Etiket arşivi: milli irade

OHAL’de seçime hayır!

SİYASET02.03.2023, BİRGÜN

 

8 Şubat 2023’te TBMM’de, 3 ay süre ile OHAL ilanına ilişkin kararın 1 aya indirilmesine ilişkin önergeyi TBMM başkanı oya sundu:

AKP’lilerin de oylarıyla kabul edildi.

Uğultular başladı ve -genellikle olduğu üzere oylama sırasında salona akın eden- AKP’lilerin, neye oy verdiklerinin ayırdında olmadıkları anlaşılır anlaşılmaz oylama, İçtüzük çiğnenerek yinelendi ve AKP oylarının rengi birkaç saniyede değişti. Böylece, 2023 seçimlerine de OHAL gölgesinde gitme riski doğdu.

“SEÇİMLER, 18 HAZİRAN’DA YAPILACAK”

Seçimler, “beş yılda bir yapılır” (Anayasa md.77) gereği, seçim tarihi 18 Haziran 2023.

Buna karşılık, madde 116 çerçevesinde erken seçim CHP, HDP ve İyi Parti gibi özellikle TBMM’de temsil edilen demokratik muhalefet partilerince sürekli istendi.

AKP ve MHP Genel Başkanlarının, erken seçim isteklerini geri çevirmek için “seçimler 18 Haziran’da yapılacak” yanıtı, otomatik bir söyleme dönüştü.

Beş yıllık “18 Haziran’da yapılacak” nakaratı, seçimlere beş ay kala terkedildi ve “14 Mayıs” dillendirilmeye başlandı.

14 MAYIS’A ALINABİLİR Mİ?

TBMM’ye ve Cumhurbaşkanı’na seçimleri yenileme yetkisini tanıyan madde 116 gerekçesi, “sistem tıkanıklıklarının milli iradeye müracaatla çözümü”, yasama ve yürütme arasında “kriz oluşması halinde halkın hakemliğine başvurma” neden ve amacına dayanır. Bu çerçevede, seçimlerin 1 ay 4 gün öne alınmasını haklı kılacak hiçbir neden yok.

Anayasal dayanaktan yoksun bulunması ötesinde, ortam ve koşullar bakımından; seçim takviminin 3 aylık OHAL süresi ile örtüşmesi nedeniyle sakıncalı olduğu gibi, enkazlar altındaki binlerce depremzedeye henüz ulaşamamışken, kurtarılanların barınma sorunları giderilememişken seçim mühendisliği yapmak, yaşamını yitiren yurttaşlarımıza ve yakınlarına saygısızlıktır.

DEPREM “FIRSATI”!

OHAL ilanına karşı şu iki soru öne çıkmıştı:

-Neden ilk 6 saat değil de 36 saat sonra?

– Hangi yasal hükümler hızlı ve etkili önlemlere engel?

Bu vb. sorular yanıtsız kaldı; ama OHAL ilan edildi. Ne var ki, yine etkili ve hızlı önlemler alınmadığı için eleştirilere karşı, önce “namussuz” vb. sözlerle muhalefet partilerine hakaret Cumhurbaşkanı, acı gerçekler karşısında ise, “helallik” istendi. Oysa aslolan, yargı önünde hesap vermektir. Siyasal sorumluluktan bağışık tek kişili yürütme karşısında, “hükümet istifa” çağrısının hiçbir karşılığı yok.

Bu nedenle, planlama, imar ve yapı hukukunda düzenleme-denetleme ve yaptırım zincirini işletmeyen yetkili ve görevli makam ve kişilerin sorumluluğunu öne çıkarmak gerekiyor.

2017 kurgusunun sonucu kişi+parti+devlet birleşmesi, AFAD’dan KIZILAY’a kadar resmi kurumlar bütününü çürüttü. Deprem, sanal olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılan tek kişi yönetiminin de aslında bir enkaz yığını olduğunu teşhir etti.

OHAL BİLE KURTARAMAZ

Uyarımız, deprem sırası ve sonrasında alınacak önlemler için afet bölgesi ilanının ve afet mevzuatının yeterli olduğu idi.

OHAL ilanı durumunda ise, OHAL Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) yerine OHAL Kanunu’nun yeterli olacağı idi.

  • Mera ve ormanları talan riski yaratan OHAL CBK-126,
    Anayasa dışı ve keyfi düzenlemeye tipik örnek.

Görünen o ki, OHAL CBK dizisi, OHAL bölgesi ile sınırlı tutulmayacak; demokratik muhalefeti bastırmak amacıyla kullanılacak.

Zamanında seçim, OHAL’den (8 Şubat- 8 Mayıs) 40 gün sonra; buna karşılık, 14 Mayısa çekilirse seçim, OHAL’in sona ermesinden yalnızca 5 gün sonra yapılmış olacak.

Seçim, gün değil, süreçtir; bu nedenle 14 Mayıs’a hayır demek gerek.

Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya aykırı olarak parti genel başkanı olduğu için, siyasal partiler arasında eşit olmayan yarışma koşulları, OHAL uygulamalarıyla daha da bozulacak.

Bu nedenle, 18 Haziran olan resmi seçim tarihini 14 Mayıs’a çekmek, ne meşru ne de anayasal.

Son umut olarak yine OHAL’e sarılan Cumhur İttifakı’nın olası dayatmasına karşı, Millet İttifakı, “sizi OHAL bile kurtaramaz” tavrı yerine, daha kararlı bir biçimde karşı koyabilmeli.

Demokrasiden nefret ediyorlar…

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ 

Zafer ARAPKİRLİ – Demokrasiden nefret ediyorlar… (krttv.com.tr)
22 Kasım 2021,

Her ne kadar bizim satılık – kiralık – devre mülklük liboş tayfası mevzuya uyanmasa da, daha iktidara bile gelmeden önce de “Dava’nın önderi” kendi ağzı ile söylemişti:

  • “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”

Bu sözü hatırlattığımızda bile, bu Cumhuriyet’i yıkım ekibinin” payandalığını yapan aymazlardan gelen “Niyet okuyorsunuz” suçlamalarına muhatap oluyorduk. Oysa, çok belirgindi durum. Referansları; çağdaş dünya, çağdaş bilim, hukuk ve demokrasi olmayanların, tam tersine 2000 yıllık dogmalar olanların başka türlü düşünebilmesi mümkün değildi. Biat kültürünü iliklerine kadar sindirmiş ve birilerine itaat ve boyun eğme üzerine kurulu dünya görüşleri gereği, demokrasiye ve çağdaş parlamenter demokrasiye inançlarının “sıfır” olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu.

Nitekim, daha gelir gelmez kazma ve küreği ellerine alıp, buldozerlerin direksiyonuna geçip Cumhuriyet’in bütün kalelerini, olağanüstü bir nobranlıkla, olağanüstü bir hoyratlıkla ve acımasızlıkla yıkmaya başladılar. Muhalefette iken “Milli irade, milli irade” diye bas bas bağırıp,  “seçilmişlerin atanmışlara karşı üstünlüğünü savunuyoruz” yalanları ile milleti kandırırken, seçilir seçilmez kendi “yandaş bürokrat ordularını” ve hatta “parti teşkilatlarını” Milli İrade’nin üzerine çıkarma çabalarına başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin Kurtuluş Savaşı yıllarında bile “Tek Adam”dan ve “Başkomutanlık”tan daha üstün olduğu gerçeğini unutmak ve unutturmak için ellerinden ne gelirse yaptılar.

Aradan geçen 19 yıl içinde de önce Parlamento’nun denetim gücünü kademe kademe ortadan kaldırıp, Anayasa değişikliği sürecinde “küfür kâfir, dayak ve sopa ile kanun maddeleri geçirerek” kanıtladıkları üzere, sonuçta “rejim değişikliği”ni de gerçekleştirip “Anti –  Demokrasi”nin bayrağını, Ankara Kalesi’nin burçlarına mecazen diktiler.

Bu politika ile pratikte Parlamento, artık 600 milletvekilinin sembolik olarak girip çıktığı, sembolik olarak el kaldırıp indirdiği ve bir demokrasinin vazgeçilmez şartı olan “denetim” görevini yapamaz olduğu bir organ haline getirildi.

  • Yasa metinlerinin, biatçı Saray kurullarınca hazırlandığı ve TBMM’ye gönderilerek doğru dürüst tartışmaya bile izin verilmeden onaylatıldığı bir dönem açıldı.

Özellikle bu yılın bütçe sürecinde tanık olduğumuz şekilde, artık “iyice muhalefeti umursamayan” bir iklime büründü yasama süreci.

İçişleri Bakanlığı’nın bütçesi görüşüldüğü sırada bu sabah Komisyon toplantısında yaşananlar, bu anlattıklarımın somut bir kanıtı niteliğindeydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile ana muhalefetin grup başkanvekili Engin Özkoç arasında yaşanan sert polemik sırasında, Komisyon başkanı AKP’li Cevdet Yılmaz‘ın aldığı tavır, kelimenin tam anlamıyla ibretlikti.

Oranın Meclis, konuşanların milletvekili, bütçeyi savunması ve hesap vermesi gerekenin (S. Soylu)  de (yeni rejimin statüsü gereği) “Saray’ın bir bürokratı” statüsünde olduğu gerçeğini unutarak, Komisyon başkanı adeta milletvekillerine (bu arada Sayın Özkoç’a) “Amma uzattınız ya. Çok konuşuyorsunuz. Kesin artık tatavayı da, onaylayın. İşimiz gücümüz var” kabilinden ayar vermeye çalışıyordu.

Ana muhalefet sözcüsü Özkoç, iktidarın ve onun İçişleri Bakanı’nın “Suç çeteleriyle içli dışlı ilişkilerinden tutun da, uyuşturucu kaçakçılarının üzerine gitmemesini, ana muhalefet liderine yönelik linç girişimine sessiz kalmasını, terör örgütü üyelerine vatandaşlık verilmesini, mafyadan 10 bin dolar alan bir siyasetçiden ima yoluyla söz ettikten sonra bir türlü adını açıklamamasını, bunları dile getirenleri (mesela sayın Özkoç’u) de soruşturmaya uğratmasını” tek tek hatırlattı ve eleştirdi.

Ama salonun asayişini koruma ve muhalefetin en azından (oy gücü yetmese de) sesini duyurmasını sağlama görevini haiz Komisyon başkanı, usul tartışması açarak “mevcut konuşma sürelerini bile kısıtlama yoluna gitmeyi” yeğliyordu. Bir yandan da, İçişleri Bakanı Soylu’nun salona (nedense) düzinelerle koruması eşliğinde gelip gitmesini ve salonda bunlarla birlikte durmasını eleştirenlere de kulak asmıyordu.

Demokrasi bir kez daha ayaklar altına alınıyor, parlamenter rejimin vazgeçilmezi olan “parlamento zemininde denetim ve hesap sorma” ilkesi, iyice mezara gömülüyordu.

Bütün bunların “gidiyor, gitmekte olan” anlayışındaki bir iktidarın son çırpınışları olduğunu görmemek mümkün değil tabii. Sandığın ortaya koyulduğu günün bu iktidarın “fiilen” son günü olacağını, “ruhen” ise o “son günün” zaten çoktan yaşandığını bilmek – görmek için büyük bir siyaset bilimci, bir dâhî veya bir kâhin olmaya gerek yok.

Ekonomiden sağlığa, dış politikadan eğitime, hukuktan çevre politikalarına kadar her alanda iflas etmiş, miadını doldurmuş olan “AKP rejimi” son günlerini yaşarken, gider ayak iyice hırçınlaşarak “kırmadan dökmeden gitmez bunlar” öngörüsünde bulunanları âdeta mahcup etmemeye, haklı çıkarmaya uğraşıyor.

Son günlerde konuşan rejimin her düzeyde sözcüleri, MKYK üyelerinden eski bakanlara, milletvekillerinden parti kademelerinde her düzeyde emir erine, yandaş ve besleme kalemlerine kadar hemen hepsi bunun fevkalâde farkındalar ve fevkalâde hırçın bir dile başvurmuş durumdalar.

Bu durumda muhalefete olağanüstü soğukkanlı ve vakur biçimde mücadeleyi sandığa kadar sürdürmek kalıyor. Ama en önemli görevlerinin, iktidar el değiştirdiğinde demokrasiye ve Cumhuriyet’e yönelik bu “Yıkım harekatının” hesabını mahkemeler önünde mutlaka sormak olduğunu unutmadan.

Eğer bu dediğim yapılmaz, yani mahkemede hesap sorma görevi yerine getirilmezse, bu virüs (Covid’in varyantları gibi) bu topraklarda yeniden baş gösterir ve yeniden can almaya devam eder. Asırlar boyu da hortlayarak bu işlevini sürdürür. Bunun adı genellikle bu ülkede olumsuz ve sevimsiz bir kavram olarak kullanılan “Devr-i sabık” değil, bunun adı “Demokrasinin gereğinin yerine getirilmesi”dir.

Hukuk en iyi ilacıdır bunun. Sağlam, sağlıklı ve demokrasiyi özümsemiş hukukçuların elinde bir hukuk, tabii ki.

Milli İrade Engellenemez

hikmet sami türk ile ilgili görsel sonucuProf. Dr. Hikmet Sami TÜRK
Eski Adalet Bakanı
Cumhuriyet
, 19 Temmuz 2021

İktidar değişikliğine karar verecek olan halkın verdiği oylarda ifadesini bulan milli iradedir. Dolayısıyla iktidarı yeni bir partiye veya partilere “teslim” edecek olan halktır. O zaman geldiğinde hiç kimse, hiçbir güç, milli iradenin gerçekleşmesini engelleyemez.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta (8 Temmuz 2021) AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidara geldiklerinde Cumhurbaşkanlığına ait 13 uçağı ve lüks arabaları satacaklarına ilişkin sözlerine cevap verirken siyasi nezaketle bağdaşmayan küçümseyici bir ifadeyle “İstikametini kaybetmiş avara kasnak gibi dolaşanlara bu memleketi teslim edemeyiz” dedi.(1) Bu sözler, AKP örgütüne 2023 TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak için şimdiden çalışmaya başlama talimatının gerekçesi olmak dışında bir anlam taşıyabilir mi?

FETRET DÖNEMİ

Türkiye devleti, 98 yıllık bir cumhuriyettir. Üç kez askeri darbe veya müdahalelerle kesintiye uğrasa da 76 yıldan beri çok partili demokratik rejimi yürütmeye çalışıyor.

Halk yönetimi demek olan cumhuriyet ve halk iktidarı demek olan demokrasi, halkın belirli aralarla yaptığı seçimlerle ortaya çıkan milli iradenin yaptığı tercihlerle işlerlik kazanır. Bu seçimlerle halk, hangi parti veya partilerin iktidar, hangilerinin muhalefet olarak görev yapacağını, bu görevlerin yasama ve yürütme organlarında kimler tarafından yerine getirileceğini belirler.

Halen 2017 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle yürürlüğe konulan ve başka hiçbir demokratik ülkede benzeri bulunmayan, erkler arası denge ve denetim mekanizmalarından yoksun bir alaturka başkanlık sisteminin uygulandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu bir fetret dönemidir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırdıkları bu sistemin kaldırılması ve yeniden parlamenter sisteme dönüş için gerekli anayasa değişikliğini yapacak bir parlamento aritmetiğinin ortaya çıkması, önümüzdeki seçimlerden beklenen en önemli sonuçtur.

DEMOKRASİYE İNANÇSIZLIK

Çok şükür, henüz seçimlerle gelecek yeni iktidarın önceki iktidar tarafından belirlendiği, bu anlamda memleketin yeni iktidara “teslim” edildiği bir döneme gelmedik. Aslında iktidar değişikliğine karar verecek olan, halkın verdiği oylarda ifadesini bulan milli iradedir. Dolayısıyla iktidarı yeni bir partiye veya partilere “teslim” edecek olan halktır. O zaman geldiğinde hiç kimse, hiçbir güç, milli iradenin gerçekleşmesini engelleyemez. Serbest seçimlerde ifadesini bulan demokratik yarış, kazanmak kadar kaybetmesini de bilmeyi gerektirir. Ülkeyi yalnız kendilerinin yönetebileceğini düşünmek, demokratik rejime inançsızlık ifadesidir.

Soyadını 1921’de Batı Cephesi komutanı olarak kazandığı I ve II. İnönü zaferlerinden alan, Cumhuriyet döneminde başvekil / başbakan olarak 10 hükümet kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra en uzun süre cumhurbaşkanlığı yapan İsmet İnönü’nün, genel başkanı olduğu CHP’nin kaybettiği, Atatürk’ün 2. başvekili Celâl Bayar ve arkadaşlarının kurduğu DP’nin “ak devrim” niteliğinde bir seçimle iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimi için “En büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” dediğini hatırlamakta yarar var.(2)

Çünkü o gün, kendisinin cumhurbaşkanı olarak beş yıl önce 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı töreninde yaptığı konuşma(3) ile Türkiye’de geçiş işaretini verdiği çok partili demokratik rejim kazanmıştı. Örnek alınacak davranış budur.
__________________________
(1) “Erdoğan ‘uçak saltanatı’na sahip çıktı”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2021, s.5.
(2) Şerafettin Turan, İsmet İnönü: Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s.305.
(3) Haz. İlhan Turan, İsmet İnönü: Konuşma, Demeç, Makale ve Söyleşiler 1944-1950, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 2003, s. 30-32.

ANAYASANIN VE ANAYASA MAHKEMESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ÖNEMİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Anayasalar, devlet ile millet arasında yapılan hukuksal bir toplum sözleşmesidir. Anayasaların bu temel hukuk sözleşmesi metni olma misyonları, yönetenlerle yönetilenler arasında, asla vazgeçilemez bir bağdır. Demokrasilerde toplum iradesinin yine toplum yaşamına tam olarak aktarılabilmesi ancak ve ancak siyasal iktidarların anayasal düzeni içtenlikle benimsemeleri, bu düzene içtenlikle inanmaları ve yürekten benimsemeleri ile olanaklıdır.

Tüm demokratik hukuk devletlerinde, anayasaların temel görevi, siyasal iktidarların anayasaya uygun olmayan istek ve güçlerini anayasa ile sınırlandırabilme amacına yöneliktir. Zaten siyasal iktidarların hukuksal ve siyasal meşrulukları yürürlükteki anayasal düzene sadık kaldıkları sürece vardır. Hukukun üstünlüğü ile yönetilen ülkelerde hiçbir kimse ya da kurum, kaynağını anayasadan almayan bir yetki ve gücü kullanamaz ve Anayasaya aykırı Yürütme (icraat) yapamaz. Anayasal hukuk sınırlarını aşmak, anayasal düzene meydan okumak, rejimi değiştirmek anlamına gelir ve anayasayı çiğnem (ihlal) suçu oluşturur. (A. Saltık, TCK m.309)

Aydınlanma felsefesi ve çağdaş demokrasilerin filizlenerek gelişip olgunlaşmaya, taa 1215 yılında, İngiltere’de yönetenlerin yetkilerinin sınırlanmaya başlandığı tarihten günümüze dek geçen süreçte, yönetenlerin, yani siyasal iktidarların güçleri giderek daraltılmış; buna karşın yönetilenlerin, yani yurttaşların özgürlük alanları ise genişletilmiştir. Toplum yaşamına her alanda hukukun üstünlüğü egemen olmaya başlamış, özgürlükler ve demokrasinin sınırları da giderek genişlemiş, toplumlar da bu süreç içinde sivilleşmiş ve laikleşmişlerdir.

Sivilleşmek, teokrasinin ve hanedanların vesayetinden ve yönetiminden kurtulmak, halk iradesi (milli irade) ile yönetilmek, laikleşmek de din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmak, din ve devlet işlerini ayırmak, ruhban (din adamları, ulema) sınıfını devlet işlerinden uzak tutmak demektir.

Bu durumda klasik demokrasiyi kısaca şöyle formüle etmek olanaklıdır :

  • Sivilleşme (sekülarism)+  Laikleşme (Laicism) = Demokrasi 

Hukuk devleti ve demokrasinin tarihsel gelişim süreci içinde, siyasal iktidarların hukuk ve anayasa sınırlarını aşamalarını denetlemek için de, giderek anayasa mahkemeleri kurma gereği doğmuştur. Çünkü demokratik yollarla da olsa, siyasal iktidar gücünü eline geçirenlerin, kimi kez kendilerine uygun fırsatlar yaratarak bu gücü anayasal sınırların dışına taşırma eğiliminde oldukları gözlenmiştir.

Tarihsel olarak, anayasa mahkemelerinin kurulması siyasal iktidarları anayasal sınırlar içinde tutabilme amacına yöneliktir. Anayasa mahkemeleri demokratik hukuk devletinin hem güvenceleri ve hem de koruyucularıdır. Demokratik ülkelerdeki anayasa mahkemeleri anayasal düzeni koruma, kollama ve yaşatma işlevini yerine getirmede oldukça önemli ve başarılı bir görev üstlenmişlerdir.

Eğer ülkelerin anayasa mahkemeleri siyasal iktidarların güdümüne girerse, yurttaşlar açısından anayasal hukuk devletinin güvencesi ve koruyuculuğu önemini yitirir. Yönetim otoriterliğe, totaliterliğe ve hatta keyfiliğe evrilebilir. Hukuk devleti ve demokrasi güvencesi ortadan kalkabilir.

1876’dan günümüze dek tarihsel süreçte, Türkiye’deki demokratik gelişme eğilimlerine, geçmiş siyasal iktidarların bu konudaki tutumlarına ve güncel siyasal  iktidarın anayasa, adalet ve hukukun üstünlüğü ile ilgi uygulamalarına bu açıdan bakıldığında demokrasi, hukuk ve adalet karnemizin pek de yeterli ve tutarlı olmadığı söylenebilir. Hele de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilemez “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ilkelerini hafife almak büyük bir yanlışlık ve aymazlık olur. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymamak daha büyük ve telafisi güç bir sorumsuzluktur.

Anayasa Mahkemesi kararları da hukuksal ve bilimsel olarak eleştirilebilir. Ama bu kararlara uymazlık asla söz konusu olamaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi, siyasal iktidarların yetkilerini aşıp anayasanın temel kurallarını devre dışı bırakma olasılığına karşı; nitelikleri Anayasa’da tanımlanan hukuk devletinin, demokrasinin, ulusal egemenliğin ve hukukun üstünlüğünün en önemli güvencesi ve koruyucusudur. Bu misyonu mutlaka güçlendirilerek sürdürülmelidir.

Son sözüm şudur :

  • Hukukun üstünlüğüne dayalı daha güçlü bir parlamenter demokrasi ve daha adil bir yönetim hepimizin özlemi ve umudu olmalıdır.

Dahili ve harici

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Dahili ve harici

Rejimin, adeta bire bir “ruhunu” yansıtırcasına, “Milli iradenin tecelligâhı”nın duvarına dev bir portresini asmışlardı “Tek Adam”ın. Bir de “Riyaset”in armasını, yani Cumhurbaşkanlığı forsunu.

Sadece bu jest bile yeni rejimin muhtevasını, yani “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarının reddini tescil etmekteydi. Bir yandan, o çatı altında temsil edilen bir siyasi partinin liderini kürsüye çıkarıp konuştururken, diğer partilerin lider ve üyelerini konser veya konferans “dinleyicisi” konumuna düşürmenin garabeti, diğer yandan da o konuşmanın hemen her yerinde kendi kendini tekzip eden bir zihniyetin “Kayıtsız şartsız hâkimiyetini” simgeleyen bir temsildi dün Ankara’da oynanan.

Tek Adam, kürsüde “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, Meclisimizin de kendi alanına yönelmesine imkân sağlamıştır” derken, bu “kendi alanı” kavramından neyi kastettiğini pek açıklamasa da ima etmek istediği şey belliydi. Bir zamanlar gerçekten “Milli İrade’nin Tecelligâhı” (bu ifade bizzat Cumhurbaşkanı’na ait) iken, açık açık “Bu Meclis artık memleketi yönetme sevdasından vazgeçip bizim yolladığımız tasarıları oylamak sureti ile önümüzü açsınlar” demeye getiriyordu.

O kürsüde konuşurken bir grup milletvekili bahçede oturma eylemi yaparak o “Milli İrade Mabedi”nden nasıl dışlandıklarını, orada nasıl bir “aksesuvar” haline getirildiklerini, tepelerinde asılı duran birer fezleke ile her an “kapı dışarı” edilmeyi beklemelerini protesto ediyorlardı.

Tek Adam rejiminin başı, konuşmasında uluslararası sisteme ve güncel gelişmelere ilişkin görüşlerini ayrıntılı biçimde anlatır ve eleştirirken, iç siyasete neredeyse hiç girmedi. Aslında (anlaşılan o ki) girmek zorunda da hissetmiyordu kendini. Çünkü bir siyasi partinin lideri olduğu halde adeta kendisini ait hissetmediği ve “rejimin bir detayı” olarak gördüğü o Yüce Meclis’e ihtiyacı bile olmadan dahili meselelerin tayinini ve hallini kendi “Sarayı”nın konusu olarak görmekteydi.

Mesela, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan kurumların zaman içinde nasıl çatırdadığını ve dünyanın sorunlarına çare olamadığını” anlatırken kendi ülkesinde henüz 5 yılı bile doldurmamış sistemin, bırakın çatırdamayı, her anlamda felç olduğunu görmezden, bilmezden gelen bir üslup kullanıyordu. Bu “mefluç” durumun, ülkenin tüm kökleşmiş ve çözülemeyen sorunlarına çare olmak bir yana geleceğini de kararttığını gizlemeye çalışıyordu.

Yine “uluslararası düzen”den örnek vererek mahut “Dünya Beşten Büyüktür şiarını tekrarlarken “Saray, Seksen Üç Milyondan Büyüktür” şiarını dağa taşa yazdırmanın hayali içinde olduklarını da unutturmaya çalışan bir tavır içindeydi.

Adaletsizliğin kol gezdiği, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin tüm köklü kurumlarının yerle bir edildiği, “kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen tüm siyasi parti, dernek, kurum ve kuruluşları” tarihe gömmeye, yandaş olmayanları susturmaya, kapatmaya, ekranlarını ve dahi hayatlarını kapatmaya yemin etmiş bir hasmane programı uygulamanın teorisini yapmamış gibi davranmaktaydı.

Ermenistan’dan Libya’ya, Suriye’den Kafkasya’ya, Karabağ’a uzanan uzun analizlerden sonra ekonomiye getirdi sözü.

“Gezi”yi suçladı. “15 Temmuz”a bağladı. Sonunda Covid’e attı topu. Buna rağmen “Hızla toparlanıyoruz” dedi. Covid verilerini açıklayan Sağlık Bakanı kadar inandırıcıydı(!) tabii ki.

Bir grup taraftarının alkışları arasında “Tecelligâh”tan ayrılırken, o binanın sakinlerini adeta “ilgilendirmediğine” inandıkları yasa tasarıları, geleceğe yönelik plan ve programlar, idamdan siyasi parti yasalarına, seçim sisteminden Meclis İç Tüzüğü’ne kadar pek çok “tasarım” başka binada, kaçak olduğu mahkemelerce tescillenmiş bir Saray’da belki de çoktan hazırlanmış, kurye ile 1920 doğumlu bu “Yüce Çatı”ya gönderilmeyi bekliyordu bile.

Ve ülke hızla çöküşe sürüklenmekteydi.

Alevler, toz ve duman bulutu, iniltilerin duyulduğu hastane koridorları, çığlıkların yükseldiği zindan ve işkencehaneler, açlıktan guruldayan mide sesleri, işsizlikten intihar eden insanların arkasından dökülen gözyaşları ve yandaş cenahtan gelen artık “cılızlaşmış” alkışlar arasında.

MİLLİ İRADEYE SAYGILI OLMALIYIZ

MİLLİ İRADEYE SAYGILI OLMALIYIZ

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

Seçimler biteli bir haftayı geçti. Fakat sayımı bitmedi. AKP kazanana dek biteceği de yok gibi gösteriliyor. Tek adam rejimi işte böyle bir şeydir. Milli irade, gizli oy, açık sayım – döküm sözleri, seçimi yitirirse mevcut iktidara yabancıdır.

  • Seçimle alamazsak sayarak alırız.
  • Sayarak da alamıyorsak, yine sayarız,
  • Olmazsa bir daha sayarız… mantığı geçerlidir.

    Bunun hakla, hukukla demokrasiyle ilgisi yok. “Güç bende, istediğimi yaparım” dayatmasıdır!

Türk halkı bu anlayışa “HAYIR” demiştir. Kanıt mı arıyorsunuz? Altı büyük ilin beşini muhalefet almıştır. Demokrasinin gereği,seçimi yitirince hakkı teslim edebilmektir. Milli iradeye saygı budur. Yenilgiyi kabul etmemek, ısrarcı olmak, iktidarın kendi kendini yadsıması anlamına gelir. Dahası, kendisini de benimsediği kimi ilkeleri ve TBMM’nin koyduğu yasaları çiğnemesi anlamına gelir. Sandık görevlilerine ve kendi gözlemcilerine güvensizlik anlamına gelir. Oysa her şey açıkça ortadadır. İstanbul’da sonuçları normal koşullarda ve hukuksal olarak değiştirme olanağı yoktur. AKP, İstanbul’da 32 bin sandık için 280 bin dolayında Parti üyesini görevlendirdiğini seçim öncesinde açıklamıştır.

İktidarın, yitirdiği İstanbul BŞBB makamını devretmemedeki kör inadı, sağduyu sahibi herkesçe yadırganmaktadır. Böylesi bir seçenek hiçbir biçimde yok! Ama yeniden seçim olsa AKP bu oyu da alamaz, çünkü haksızlık ve hukuksuzluk sağduyulu herkesin tepkisini, hatta vicdan sahibi kendi seçmeninin bile tepkisini çekmektedir. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, Ankara’da Mansur Yavaş gibi seçimin galibidir. Bunu bir an önce kabullenmek hukukun ve milli iradeye saygının, demokratik rejimin doğal ve vazgeçilmez gereğidir.

Gerçekte, 2014 yerel seçiminde muhalefetin ve Mansur Yavaş’ın itirazı dikkate alınmamış ve oylar yeniden sayılmamştı. Açıkça çifte standart uygulanıyor. Seçim yasaları ortada; Yasanın 112. madde­si çok açık; ‘somut delil’ gerekiyor ve ‘somut delili olmayan itirazlar da’ ince­lenemez” diyor. Sandık başında itiraz edilmemiş, şerh düşülme­miş, geçersiz oyların tekrar sayılmasını istemek huku­ken delilsiz itirazdır. YSK’nın 2014 yılında Mansur Yavaş’ın iti­razları karşısında almış ol­duğu 1199 sayılı kararın, şu an tam tersi yönde hareket ettiğini ilmek gerekiyor. Niçin acaba??

Öbür örneklere bakalım; YSK’nın İstanbul ve An­kara kararları, kendisinin geçmiş içtihatları­na, kararlarına aykırıdır. Öte yandan Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığıyla ilgili İYİ Parti’nin yaptığı itirazların reddi de İstanbul için vermiş olduğu kararların tam

İktidar kazanırsa “Milli İrade” yitiririrse “darbe” söylemi inandırıcı olamaz. Körü körüne ısrar ettikçe iktidar daha da çok yitirecek. Ulusal istence (Milli iradeye) saygılı olmak ve seçilenlerle birlikte İstanbul halkını daha çok mağur etmemek gerekiyor.

Sayın İmamoğlu, bir an önce, demokratik biçimde hak ettiği görevlerine başla(tıl)malıdır.

Prof. Dr. Raşit TÜKEL İstanbul Üniversitesi Rektörüdür


Prof. Dr. Raşit TÜKEL
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür

TTB_logo
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
BASIN AÇIKLAMASI

Üniversitelerinde Demokrasi İşletilmiyorsa,
Demokratik Bir Ülkeden Bahsedilemez!

Ülkemizin en büyük ve dünyanın sayılı üniversiteleri arasında sayılan İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük seçimleri tamamlandı. 2595 öğretim üyesinin oy kullandığı seçimlerde
Prof. Dr. Raşit Tükel 1202, Prof. Dr. Mahmut Ak 908, Prof. Dr. Harun Cansız 382,
Prof. Dr. Faruk Erzengin 18, Prof. Dr. Recep Seymen 17 ve öbür adaylar 1’er oy aldı.

Üniversitelerde demokratik işleyişe aykırı pek çok uygulama var, ancak tüm eksikliğine karşın hala üniversitelerde rektörlük için seçimlerin varlığı, öğretim üyelerinin irade kullanıyor olması önemlidir. Bunu daha da değerli kılacak ve ülkemizin demokrasi karnesini geliştirecek olanın ise bu seçimlere gösterilecek olan saygılı tutum olduğu çok açıktır.

Buradan açıklıkla ifade ediyoruz ki; üniversitenin iradesine, öğretim üyelerinin oyuna
saygı gösterilmelidir.  İlk sırada çıkamayan adaylar demokrasiye saygının gereği olarak
geri çekilmeli, 12 Eylül ürünü olan YÖK süreci ve üniversitenin kararını onaylamakla
sorumlu olması gereken Cumhurbaşkanı’nın atama süreci demokratik beklentiye uygun olmalıdır. 1202 oyla seçimden 1. sırada çıkan ve açık farkla İstanbul Üniversitesine
rektör olması istenen Prof. Dr. Raşit TÜKEL’in ataması derhal yapılmalıdır.
Tersi bir tutum ülkemizi bir karabasana doğru sürükleyen otoriter, totaliter yönetim anlayışının bir kez daha onaylanmasından başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Bizler, bu ülkenin hekimleri olarak, üniversitelerimize ve ülkemize sahip çıkmanın yolunun demokratik değerlerin korunmasından geçtiğini çok iyi biliyoruz.
Öğretim üyelerinin iradesine saygı duyulması üniversiteye saygı duyulmasıdır.
Her fırsatta milli iradeden söz edenlerin öğretim üyelerinin iradesine saygı göstermesi
tutarlılık olacaktır.

1202, 908’den büyüktür.
Prof. Dr. Raşit TÜKEL 
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür!

==========================================

Dostlar,

Biz de aynen katılıyoruz bu açıklamaya..

YÖK’ü de, RT Erdoğan’ı da sandığa saygılı olmaya, demokrat davranmaya çağırıyoruz..

RT Erdoğan BM Genel Kurulu’nda 5 sürekli üyenin avantajlı konumunu eleştiriyor ve
adalet duygusu incinmişliği ile, isyan ile “5; 1’den büyüktür” diyordu feryat edercesine..
1202 ise 908’den çooook büyüktür..
Erdoğan, üzerinde biriken olumsuz – negatif anti-demokratik yükü azalmaya çalışmalıdır.
Bu atama kendisi için önemli bir fırsat olacaktır.
YÖK düzenini 13 yıldır bu yüzden değiştirmediniz, turnusol kağıdı budur..

Biz de aşağıdaki söylemi – belirlemeyi yineliyoruz..

1202, 908’den büyüktür.
Prof. Dr. Raşit TÜKEL 
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür!

Sevgi ve saygı ile.
22.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. İdris Bal’dan Erdoğan’a ağır mektup!


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. İdris Bal, AKP Kütahya milletvekili idi. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fak. bitirenidir ve İngiltere’de doktora yapmış, Kamu Yönetimi alanında birikimli bir
öğretim üyesidir (6 tane de çocuğu vardır..).

  • “Dershanelerin kapatılmasının siyaseten zarar vereceğini düşünüyorum.
    Bir de çözüm sürecine ilişkin kaygılarım var..” demişti.

İdris Bal, partiden atılma istemiyle AKP disiplin kuruluna sevk edildi.
Bu kararı değerlendiren Bal, partsiinin politikalarına aykırı görüşler dile getirdiği savıyla kesin atılma (ihraç) istemiyle disipline sevk edilmesi üzerine, sonucu beklemden partisinden istifa etmişti (30.11.2013).

Şu güne dek AKP’den 9 miletvekili ayrıldı ve TBMM’de vekil sayısı 327’den
318’e düştü (TBMM Başkanı Cemil Çiçek dahil).

30 Mart 2014 gece yarısına doğru, “yerel – genel” seçim sonuçları belirdikçe
bu rakamın çok büyüyeceği beklentisi çok yaygın.. Bekleyip göreceğiz.

Sayın Bal’ın, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun söylemiyle “Başçalan’a”
23 tane zehir zemberek sorusu var.. Bu gün TBMM’deki basın toplantıdında açıkladı.

Bu sorular aşağıda ve Başbakan R.T. Erdoğan’ın yanıtlarını biz de bir yurttaş olarak istiyor ve bekliyoruz. Üstelik bir Müslümana yakışır biçimde dürüstçe ve saydamlıkla..

Türkiye, tarihinde hiç bu denli talihsiz ve kötü yönetilmemişti.
Bir başka anlatımla, Türkiye tarihinde hiç böylesine batağa saplanan hukuksuz ve acımasız bir yönetici görülmemişti.

  • 30 Mart 2014 yerel seçimleri dar anlamda “yerel seçim” değildir!
    Bu seçimler kapsamlı bir referandumdur R.T. Erdoğan ve AKP için.
  • Yurttaşların bu bilinçle oy kullanmaları beklenir.
    Belediye başkanları için kazanma olasılığı en yüksek AKP karşıtı
    ulusalcı adaylara oy kullanılmalıdır. Belediye meclisi ve il genel meclisi için
    daha serbest davranılabilir; Partilere asıl anket buradaki oy dağılımıdır.
  • AKP 2. parti olduğunda Türkiye’nin rotası yoluna konabilecektir; Cumhurbaşkanlığı seçimi de, erken genel seçim de…

R.T. Erdoğan için tüm yollar kapalı..

Bu gerçeği bir an önce görmesi en başta kendisinin “hayrına”..

Ne yazık ki, tam bir siyasal körlük Erdoğan’ın ufkunu sarmış ve karartmış durumda.

Erdoğan, dönülmez akşamın ufkunda ve tüm edimlerinin bedelini
kaçınılmaz olarak ödeyecek. Vuruşarak çekilmeyi seçtiği bu tehlikeli süreçte,
Türkiye’ye de ağır bedeller ödetecek, ödetiyor ne acı ki..
Fakat Tarih, O’nu da hak etiiği yere süpürecek; şaşmaz yasa böyle.

Sevgi ve saygı ile.
17 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

İdris Bal’dan Erdoğan’a ağır mektup!

Idris_Bal

AKP’den istifa eden Bağımsız Milletvekili
İdris Bal, Başbakan Erdoğan’a
sert ifadeler içeren bir mektup yazdı.

 

AKP’den istifa eden Kütahya Bağımsız Milletvekili İdris Bal Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektupta, Meydanlarda kullandığı üslup ve ifadeleri eleştirerek,

“Kullandığı dil, siyasetin ve siyasetçinin saygınlığına zarar vermekte,
toplumu derinden yaralamakta, ayrıştırmakta ve kaosa doğru sürüklemektedir.” dedi.

İdris Bal 23 madde halinde sıraladığı sorulardan oluşan mektubunu,
kimi konuların aydınlatılması için kaleme aldığını ifade etti.

Bal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a,
77 milyonun Başbakanı olduğunu özellikle son dönemde kullanmaya başladığı dil ve üslubun, toplumu kucaklamadığını, aksine hızlı bir şekilde kutuplaştırdığını kaydetti.

İdris Bal’ın Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektup şöyle :

*****

MESNETSİZ ÇELİŞKİLİ İFADELER

“Bir Başbakan olarak, kamuoyunda en fazla bilinen kişilerden biri olarak hal, tavır
ve söylemlerinizle örnek olmanız gerekirken mesnetsiz iddialar, çelişkili ifadeler, ispatlanamayan ithamlarla ve hakaretlerle dolu ifadeleriniz konumunuza ve
sizden beklenenlere uygun düşmemektedir.

İDDİALARI İSPAT ETMENİZİ BEKLİYORUZ

Türkiye ve dünya kamuoyuna mal olan ve artık açığa kavuşturulması bir zaruret haline gelen ifadelerinizi size tekrar hatırlatmak ve bunların biran önce cevaplanmasını kamuoyu adına sizden talep ediyorum. Sizin de birçok yerde ifade ettiğiniz gibi
‘iddia eden, iddiasını ispat etmekle mükelleftir’. Bu çerçevede, iddialarınızı
size hatırlatıyor ve kamu vicdanının rahatlatılması adına bu iddiaları
ispat etmenizi bekliyoruz.

Maddeler halinde bu soruları aşağıda sıralıyorum.

ZARRAB İLE İLGİLİ NEDEN MİT RAPORUNA İTİBAR ETMEDİNİZ?

1) Geçmişteki çalışmalarından dolayı hep takdirle andığınız ve kendisine başarılarından dolayı zırhlı araç hediye ettiğiniz bir savcıya 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra ciddi ithamlarda bulundunuz. 22 kez yurt dışına çıktığını ve tatil masraflarını başkasına ödettiğini söylediniz. Savcı ispat istedi ve “ispat olursa
istifa ederim” dedi. Bir daha gündeme getirmediniz. İddialarınızı ispat edecek misiniz ?

2) Reza Zerrap’la alakalı hayırsever işadamı dediniz fakat 8 ay önce MİT’in size
Reza Zarrap’la alakalı rapor sunduğu iddia edildi. Eğer bu rapor doğru ise
hangi sebeplerden dolayı böyle bir açıklama yaptınız.
Neden MİT raporuna itibar etmediniz?

3) Her konuşmanızda milli irade vurgusu yapıyorsunuz. Bakanların fezlekeleri
milli iradenin temsilcisi olan Meclis’e niye bu kadar geç geldi ve neden
klasörler ve içerikleri azaltıldı?

GÜLEN’DEN ÖZÜR DİLEYECEK MİSİNİZ?

4) Sayın Fethullah Gülen’den size mektup geldiğini söylediniz. Mektubun içeriğinde pazarlık var dediniz. Mektubun Sayın Cumhurbaşkanına geldiği ve içeriğinde
pazarlık olmadığı ortaya çıktı. Bir daha gündeme getirmediniz. Niye böyle bir iddiada bulunduğunuzu açıklayacak mısınız? Doğru olmadığı ortaya çıkan bu iddianızdan dolayı özür dileyecek misiniz?

SES KAYITLARINI İNCELETECEK MİSİNİZ?

5) Son günlerde ortaya çıkan sizin ve oğlunuza ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarıyla ilgili neden tercihen ABD veya bir AB ülkesinde somut bir tetkik ve araştırma yaptırmıyorsunuz. Sayın Bakan’ın yaptığı ‘montaj olduğunu hissettim’ ifadesi
kimseyi tatmin etmedi. Herkesin onay verebileceği bağımsız ve objektif kurumlara,
bu ses kayıtlarını inceletecek misiniz?

6) 10 bin civarında polisi paralel yapı bağlantısı ile suçlayıp tasfiye mantığı ile tayin ettiniz. Belli birimlerde uzmanlaşmış ve tecrübe kazanmış bu polislerin
tayin edilmesi, terör, istihbarat gibi farklı birimlerle alakalı bir zafiyete sebep olmayacak mı? Herhangi bir somut suçlama olmadan, kışın ortasında, ailelerini hiç hesaba katmadan bu kadar polisin tayinini nasıl izah edeceksiniz? Daha yakın zamandaki
gezi olaylarında kahraman ilan ettiğiniz bir teşkilata şimdi böyle davranmanız
bir çelişki değil mi? Emniyet Teşkilatında branşlaşmanın kaldırılması
emniyette zafiyete yol açmaz mı?

HAŞHAŞİ, KAN EMİCİ, VAMPİR, VİRÜS..
BAŞBAKANA YAKIŞAN İFADELER MİDİR?

7) Diplomasinin bir üslubu olduğu gibi siyasetin de bir üslubu olması gerekmez mi? Siyasetçilerin üslubundaki bozukluk halka nasıl yansır diye bir kaygı taşımanız gerekmez mi? Haşhaşi, kan emici vampir, virüs, sülük gibi ifadeler, bir Başbakan’a yakışan ifadeler midir? Sizi eleştiren demokrasiye, hukuk devletine davet edenleri; paralel, öteki, illegal ve hain ilan ederek, bu ülkeyi, ABD, AB ülkeleri gibi 1. sınıf demokrasiye, sivil topluma, çoğulculuğa değil, Lübnanlaştırmaya götürdüğünüzün farkında mısınız?

SİZİ VE ÜLKEYİ TEHDİT EDEN GERÇEK PARALEL YAPIDAN
NEDEN HİÇ BAHSETMİYORSUNUZ?

8) 17 Aralık’tan bugüne kadar neredeyse her konuşmanızda bir ‘paralel yapı’ söyleminiz var. Sizce paralel yapı olma kriteri nedir? Hangi bilimsel ve sosyolojik kıstaslara dayanarak böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? Daha da önemlisi hangi somut delillere dayanarak böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? Belli bir grubu delilsiz bir şekilde paralel yapı ilan ederken; mahkemesi olan, vergi toplayan, her fırsatta sizi ve ülkeyi tehdit eden gerçek paralel yapıdan neden hiç bahsetmiyorsunuz?

9) 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna imza atmak isteyen Savcı
Muammer Akkaş’ı hedef tahtasına koydunuz. Savcı Akkaş ile bizzat hesaplaşma yoluna gittiniz. “Seninle işimiz bitmedi, senin nereye çalıştığını biliyoruz, sen açıklamazsan
biz açıklayacağız.” dediniz. Bu iddianızda hava da kaldı. Bu konuya bir açıklık
getirecek misiniz ?

10) Bazı siyasilerin mahrem görüntüleri için özel değil genel demiştiniz.
Sizinle alakalı ortaya çıkan tapeler bahsedilen siyasiler ile ilgili iddialardan daha genel ve toplumun genelini ilgilendiren konular değil midir? Niçin daha somut cevaplar vermiyor, bilimsel araştırmalara dayanarak konuşmuyorsunuz?

MONTAJ DEDİĞİNİZ KASETLERİN NEDEN GEREĞİNİ YAPMIYORSUNUZ?

11) Sayın Fethullah Gülen’e ve arkadaşlarına ait olduğu iddia edilen konuşmalardaki bazı ifadeleri, bilhassa ‘ananas’ ve ‘tuzluk’ ifadesini çok sık kullanıyorsunuz.
Kaset ve ses kayıtlarına bu kadar tepki gösterirken bunları kullanmanız, çifte standart, yaman bir çelişki değil mi? Eğer Sayın Gülen’e ait olduğu iddia edilen ses kayıtları doğruysa bile, bu kayıtlar bir suç unsuru içermezken, mitinglerde, konuşmalarınızda kullanmanıza rağmen, sizin hakkınızda bu kadar büyük iddialar varken neden montaj deyip geçiştiriyor ve gereğini yapmıyorsunuz?

12) Kabataş’ta saldırıya uğradığını iddia ettiğiniz bayanla alakalı kamera görüntüleri ortaya çıktı ve iddia edildiği gibi bir saldırı olmadığı belirlendi. Israrla saldırıya dair görüntüler var dediniz fakat hala görüntüleri ortaya çıkarmadınız. Görüntüleri paylaşacak mısınız? Eğer görüntüler yoksa, kamuoyundan özür dileyip
sizi yanıltanlardan hesap soracak mısınız?

HİÇBİR BELGE AÇIKLAMADINIZ?

13) Gezi olaylarında, camide içki içildiğini, görüntünün olduğunu iddia ettiniz.
Caminin müezzini yalanladı ve bunun üzerine tayin edildi. Bu tayin, yalan söylemediği için müezzin sürüldü şeklinde basına yansıdı. Varsa ilgili görüntüleri yayınlatacak mısınız? Yoksa, toplumsal huzursuzluğa yol açan, birçok insanı kutuplaştıran
bu iddianızdan dolayı özür dileyecek misiniz?

14) Gezi Parkı olaylarının bir misilleme olduğunu ve bu olayların içerden ve dışardan koordineli bir biçimde yürütüldüğünü iddia ettiniz. Bu konu ile ilgili elinizde belgeler olduğunu ve bu ihanet şebekesini halka açıklayacağınızı ifade ettiniz.
Ancak aradan 9 ay geçmesine rağmen hiçbir belge açıklamadınız?
Bu belgeleri ne zaman açıklayacaksınız?

15) İçişleri Bakanı Sayın Efkan Ala’nın Bank Asya’ya yönelik olduğu iddia edilen,
döviz topladı” iddiası bir daha gündeme getirilemedi. Sayın Bakan bunun belgeli bir iddia olduğunu söylemişti. Ne Bank Asya ile ilgili ne de başka bir kurumla alakalı şimdiye kadar bir belge sunulmadı. Bu belgeyi Sayın Bakan’dan isteyecek misiniz? Eğer böyle bir belge yoksa Sayın Bakan’dan hesap soracak mısınız?

16) “Operasyonların arkasında ABD var.” dediniz ve ABD Büyükelçisine yönelik ciddi ithamlarda bulundunuz. Daha sonra ABD’den gelen uyarılar sonunda
bu iddialardan vazgeçtiniz. ABD’nin bu olaylarla ilgisini ispatlayan belgeleri
gerekli kurumlara teslim edecek misiniz? Yoksa böyle bir belgenin olmadığını, iddiaların mesnetsiz olduğunu kabul mü ediyorsunuz?

17) Halk Bankası genel müdürünün evinden çıkan paraların Çorum Osmancık İHL’ni yaptırmak için ayrılan bağış parası olduğunu söylediniz. Ancak o İHL için Kalkınma Bakanlığı’nın bütçe ayırdığı ortaya çıktı. Bu çelişkiyi izah etmeyi
düşünüyor musunuz?

18) Urla’da yapılan villalarla alakalı 35 yıldır orada olduğunu söylediniz.
Fakat Google Earth haritasından bu yapıların birkaçı hariç hemen hemen tamamının, daha yakın zamanda yapılmış olduğu kanıtlandı. Bu ciddi iddiayı vuzuha kavuşturmayı ya da sözlerinizi geri almayı düşünüyor musunuz?

TIRLAR İLE İLGİLİ BİR AÇIKLAMA YAPACAK MISINIZ?

19) Sınırdan geçerken savcı tarafından durdurulan tırlarla alakalı Türkmenlere yardım götürdüğü açıklaması yapıldı. Fakat bizzat Türkmenler bu iddiayı yalanladı.
Tırların ne taşıdığı ile alakalı ciddi iddialar ortaya atıldı. Kimileri tırların para taşıdığını, kimileri de Esed’in meşrulaşmasında büyük payı olan dünyada genelde terör örgütü olarak kabul edilen El Kaide’ye silah taşındığını iddia etti. Eğer tırlarda taşınan şey MİT kontrolündeki yardım ise valiliğe bilgi verilmesi gerekmez miydi?
Tırların içinde ne olduğu ile alakalı kamu vicdanını tatmin edecek bir açıklama
yapacak mısınız?

20) Başka partilerden size katılan belediye başkanları ve milletvekillerini, törenle
ve coşkuyla kabul ederken, parti rozetlerini şahsınız sevinçle takarken, bizzat parti tarafından, sadece düşüncelerini açıkladı diye disipline verilen ben ve benim gibi vekillerin istifasının siz ve parti yetkilileri tarafından ihanet olarak ilan edilmesi
yaman bir çelişki, ilkesizlik değil midir?

DÜNYADA İLK DEFA ABD BAŞKANI TARAFINDAN YALANLANAN
BİR BAŞBAKAN OLARAK
TARİHE GEÇTİNİZ

21) ABD Başkanı Sayın Obama’yı arayarak Sayın Fethullah Gülen’i iade etmelerini istediğinizi söylediniz. Sayın Obama’nın da bu konu ile ilgili “mesaj alınmıştır” dediğini belirttiniz. Ancak Beyaz Saray yaptığı açıklamada böyle bir ifadenin olmadığını açıkladı. Böylelikle dünyada ilk defa ABD Başkanı tarafından yalanlanan bir Başbakan olarak tarihe geçtiniz. Dünya ve Türkiye kamuoyu önünde ülkemizin itibarı adına zedeleyici olan bu durumdan dolayı bir açıklama yapacak mısınız?

22) Her fırsatta eleştirdiğiniz 28 Şubat sürecinde öğrencilere yapılan baskı benzeri uygulamaların okullarda müfettişler tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Bu konuda bir açıklama yapacak mısınız?

23) Devlet kurumları bir partinin, bir görüşün ya da bir kişinin değil milletin kurumlarıdır. Son dönemde devlet kurumlarının siyasallaştığına dair kaygılar var.
Bu hususta kamuoyunu aydınlatıp rahatlatacak mısınız?

SORULAR CEVAPLANANA KADAR BAŞBAKANLIK MAKAMINI BIRAKIN

Bu ve benzeri kamuoyuna mal olmuş soruların cevaplarını, bulunduğunuz makamın
ve şahsınızın daha fazla yıpranmaması ve halk nezdinde itibar kaybetmemesi adına, kamuoyuyla paylaşmanızı sizden talep ediyoruz. Bu

soruların cevaplanmaması bulunduğunuz makama ve ülkemize çok büyük zararlar vermektedir. Daha vahim gördüğümüz senaryo ise bu soruların cevabının bulunmamasıdır. Eğer bu kötü senaryo gerçek ise, ülkemizin selameti adına,
bu sorular cevaplanana kadar ‘Başbakanlık’ makamını bırakmanızdır.

Saygılarımla…”
http://sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/idris-baldan-erdogana-agir-mektup-471699/, 17.3.14

“ELİMDE KALDI YAZIK!”

Dostlar,

Değerli meslektaşımız Dr. Alper Akçam‘dan (son olarak Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Başkanı) düşündürücü bir yazı daha.. Ulusal takımın Gaziantep’te Fransa’ya 4-1 yenilmesinin çağrışımları..

Diyalektik düşünmeye çağrı, insana değer vermeye özlem dolu..

Teşekkürler sevgili Akçam..

Sevgi ve saygı ile.
8.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================
“ELİMDE KALDI YAZIK!”

 portresi

Dr. Alper AKÇAM

 

Elimizde kalan “çiçeklerimle mendil” değil…

Yıllardır birlikte yatıp kalktığımız, hayatımızın en orta noktasına koyup  umutlar bağladığımız futbolda ve demokraside yaşanan düş kırıklıkları…

Demokrasiyi de, futbolu da, bir “takım oyunu” olarak göremedik bir türlü.

Karpuz sergisinde bağırır gibi “Seçmece bunlar!” diye ünleyip etrafı
sese boğmakla olmuyor iş…

Milli iradeyi dört beş yılda bir oy kullanıp “seçmece” kişilere hayatımızı emanet etmek diye tarif ettik;

Futbol oyununu, şuradan buradan seçilmiş oyuncuları yan yana getirince oynanır sandık.

Diyalektik düşünemedik! Ağaca bakarken ormanı göremedik.

Yığılı bilginin bilince dönüşmesi, seçilenlerin seçenler ve geride kalanlarla bir takım oluşturabilmesi için, paylaşmanın, dayanışmanın,
insana saygının ve sevginin önde tutulması gerektiğini bilemedik;
at gözlükleri takmıştık çünkü.

Seçmek ve seçilmeyi yeterli görüp cep doldurmaya baktık.

“Prim” havucunu uzatınca futbolcunun başarılı olacağını, millet malını hamutla götürüp bir kısmını da kömür, makarna, yoksulluk yardımı,
iftar sofrası olarak dağıtınca, herkesin arkamıza takılacağını umduk… Onurun çocuklara konan bir ad olmaktan öte, bir insanlık bilinci olduğunu, gerçekten kendini insan olarak duyumsayanların özgürlükleri ve onurları uğruna ölümü bile göze alabileceğini hiç anlayamazdık zaten.

Halkı, kutsal inançlarını kullanıp kandırarak yürüttük gemilerimizi…   

“FUTBOLDA GELECEK KARANLIK” diye başlık koymuş
05 Temmuz 2013 günü bir gazete. Yoksul oyunculardan oluşmuş Özbekistan ve Irak’ın ilerleyip gittiği 20 yaş altı şampiyonada,
milyon dolarlık geleceklere aday yazdığımız oyunculardan oluşmuş takımımız nal topladı. Fransa’dan dört gol birden yedi…

YEŞİL BURUN KIRMIZI SURAT diye manşet atmış aynı gün,
bir başka gazete. Yazı şöyle:

“Birçoğumuzun yerini bilmediği Coparverde (Yeşil Burun Adaları) FIFA sıralamasında 8 basamak üstümüze çıktı. ‘Eşik Atlatma’ hedefiyle göreve gelen Abdullah Avcı başa geçtiğinde 28. Sırada yer alan Türkiye 57. liğe düşerek tarih yazdı.”

Avcı’nın bir araya getirdiği “seçmece”lere baktım bir gün.
Yarısı yurtdışından, farklı farklı takımlardan toplanmış. İki pas arka arkaya yapamıyor… Kimse bir diğeriyle birlikte olmamış takımda;
oyun sürecini zamana yayarak paylaşmamış…

  • Demokrasiyi dünyanın egemenlerinin dümen suyunda gidip halka
    oy alabileceğimiz, içinde bol yalan bulunan nutuklar atarak, hayatını özgürce yaşamak isteyen, ağacına, parkına, ormanına, deresine sahip çıkanlara karşı
    bizi seçenleri kışkırtarak yürütmeyi yeğledik…

Bugün Mısır’da, Suriye’de olduğu gibi kardeşin kardeşe düşman olmasını, dökülen kanları umursamadık, her şeyi emperyalist tekellerin çıkarlarına ve siyasal geleceğimize peş keş çekmeyi hüner saydık.

Cumhuriyetimizin kurucusunun “Zeki, Çevik ve Efendi”sini sevdiği sporculardan para için ve yalnızca onun için “çevik” olanları toplayıp
zeki ve efendi olmak gerektiğini hesaba katamadık. 20 yaş altında takımın bir maçında izledim. Kendi yaptığı ters hareketle yere düşen, “alçak dağları ben yarattım” havasındaki  afilli bir oyuncumuz,
elini uzatarak yardımcı olmaya çalışan karşı takım oyuncusunu
“s..tir git!” diye kovaladı. Utancımdan yerin dibine girdim; izlediğim yerde.
O terbiyesiz beni nasıl temsil edebilirdi?

Formaların üstündeki işaretleri ve adları kapatın; yine de kolayca tanırsınız bizim futbolcuları. En çok şımarıkça hareketler yapanlar, hakemlerle didişenler, her şeye itiraz edenler bizim oyunculardır!

Faşizmin “üstün insan” metoforundaki yanılgısıdır, üstün olanı seçme,
ya da üstünlüğün verdiği ayrıcalıkla seçilme ile başarılı olunabileceğini sanma…

“Seçmece bunlar” ile olmuyor demek.

Kardeşlik,
– dayanışma,
– paylaşma,
– ortak değerler için direniş,
– onurlu olma ve
– insana saygı duyma gerek…

“ELİMDE KALDI YAZIK!”

(6.7,2013, Alper AKÇAM)

karpuz.jpg

Direniş ve Başarıyı Iskalamamak


Dostlar,

Türkiye ayakta..
Can yitikleri var, bilinen 4 can..
Göz yitikleri var, 10’u aşkın insanın..
Ağır yaralı var, 50 dolayında..
7-8 bin dolayında fiziksel – bedensel yaralı ve
Milyonlarca da onuru – gururu zedelenmiş manevi yaralı yurttaş..
Okyanusun ötesinde de Brezilya yönetiminin uygarca, insanca, demokrat davranışı..
Birileri hiç ders almıyor ve Türkiye ağır bedel ödüyor.
Kuşku yok diktatör gidecek ve yasal  hesabı da sorulacak..
Bunca akıldışılığın başkaca açıklaması olabilir mi?

Bu cenderenin kırılmasını, giderek totaliterleşen siyasal iktidarın bırakıp gitmesini istiyor.
Kısır döngü sürüyor. Ülke polisini, polis şefi gibi en tepe yöneticiler yönetiyor ve
ülke şiddet sarmalından yakasını kurtaramıyor..

Sayın Merdan Yanardağ‘ın önemli yazısını birkez daha dikkatle okumak gerek,

“Direniş’te başarıyı ıskalamamak” için..

Sevgi ve saygı ile.
22.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Direniş ve Başarıyı Iskalamamak 

portresi

 

Merdan YANARDAĞ
YURT Gazetesi

 

Bilindiği gibi, AKP iktidarına karşı giderek siyasal talepleri öne çıkan bir
halk isyanına dönüşen Gezi Parkı direnişine “devam” kararı alındı.
Bu direniş, Hükümetin ve Başbakan Tayyip Erdoğan‘ın bütün dengelerini ve kimyasını bozmuş görünüyor. Direnişin kapsamı, bileşimi, Uluslararası desteği onu daha da büyütüyor ve Hükümeti temellerinden sarsıyor.

Birbiriyle örtüşen çok özel ulusal ve uluslararası koşulların iktidara getirdiği
AKP ve Erdoğan, kendilerine sunulan olanağı rejim değişikliği gerçekleştirmek için bir fırsata dönüştürmeye kalkıştı. Ancak öyle anlaşılıyor ki, kendisine biçilen rolü abartarak özerklik alanını bütün sinsi siyasal İslamcı sağ hareketler gibi
fazlasıyla abarttı. Çünkü, bugüne kadar AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren ABD ve AB sanki bir kıvılcım çakmış gibi bu desteklerini geri çekmeye başladı.

Gerçekte Türkiye’de % 10-15 aralığında bir oy potansiyeline sahip olan siyasal İslamcı hareket, merkez sağın çökmesi ve bu alandan gelen siyaset sınıfının yolsuzluklara batarak tasfiye olması sonucu birden bire kendisini iktidarda buldu. Başlangıçta uzlaşmacı bir tutum izleyerek tepkileri yumuşatmayı başaran AKP, Batı’nın ve ABD’nin bölgeye yönelik stratejik çıkarlarının savunulmasında rol üstlendi. Ancak, bu rolü
kendi özel hesapları için kullanmaya kalktı.İşte Gezi Parkı direnişi bütün kartların yeniden karılmasına ve dizilmesine yol açtığı için gerek Türkiye’de gerekse dünyada Türkiye ile ilgili bütün güçler kendi pozisyonlarını yeniden düzenlemeye başladı. ‘Taksim Dayanışması’ isimli platform tarafından
Gezi Parkı direnişine devam kararı açıklanırken şöyle deniyor:
  • “Taksim Gezi Parkı direnişçileri ve Taksim Dayanışması olarak bu süreç boyunca öğrendiğimiz en önemli şey mücadelenin zaman ve mekânla sınırlandırılamayacağı ve bundan sonra da hayatın, kentin ve ülkenin
    her metre karesinde ve her anında devam edeceğidir. Bu süre içinde üzerimizde yürütülen şiddet politikalarına rağmen farklı eğilimlerin zenginliği ile bir araya gelebildiğimizi, tartışabildiğimizi, ortaklıklar yaratabildiğimizi ve
    birlikte mücadele edebildiğimizi gördük.”
Evet, en önemli kazanım budur. Onurları kırılmak istenen, aşağılanan, ezilen, sömürülen görmezden gelinen kitleler, gerici-faşizan bir polis rejimi kuran AKP İktidarının yenilebileceğini gördü ve korku duvarını aştı.
***
Hâlâ devam eden, kırılamayan yakın tarihimizin en görkemli halk direnişine Türkiye genelinde 10 milyon yurttaşın katıldığı belirtiliyor. Halkın çok büyük bölümü 11 yıldır kendilerine hakaret edilmesine, aşağılanmalarına, adaletsizliğe, yaşam tarzlarına müdahale edilmesine, değerlerine saldırılmasına, yağma düzenine, sömürüye isyan ettiler. Gezi Parkı direnişi işte bu isyanın fitilini ateşledi. Çünkü insanlar, son 11 yıldır nerede bir ağaç kesiliyorsa orada bir yağma olduğunu biliyor. Çevre bilinciyle buluşan politik düzeyi yüksek bir halk direnişi ile karşı karşıyayız.

  • Bu isyanın ‘Geniş Ortadoğu’da “Arap baharı” diye olayla bir benzerliği bulunmuyor.

Çünkü Arap baharı ile bölgede bütün yozlaşmışlıklarına karşın cumhuriyetler yıkıldı. Yerine dinci rejimler kuruldu. Türkiye’de ise halk, gençlik, emekçiler siyasal İslamcı bir iktidara, dinci bir rejime karşı özgürlük ve adalet için ayaklandı.

  • İnsanlar seküler ve demokratik hakları için meydanlara çıktı.
  • İktidar kibri ve güç sarhoşluğu içinde AKP İktidarı ve Erdoğan
    ağır bir bozguna uğradı.
Hesap hatası yaptılar. Laikliğin toplum tarafından sanılanın ötesinde içselleştirildiğini göremediler ve Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi sandılar. İdeolojik ön yargılarının kurbanı oldular.

Cumhuriyetin geniş bir kitle tabanının olduğunu anlayamadılar.

Şaşırdılar, ezberleri bozuldu. Cumhuriyetin yerine daha İslami bir rejim kurarak devletle milleti barıştırmaya kalkıştıklarında, kendilerini milletle kavga halinde buldular.

***

  • Gezi Parkı direnişiyle beklenmedik bir siyasal, kültürel ve ahlaki bir yenilgiye uğrayan Tayyip Erdoğan, bir başbakan gibi değil, dar bir
    siyasal İslamcı grubun lideri gibi, AKP de büyük bir ülkenin sorumluluğunu üstlenmiş hükümet gibi değil, cihatçı bir örgüt gibi davranıyor.
Bu nedenle Erdoğan ve AKP demokratik parlamenter rejimlerin yüklediği sorumlulukların gereğini yapmak (örneğin muhalefetin, baskı gruplarının ve yurttaşların eleştirilerini dikkate almak) yerine bin yıllık gerici, karşıtlaştırıcı ve provokatif bir dile ve
yalana başvuruyor. Yenilgiyi hazmedemediği anlaşılıyor. Saldırganlaşıyor.
Bu nedenle AKP’nin dün Ankara’da düzenlediği “Milli İradeye Saygı” mitingi tam bir fiyaskoya dönüşüyor. Bir milyon kişiyi toplamak üzere düzenlenen mitinge katılım
yüz binin altında kalıyor. Öyle ki, sadece kendi partilerine verilen oyları “milli irade” olarak gören bu çarpık ve faşizan demokrasi anlayışı ağır bir yenilgiye daha uğruyor.Toplumun diğer kesimlerini (burada yarıdan fazlasını) milli iradenin bir başka ifadesi olarak görmeyenlerin altından iktidar zemini kaymaya başlıyor.
Ancak, unutmamak gerekiyor ki, AKP sıradan bir merkez sağ iktidar değil.
AKP 11 yıllık iktidarında ABD’nin de desteğiyle rejimi değiştirdi. O nedenle AKP hükümeti düşse ya da bu parti seçimleri kaybetse bile, kurduğu dinci-faşizan rejim nedeniyle iktidarda kalmaya devam edecek. Bu nedenle köklü bir dönüşüm ve rejimi değiştirecek radikal bir siyasal programa sahip olmadan AKP iktidarına son vermek zor.
Daha önce de altını çizdiğim gibi, bütün olan bitenlerin gösterdiği tek şey var;

  • AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın siyasi ömrü doldu.

Eğer direniş aynı yaygınlıkta ve kitlesellikte sürdürülür, örgütlü bir karakter ve
disiplin kazanır, daha da önemlisi haklılık zeminini korur, akılcı hareket eder ve
siyasal hedeflerini net biçimde ortaya koyarsa fazla beklememiz de gerekmeyebilir.
Bu durumda AKP’nin gidişi bir takvim meselesi haline gelir.

Direnişe “devam” kararı alanların bütün olasılıkları değerlendirip, durumu doğru
analiz ettiklerini umuyorum.

Gezi Direnişi “kimi hatalar” nedeniyle yenilgiye uğrasa bile,
AKP artık eskisi gibi iktidar olamayacaktır.
Kazanmayı bilmek gerekiyor.
Bu toplumun, bu kuşağın bir başarı hikayesine ihtiyacı var.
Iskalamamak gerekiyor.
(Merdan Yanardağ Yurt, 16.06.13)