devleti olarak Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, “Akdeniz” hedefiyle bu çemberi kırıp Türkleri yeniden Akdeniz’e indirmek istedi. Yani “Akdeniz” hedefinin hem coğrafi hem siyasi bir anlamı vardı.
1 Eylül 1922 itibarıyla, bırakın 12 Ada’yı ve Ege Adaları‘nı, Akdeniz (Ege) de elimizde değildi; kara ve deniz düşman işgalindeydi. Atatürk, Büyük Zafer’i kazanarak sadece Anadolu‘yu, İstanbul‘u ve Trakya‘yı yeniden vatan yapmadı, aynı zamanda Türkleri de yeniden Akdeniz‘e indirdi.

ŞAYAK KALPAKLI ADAM

Haziran 1936’da Mehmet Akif (Ersoy)‘la son bir röportaj yapıldı. Röportajı yapan gazeteci yazar Kandemir, “Ya, Büyük Zafer üstadım? O anda ne duydunuz?” diye sordu. Akif‘in bu soruya verdiği yanıtı Kandemir’den aynen aktarıyorum:

“Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiğini bilmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek, ‘Ah’diyor. Ve bir lahza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna… Dalıyor. Ve sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:

  • ‘Allah’ım ne muazzam zaferdi o, ortalık hercümerç oldu, beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.’ Tekrar gözlerini yumuyor. ‘Ve biz mest olduk’. ‘O zaman bir şey yazmadınız mı?”. ‘Artık benim ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu…”(Kandemir, “Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Mehmet Akif’le Son Konuşma”, Yakın Tarihimiz, C. 4, s. 129, 130).

    Mehmet Akif
    ‘in yazmadığını Nazım Hikmet yazacak; adını da “Kuvayi Milliye Destanı” koyacaktı. Orada, “Şayak kalpaklı adam sarşın bir kurttan söz ediyordu:

    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
    Yürüdü uçurumun kenarına kadar eğildi durdu
    Bıraksalar, ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…”

    Büyük Zafer hakkında Falih Rıfkı (Atay)‘ın düşünceleri de şöyleydi:
  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.” (Atay, Çankaya, s. 363).Büyük Zafer tüm mazlum milletleri olduğu gibi dünya Müslümanlarını da coşturdu.
    Afganistan Elçisi Ahmet Han, “Ey süngüleri nur saçan akıllı, yiğit İslam ordusu” diye başlayan mektubunda “Esirlik zincirlerini parçalayan” Büyük Zafer’in, “Yalnız Anadolu’ya değil, Asya’nın, Afrika’nın en uzak köşelerine, en ıssız yerlerindeki kulübelerine kadar 350 milyonluk koca bir İslam dünyasına nurlu sevinçler, neşeler saçtığını” belirtiyordu. (İslam dünyasının Büyük Zafer’i kutlama telgrafları için bkz. Bilal Şimşir, Doğu’nun Kahramanı Atatürk, Ankara, 1998).
  • 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Savaşı‘yla Anadolu’yu yurt yaptık, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz‘la Anadolu’nun yurt kalmasını sağladık. Her iki zaferimiz de kutlu olsun…
    ========================================
    Dostlar,Tarihçi Sayın Sinan Meydan‘a çoooook teşekkür borçluyuz bu çok öğretici yazısı için..
    Gerçekçi tarih yazımı insanlığın temel gereksinimlerinden biridir. Yaşananları çarpıtarak değil anlamaya çalışarak, günümüze bağlayarak ve geleceği yordamak için etkili yaşantı deneyimleri olarak değerlendirmek akılcı ve insanlığın yararına olacaktır.

    Büyük ATATÜRK‘ün uyardığı üzere; tarihi yazanın, yapana sadık kalması gereklidir

    Sevgi ve saygı ile. 29 Ağustos 2017, Pertek – Tunceli

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ..


Bayraklar

Bayraklar


Bayraklar

 

 

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E BAKAN NEFER

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için

ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize,
aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyon Karahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde

ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan
balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları

bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde

Altıgözler köprüsünün altından gündoğuya dönerek

ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda

ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam bu kaynakları

ve yolları

ve düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız,
Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel
Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da geçerdi
Gediz’in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: “Üç”, dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.

Saat 3.30.

Halimur – Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi

fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı

tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler

ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona “Deli Erzurumlu” derdiler.

Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı.
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

Saat: 4

Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat: 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük…

İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır;
Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak sökecek.
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:
-Bizim İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,

Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın

“Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın”

Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
“Kim bilir belki yarın…”

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan’ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu:
– Saat kaç?
– Beş.
– Yarım saat sonra demek…

98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle

Birinci ve ikinci Ordu’lar

baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,  beygirinin yanında duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:
– Beş otuz…
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…

  1. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
    Bunlar: Karahisar güneyinde 50
    ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
  2. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini  ihata ettik

Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis:

alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk firenk uşağı…

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı.
Nureddin dedi ki:
“Teselyalı Çoban Mihail”
Nureddin dedi ki:
“Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni…”

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken
kederinden yüzlerini toprağa döndüler.

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:
“Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benze yen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…”

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlaya ağlaya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.

“Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar
ve kahreden yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…”

Nazım Hikmet

Kuvayı Milliye Destanı

Kuvay-ı Milliye Destanı : 26 Ağustos 9 Eylül 1922 arası

Nazım Hiknet

Kuvay-ı Milliye Destanı : 26 Ağustos 9 Eylül 1922 arası
sekizinci bap

26 ağustos gecesinde saatlar
iki otuzdan beş otuza kadar
ve
izmir rıhtımından akdeniz’e
bakan nefer

saat 2.30.

kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
düşman üç saatlik yerdedir
ve hıdırlık-tepesi olmasa
afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
kuzeydoğuda güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
ovada akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
akarçay dereboğazı’nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
ve afyon önünde
altıgözler köprüsü’nün altından
gündoğuya dönerek
ve konya tren hattına rastlayıp yolda
büyükçobanlar köyü’nü solda
ve kızılkilise’yi sağda bırakıp
gider.

düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, yunan’dan önce ve seferberlik’ten evvel
selimşahlar çiftliği’nde ırgatlık ederken manisa’da
geçerdi gediz’in sularını başı dönerek.

dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
o, saatı sordu.
paşalar : «üç,» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe’den afyon ovası’na atlıyacaktı.

saat 3.30.

halimur – ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.

izmirli ali onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp urfa’ya girdiği akşam.
altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman’dı.
çanakkale’de, inönü’nde, sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
sekizinci,
ibrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.

saat 4.

ağzıkara – söğütlüdere mıntıkası.
on ikinci piyade fırkası.
gözler karanlıkta, uzakta.
eller yakında, makanizmalar üzerinde.
herkes yerli yerinde.
tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
içi rahattır.
cennet, ebedî bir istirahattır.
ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

saat 4.45.

sandıklı civarı.
köyler.
sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük…
ikinci süvari fırkası’ndan dördüncü bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
geride, köylerde bir horoz öttü.
ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu.
düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır…

saat beşe on var.

kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
tınaztepe’ye karşı kömürtepe güneyinde,
on beşinci piyade fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
darülmuallimin mezunu
nurettin eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-bizim istiklâl marşı’nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
meselâ, bakın :
«gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.»
hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«kim bilir belki yarın…»

saat beşe beş var.

dağlar aydınlanıyor.
bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
gün ağardı ağaracak.
kokusu tütmeğe başladı :
anadolu toprağı uyanıyor.
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

topçu evvel mülâzımı hasan’ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

yüzbaşı sordu :
– saat kaç?
– beş.
– yarım saat sonra demek…

98956 tüfek
ve şoför ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.

alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
nurettin eşfak
baktı saatına :
– beş otuz…
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…

sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
bunlar :
karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

sonra.
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
aslıhanlar civarında
30 ağustosa kadar.

sonra.
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
esirler arasında general trikopis :
alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı…

yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak’ın ayağı.
nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,»
nurettin dedi ki : «seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni…»

sonra.
sonra, 31 ağustos günü
ordularımız izmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
deli erzurumluydu.
devrildi.
kürek kemikleri altında toprağı duydu.
baktı yukarı,
baktı karşıya.
gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
sonra…
sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve deli erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler…

solda, ilerdeydi ali onbaşı.
kan içindeydi yüzü gözü.
bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«dörtnala gelip uzak asya’dan
akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…

yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…»

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir’e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya,
türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz’i.

ve biz de burda bitirdik destanımızı.
biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…

Nazım Hikmet

Demokrasi ve Kemalizm/Democracy&Kemalism

Kemalizm_ve_Demokrasi_19.11.11