Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

Küresel Emperyalizmin = AB-ABD Cephesinin Türkiye ile Savaşının 2006 Başında Geldiği Kritik Aşama


Küresel Emperyalizmin = AB-ABD Cephesinin
Türkiye ile Savaşının 2006 Başında Geldiği
Kritik Aşama


Dostlar
,

Bu gün 10 Ağustos 2015…
10 Ağustos 1920’ye tarihlenen SEVR ANDLAŞMASI‘nın 95. yılı..

Sevr özlemi
Ama Emperyalizmin kursağında kaldı..
Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Anadolu halkı = Türk milleti görkemli bir kurutuluş / bağımsızlık savaşı vererek Sevr’i tarihin çöplüğüne attı ve yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk katında (nezdinde) TAPUSU ve tarihsel – stratejik bakımdan da TABUSU olan belgeyi koydu.

SEVR’i_Yirtan_Kahramanlar_Ataturk_ve_yoldaslari
Emperyalizm (ABD – AB) hala, Lozan’ı tanımam, onu saymam, ille de “SEVR – SEVR”
diye sayıklamakta. AB Parlamantosu bu doğrultuda kezlerce karar  aldı. ABD ise post-modern Sevr adına BOP Haritası bastırıp dağıttı.. Bu kez karşımızda bir de siyonist İsrail var..

Aklımızı başımıza almamız gerek..

10 Ağustos’ta geçen yıl bir de ucube gerçekleştirerek, Anayasal olarak “Parlamenter Demokrasi” tabanlı rejimde Cumhurbaşkanı seçtik! Dönemin Başbakanı Bay RTE, 12. CB seçildi geçerli oyların %52’si ile.. (Toplam oyların% 40’ına yakın). Şimdilerde Bay RTE, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde partisi AKP 258’de kalınca, “oynamam”.. diye tutturdu ve Koalisyon kurdurmayarak ülkeyi zoraki “seçim yinelemesine” (erken seçim değil!) sürüklüyor..

BOP’un = Yeni Sevr’in eşbaşkanı olarak!

BOP map

 

 

 

 

 

Aklımızı başımıza bir kez daha almamız gerek..

*****

2006 başında kaleme (klavyeye!) aldığımız kapsamlı bir raporumuzu sizinle paylaşmak istiyoruz.. (14 sayfa)

AKP iktidarının 3. yılı sonunda vardığı ve Türkiye’yi sürüklediği yeri de belgeleriyle işlemiştik.

Böyle giderse nereye  ulaşacağımızı da öngörmüştük.
O sıralarda Güneydoğu gene karışıktı, “karıştırılıyordu”

Silopi, Cizre ve Şırnak’ta konferanslarımız olmuştu ADD adına 2002’de..
Bu sırada tanıştığımız Silopi’li bir esnaf ile MSN üzerinden yazışmamız tarihsel bir belge niteliği kazandı. Bu iletişimi bu pencereye alacak, 14 sayfalık kapsamlı raporu ie hem uzunluğu hem de sayfa düzenini korumak bakımından pdf olarak vereceğiz.

Keeeeşke öngörülerimizde yanılsaydık.. 9-10 yıl sonra bu batağa sürükleneceğimizi yazmamış olsaydık..

*****

1 Nisan 2006 günü Silopi’den bir esnafla
MSN üzerinden yaptığımız söyleşi

Ahmet Saltk : ……. nasılsın?

Silopi’dek esnaf : Pardon hocam dışardaydım.

Ahmet Saltık : ………. iyi misin?

Silopi’deki esnaf : Çok şükür hamd olsun.

Ahmet Saltık : Bu son olayları nesıl değerlendiriyorsun?

Silopi’deki esnaf : Çok afedersiniz ama bom bok.

Silopi’deki esnaf : Köpekler kaşınıyor resmen, polis de çok yumuşak olunca hadlerini aşıyorlar.

Ahmet Saltık : Herhalde Türkiye’den ayrılarak bir yerlere varamayacaklarını biliyorlardır?

Silopi’deki esnaf : İsrail’in Filistin’e yaptığı gibi burda biraz eziyet gorseler, o zaman akılları başına gelir.

Ahmet Saltık : AB’nin Kopenhag ölçütleri uygulanıyor.. daha ne istiyorlar?

Silopi’deki esnaf : Hocam, kabahat Devlette.

Silopi’deki esnaf : Dedim ya, tarayacaksın çoluk çocuk demeden.. Bak bir daha kafalarını kaldırıyorlar mı?

Ahmet Saltık : AB korkusuyla acz içinde davranıyorlar sanırım?

Silopi’deki esnaf : Bu gün de Silopi’de başlatmışlar.. Dükkânları taşlıyorlar, ben şu an dükkândayım.

Silopi’deki esnaf :Bazıları gelmiş, “kapat” diyorlar, ama ben kapatmam!

Ahmet Saltık :Dikkatli ve serinkanlı ol.. Bence de kapatma, bravo!

Silopi’deki esnaf : Vallahi geleni de, taş atanı da vururum!

Ahmet Saltık : Yok yok, sâkin ol.. Silah en son aşamada.. çaresiz kalınca..

Silopi’deki esnaf : Pompalıyı kurmuşum, masanın altında bekliyor.
Ama gerçekten çok ciddiyim.

Ahmet Saltık : Ondan önce başka yöntemleri denemelisin..

Silopi’deki esnaf : Aslında benim kinim polise! Nasıl bu kadar sabırlı olabiliyorlar?

Silopi’deki esnaf : Yahu herifler ortalığı dağıtıyor, onlar seyrediyor..

Ahmet Saltık : Kan dökülmemesi en güzeli değil mi?

Silopi’deki esnaf : Bu güne kadar ben de öyle diyordum ama, bunlar gerçekten azdı.

Silopi’deki esnaf : Elbette kan doğru değil. Zaten dinimiz de kesinlikle kan dökmeyi yasaklıyor ama bunlar resmen haklarımıza tecavüz ediyor.

Ahmet Saltık : Aman kardeş kanı dökülmesin..

Silopi’deki esnaf : Bir sürü esnaf arkadaşın dükkânı yağmalandı, dövülenler oldu..

Ahmet Saltık : Polisi engelleyen vali ve hükümet galiba??..

Silopi’deki esnaf : Sabah iki kişiyi MHP’li diye aralarında öldüresiye dövmüşler..

Ahmet Saltık : Deşarj olsunlar diye bırakıyorlar mı? Umarız Devlet zararları karşılar.

Silopi’deki esnaf : Ben de MHP’liyi sevmem ama bu onu dövmem gerekir anlamına gelmez. Bu insanlık dışı bir şey.

Ahmet Saltık : Şiddetin her türlüsünü reddedelim.. AB ve ABD kışkırtıyor.. bunu hiç akıldan çıkarmayalım.

Silopi’deki esnaf : Burda Emniyet Müdürü ikaz etti, “Ben Vali falan dinlemem, ileri giderseniz tararım!” diye.. Gerçekten korktular ve geri çekildiler ama akşam için tekrar toplanacaklarını falan duyuyoruz.

Ahmet Saltık : Biz birbirimizi yedikçe emperyalistler kına yakıyorlar.

Silopi’deki esnaf : Neyse, Allah’tan hayırlsı. Bakalım ne olacak? Ama gerçekten, yapılan insanlık dışı bir şey..

Ahmet Saltık : Son öldürülen 14 teröristin 6’sı yabancı biliyorsun..

Silopi’deki esnaf : Evet.

Ahmet Saltık : Devletimiz güçlüdür, sabır edelim ve elden geldiğince diyalogu koruyalım.

Silopi’deki esnaf : İnşallah öyle olacak..

Ahmet Saltık : Bu topraklarda biz yüz yüze bakacağız. Emperyalizmi defedince birbirimze bakacak yüzümüz kalsın. 1925’te başlayan ilk isyandan (Şeyh Sait) bu yana diyelim ki bu 26. sı..
Türkiye dünden daha zavallı mı ki, pabuç bıraksın?

Ahmet Saltık : …………. iyi misin? Bundan önceki 2 iletim yanıtsız kaldı?

Silopi’deki esnaf : Ama ortalıkta, kendinden olmayan esnafın mallarına ve canlarına zarar vermeleri kabul edilemez bir durum.

Ahmet Saltık : Sana katılıyorum.. güvenlik güçleri başlangıç için sakin davrandılar diyelim.. Bundan sonra böyle sürmez.

Silopi’deki esnaf : İnşallah böyle sürmez, zira böyle oldukça onlar cesaret alıyor.

Ahmet Saltık : Başbakan da tolerans gösterilmeyeceğini sonunda ve zorla da olsa söyledi..

Silopi’deki esnaf : Ben de ona sevindim. Zaten Türkiye’ye yakışanı söyledi.

Ahmet Saltık : Dükkânında şu anda durum nasıl? Gittiler mi?

Silopi’deki esnaf :Öğleden önce tetikte bekliyorduk.

Ahmet Saltık : Şimdi ne durumdasınız?

Silopi’deki esnaf : Emniyet Müdürü’nün sert ikazı ile dağıldılar. Ama akam üstü yine toparlanacaklarmış. Şimdi iyiyiz çok şükür ama bu cadede benim iki dükkânım ve amcamın bir dükkânı dışında hepsi kapalı.

Ahmet Saltık : Sanmam, sen yine de önlemli ol ama Devlet KARARLILIK GÖSTERDİKÇE GERİLEYECEKLER MUTLAKA!

Silopi’deki esnaf : Hayırlısı inşallah.

Ahmet Saltık : SİZİN CESARETİNİZ ÖRNEK.. Güvenlik güçleri gerekeni yapacaktır eminim. Yapabileceğim bir şey olursa bana bildir lütfen.. Bunlar da geçecek..
Türkiye çok büyük bir devlet..

Silopi’deki esnaf : Allah razı olsun.

Ahmet Saltık : Sabır diliyor, geçmiş olsun diyorum.. Hoşça kal..
ADD Silopi Şubesi başkanımıza selamlar.. (AS not : Bu Şube kapandı!)

Silopi’deki esnaf : Aleykümselam. Sizin de buradan bir isteğiniz olursa beklerim.

Ahmet Saltık : Sizin esenliğiniz ve ülkeye sahip çıkmanız bana yeter ödüldür.
Gözlerinden öperim.

********** 

Raporun tümü okununca bugünlere nasıl geldiğimiz – getirildiğimiz ve ne yapmamız gerektiği çok daha net anlaşılacak..

Sabrınız için şimdiden teşekkürler..

Kuresel_Emperyalizmin_AB-ABD_Cephesinin_Turkiye_ile_Savasta_2006_Basinda_Geldigi_Kritik_Asama

 

FİKRET OTYAM.. USTA’m UĞURLAR OLA..


FİKRET OTYAM..
USTA’m UĞURLAR OLA..

AYDINLIK‘taki son yazısı :

AYDINLIK, 25 Nisan 2015

Defterimin arasından bir kâğıt düştü, sinirli bir anımda yazmışım; eğri büğrü satırlarımdan belli:

“Teyzemi bulamadım, Yemen kazan biz kepçe. Hele başkent San’a’da teyzemi aramadığımız sokak, ev kalmadı neredeyse. Bugün Kenya’ya uçuyoruz. Olanak bulursak fotoğraf çekmek için aslan ve fil avına katılacağız.”

Kâğıdı yeniden defterimin arasına yerleştirdim, üzgün.

Neden Kuzey Yemen? Ne işimiz vardı burada? Türkiye neresi,Yemen neresi? Sanki gitmekle, uçmakla bitmeyecekmiş gibi gelen bir yol, bir yolculuk! Annemin ve babamın yüzünden!
Ve yine anam düştü aklıma!

Karanfil Yemen’de biter 
Kına efil efil tüter
Koyuverin de Musa’m gelsin
Zabitin ettiği yeter!

Yemen’e gidenlerin ardından söylenen Anadolu türkülerinden… Bir kırmızı gül müydü,
karanfil miydi yaşamasız elindeki çiçek? Anımsamıyorum, ama kırmızıydı.
Dudaklarını oynatmak istiyordu, istiyordu ama oynatamıyordu ve çıkmıyordu sesi!
O, buğulu kara gözleriyle bakıyordu bir noktaya, hep bir noktaya…

“Ağabeyimi mi soruyorsun ana, beni anladıysan, beni duyduysan başını salla hafifçe,
olmazsa gözlerini kırpıştır, olmaz mı? Ama zorlama kendini.”

Dudaklarını oynatmak istiyordu; elinde, o yaşamasız elinde kırmızı çiçek!
Karanfil miydi, gül müydü acep?

İlkin, o kırmızı çiçek düştü elinden, gevşeyen parmaklarının arasından, o fersiz gözleri daha bir söndü ve yumuldu yavaş yavaş! Bir şeyler demek istedi son bir çabayla, diyemedi!
Sarıldım boynuna, hafifçe düştü başı kollarıma ve anam ölmüştü! Onu, bu güzel insanı,
beni doğuran, beni büyüten, ninniler masallar söyleyen, leğene koyup misk kokulu sabunlarla gıcır gıcır yıkayan, en sevdiğim yemekleri yapan, hastalanınca başımdan ayrılmayan,
günlerce uykusuz kalan, beni seven, beni kollayan anamı artık göremeyecektim yaşadığım sürece! İnanamıyorum anamın öldüğüne, öleceğine!

ANALAR ÖLMEMELİ

Analar ölmemeli, çocuklar, babalar, kardeşler, yani tüm insanlar ölmemeliydi. Ölmemeliydi ama doğa yasası bu, tüm canlılar sırası gelende öleceklerdi ve ölüyorlardı! Sıra anama gelmişti demek! Ellerini tuttum, kapandım üzerine, ağladım, ağladım, yanakları yine sıcacıktı,

“Bir şeyler söyle ana,” diyordum, “n’olur aç gözlerini, aç konuş, oğlum de, yavrum de, sev beni, okşa o pamuk ellerinle!”

Anam yaşamıyordu artık, ne yaptıysak, ne ettiysek, hayır, artık yaşamıyordu. Nice analar gibi
O da toprak olacaktı artık; zordu bunu kabul etmek, buna inanmak. Ama gerçekti işte,
işte önümde soluksuz yatıyordu döşeğinde! Anam Naciye, Konya’nın Beyşehir İlçesi’nden Kolağası Osman Efendi’nin kızlarından birisi, öteki kızın adı Zülfiye.

Kolağası Beyşehirli Osman’ı topraklarımız arasında bulunan Yemen’e gönderdiler görevle, yıllar, ama yıllar önce, taa Osmanlı İmparatorluğu sırasında. Yemen, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi ve bizim ülkemiz sayılıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu da eski gücünü, yüceliğini giderek yitiriyordu.Yemen halkı da Osmanlı sınırları içinde olan nice ülkeler gibi başkaldırıyordu Osmanlı’ya! Zeydi Aşireti’nin başı
İmam Yahya da ülkesinde yönetime başkaldırmıştı; yöresel savaşlar oluyordu ardı ardına,
kanlı savaşlar… Anavatandan çok, ama çok uzak bu topraklara asker mi dayanırdı, top tüfek mi? Bin bir zorlukla geliyordu askerler, savaş araç ve gereçleri, bin bir zorlukla..

Akın akın asker gönderiliyordu Yemen topraklarına. Bunların arasında Eczacı mülazım Vasıf İbrahim de vardı, gönüllü katılmıştı orduya. İstanbul’dan gemiye binip bir buçuk ay sonra
ayak basmışlardı Yemen topraklarına binlerce Anadolu evladı, asker, subay, yük taşıyacak katırlar, toplar tüfeklerle. Yemen’e gönüllü gidenlerden Eczacı Teğmen Vasıf İbrahim, gençliğinin on yılını bu topraklarda geçirdi. İngilizlerin her türlü kışkırtmayı, yardımı yaptığı İmam Yahya kuvvetleri bir yandan, sonradan savaşa katılan İngilizler bir yandan,
savaşı iyice hızlandırdılar ve ordu sonunda yenik ve O da niceleri gibi tutsak düştü İngilizlere!

Kimileri evleniyordu tutsakken! Subaylara olanak tanıyordu İngilizler. Eczacıya “Seni de evlendirelim,” dedi arkadaşları, “kocasını savaşta yitirmiş bir hanım var, bizim şehit Kolağası Osman Efendi’nin kızı, gel sana alalım onu!”

Sonunda olur dedi, yüzünü görmediği bu kadınla evlendi. Naciye kadının ilk kocasından bir yetim oğlu vardı Mehdi adında. Bir de kız kardeşi vardı Naciye kadının, ipek saçlı, kara gözlü Zülfiye. Ne ki Zülfiye’nin o kapkara gözlerine gölge düşürmüştü çiçek hastalığı! Bundan mıdır nedir, yanık yanık türküler söylerdi, ağıtlar söylerdi, tıpkı anavatandaki analar, bacılar gibi!

BARIŞ… BARIŞ… BARIŞ…

İnsanlar anladılar sonunda, savaşın yanı sıra barış diye bir şey vardır! Neden vuruşurlar, neden öldürürler birbirlerini acımasız, neden evler ocaklar yıkılır, çocuklar babasız kalır?
Evet, barış, bunlar artık olmasın diyedir. Barış anlaşması imzalandı, esirler dönecekler ülkelerine artık.

Kocaman bir vapur yanaştı Hüdeyde Limanı’na. Baron Bek adlı bir yolcu vapurudur bu.
Esirleri İstanbul’a götürecek, bir Alman vapuru, kocaman! Eczacı artık binbaşıdır, karısı Naciye, üvey oğlu Mehdi, karısının kardeşi Zülfiye de sıradaydı gemiye bineceklerin sırasında.
İngilizler ellerindeki listelere bakarak esirleri bindirdiler Baron Bek’e ve sıra onlara geldi. Savaşı kazanmış İngilizler kendi havalarındaydılar, gururlu, şımarık, “Sen,” dediler Zülfiye’ye, “Sen binemezsin vapura, burada kalacaksın!..” Bir tartışmadır başladı ve uzun sürdü, Zülfiye de bir Türk komutanının kızıydı ve Türk uyrukluydu, O’nun da sayılması gerekliydi ve tutsak olduğu için anlaşmaya göre elbette binecekti esir taşıyan vapura! Dikbaşlı İngilizler dayattılar, “Gidemez!” Sonuna kadar direttiler, konu yüksek komutanlara ulaştı, burada da tartışmalar sürüp gitti, haber geldi ki, “Naciye gidebilir, çünkü o tutsak bir Türk subayının eşidir.
Çocuk Mehdi de gidebilir, çünkü o da tutsak  subayın oğludur, ama Zülfiye gidemez,
evli değildir, gidemez!”

Bakmıştır Zülfiye kız, köpükler bırakarak giderek küçülen vapurun ardından, sürmüştür ağlaması, çok sürmüştür. Neden sürmesin? Yoktur kimi kimsesi artık, hiç yoktur, yapayalnız kalmıştır Yemen denen o elden çıkmış, sözüm ona vatan sayılan topraklarda, bir zaman
vatan sayılan topraklarda, limanında, kucağında bohçası, bir başına!

İstanbul’a döndükten sonra çok aratmışlar, gelenden, gidenden, orada kalanlardan
haber sormuşlar. Çocukluğumdan beri tek düşüm gidip teyzemi bulmak; İngilizlerin salmadığı, bohçasıyla Hüdeyde Limanı’nda, çöl Yemen’de bir başına boydak kalakalan teyzemi,
anam yadigarını.

===========================================

Dostlar,

Türkiye’miz bunca yangın yeri iken, üstüne üstlük bir de, Fikret Otyam nam seçkin vatan evladını yitirdik. 1926 doğumlu idi, 89 yıl dolu dolu yaşamıştı acıları ve sevinçleri ile.
Bizi en çok etkileyen sanat yapıtları içinde, Anadolu kadınlarınının yüzlerini resmettikleri
başta geliyor..

Ne denli iridir O caaanım Anadolu kadınlarının gözleri.. Yüzlerinin üst yarısı neredeyse gözleridir.. Göz göz olmuştur Anadolu kadını da bize neler neler demektedir!?..

Gözlerime, gözlerimin içine, gözlerimin derinliklerine bakın.. Anlarsınız derdimi, meramımı.. diye haykırmaktadır o bakışları ile adeta..

Otyam ustanın görsel sanat yapıtları düşsel kurgular, fantastik imgelemler (imaginations) temelli değildir.

Ya nedir; esinini doğrudan yaşamdan alarak beslenmiş ve tuvallere Otyam’ın “parmaklarından” (fırçadan değil!) resmedilmişlerdir. Anadolu’yu, özellikle Doğu’yu özellikle dağ taş gezmiş, benzersiz kareler çekmiş ve doğrudan o yaşantı ortamlarında deyim yerinde ise “şarj” olmuştur.

Gördükleridir o iri mi iri kara gözler Anadolu kadınlarının leçeklerinin, yemenilerinin, tüllerinin, başörtülerinin (ama asla günümüzdeki gibi siyaset alet edilen İslamın türbanı gibi değil!) gerisinde.. Otyam usta ie göz göze gelmiş ve iletilerini Usta’nın yüreğinin derinliklerine
sözsüz olarak (non-verbal) deyim yerinde ise ekmişlerdir. Tohumlamışlardır Utyam Usta’yı
o acılı mı acılı iletileriyle.. “Doğurmak” kalmıştır Fikret Otyam ustaya, sancılı doğumlar..

Konuş(a)mamış ama daha derinlerden özdeşim (empati, diğerkamlık) kurarak Otyam Usta ile “hemhal” olmuşlardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Küreselleşme şiirinde benzersiz ustalıkla kullandığı biçimde “birbirlerini yaşamışlar” dır!
Batı kökenli Empati‘nin en yetenekli tanımı bir ozanımızdan : “Birbirini yaşamak“..

Kolay mıdır bunca içkin içkin ürün ortaya koymak?!
Onların her
Hangi gönül pınarı dayanır bu varsıl mı varsıl aktarımlara?
Kurur da gider birkaç üründen sonra..
Onların her biri birer ciğer paresidir derinlerden kopup da gelen..

Otyam Usta’yı halkı, Anadolu insanı ve O’nun kültürü, acılı yaşam biçimi bilemiş ve yontmuştur. O ekinin (kültürün) ayrılmaz bir parçası olarak da Otyam Usta içinde, yüreğinde, beyninde bir rezonans üretebilmiş, onu algılayabilmiş ve yapıtlarına yansıtabilmiştir.

Bu, Otyam’ın ardına dek açılmış olan “Gönül gözü” nün objektifidir, tuvalidir, daktiolosudur..

Fikret Otyam bir Cumhuriyet aydını ve sanatçısıdır.

Fikrat Otyam, Atatürk Türkiye’sinin AYDINLANMA DEVRİMİ’nin ürünüdür.

Otyam, Toplumcu (Sosyalist) bir sanatçıdır.
Sanatını topluma adamış, onun sorunlarını, güzelliklerini, öykünmelerini, çözümlerini, iletilerini taşımıştır bize. Bu iletiler, kültürel kodlar her zaman çok açık olmayabilir. O kodları çözmek yaman iştir, Devrimci sanatçının her şeye karşın yılgınlaşmaya, hele hele yabancılaşmaya
hiç mi hiç hakkının olmadığı nice alınterleriyle sulanmak gerekir.

Fikret Otyam Usta ve can yoldaşı, sanatçı dostu Filiz Otyam işte böyle üretken, onurlu,
devrimci – toplumcu sanatçıya yaraşan, Atatürk Devrimlerine tarihsel karşı sorumluluklarını sonuna dek yerine getiren bir yaşam sürdüler.

Selam olsun Otyam’a, Fazıl Hüsnü’ye de, Behçet Kemal’e de, Mehmet Akif’e,
arkadaşın Orhan Kemal’e, çok acılı ezgilerin benzersiz terennümcüsü Selda Bağcan’a da..

Selam olsun Anadolu Erenlerine.. Hacıbektaş’a, Saltık Sultan’a, Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a, Pir Sultan’a, Aşık Veysel’e…

Selam olsun Mustafa Kemal Paşa‘nın canlandırdığı – harladığı, Osmanlı şalını kaldırarak
yol verdiği kadim Anadolu kültürüne ve Anadolu Rönesansı’na..

Bu topraklar, bu halk, dinci – mezhepçi – faşist – kanlı totaliter başkancı rejimler dayatan
tarih artıklarını kesinkes tasfiye ederek Uygarlıklar Beşiği Anadolu mirasını geleceğe taşıyacaktır. Anadolu, Dünya uygarlık ve kültür birikimine değerli katkılar sunacaktır.

Fikret Otyam Usta, sen rahat uyu, bu böyledir ve sen bu kadim gerçeği içinde besleyerek yaşadın.. Üstüne düşeni fazlasıyla yaptın. Bizebir borcun yok, ama biz sana çook borçluyuz ve ne yapmamız gerektiğini biliyoruz: emin ol yapacağız, başaracağız!

Sevgi ve saygı ile.
9 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. D. Ali Ercan’dan konferans : ENERJİ VE ÇEVRE / Fizik Mühendisleri Odası – Ankara


Prof. Dr. D. Ali Ercan’dan konferans :

E N E R J İ   ve  Ç E V R E..

energy&environment
Fizik Mühendisleri Odası – Ankara

 K O N F E R A N S…

ENERJİ ve ÇEVRE

Ali_Ercan_portresi

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Çekirdek Fizikçi

07 Mart 2015 Cumartesi, Saat 14:30
Mithatpaşa Cad. 44/16
Kızılay – Ankara,
Not : İsteyenlere Konferans yansıları gönderilecektir…

==================================

Çabalarınız için çooook teşekkürler Ali hocam!

Takvim yaşının (Kronolojik yaşın) pek de belirleyici olmadığına ne güzel örneklerden birisiniz..
Kaldı ki, bu ölçüt bakımından da handikaplı sayılabilecek bir yaşta kesinlikle değilsiniz..
Milyonlarca 70+ yaş miskin miskin köşesine çekilmiş, kahve köşelerinde çürürken..
Siz ne denli “güzel bir insansınız.. “Düşünen, üreten ve insanlığı seven.. işte örnek insan;
Prof. Ali Ercan!
Üstelik yılların emeğini damıttığınız birkaç on sayıda yansınızı
cömertce, isteyene yollayacaksınız! Sizin galiba boş zamanınız çok!?
Mustafa Kemal Paşa, en büyük yapıtı Cumhuriyet’imizi kutsal bir emanet olarak
işte bu anlamda “GENÇLİĞE” bıraktı eminiz..

Sevgi ve saygı ile, 01.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İç savaşı önlemenin tek yolu: Cumhuriyetçi cephe


İç savaşı önlemenin tek yolu:
Cumhuriyetçi cephe


Umit_Zileli_portresi

Ümit Zileli

Neredeyse bir yüzyıl sonra yeniden başımıza geçirilmek istenen “Yeni Sevr” planlarını bozacak, ülkeyi kanlı bir iç savaştan, paramparça olmaktan kurtaracak yalnızca bir tek güç vardır:

Cumhuriyetçi Cephe.

Yılbaşı gongu vurduğu andan başlayarak geri sayım başladı…

Ancak bu geri sayım yalnızca 2015 seçimleri için değil, aynı zamanda Ülkenin, Cumhuriyetin geleceği için yapılıyor!.  AKP’nin, Haziran ayında yapılacak seçimlerden bir kez daha tek başına iktidar çıkması, zaten büyük ölçüde yıpratılmış, kurumları tutsak alınmış Cumhuriyetin tümden rafa kaldırılması anlamına geliyor… İşin hazin tarafı, ülkeye yön verdiklerini
iddia edenler bu amacı artık saklamıyor bile!..

Geçen yazımda belirttiğim gibi; ülkenin görünür gelecekte “özerklik” adı altında en az ikiye bölünmesi, Abdullah Öcalan’ın serbest kalması artık kanıksanmış, hatta beklenen sıradan olgular durumuna getirildi!.. Başkanlık sistemi fiilen başlatıldı bile… Seçimlerden sonra  “Başkan’ın” emriyle Ordunun sınır ötesi operasyonlarda kullanılmasının sıradan bir duruma indirgeneceği de ortada… 2015’in Ermenilerin 100 yıllık düşü olan toprak istemlerinin
en şiddetli biçimde dayatılacağı bir yıl olacağını da unutmayın!..

Kısacası, seçimlerde bu yönetimden kurtulup, Cumhuriyetin yeniden inşasını başaracak
bir iktidarın yolu açılamazsa, “olmadı, artık bir dahaki sefere” diyebileceğimiz bir zaman yok, kalmadı!.. Ancak, bu hükümeti yolcu edip, çoğunluğu alabilecek ve “Kürt çözümü” dahil, sorunları çözmeye muktedir bir iktidarı kurabilecek bir güç var :

CUMHURİYETÇİ CEPHE!..

Gelin bunu nasıl başarabileceğimizi tartışalım…

Ama önce yakın tarihe bir bakalım: Tarih gösteriyor ki, Cumhuriyetçilerin, yurtsever sol ve millici çevrelerin, emperyal güçlerin güdümündeki hükümetlere karşı yaptıkları ittifaklar büyük başarılar kazandı… Bu gerçeği kavrayan emperyal efendiler ve piyonları,
tüm güçleriyle bu tür birliktelikleri yıkmaya çalıştılar. Çoğu kez başarılı da oldular!..

Birkaç örneğe göz atarak, bu çıplak gerçeği görebiliriz: İspanya’da 1936’da General Franko’ nun da içinde yar aldığı Faşist Blok’a karşı Sosyal Demokratların, Cumhuriyetçilerin ve Komünistlerin oluşturduğu Halk Cephesi oyların %47’3’ünü alarak iktidara geldi. Yine 1936’da Fransa’da Halk Cephesi, hem de faşizm Avrupa’da yükselişteyken %57 oyla ezici bir
zafer kazandı.. 1970’te

Şili’de Salvador Allende, ABD’nin tüm gücüyle desteklediği aşırı sağcı aday karşısında,
sol ve cumhuriyetçi ittifakın oylarıyla kıl payı da olsa devlet başkanlığını kazandı..
İtalya’da, merkez sol partilerin bir araya geldiği ve cumhuriyetçi, ilerici İtalyanların desteklediği, Prodi liderliğindeki “Zeytin Dalı” ittifakı, 2006’da yıkılmaz denilen  Berlusconi iktidarını devirdi!..

Tabii, tersi örnekler de var… En acı örneği vermekle yetinelim: Almanya’da 1924-1932 arasında yapılan 4 seçimde Sosyal Demokratların, Sosyalistlerin ve Komünistlerin oylarının toplamı, Hitler’in Nazi Partisi’ni bir kaşık suda boğmaya yetiyordu. Ancak bir türlü bir araya gelemediler. 1924’te %6.5, 1928’de %2.6 oy toplayabilen Nazi’lerin 1937’deki oy oranı %37.4’e ulaşmıştı. Eğer o tarihte bile ittifak yapsalar yine iktidarı alabiliyorlardı. Yapmadılar!. Bir yıl sonra, 1933’te yapılan seçimlerde Hitler %43.9’la iktidara geldi. Bu tarih öbür partilerin ve Almanya’nın felaketini ilan ediyordu.. Tabii 6 yıl sonra başlayacak ve 65 milyon insanın
can vereceği 2. Dünya Savaşını da…

O savaşta başta Sosyal demokratlar olmak üzere, o partilerin de payı çok büyüktü!..

Aslına bakarsanız, o denli uzaklara gitmeye de gerek yok, en can alıcı örnek kendi ülkemizde; Cumhuriyetçiler, 1994 Belediye seçimlerinde öylesine bölündüler, öylesine boğazlaştılar ki,
hiç akla gelmeyen şey gerçekleşti, Recep Tayyip Erdoğan %25 oyla İstanbul iktidarına uzandı!.. 8 yıl sonra da ABD’nin engin desteğiyle Türkiye’nin iktidarına uzanacaktı!..

    * * *

Yukarıdaki örnekler, bize çok net bir şeyi anlatıyor…

Emperyal güçlerin desteklediği iktidarları yenilgiye uğratmanın biricik yolu,
en büyük özverileri bile göze alarak ittifak yapmaktan geçiyor!..
Ve Cumhuriyetçi Cephe’nin böyle bir gücü ve dolayısıyla çok büyük şansı var…

Öncelikle şunu görmemiz gerekiyor:
Şu anda, verili durumda AKP’nin önüne geçme olasılığı bulunmuyor.
Anketler de bunu gösteriyor: AKP % 37-40 bandında, CHP %23-27 bandında, MHP ise %13-15 aralığında seyrediyor. HDP ise ancak bağımsız adaylarla kazandığı vekillerle TBMM’de
gurup kurabiliyor, %7 dolayında.. Son seçimlere bakacak olursanız, yaklaşık 10 milyon insanın sandığa gitmediği görülüyor. Ve bunların içinden AKP’ye oy çıkacağını sanmıyorum.
Üstelik bu rakam Cumhurbaşkanlığı seçiminde 15 milyona çıkmıştı!..

Bu tablodan çok net anlaşılacağı üzere,
AKP’yi sandıkta bu şekilde devirme olasılığı yok denecek ölçüde zayıf.

Peki, ne yapmalı?. Bu ünlü sorunun yanıtı çok açık değil mi?

-İttifak!..

10-15 milyon kişinin sandığa gitmediği, yine milyonlarca oyun baraj nedeniyle çöpe gittiği
ve iktidar partisinin hiç hakketmediği sandalyeler kazandığı bu açmazı ancak böyle kırabiliriz. Çünkü halka güven verecek bir ittifak AKP’nin oylarını dramatik biçimde geriye de çekecektir.

Bu ittifakın başını doğal olarak CHP’nin çekmesi gerekiyor.

Kendisine Cumhuriyetçi, solcu, ulusalcı, millici, sosyal demokrat diyen herkesi, her partiyi kucaklayacak bir politikayı, hiçbir komplekse kapılmadan oluşturması gereken güç CHP’dir… Bu ittifakın anayasası ise çok uzun değil, birkaç sözcükle oluşturulabilir:

– Cumhuriyetçi Cephe’ye Cumhuriyeti savunan herkes katılabilir…
İttifak görüşmelerini sabote etmeye kalkan ise anında tasfiye edilir…

Anayasa bu kadar. halka ilan edilecek bir “Temel Programa” da ihtiyaç var.
Buna, halkın güvenini kazanacak bir “sözler manzumesi” de diyebiliriz:

1-Bu ittifakın oluşturacağı iktidar, ülkenin bölünme sürecine dur diyecek,
Kürt sorunu tüm yurttaşların katılacağı, tüm milliyetlerin onuru gözetilerek
barış ve kardeşlik temelinde çözülecektir.

2-Yolsuzluk ve hırsızlıklar sonuna dek takip edilecek, yasadışı servetler
Hazine’ye aktarılacak, sorumlular en ağır şekilde cezalandırılacaktır.
“Nereden buldun?” yasası, akraba- eş-dost dahil olmak üzere geniş tutulacaktır.

3-Derhal üretim ekonomisine geçilecek, tarım-turizm-tekstil gibi ülkenin motor gücü olabilecek sanayiler teşvik ve destekle ayağa kaldırılacaktır.

4- Ahlak dışı metotlarla özelleştirildiği saptanan tüm milli servetler özüne kavuşturulacaktır.

5- Milli eğitim bütünüyle yeniden ele alınacak, çocukların ve gençlerin
dinsel istismarı ve gerici tüm programlar iptal edilecektir.

6- Kuvvetler ayrılığı ilkesi tüm anayasal güvencesiyle yeniden yaşama geçirilecek,
Yargı bir daha geri dönülmemecesine bağımsız yapıya kavuşturulacaktır.
 

Sanıyorum ilerici, Cumhuriyetçi bir ittifak öncelikle bu maddelerin yaşama geçirilmesini isteyecektir. Böyle bir ittifak, aritmetik değil geometrik şekilde çoğunluğa ulaşır ve kazanır
diye düşünüyorum. Çünkü bu tür ittifaklar yarattığı coşku ve heyecan oranında oyunu artırır.

Zaman çok az, ama neler yapılacağı, nasıl yapılacağı ortada.
Önemli olan tek şey ise İRADE!..
CHP bu ittifakı gerçekleştirebildiği takdirde hem halkın güvenini hem de iktidarı kazanır.

CHP, böyle bir ittifakın içinde olmazsa ne olur?.
Kötü olur!..
İttifakın çok önemli bir ayağı dışarda kalmış olur..
Ancak CHP, dışarda kalarak, geçen seçimde aldığı %26 oyu görebilir mi?
Hiç sanmıyorum!..
Bu ittifak ise yine kurulur, yine halka gider, yine programını açıklar ve barajın çok üstünde bir oy oranıyla TBMM’ye girer.
Dışarda kalanlara ise ne olur, bilemem…
Onlar için ancak, Nietzsche’nin o müthiş özdeyişini anımsatabilirim:

-Korkarak yaşayanlar yaşamı yalnızca seyrederler!.. 

Odatv.com

===========================================

Dostlar,

Son günlerin en önemli yazılarından birini değerli yazar Ümit ZİLELİ kaleme aldı..

Odatv.com‘da yayımladı..

Biz de tümüyle katılarak paylaşıyoruz…

Haydi CHP, çizmelerini giy, kasketini tak ve kollarını çemle (sıyır); başla..
Geç kadim Anadolu!ya.. yaslan mazlum halkımıza..
Gelir arkası..
Bu kadim halk çok akıllıdır, sağduyuludur.
Nasıl Mustafa Kemal Paşa‘nın peşine takıldı 100 yıl önce, onca yokluk ve umutsuzlukta;
ikna edilirse bir kez daha yapar..

Hiç kuşkunuz olmasın..

Haydi sevgili kardeşim – hemşehrim – arkadaşım – dostum Kemal Kılıçdaroğlu..

Tarihin ibresi ender bir konumda seni tarihsel – kritik bir sorumluluğa,
kaçamayacağın, kaçınamayacağın bir göreve çağırıyor..

Sen akıllı adamsın, çook zekisin bunu görüyor ve biliyoruz..
Tek yol bu kaldı : CUMHURİYETÇİ İTTİFAK!
Görürsün, görmelisin, görmektesin eminim ÇIPLAK GERÇEĞİ..

Haydi, ülkene bir kez daha omuz ver..
Sana yakışanı yap tüm yüklerini – angajmanlarını atıp özgürleşerek..

Mustafa Kemal de öyle yaptı.. Tüm rütbelerini söktü..
Aylığı, makamı yoktu; üstelik boynunda hain padişah Vahdettin’i idam fermanı vardı!

Sen de, CHP de ülkemiz de ancak böyle kazanacak..
Biz AYDINLAMACILAR – MUSTAFA KEMALİN YOLDAŞLARI
bir kez daha kazanacağız.
Kazanmak zorundayız, kazanmaya mahkumuz, anlıyorsun değil mi??

Sevgi ve saygı ile.
04 Şubat 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Einstein’s letter to Ataturk’s Turkey : Einstein’in Atatürk’e Mektubu

Einstein’s letter to Ataturk’s Turkey

Einstein’in Atatürk’e Mektubu

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. yıldönümü


Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. Yıldönümü
“PEK ÇOK ANAM VAR!”
(Prof. Dr. Leziz Onaran’ın anısına)

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı
5 Aralık 1930’a dek bu konuda zorlu bir savaşım verilmiştir. Batılılaşmanın etkisiyle Tanzimat’la (AS: 1839) başlayan kadın eğitimi ve kadın hakları düşüncesi 2. Meşrutiyet’le (AS: 1908) büyük bir sıçrama yapmış, kadınlar, toplumsal yaşamın
hemen her alanında erkeklerle birlikte görev almaya başlamıştır. Bu dönemde kadınlar, dergi ve gazeteler bile çıkarmaya başlamış, dernekler kurarak oldukça etkin bir mücadele yürütmüşlerdir. Prof. Tarık Zafer Tunaya’ya göre 1918’e gelindiğinde
kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu. [1]

1919 sonbaharında Son Osmanlı Mebuslar Meclisi için seçim hazırlıkları yapılırken
kimi gazeteler kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını gündeme getirmişlerdir. Vakit gazetesi, ABD’de bu konunun ele alınmış olmasını vesile sayarak Türk kadınlarına da seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda bir sormaca yapmış, Halide Edip, Nakiye Hanım, Kız Öğretmen Okulu müdürü gibi bazı tanınmış kadınların görüşlerini sormuş, gazete Kız Öğretmen Okulu’nun son sınıf öğrencileri arasında anket bile yapmıştır.[2] Siyasal haklarını ilke olarak savunmakla birlikte kadınların da bu konuda henüz açık bir programa sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Buna karşılık mebus seçimlerinde bazı yerlerde Halide Edip Hanım’a oy verildiği görülmektedir.[3]

Bu tarihlerde Batılı kadınlar, seçme ve seçilme hakkı konusunda dünya kongreleri düzenlemektedirler. 1913’te Budapeşte’de toplanan Kadınlara Seçme Hakkı Verilmesi Milletlerarası Cemiyetler Birliği’nin toplanmasından sonra 16 ülke kadınlara siyasal haklar tanımıştır. Bunlar Danimarka, İrlanda, Hollanda, Almanya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, Lehistan, İsveç, İngiltere, Rusya, Kuzey Amerika’dan dokuz eyalet, Kanada, Rodezya, Afrika’nın doğusundaki İngiltere sömürgeleri ve Jamaika’dır.

Bundan sonraki kongre Haziran 1920’de Cenevre’de toplanmış, bu toplantıya Küba, İspanya gibi ülkelerin kadın örgütleri de katılmıştır. Kongre’de Türk kadınlarını Kıbrıslı Mustafa Paşa’nın kızı ve İspanya Elçiliği Müsteşarı Ferruh Niyazi Bey’in eşi Azize Hanım temsil etmiştir. Ahmet Cevdet’in İsviçre’den gönderdiği yazıya göre kongrede konuşmacı Azize Hanım pek çok alkışlanmıştır.[4] Ancak o daha çok Türk kadınlığının çektikleri ve ülkenin bağımsızlığını anlatmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara seçme hakkı ilk kez 15 Kasım 1921’de Köy ve Bucak Yönetimi Kanun Tasarısı görüşülürken ele alınmıştır. Tartışma bucak (nahiye) yönetimi için yapılacak seçimlerde kadınların da hesaba katılıp katılmayacağı konusundadır. Daha çok muhafazakâr tutumlarıyla tanınan ama bazı demokratik istemleri ileri sürmekten de geri kalmayan İkinci Grubu mensup Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, 20 evli bir köyde üç erkek bulunabileceğini, kalanının kadın olduğunu, bunların genel yaşama katılıp vergi verdiklerini, ancak bu zavallıların birtakım adamların elinde tutsak olduğunu söyleyerek “Şûraya kadınlar da girmelidir.” demiştir (AS: Şura, Nahiye-Köy Yönetim Kurulu). O’nu, radikal mebuslardan Tunalı Hilmi Bey, oturduğu yerden “Yaşa, yaşa!” sesleriyle desteklemiştir. Sözlerini sürdüren Hüseyin Avni Bey, mebuslardan duygusallığa kapılmamalarını, mademki kadınlardan “aşar” (AS: 1/10, ondalık tarım ürünü vergisi, öşür) alınıyor; onların haklarını da vermek gerektiğini, yüzlerce kadının mütegallibe erkeklerin (AS: Haksız ve yolsuz güçle hükmetmeye çalışanlar, zorbalar, derebeyleri, mütegallibeden bir adam..) tutsağı olduğunu,
oysa üç-dört haneye bakan, aile reisi olan kadınlar bulunduğunu anlatarak
“Büyük Millet Meclisi, aile reisi olan kadının seçim hakkını teslim etsin.” demiştir.

Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, O’na oturduğu yerden bir sataşmada bulunur:

–  Kaç karın var?

Hüseyin Avni Bey, bu soruya şu anlamlı yanıtı verir:

–  Pek çok anam var!

Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay O’nunla dalga geçer:

– Hüseyin Avni Bey’in feministliğini tebrik ederim.

Hüseyin Avni Bey’in buna yanıtı ise şöyledir:

– İnsanlığımı tebrik ediniz.

Sıra, Tunalı Hilmi Bey’dedir:

– Şu dakikada Meclis kürsüsünden Türklük ve Müslümanlık âlemine doğru bir ses aksetmiş bulunuyor ki, bu sesi ilk çıkaran Hüseyin Avni Bey’dir. Kendisini tebrik ederim. Bir söz söyledi, bence en ruhlusu o sözdür. Hissiyata kapılmayalım.

Bir mebus “Ne hissiyatı Allah aşkına!” diye seslenince Tunalı Hilmi, Azerbaycan’ın kadınları seçime katmasının Türkiye’ye büyük bir ders olması gerektiğini söyler.
Konya Mebusu Hilmi Bey, Azerbaycan’ın Bolşevik olmasını kast ederek:

– Bizim memleketimize Bolşeviklik girdi mi Hilmi Bey?” diye sataşır. Tunalı Hilmi Bey, bunun Bolşeviklik olmadığını söyler. İslamiyet’in kadına verdiği değerle ilgili olarak
bir ayet okumak isterse de sesi patırtılar ve gürültüler içinde duyulmaz olur.
“Sözlerimi dinleyin” ricası“Neyi dinleyeceğiz” diyerek kesilir. O gene de konuşmakta diretir. Ülkenin Batısında muhtar olan kadınlar bulunduğunu, hadi seçilme hakkının verilmeyişini anladığını ama seçme hakkının neden esirgendiğini sorar.
“Bu teklif zaten kabul edilmeyecektir. Fakat Hüseyin Avni Bey’i tebrik etmek istedim.”  der.

Tartışma gene de son bulmaz. Konya Mebusu Musa Kâzım Efendi, İslam kadınlarının tutsak olmadığını, İslamiyet’in kadınlara Avrupa kadınlarına göre daha büyük tasarruf hakkı verdiğini ileri sürer. Erkekle kadının savaş gibi kimi zorunlu durumlar dışında bir arada bulunmasının caiz olmadığını anlatır. Oturum başkanı konuyu kapatmak istese de Tunalı Hilmi “Reis Bey, İslam kadınları kadı olabilirler. Camilerde vaaz verebilirler”
diye seslenir. Hükümet tasarısında bu konuda bir işaret olmadığı belirtilerek tartışmanın gereksizliği nedeniyle tartışma yeterli görülüp geçilir.[5]

Böylece kadınlara seçme ve seçilme hakkı konusu, gündemden kalkar.
Gerek gezilerindeki konuşmalarda gerekse yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türk kadınının toplumsal yaşamda  hak ettiği yeri alması gerektiğini savunmuş olan Mustafa Kemal Paşa, bu tartışmalarda taraf olmaz ve seçme ve seçilme hakkı konusunda tutum almaz.

1923’te seçimlerin yenilenmesi kararının alınması üzerine Vakit gazetesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda kadınlar arasında bir anket düzenlenir. Bu arada 13 kadın bir girişim kurulu oluşturarak konu üzerinde kamuoyu yapmaya başlar. Bunlar Türk Kadınlar Şûrası‘nı toplamış, ardından Türk Kadınlar Fırkası’nı kurmuşlardır. Ancak hükümet kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partiyi yasaklayınca Türk Kadın Birliği kurulur. Kadınlar, on yıl boyunca seçme ve seçilme hakkı peşinde koşmuşlardır. Ancak bu birlik de hükümet tarafından kapatılmıştır. [6] Dönemin hükümet etme anlayışı Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın dediği gibi “Memlekete komünizmi getirmek bile icap etse bunu ancak hükümet yapacak”tır. Bütünüyle erkeklerden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi,
hükümetin isteğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkını ancak 1930’da tanıyacaktır.
O tarihte bu hakkın tanındığı ülke sayısı 25’tir. (12.05.2013)

[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 1, II, Hürriyet Vakfı Yayınları
[2] Vakit, 25, 31 Teşrinievvel, 24 Kânunuevvel 1919,
[3] Yenigün, 2 Kânunuevvel 1919 “Kadın Mebuslar”
[4] İkdam, 15, 16 Haziran 1920
[5] TBMM Zabit Ceridesi, C. 12, 15 Kasım 1921, s. 222-225
[6] Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp, 2003, Metis Yayınları

SAKINAN YAHUDİLİK; GENİŞLEYEN HRİSTİYANLIK VE İSLAM…


SAKINAN YAHUDİLİK; GENİŞLEYEN HRİSTİYANLIK VE İSLAM…

Dostlar,

Çok değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan yine çok öğretici, düşündürücü bir yazısını sağolsun bizimle paylaşmış..

Yazıda aralara ayraç içinde biz de düşüncelerimizi ilettik..

Ali hoca, salt Matematik bilgisi kullanarak bile yaşamda pek çok sorunun
akılcı -bilimsel çözümlere kavuşturulabileceğini yazılarıyla hep örnekliyor..
Bu yazıda da çarpıcı örnekler var..

  • “..Demek ki Musa’ya başlangıçta inananların sayısı öyle filmlerde gösterildiği gibi on binler değilmiş…”
  • “..Tanrı Dünyayı MÖ 3589 yılında yaratmış oluyor..”

Oysa bilimsel bilgilerimiz Dünyamızın 4,5 milyar yaşında olduğunu ortaya koyuyor..

İnsan aklının, başta dinsel kökenli olmak üzere tüm boşinanlardan (hurafelerden) kurtarılması gerekiyor.

Dikkatle okunmasını dileriz..

Teşekkür ederiz Sn. Prof. Ercan

Sevgi ve saygıyla.
30.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

Tesettürlü Yahudiler ve Musa’nın ilk Cemaati

Portresi_gulumseyen

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

SAKINAN YAHUDİLİK, GENİŞLEYEN HRİSTİYANLIK VE İSLAM…

Musa’nın ilk cemaati bin kişiden daha azdı…

Değerli arkadaşlar,

Orta-doğu dinleri aynı familyadan inanç sistemleridir…
Eril bir Tanrıya tapınmayı emreden bu e
rkek egemen dinler Orta-doğu Coğrafyasının dışına da taşmıştır. Dünyada ~ 1,4 milyar Müslüman ~ 2,4 milyar Hıristiyan vardır. Bu dinlerin çıkış kaynağı olan Yahudiliğe inananların sayısı ise ilginç bir şekilde, bunların toplamının binde beşinden azdır.

Hıristiyanlar barışçıl ‘misyonerler’ aracılığı ile,
Müslümanlar savaşçıl ‘cihad’ ile öbür insanları kendi Dinlerine çevirmek için uğraşırken, Yahudiler özenle doğal sayılarını korumak siyaseti güttüler. Kurala göre, bir kimsenin Yahudi olabilmesi için en azından onu doğuran kadının, öz Anasının Yahudi olması gerekiyor. (A.Saltık: ırkçı-etnik milliyetçilik!..
Oysa Mustafa Kemal Paşa; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” diyerek ırkçı olmayan, etnik – dinsel temelli olmayan bir sosyolojik – tarihsel
Ulus tanımı yapıyor, Anadolu halkını emperyalizme karşı Ulus olmaya davet ediyor..)

Bugün yeryüzünde yaklaşık 14 milyon (Yıllık nüfus artış hızları neredeyse sabit… %0,3) Yahudi var. Toplam Yahudi nüfusunun 6 milyon kadarı İsrail’de yaşıyor. Nazilerin Yahudi soykırımı Yahudi nüfusunun artışına büyük bir darbe vurmuştur. 1940’larda her yaştan ~ 5 milyon Yahudi  Naziler tarafından öldürülmeseydi şu anda Dünyadaki Yahudi nüfusu ~19 milyon olabilirdi. 
 
Abartılı Musa Filmleri
 
Tarihçiler Hz. Musa’ın MÖ 1330 dolayında yaşadığını aktarıyorlar…
Buna göre aradan geçen 3344 yılda, yıllık binde 3’lük artışla
19 milyon olan Yahudi populasyonun başlangıç sayısı,

Nx(1,003)3344= 19×106 eşitliğinden N=848 kişi bulunuyor… 

 
Demek ki Musa’ya başlangıçta inananların sayısı öyle filmlerde gösterildiği gibi on binler değilmiş.

(A. Saltık : Bir efsanenin basit bir matematiksel denklemle –
akıl yürütmeyle çökertilmesine çarpıcı bir örnek…)

Sevgilerimle.  æ

___________

Not. Dünyanın 6 günde Tanrı tarafından yaratılışını başlangıç alan kameri
Yahudi takvimine göre şimdi 5775 yılındayız; buna göre Tanrı Dünyayı MÖ 3589 yılında yaratmış oluyor 🙂

Ultra ortodoks Yahudiler ve kadınları
7

3 Reporter Adrian Humphrey Requested by Phill Snel Reporter Adrian Humphrey Requested by Phill Snel 11 15

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!


Dostlar
,

Birikimli tarih araştırmacısı ve yazarı dostumuz Sn. Zeki Sarıhan, gündem karmaşası içinde gözden kaçan 1. Dünya Paylaşım Savaşını 100. yılında irdeledi. Önemli bilgiler ve önermeler içeriyor.. Bu ağır faturadan emperyalizm sorumlu. Ve biz insanlar birbirimizle uğraşacak yerde asıl hedef olarak insanlık düşmanı emperyalizm ile boğuşmalı ve ondan davacı olmalıyız.

Sevgi ve saygı ile.
6.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!

portresi

 


Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye yakın tarihinin en karanlık dört yılı olan 1. Dünya Savaşı’na girişimizin
100. yılını arkamızda bıraktık. Bu savaşın 100. Yıldönümünü ile ilgili birkaç bilimsel toplantı, birkaç kitap ve makale yayımı yapıldı. Belki önümüzdeki iki ay içinde
birkaçı daha yapılacak ama olayı gerektiği kadar önemle ele aldığımız söylenemez.

İlginç bir tarihsel rastlantıdır: Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten 9 yıl önce yani 29 Ekim 1914 günü, “Devlet benim” diye düşünen ve kendini çok kudretli gören bir adam, Enver Paşa, bir emrivaki ile Osmanlı İmparatorluğunu savaşa soktu. O, iradesini Almanlara teslim etmişti. Yanına üç arkadaşını daha alarak Almanlarla gizli bir anlaşma yapmıştı. Ama gerek İttihat Terakki’nin Merkezi Umumisi içinde, gerek yöneticileri arasında böyle bir savaşın devleti felaketin içine atmak olduğunu düşünenler vardı.

1914’te Türkiye yarı sömürge bir ülke, borçlarını ödeyemez durumdaydı.
İmparatorluk, büyük devletlerin çıkar çatışmaları nedeniyle varlığını sürdürebiliyordu.
İki büyük emperyalist grubun dünyayı yeniden paylaşmak için tutuştukları bu savaşta Türkiye’nin izlemesi gereken biricik yol, tarafsız kalarak, ikisinin de düşmanlığını
üzerine çekmemek, onların çekişmelerinden yararlanarak durumunu güçlendirmekti.

29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanını, resmi ve özel törenlerle kutladığımız halde, aynı gün 100. yılına geldiğimiz büyük felaketi neredeyse unutmamızın nedeni, tarihten gerekli dersi çıkarmamış olmamızdır. 1. Dünya Savaşı örneğinde savaş siyasetinin millete nelere mal olduğunu öğrenecek bir millet, bir daha böyle serüvenlere kalkışacak olanlara fırsat vermez. Fakat hâlâ hayret edilecek bir tutumla bu savaşa girmemizin zorunlu olduğunu savunanlar vardır! Bu gibiler, ya dışarıya bağlılığın kendileri için getireceği bir yükümlülüğü hesap ederek kendilerini mazur göstermeye çalışacak olanlar, ya da serüven peşinde koşmaya hevesli kişilerdir. Oysa 1939’da patlayan 2. Dünya Savaşı’nda iki blokun da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sürükleme çabalarına karşılık devlet, Enver Paşa politikalarından çıkardığı dersle bu isteklere
karşı koymasını bilmiş ve Türkiye’yi 2. Büyük Savaş felaketinden korumuşlardır.

MİLLET SAVAŞA NASIL SOKULDU?

İngiliz ve Almanlar dünyanın yeniden paylaşılmasına hazırlanırken Türkiye’ye bu savaşta kendi tarafında yer almasını istediler. Enver Paşa kararını çoktan vermişti. İngilizlerin “Tarafsız kalın toprak bütünlüğünüzü garanti edelim.” önerisini kabul etmedi. İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman savaş gemisinin Çanakkale Boğazından geçip İstanbul’a gelmesinden sonra bile devletin bu savaşa katılıp katılmaması tartışılmaktaydı. Enver Paşa ise çoktan kararını vermişti. Amiral Suşon’a şu emri verdi:

“Bütün filo Karadeniz’de manevra yapmalıdır. Müsait bulunduğunuz anda Rus filosuna hücum ediniz. Muhasemata başlamazdan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız.” Gizli emirde ise şöyle yazmaktadır:

“Rus filosunu arayınız ve nerede bulursanız harp ilan etmeksizin hücum ediniz.”

Filoya bu emri neden Almanlar değil de Enver Paşa vermiştir? Nedeni, Enver Paşa’nın ölmesi veya yenilmesi halinde iş başındakilerin “Biz savaşa girmeyi kendiliğimizden istemedik. Haberimiz yok iken Almanlar bizi sürüklediler ve bir şey yapamadık.” demelerinin önünü kesmektir. Bu emir gereğince 27 Ekim’de Karadeniz’e açılan filo,
29 Ekim günü Sivastopol’ü topa tutar. Bu baskının amacı, “Ruslar Karadeniz’de gemilerimize saldırdı.” biçiminde açıklanacak ve böylece savaşa girmek istemeyen bakanları da bir emrivaki karşısında bırakmaktır. Bunun üzerine Ruslar Doğu Anadolu’dan Osmanlı topraklarına girerler. [1]

Mustafa Kemal Paşa, 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada,

Milleti bugün idam sehpasında bulunduran fiillerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissiyattır.” diyerek 1. Dünya Savaşı’na girişin bu hissiyatın ta kendisi olduğunu söylemiştir. Kendi siyasetlerini bununla karşılaştırarak şunları söylemiştik:

“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” 

Mustafa Kemal Paşa’ya göre, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmenin bütün dünyanın düşmanlığı, kini ve garazı bu memleket ve
bu millet üzerine çekilmiştir. [2]

SAVAŞIN MALİYETİ KORKUNÇ

Savaş, bütün taraflar için büyük felaketlere neden oldu. Bu savaşta Rusya 4.700.000, Almanya-Avusturya-Macaristan bloğu 2.700.000, Fransa 1. 840.000,
Sırbistan 1.330.000, İngiltere 1.000.000, Romanya 360.000, İtalya 880.000,
Belçika 100.000 insan yitirmiştir. Bunların toplamı 15.130.000 kişi tutuyor.[3]

Yenigün gazetesinin verdiği rakamlara göre Harbiumumi’deki kayıplar “Müthiş bir yekûn” tutmaktadır. Bu savaşta 10 milyon kişi ölmüş, 14 milyon kişi yaralanmış,
6 milyon kişi ağır hasta olmuş, 6 milyon kişi kaybolmuştur. Bunların toplamı
36 milyon kişidir. Maddi kayıpların toplamı ise 2 milyar 700 milyon altındır. [4]

Türkiye’nin bu savaştaki yitiklerine ilişkin rakamlar da Millî Mücadele yıllarında verilmekteydi. Dersaadet gazetesi savaştan önceki 34 milyon nüfusun 13 milyona indiğini, savaş giderlerinin ise 146.284.227 lirayı bulduğunu yazmıştır.[5]

İkdam, “Harbiumumi’ye dair siyah liste” başlığı ile verdiği haberde 2.850.000’e ulaşan Osmanlı ordusundan bir milyonunun mahvolduğunu yazmıştır. [6]

17 Şubat 1922 tarihli Osmanlı ordusunun sıhhiye tebliği yayımlanmıştır.
Buna göre 501.000 Osmanlı askeri ölmüştür. [7]

Osmanlı ordusunun savaşta askeri durumuyla ilgili istatistik çalışmaları
Büyük Taarruz’dan 14 gün önce sonuçlanabilmiştir. Buna göre seferberlik başlangıcında ordu mevcudu 150.000 kişidir. Seferberlik ilan edildikten sonra 1.920.000 kişi toplanmıştır. Savaş sırasında en yüksek mevcut 2.850.000’e çıkmıştır.

Asker ve subay olarak adları belli şehitlerin sayısı 50.000’dir. 35 bin kişi de savaşta aldığı yaralar sonucunda ölmüştür. Hastalıktan yaşamını yitirenlerin sayısı 240.000’dir. Adları belirlenememiş şehitlerin sayısı ise 325.000’dir. Savaşta 400.000 kişi yaralanmıştır. Yitik, tutsak, hasta ve kaça (firar) toplamı 1.065.000 kişidir. Ateşkes başlangıcında bu ordudan devletin elinde yalnız 560.000 kişi kalmış bulunuyordu.

1922 Ağustosunda işgal altında bulunan Trakya ve İzmir dışında, 1. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yitirdiği toprakların yüzölçümü 1.600.000 km2’dir.[8]

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki yitikleri ise Tevhidiefkâr gazetesi tarafından
“dehşet” olarak nitelenmektedir. Gazetenin verdiği rakamlar şöyledir:

Yaralananları ve hastalananların toplamı 3.059.200, bunlardan tedavi edilenlerin toplamı 2.107.841, şehitlerin ve hastanede ölenlerin toplamı 501.091.
Engelli kalanların sayısı 891.364. [9]

HEPİMİZ DAVACIYIZ

1. Dünya Savaşı, büyük bir yenilginin acısından ve Türk nüfusun mahvından başka, ülkede yaşayan azınlıkların da büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Şimdi Türkiye 1915 Ermeni Tehcirinin 100 yılına hazırlanmaktadır. Türklerin Ermenileri, Ermenilerin de Türkleri suçlaması sürecektir.

  • Oysa hepimizin dünyaya egemen olmak için milliyetleri birbirine düşüren emperyalizmin yakasına yapışmamız ve ondan davacı olmamız gerekiyor.

Birkaç yıl önce yayımlanan bir araştırma, Ermeni tehcirinin Almanların bir projesi olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle anlatıyor.[10] Musul ve Konya Valilikleri sırasında Ermenileri göç ettirmediği için görevden alınan Mehmet Celal Bey
daha 1918’de şöyle yazıyordu:

“Hepimizin mağduru felaketi bir. Binaenaleyh Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz. Birbirimizde kusur bulmaktan ise el ele verip medeniyet dünyasında adalete el uzatmak ve yüzyıllardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu duruma getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”[11] (3 Kasım 2014)

[1] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. III, 1914–1918 Genel Savaş, Kısım 1, Türk Tarih Kurumu, 1991, s. 229 ve devamı.
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 12, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları, s. 123, 124.
[3] Hâkimiyeti Milliye, 20 Mart 1921.
[4] Yenigün, 29 Aralık 1921; Açıksöz 3 Ocak 1922.
[5] Dersaadet, 29 Temmuz 1920.
[6] İkdam, 15 Şubat 1922.
[7] İkdam, 17 Şubat 1922; Açıksöz, 22 Şubat 1922.
[8] Akşam, 12 Ağustos 1922.
[9] Tevhidiefkâr, 15 Aralık 1921.
[10] Hüseyin Hasançebi, Osmanlı Ermeni Olayı,Sahne-i Facia, İstanbul, 2010,
Pencere Yayınları,
[11] Vakit, 13 Aralık 1918, Radikal 26-7.4.2014

DOĞU PERİNÇEK : “Kürt Koridoru’nun muhafızları”


“Kürt Koridoru’nun muhafızları”


portresi_bayrakli

 

DOĞU PERİNÇEK

AYDINLIK, 4.10.14

Bütün yurttaşlarımızın Kurban Bayramı’nı kardeşlik, barış, özgürlük dilekleriyle kutluyoruz.

Sıfır olasılık

En önemli soru: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınırı geçtikten sonra Suriye Ordusu ile çatışma veya Şam’a yürüme olasılığı var mıdır?

Yanıt: Sıfır olasılık!

Genelkurmay, hükümete verdiği raporda “Suriye’nin hassasiyetlerine özen gösterilmeli” uyarısında bulunuyor. Org. Necdet Özel de bu duyarlılığı yineledi.
Sınır ötesinde harekât yapacak olanların tutumu budur.

Graham Fuller ve Henry Barkey gibi ABD kurmayları, “savaşı yitirdik” diye gerçeği teslim ettiler. Beşar Esat’ı devirme siyaseti gerçekçi değildi ve yenildiler.
Şimdi “Esat’ın terörü temizlemesine ses çıkarmayalım” siyasetine yöneliyorlar.

Peki bu koşullarda TSK tamponunu Suriye’ye karşı saldırı olarak yorumlayanların yaptığı iş nedir?

“Kürt Koridoru” adı verilen İkinci İsrail Koridoru’na muhafızlık yapıyorlar,
bir.İkincisi, ama daha önemlisi: PKK’nın imdadına koşuyorlar.

TAMPONDAKİ SAFLAŞMA

Türk Ordusunun Tampon bölge kurmasına kim karşı?

– ABD emperyalizmi,
– İsrail,
– PKK, KCK, HDP ve yeni müttefikleri CHP.

Saflaşma apaçık ortada değil mi?

Genelkurmay Sözcüsü, “Tampon bölgenin Kürt koridorunu dağıtacağını” belirtiyor.

Abdullah Öcalan, TSK’nın hedefinde kendilerinin bulunduğunu belirtiyor ve
AKP’yi “sonra darbe olur” diye uyarıyor.

KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, “Tampon bölge kurulursa savaş başlar.” diyor
(Aydınlık, 3 Ekim 2014).

Amerikancı yazarlar da Tezkere’nin PKK’yı hedef aldığını açıkça yazıyorlar
(Örneğin Cengiz Çandar, Radikal, 2 Ekim 2014).

Suriye’nin kendi topraklarında Türk Ordusunun askerî harekâtta bulunmasına karşı açıklaması olağandır, bir ilke tutumudur. Ancak Suriye yetkilileri, sınırdaki terörün temizlenmesine olumlu bakıyorlar.

Bölücü ve sözde İslamcı teröre karşı mücadele, bölge ülkelerini birleştirecektir. Süreç bu yöndedir.

TÜRK ORDUSUNA KURŞUN SIKACAKLARA MORAL VERENLER

PYD’nin silahlı güçlerini ABD’nin Özel Kuvvetleri olan Delta Force eğitiyor
(Aydınlık, 1 Ekim 2014). Niçin?

– Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kurşun sıkacaklar.

Tampon bölge karşıtları da, Türk Ordusuna kurşun sıkacaklara moral veriyorlar.

Bir kısım örgütler, Ankara’da PKK/PYD ile dayanışma yürüyüşü yapıyorlar.
Kendilerini gizlemek için emperyalizm karşıtı ve Suriye dostu sloganlar bulmuşlar.

Peki bunlar değil miydi düne dek “Katil Esat” diyenler ve ABD’nin Suriye’yi yıkma harekâtını destekleyenler. Yine aynı cephedeler!

DÜZ OVADA SAVAŞAMAYANLAR

PKK’nın morali perişan. “Rojava”daki liderleri, Finlandiya’ya değil, Danimarka’ya kaçmış! Selahattin Demirtaş’ın da moralinin bozuk olduğunu dostları yazıyor
(Ruşen Çakır, Vatan, 28 Eylül 2014). HDP yöneticileri, Washington’da ve Ankara’da yalvarma eylemlerine geçtiler.

PKK bütün iddiasını yitirdi. Kandil’dekiler, “Düz ovada savaşamayacaklarını”
ilan ettiler. O zaman sormazlar mı,

  • “Siz Kürt devletini Kaf Dağı’nın tepesinde mi kuracaktınız?”

Düz ovada savaşamayanlar, halkın güvenliğini sağlayamayanlar devlet kurabilir mi, özerklik yürütebilir mi?

PKK’nın koruyamadığı Kürtler, T.C.’ye sığınıp Türk askerine sarılıyor.

Hani T.C. düşmandı, Türk Ordusu düşmandı!

Kürdün can güvenliğini Türk Silahlı Kuvvetleri sağlıyor.

Yalnız Ayn el- Arap’taki Kürtler değil, Güneydoğu Kürtleri de bunu görüyor.
Halk, artık farkındadır: Güvenliği PKK sağlayamaz, Türk Ordusu sağlar.

BU VATAN KİMİN VATANI ?

Bölücü teröre kol kanat gerenler şu soruyu kendisine sormalı:

– Bu vatan benim vatanım değil mi?
– Bölücü terörün temizlenmesi beni ilgilendirmiyor mu?

Bu sorular özellikle CHP’nin önündedir, ama PKK kuyrukçusu sözde Solcuların
ve onların cephesinde yer alan başkalarının da önündedir.

TSK’NIN AYAĞINA DOLAŞMAK KİMİN GÖREVİ ?

Bugün bir vatan savaşının eşiğindeyiz.

Türk Silahlı Kuvvetleri, valilere verilen operasyon yetkisini geri istedi
(Aydınlık, 3 Ekim 2014). Demek ki, harekâtın iç cephesi var.

Bu haber, vatanını sevenleri uyarmaya yetmiyor mu?
CHP’nin aklını başına getirmeye yetmiyor mu?

Bölge ülkeleri ve Türkiye’nin vatanseverleri sürece katkıda bulunmak durumundadırlar. Bu katkı, bölücü teröre karşı mücadelenin karşısına dikilerek yapılmaz.
CHP ve PKK kuyrukçuları bunu yapıyor.

Türkiye’nin bütünlüğünü ve barışı sağlamak istiyorsak, bölücü teröre karşı
vatan mücadelesine katkıda bulunacağız. Mücadelenin tutarlı olarak yürütülmesine yönelik yapıcı eleştiriler getireceğiz. Ama hakem ve yargıç konumundan değil,
savaş mevziisinden.

BİR ÜLKEDE İKİ SİLAHLI GÜÇ OLUR MU

Türk Ordusu, Türkiye vatanı içinde kime karşı harekât yürütecek, Suriye’ye karşı mı?

Bir ülkede iki silahlı güç olmaz.

  • PKK’nın silahlı örgütleri önünde sonunda dağıtılacaktır.

Türkiye’de vatanın bütünlüğü görevi bütün görevlerin önündedir.
Bağımsız ve Demokratik Türkiye için mücadelede öncelik,
şimdi bu görevin başarısında düğümleniyor.

CHP dahil PKK’nın dostları, AKP’ye karşı mücadele etmiyorlar, Türkiye’ye karşı mücadele ediyorlar ve AKP’ye “vatanseverlik rolünü” ikram ederek, AKP’ye karşı mücadeleye de zarar veriyorlar.

‘KOMÜNİST HİLMİ’NİN ÇOCUKLARI

Bugün Kürt Koridorunun muhafızlığına soyunmak,
ABD cephesinde mevzilenmek anlamına geliyor.

İstiklâl Savaşı’nda düşman ordusuna destek olmak hangi anlama geliyorsa,
Kürt Koridoruna kalkan olmak da aynı anlama geliyor.

Mustafa Kemal Paşa savaşırken, O’nu beğenmeyen ukalâlar vardı.
Hatta bunların bir kesimi İstanbul’da “Komünistcilik” oynuyorlardı. Adları İştirakçi Hilmi, yani “Komünist Hilmi” idi, ama yaptıkları iş İngiliz işbirlikçiliği idi.

Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı gibi gerçek devrimciler ise
Mustafa Kemal Paşa’yla birlikteydi ve Parti Pehlivanlar cephelerde savaşıyorlardı.

(Son Güncelleme: Cumartesi, 04 Ekim 2014 10:39)

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ : 23 AĞUSTOS- 13 EYLÜL 1921


SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ : 
23 AĞUSTOS- 13 EYLÜL 1921           

“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile sulanmadıkça bırakılamaz”
Mustafa Kemal Paşa
 

Birinci ve İkinci İNÖNÜ Muharebelerinden sonra Yunanlılar, 10 Temmuz 1921’de YUNAN BÜYÜK TAARRUZUNU başlattılar. Zayıf birliklerimizce tutulmakta olan Kütahya güneyine yüklenerek cephe boyunca ilerlediler. 20 Temmuz’a dek yürüttükleri saldırılarla birliklerimizi geri çekilmeye zorladılar.

Cephe durumu ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal, birliklerimizin Sakarya Nehri (POLATLI BÖLGESİ) doğusuna çekilmesini gerekli gördü. Böylece zaman kazanılacaktı. 21 Temmuz’da tekrar saldırıyı başlatan düşman; bu plan uygulanarak büyük özverilerle yavaşlatıldı ve 25 Temmuz’da Sakarya Nehrinin karşı kıyısına geçildi.

Yunan Ordusu’nun amacı; Türk Ordusunu imha ederek, TBMM’ne Sevr’i kabul ettirmek idi. Türk Ordusu düşmanla çarpışarak, geri çekilme planını uyguladı.
İsmet Paşa, imha olmamak için Sakarya Irmağının doğusuna çekildi.

Bu Muharebeler sonucunda; Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi büyük stratejik merkezler elden çıktı. Birliklerimizin muharebe gücü azaldı. Yurtta büyük hayal kırıklığı belirdi. TBMM’nde moral bozukluğu başladı. Sert tartışmalar oldu. Aslında Yunanlar,
Türk Ordusunu büyük ateş ve silah üstünlüklerine rağmen, yok edememişlerdi.

Ordumuz Sakarya’nın doğusunda, güvende idi. Buna karşın muharebenin yitirilmesi, cephe gerisinde büyük bir yıkım haberi gibi etki yapmıştı. 

25 Temmuzdan sonra TBMM içinde ve dışında MUHAREBENİN yitirilmesi ile ilgili birçok tartışmalar yapılmış, sorumlular aranmış, sonunda herkesin üzerinde durduğu
ve birleştiği çare bulunmuştur. O da olağanüstü önlemlerin alınması idi.

Bundan sonraki Muharebeler Türk Ulusu için bir ölüm kalım çatışması olacağından,
bu ülkenin tüm gücü ile hazırlanması gerekli idi.

Alınması düşünülen olağanüstü tedbirler, 25 Temmuz’da cepheye gidip gelen bir grup milletvekili tarafından önerilmişti. Bu yoldaki uygulamanın da tek elden yönetilmesi amaca uygun düşecekti. Herkesin üzerinde birleştiği tek kişi Mustafa Kemal idi.

Mustafa Kemal’e inananlar, bu ağır işin altından yalnız O’nun kalkabileceğini biliyorlardı. Eğer O geniş yetkilerle donatılırsa düşmanı yenebilirdi.

Mustafa Kemal karşısında olanlar ise, bu yolla oluşacak bir başarısızlık;“Onun otoritesinin kırılacağını” hesaplıyorlardı. Tüm sorumluluğu yüklenen Başkan’ın
bu kritik durumu kurtaramayacağını sanıyorlardı. Böylece O’nun Ulus içindeki büyük
ve sarsılmaz durumu zedelenecekti. Böylece O’nun Ulusal Savaşın önderliğinden indirilmesi mümkün olabilecekti. Bu kötü niyetliler çoğunlukta değildiler ancak havayı bulandırabiliyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa tüm bu hesapları bildiği halde sorumluluğu üzerine almakta duraksamadı. TBMM O’nu “Başkomutan“ seçecekti ve yetkilerinin bir bölümünü de
O’na devredecekti.

5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa144 sayılı yasa ile Başkomutan olarak atandı. TBMM’nin “savaşı yönetmeye ilişkin tüm yetkilerine” sahip oldu.

8/9 Temmuz 1919 tarihinde Askerlikten istifa ederek Tüm makam ve mevkilerini hatta Osmanlı Paşalık rütbesini de bırakarak bir fert olarak KURTULUŞ MÜCADELESİNİ yürütmeyi sürdüren Mustafa Kemal Paşa; artık TBMM’nin kararı ile yeniden
ASKER, PAŞA VE BAŞKOMUTAN oluyordu.

Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlığı sırasında vereceği kararlar,
yasa gücünde olacaktı.

Başkomutan, Sakarya’nın doğusunda bulunan orduyu güçlendirmek için
tüm Ulusu özveriye çağırdı. Çünkü ordumuz her türlü donanımdan yoksundu.
Yiğit askerlerimiz ayaklarına çarık bile bulamıyordu. İşte bu nedenlerle,
7-8 Ağustos 1921’de “Tekâlifi Milliye” (Ulusal Yükümlülükler) emirleri çıkartıldı.

Tekâlif-i Milliye Emirleri:

Amacı: Ordunun gereksinimlerini karşılamaktı.

İçeriği: Halkın, ordunun gereksinimlerinin karşılanması için ödeyeceği, parasal
ve mal ve hizmet karşılığı olan vergilerdir.

Bu muharebede; Yunan ordusu, Türk ordusunu imha etmek ve Sevr’i TBMM’ne
kabul ettirmek için savaştı. Türk ordusu da, Bir alan halinde savunma yaparak,
düşmanı bölmek ve taarruz gücünü kırmak için mücadele etti.

Yunanlar 14 Ağustos 1921 sabahı ilerlemeye başladılar ve 22 Ağustosta Türk mevzileri ile temasa geçtiler. 100 km genişliğindeki Sakarya cephesinde asıl çarpışmalar
23 Ağustosta başladı. Savaş süresince pek bunalımlı ve kanlı günler oldu.

Düşman birlikleri savunma çizgimizi birçok yerde aşmayı başardılar.
Ancak büyük özverilerle geriye atıldılar.

Başkomutanın buyruğuyla uygulanan yeni taktik kuralı,
Ordunun savaş gücünü kamçıladı. Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu:

  • “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır.
    Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile sulanmadıkça bırakılamaz Küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurarak çarpışmayı sürdürür. Yanlarındaki birliklerin çekilmek zorunda olduğunu gören birlikler onlara bağlı olmaz. Bulundukları yerde sonuna kadar düşmana karşı koyarlar.”

Bu emir Sakarya savaşının yazgısını değiştirmiştir.

Başta subaylar olmak üzere, Türk ordusunun tüm askerleri, Başkomutanın kurduğu
bu sistem içinde her adımda üstün direnme gücü ile düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak parçalatarak, sonunda onları saldırıyı sürdürme yeteneğinden yoksun duruma getirdi.

5 Eylül 1921 günü düşman çözüldü ve geri çekildi. İzlem ve saldırılar sonucunda
13 Eylül’de Sakarya’nın doğusunda hiçbir düşman askeri kalmadı.

Türk Ordusu da bu çok uzun savaşta yıprandığı için düşmanı daha çok izleyerek
yok edemedi.  Ancak düşman artık saldırı gücünü tümüyle yitirmişti.

Bundan sonra artık saldırı (taarruz) üstünlüğü Türklerdedir. 

Yunanlar Türk Ordusunun; eylemine bağlı olmak zorunluğuna düşmüşlerdi.
Bu zorunluk, özellikle, bir istila ordusu için yenilgi ve çözülmenin başlangıcı olmuştur.

23 Ağustostan 13 Eylüle dek süren Sakarya Meydan Muharebesi, yeni Türk Devletinin genç tarihine, dünyada eşine ender rastlanan büyük bir zafer olarak geçmiştir.

TBMM, Sakarya Meydan Muharebesini kazanan Başkomutanına
19 Eylül 1921’de“Gazi” unvanı ve “Mareşallik” rütbesini vermiştir.

*****

Sakarya Zaferinin Değerlendirilmesi:

Sakarya Zaferi, Türk ihtilalinin başarı bilançosunda, en ağır ve şanlı yeri almaktadır.      13 Eylül 1921’de TBMM’ne Türk zaferini bildiren, Başkomutan aynı gün
“Genel Seferberlik” ilan etti.

Türk Ulusu’nun bu Muharebeyi kazanmasında en küçük Erinden, Başkomutanı’na dek inançla yılmadan savaşması, Türk ulusunun varını yoğunu Ordusuna vermesi,
Türk kadınının sırtında silah cephane taşıması, geriye yaralı taşımakta gösterdiği özveri etkili oldu.

Fevzi ve İsmet Paşaların cephede, Refet Paşanın cephe gerisinde Ordunun gereksinimlerinin sağlanmasında hizmetleri oldu. Mustafa Kemal Paşa
Muharebe sırasında attan düştü ve kaburga kemikleri kırıldı.

Subaylar, ölümü hiçe sayarak, askerin yanında oldular.

Yunanlar; “Büyük Yunanistan Ülküsü”, Türkler ise; ”Vatan Ülküsü” için dövüştüler.

1683’te Viyana önlerinde başlayan Türk bozgunu;
Haçlı düşüncesinin ve gücünün Sakarya önlerinde kırılması ile durduruldu.

Sakarya savaşının kazanılması ile büyük tehlike ortadan kalkmıştı. Ankara’nın boşaltılıp Kayseri’ye taşınmak için başlatılan çalışmalar, birçok ailenin yollara düşmesi,
tehlikenin boyutunu ortaya koymaktadır.

Türk Ordusu bu savaşta çok subay yitirdi.
Yedisi Tümen Komutanı olmak üzere şehit sayısı 3288‘dir.

Yunanlar da 15 000 yitik vermişlerdi.

Sakarya Utkusu, Ulusun ve Ordunun sarsılmış olan moralini yükseltti.
Ulusun Orduya olan inancı ve Mustafa Kemal Paşa’ya olan güveni,
bir daha sarsılmayacak biçimde yerleşti

Taarruz üstünlüğü Türk Ordusuna geçti.

Ne yazık ki; Padişah Vahdettin, Hala İngilizlerden medet ummakta ve
Mustafa Kemal’in neden yenilemediğini anlayamamıştır.

Sakarya ZAFERİ’nin 93’üncü yıl dönümünde; bu utkuyla, Ülkemizi işgalden kurtarıp Bağımsız Devlet Kurma yolunda önemli adımı atan, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah (AS: ve dava) arkadaşları olmak üzere tüm emeği geçenleri rahmet, minnet ve şükranla anıyorum…

Ahmet AVCI
13 EYLÜL 2014, İZMİR

===========================

Dostlar,

Sakarya Meydan Muharebesi, 22 gün gece – gündüz süren bir ölüm kalım savaşıdır.

Ulusumuz ölçüsüz bir özveri ile ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa‘nın
askeri dehası, üstün yönetim yetkinliği (dirayeti) ile bu çok kritik savaşı kazanmış
ve yaklaşık 1 yıl sonraki Büyük Saldırıya (Taarruz‘a) geçiş için zemin kazanmıştır.

Biz de tüm şehitlerimizi, emek verenleri, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa‘yı
sonsuz bir şükran ve minnetle anıyoruz.

Kutsal emanetlerini sonsuza dek başı dik ve onurlu yaşatmak boynumuzun borcudur.

Yazı için Sayın Ahmet Avcı‘ya teşekkür ediyoruz.

(“Yunanlılar” sözcüklerini “Yunanlar” olarak düzelttik..
Nasıl ki “Türklüler” olamaz, “Türkler” olursa.. Biraz da dilini arılaştırdık..)

Sevgi ve saygıyla.
14.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net