Etiket arşivi: Memduh Tağmaç

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

Örgüt (Nedir? Ne değildir?)

Örgüt
(Nedir? Ne değildir?)

Lütfü Kırayoğlu
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim kısa notumuz yazının sonundadır..)

Örgüt kavramı gerek ülkemizde, gerekse ADD örgütlenmesi içinde 12 Eylül sonrasında özellikle dış etkilerle bozulmaya uğramıştır. Bu nedenle örgüt kavramını yerli yerine oturtmak amacı ile böyle bir denemeye girişilmiştir. Kimi tanımlar yeniden yapılmış ve ilk kez denenmiştir. Bu nedenle bu deneme aynı zamanda tartışmaya açıktır. Umarız yararlı olur.

Örgüt: Ülkemizin son 50 yıllık tarihinin en tehlikeli sözcüklerinden biri. Ayrıca konuyu hiç bilmeyenler için bile çağrıştırdığı kavram anlamında dilimizin en güzel sözcüklerinden biri.

En genel olarak sözlüklerde “ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” olarak tanımlansa da bu tanım tarihin en büyük ve en güçlü örgütlenmesini dışta tutan bir tanımdır.

Devlet:

Kuşkusuz insanlık tarihinde var olmuş en köklü ve geniş örgüt devlet aygıtıdır. Bu aygıtın, güçlü, köklü ve yaygın olması o devletin sürekliliğinin de gerekli koşuludur. Yukarıdaki tanımı yapanlar son yıllarda dayatılan Sivil Toplum Örgütü kavramına takılmış olmalılar ki, Sivil Toplum Örgütü kavramının ne olduğu konusunu bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

İnsanoğlunun ayağa kalkıp ilk insan toplulukları içinde avcılar, toplayıcılar, saklayıcılar, pişiriciler, koruyucular gibi işbölümünün başlaması ile birlikte örgütlenme de başlamıştır. Bu çerçevede örgüt, adı konmadan işlev olarak ortaya çıkmış bir olgudur.

Mülkiyet kavramının gelişmesi, dış güvenlik yanında iç güvenlik gerekliliğini de ortaya çıkardı. Yani savaşçılar ikiye ayrıldı. Bu ikisi askerler ve polis örgütlenmesini getirdi. İstihbarat, adalet, vergi toplamanın zorunlu sonucu olarak, sağlık, eğitim, su, bayındırlık, ulaşım gibi örgütlenmeler ile günümüzün “modern” denilen devletleri ortaya çıktı.

İster günümüz “modern” devletleri olsun, ister eski çağlarda olsun, oluşan devlet aygıtını dengelemek için devlet içinde yaşayan insan topluluklarının örgütlenme gereksinimi doğdu. Bu anlamda köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da sosyalist toplumda da örgütlenme hep olagelmiş, örgütlenme gereksinimi ortaya çıktığında yasaların olması ya da olmamasının önemi kalmamış, insanlar gizli de olsa örgütlenmiştir. Bu uğurda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Devlet adına ortaya çıkan örgütler devlete adını veren egemen sınıfları desteklerken, devlete egemen olamayan ya da muhalefet eden insanlar bir başka örgütlenme yaratmanın yolunu bulmuşlardır.

Örgüt Gereksinimden Doğar

İster devlet örgütü olsun, ister bunun dışındaki örgütlenmeler olsun, tamamı bir ihtiyaçtan doğar. Tıpkı “İhtiyaç buluşların anasıdır” deyişinde olduğu gibi, ihtiyaç örgütlerin de anasıdır. İhtiyaçtan doğmayan hiçbir örgüt yaşayamaz. Dünya tarihini de bizim tarihimizi de örgüt açısından inceleyenler, ihtiyaçtan doğmayan örgütler mezarlığı ile karşılaşır.

Çatışma Alanları

……………………….
…………………….

NGO ya da Sivil Toplum Örgütü

İşte tam da bu kavram kargaşasının yaşandığı dönemde, batı merkezlerinden ileri sürülen yeni bir sözcük kalıbı “imdada” yetişmiştir: Sivil Toplum Örgütü. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist darbesinin şokunu atlatamayan ülkemizde faşist uygulamalardan doğan asker ve polis tepkisi Sivil Toplum Örgütü kalıbı içindeki “sivil” sözcüğü ile bir yaraya “ilaç” olarak piyasaya sürülmüştür.

Bu sözcük kalıbını ortaya atanlar o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan özel TV kanallarında sade vatandaşların şaşkın bakışları arasında “Enciyo” sözcüğünü kasıla kasıla söylemişlerdir.

Oysa “Enciyo” batılı kimi para babalarının da desteklediği ve İngilizcedeki Non Goverment Organisation sözcüklerinin baş harflerinden oluşan NGO kısaltmasından başka bir şey değildir. Ancak burada sorun sadece söz kalıbının yabancı kaynaklı olmasından ibaret değildir.

Non Govermental Organisation sözcüklerinin tam karşılığını, Hükümet Dışı Organizasyon olarak dilimize çevirebiliyoruz. Burada hükümet dışı olmak elbette “hangi hükümet” sorusunu da sordurmaktadır. Bizde ve başka ülkelerde hükümetlerin devlet organizasyonu dışında moda deyimle “çakma” örgütler kurdurduklarını biliyoruz. Son dönemde bu örgütlerin yüzlercesinin bir araya getirilerek yapay platformlar, federasyonlar oluşturduklarını da görüyoruz. Ancak bu tür örgütlenmelerin uzun ömürlü olmadığını da görüyoruz. NGO olarak tanımlanan bu türden dış destekli kuruluşların bizim hükümetlerimizin dışında olsalar bile başka, özellikle de emperyalist devletlerin hükümetleriyle iç içe olduklarını, güçlü mali destekler aldıklarını görüyoruz. Bu örgütlerin dönemsel olarak bizim hükümetlerimizle bağlantıları olsa da günün birinde emperyalizmin güdümünden sıyrılan hükümetlere karşı bu kuruluşların psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığını kendi deneylerimizden ve diğer az gelişmiş ülkelerden öğreniyoruz.

AB (Avrupa Birliği) Fonları, Kalkınma Ajansları, dolar milyarderi George Soros’un Macaristan’da kurduğu Açık Toplum Vakfı vb. kaynaklardan adı sanı duyulmadık kimi örgütlere hangi desteklerin yapıldığını sıklıkla yaygın basında olmasa bile sosyal paylaşım ağlarında görüyoruz. Bunların, ülkemizde desteklediği kuruluş olan TESEV’in içine aldığı ünlü siyasiler, bilim insanları, gazeteciler tarafından nasıl parlatıldığı biliniyor.

Soros Adlı Bir Adam

ABD dış politikasını yönlendiren örgütün (Council on Foreign Relations) üyesi olan George Soros, her yıl 400 milyon dolarla fonlanan Açık Toplum Enstitüsü adı altında Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika’da ve diğer bölgelerde toplam 60 ülkede 2000 kişilik ekibiyle çalışıyor. “Kadife” devrimleri destekliyor.

TESEV, Soros ‘un Türkiye’de desteklediği en önemli bir vakıf. Vakfın yıllık bütçesi 2 milyon dolar ve bunun sadece 400 bin doları Soros tarafından geri kalan kısım ise BM ve Dünya Bankası fonları tarafından karşılanıyor.

Yakın zamanda da önemli bir siyasi partimizde  siyaset yapan, milletvekili adayı olan  LGBT yöneticisi Öykü Evren Özen’in, “Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneğinin” AB fonlarından yalnızca 2013 yılında 11 milyon TL destek aldığını belgeleriyle göstermesi ve 2015 yılı başvurularında “Trans Savunuculuğu” ve “Trans Ofis Destek Programı” kapsamında toplam 27 milyon TL’lik AB fonlarının da ne denli önemli rakamlar olduğu mali sıkıntılar içinde boğuşarak çabalayan örgüt yöneticilerince unutulmamalı.

TESEV’in dışında AÇEV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tarih Vakfı, Türkiye Bilimler Akademisi, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turist Rehberleri Vakfı, Dev-Maden-Sen, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, Şizofreni Dostları Derneği, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakırlı Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Uçan Süpürge Kadın Derneği, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği, Açık Radyo, Medyakronik ve Beyoğlu Gazetesi Soros’ un dolaylı destek verdiği kuruluşlar.

Mustafa Yıldırım tarafından yazılan ve her baskısında ilginç eklemeler yapılan “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserde bizim hükümetlerimizle bağı olsun olmasın, emperyalist hükümetlerle bağlantılı örnekleri derli toplu olarak bulabiliyoruz.
……………………………..
……………………..

Kaç Türlü Örgüt Vardır?

Önem sırasına göre örgütleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Siyasal Partiler
  2. Sendikalar
  3. Meslek Odaları
  4. Kooperatifler
  5. Dernekler
  6. Spor Kulüpleri (Dernek statüsünde olmalarına karşın ayrı ele alınmalıdır)
  7. Vakıflar
  8. Yardım Sandıkları
  9. Okul Aile Birlikleri

…………………………
………………………………

2-Sendikalar

a-İşçi Sendikacılığı

Sendika kavramı işçi sınıfının örgütünü akla getirmekle birlikte ülkemizde uzun yıllardan beri işveren sendikacılığı kavramını da görüyoruz.

İşçi sendikaları işçi sınıfının ekonomik, siyasal hakları yanında çalışma saatleri, iş koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, sosyal haklar, yemek, aile yardımı, bayram ikramiyesi, tazminatlar, disiplin kurulları, mesai saatleri, fazla mesai ücretleri, ulaşım koşulları gibi pek çok konuda işveren ile işçi arasında çalışma barışını düzenleyen örgütlerdir. 1946 yılında sınıf esasına göre örgüt kurma yasağı kaldırılınca sendikacılık ayrı bir kanunla düzenlendi. Sendikacılık ülkemizde 1960 yılına kadar ABD ve işveren denetiminde gelişmiştir. Eğer sendika önderleri bu iradenin dışında ortaya çıkarsa denetim altına alınmış ya da sendikacılar doğrudan işveren tarafından seçilmiştir. İşçiler arasından doğan sendika önderleri ABD’ye götürülerek sıkı bir “eğitimden” geçirilmişlerdir.

Sendikaların bu çerçevenin dışına çıkabilmesi 27 Mayıs Devrimi sonrası yapılan 1961 anayasasında köklü değişikliklerin önünün açılması ile gerçekleşmiştir. 1963 yılında çıkarılan sendikalar yasası ülkemizde gerçek sendikacılığın başlamasını tetiklemiş, sendikal rekabet sarı sendikacılığı da zorlaştırmıştır. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bir anda işçiler arasında yükselişe geçmiş, ücret sendikacılığının da ötesine geçerek sınıf sendikacılığı kavramı gelişmiştir. Bu gelişme sonucu işverenlerin siyasal iktidarlardan en büyük talebi sendikalar yasasının değişmesi olmuş, nitekim, 274 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarının TBMM gündemine gelmesi ile 15-16 Haziran 1970 günleri Türk işçi sınıfı tarihinin en büyük eylemleri gerçekleşmiştir.

 “Sosyal Uyanış Ekonomik Gelişmeyi Aştı”

İşçi sendikacılığının bu yükselişi işveren sendikacılığının da örgütlenmesini hızlandırdı. 15-16 Haziran büyük işçi hareketinin üzerinden 9 ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi gündeme geldi ve darbenin gerekçesi, darbe önderlerinden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle açıklanmıştır. 12 Mart darbesi sendikalara da sendikacılara da ağır bir yumruk indirdi.

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru ilerlerken büyük işçi grevlerine de sahne oldu. Yıllar süren grevler, çatışmalar oldu. Sendikalar hatalar da yaptılar. Usta yazar Aziz Nesin, bu hataları eleştirdiği “Büyük Grev” adlı eseri nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. 1980 yılına gelindiğinde 40 milyon olan ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyonu aşarak tarihi bir rekora ulaşıyordu. Bu sayıya bir daha asla ulaşılamayacaktı. Bu arada bugün 80 milyonluk ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısının 2017 Temmuz ayında 1 milyon 423 bin olduğu açıklansa bile işçilerin 1’den çok sendikaya üye olabilme olanağı (!) getirildiğinden bu sayı da kuşkuludur. Bu sayı içinde 544 bin işçinin siyasal iktidarın rotasından ayrılmayan konfederasyonun üyesi olduğu acı bir gerçektir.

“Gülme Sırası Bize Geldi”

……………………..
……………………………….

4-Kooperatifler

Türkiye gibi kaynakları yetersiz, eğitim olanaklarının sınırlı, bilgiye ulaşmanın zor olduğu ülkelerde kooperatifçilik her alanda güçlerin birleştirilmesine, kaynak israfını önlenmeye yönelik özel bir ortaklık modelidir. Ancak her nedense ülkemizde “komünist işi” olarak görülmüş ve özellikle 1950 sonrası her türlü engel konularak önlenmiştir. Başta tarım olmak üzere üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, yapı kooperatifleri, okullarda eski yıllarda kantin kooperatifleri ve son zamanlarda kültür kooperatifleri ortaya çıkmıştır.

Son 20 yılda kooperatifçiliğin gerçek hedefi olan üretim ve tüketim kooperatifleri sessizce hayatımızdan çıkarken bunların yerini taşıma vb. yapay kooperatifler almakta, kooperatifler sessizce hayatımızdan çıkmaktadır. Var olan kooperatiflerin önemli bir kısmı kâğıt üzerinde olup faal değildir. Üretim kooperatifleri ile temin tevzi kooperatiflerinin üçte biri faal iken tüketim kooperatiflerinin beşte bir faaldir.

Atatürk çok genç yaşlarda kooperatifçilikle tanışmış, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı 27 Ekim 1913 ile 20 Ocak 1915 arasındaki 15 aylık süre içinde Bulgar köylüsünün kalkınmasını incelemiştir. Sofya’da bulunduğu süre içinde Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar köylüsünün kalkınmasındaki mucizede kooperatiflerin rolünü beynine kazıdı.

Atatürk, işte bu nedenle 1920’den ölümüne dek geçen süre içinde Türk kooperatifçilik hareketine öncülük etmiştir. Bu bağlamda, özellikle çiftçilerin kooperatifleşmesi konularında konuşmalar yaptığı, yasaların çıkarılmasında egemen rol oynadığı bilinmektedir. Atatürk bunlarla da yetinmemiş, eylemiyle de kooperatifleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin iki kooperatifin kurucu ortağı olmuştur. Bunlardan biri, tarımsal amaçlı bir kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifi’dir. Diğeri ise, Ankara Memurları Tüketim Kooperatifi’dir.

Atatürk’ün kooperatifleşme konusunda yaptığı kimi konuşmalar şunlardır:

“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat yapılmaz, el emeği güçtür, birleşiniz. böylece makine alınız” (24 Ağustos, 1925 Kastamonu)

“Mesela; Kooperatifler. Şurada burada halk ya da münevverlerin teşebbüsü ile fiili sahasına geçen kıymetli hasılalar görülmektedir. Hükümetimizin de bu gibi teşebbüsleri takviye etmesi lazımdır. Hükümeti Cumhuriyet bu lüzumu tabii idrak etmektedir” (27 Ocak 1931, İzmir Halk Fırkası Kongresi)

“Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır.  Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmek demektir. …Müstahsillerin birleşmesinden şahsi menfaatlerini haleldar olacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1 Şubat 1931, İzmir Ticaret Odası)

“Kooperatif teşkilatı, her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu gibi istihsal vasıtalarını öğretip kullandırmak için de kooperatiflerde istifayı mümkün görüyoruz” (1 Kasım 1936, TBMM Açış Konuşması)

“Köyde ve yakın köylerde müşterek harman makinelerini kullandırma köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline getirilmelidir. Zirai sanayi bilhassa üzerinde meşgul olacağımız mevzu olacaktır. Bu arada sütçülüğe, süt sanayine önem vermekteyiz. Sırasıyla; şehir ve kasabalarımızın temiz ve ucuz süt mamulatı ihtiyacını temin edecek fabrikalar tesisinse ve bununla ahenkli bir surette köylerdeki sütleri kıymetlendirecek ve satışı kolaylaştıracak kooperatifler teşkiline çalışılacaktır” (1 Kasım 1937, TBMM Açış Konuşması)
………………………….
…………………………….

KİTLELERİ BÖLMEK İÇİN KURULAN “KİTLE” ÖRGÜTLERİ

Ülkemizde 12 Eylül darbesi sonrası yaygınlaştırılan dernek türlerinden birisi de hemşeri dernekleridir. Bunun benzeri başka alanlarda da mevcuttur. Etnik kökeni ifade eden, inanç kökenini ifade eden, mezun olduğu okulları ifade eden, çıkarları aynı olduğu halde insanları bölen örgütlenmeler ne yazık ki hepimiz tarafından desteklenmekte bu örgütlere üye olmayanlar kınanmaktadır.

Ülkemizde kırsal kesimdeki kalabalık aileler, toprağın hızla bölüşülerek parçalanması, verimsizleşmesi sonucu köyden kente göçü zorlamış, 1960 sonrası hızlanan sanayileşme hatalı bir politika ile İstanbul, Kocaeli, İzmir, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde merkezileşmiş, bu çarpık gelişme ise kırdan kente göçün bu kentlere yönelmesine yol açmıştır.

Geldikleri bu kentlerde akrabalarının, köylülerinin, hemşerilerinin yakınındaki sağlıksız  gecekondulara yerleşen yarı köylü, yarı kentli insanlarımız, o yıllarda hızla yükselen işçi hareketi içinde sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu yolla büyük kentlerde yok olmaktan, yalnızlıklarından kurtulmuşlardır. Yaşanan grevler ve fabrika işgallerine varan olaylarda, fabrika yakınlarındaki gecekondularda oturan işçi aileleri ve onların yakın akrabaları bu direnişlere büyük destek vermişlerdir. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bu türden sayısız örnek yaşanmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül darbecileri bu durumdan kendilerine göre dersler çıkartmış ve bu fabrikalar sanayi bölgelerine ve Kalkınmada Öncelikli Bölge ilan edilerek desteklenen Bilecik, Bozüyük gibi yerleşimlere taşınmış bu arada Anadolu’dan göç eden bu insanlarımız kendi aralarında geldikleri illere göre örgütlenmeye yönlendirilmişlerdir. Bir süre sonra bu örgütlenmeler ilçelere, köylere kadar ayrılmışlar, her ilde bu türden dernekler boy göstermiş, belediyeler bu derneklere yer tahsis etmiştir. Öylesine ayrışmalar olmuştur ki kimi illerde göç ettikleri il ile ilgili kurulan dernek sayısı göç ettikleri ilin köy sayısını bile aşmıştır. Bu dernekler bir süre sonra siyasal partilerin temel ilgi alanı olmuş, seçimlerde en çok ilgi gören, ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. Aynı yöreden göç eden, aynı dertlerle boğuşan, hedefleri aynı olması gereken insanlar ayrıştırılmıştır. Siyasal iktidarlara yakın olan dernekler gelir getirici lokallere sahip olabilmişlerdir.

Öte yandan, daha eğitimli kesimler de mezun oldukları okullara göre örgütlenip kendilerine kimi ayrıcalıklar sağlama gibi seçkinci eğilimlere sahip olmuşlardır. Galatasaraylılar, Mülkiyeliler, İTÜ’lüler, ODTÜ’lüler, Kabataşlılar gibi… İyi niyetlerle başlanan bu örgütlenmeler hızla toplumda bölünmenin bir aracını oluşturmuştur.

Örgütsel parçalanma giderek etnik kökenleri ifade eden derneklerden, dinsel inançları, mezhepleri ifade eden derneklere dek ilerlemiş, burada da kalmayarak cemaatler, tarikatlar da örgütlenmiş kendilerine STK adını vererek yasal kılıf altına girmişlerdir (15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan da incelenmelidir).

Bunlar dışında seçkinler,  ayrıcalıklılar yaratmanın aracı olan masonik yapılar bulunmaktadır. Çok az sayıda üyeden oluşan bu örgütlere her isteyen giremez. Yüksek aidatlar, lüks yaşam biçimi, her derneğin üye üst sınırının belirli olması, başkanlığın seçimle alınmasına karşın yetenekten ziyade bir sıra ile gelmesi, dışa kapalı yapı aristokratik ritüeller gibi ayrılıklar ve ulus ötesi ilişkileri nedeniyle bu örgütler konumuzun dışındadır.

………………………………….
……………………………………..

Son Söz

Örgütsüz halk köle halktır.

Örgüt diye bizi köleleştirmek isteyenlerin dayattığı örgütleri kabullenmek köleliğin sürmesini gönüllü olarak kabullenmektir. Bizim gerçek gereksinimlerimiz ve çözümleri için kuracağımız örgütleri hedeflemeli, bizi köle yapmak isteyenlerin gereksinimleri ve çözümleri için kurulmuş örgütleri reddetmeliyiz. Örgütlenmek adına paramparça olarak mikro örgütlenmelere karşı uyanık olmalı, örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi için çaba harcamalıyız.

  • Örgütlerde demokrasi adına anarşiyi desteklememeli, devrimci bir disiplin ve örgüt ahlakı ile çalışmalıyız.

===============================

Dostlar,

Saygın dostumuz, eylem ve düşün insanı Lütfü Kırayoğlu, İTÜ’lü bir elektrik mühendisi olmasına karşın ilgi alanı çok geniş. Yaşamı boyunca örgütler – örgütçülük… çabası içinde oldu. Neredeyse 40 yılın birikimini bu yazısı ile kaleme (klavyeye!) almış. Bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Mülkiye eğitimi de alan bir hekim olarak biz, Sn. Kırayoğlu’nun Örgütler konusu hakkındaki deneyimlere de dayanan derin bilgisini saygı ile karşılıyor ve öğreniyoruz.

17 sayfalık kapsamlı çalışmanın önemli bölümlerini aktardık. Yazının tümü için lütfen tıklayınız

​Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​
Ankara Üniv. Tıp Fak. Öğretim Üyesi
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

CHP’Yİ KİM YÖNETECEK?

CHP’Yİ KİM YÖNETECEK?

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

Sayın Yılmaz Özdil bir makalesinde, CHP’yi ünlü kedisi Şero yönetmelidir gibi bir öneri sundu.

Bence bu öneri hayvan haklarına aykırıdır.

Çünkü kediler çok sıkıntıya gelemez.
Kedilerin yöneteceği parti sıkıntısız, sorunsuz, mazbut partiler olmalıdır.
Gerçi Şero yıllardır genel merkezde ortama alışabildi mi, yeterli deneyim sahibi oldu mu?
Tam olarak bilemiyorum. Bu çetrefil işin altından kalkabilir mi?

Değerli dostlar;

Bu tebessümlü girişten sonra, “CHP’yi kim yönetecek?” sorunsalına, toplumsal sorumluluğumuz gereği çare arayalım.

1961 Anayasasından sonra başta Demirel olmak üzere sağ partilerin hemen hemen tümü, koro halinde bu anayasanın topluma bol geldiğini, daraltılması için kesilip biçilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Özellikle, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç‘ın, “.. sosyal gelişmenin iktisadi gelişmeyi aştığı” görüşü, 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkemize armağanı ve yeryüzünün en demokrat – özgürlükçü anayasalarından biri olan 1961 Anayasasının başına neler getirileceğinin net belirtisi idi.

Sonuçta o Anayasayı kırpa kırpa önce 12 Mart 1971, ardından da, 12 Eylül 1980 darbesine dek gelindi. 12 Eylül darbesinden sonra 1961 Anayasasının köküne kibrit suyu döküldü. Oysa 1961 anayasası Türk Toplumunun bir ölçüde de olsa tarih boyunca gördüğü en demokratik, en özgürlükçü, tüm katmanların haklarına önem veren bir Anayasaydı.

12 Eylülün bağrından yetişen ANAP, DYP ve AKP gibi partiler, adım adım ülkeyi bugünkü rejim değişikliğine dek getirmiştir.   CHP’de ise elbette kurucu iradenin, demokrasi aşkının ve özgürlükçü “yasaların ruhu” vardır. (“Kanunların Ruhu”, Monteskiyö’nün önemli yapıtıdır..)

Sözü getireceğim nokta şu ki; şimdi ülkeyi yöneten iktidar partisi, salt ülkeyi değil artık siyasal partileri de biçimliyor. Sayın Reis hangi parti lideri ile veya üyesi ile basına kapalı iki saat görüştüyse, artık o siyasal partiden ya da üyesinden hayır beklemeyin, ruhuna fatiha.

Sırasıyla sayalım : Bir HAS parti ve lideri vardı. Şimdi nerede? Geçen Yenikapı mitinginde, ülkenin tek kadın başbakanlığı yapmış Tansu Çiller, milli irade için oralarda dolaştığını söyledi. İçişleri bakanı Sayın Soylu hangi partinin genel başkanıydı, şimdi nerede bir düşünelim.

Peki Tuğrul Türkeş!? Ama “yetmez” dendi. MHP bir bütün olarak ve yıllardır hangi değirmene su taşıyor? Üstelik liderlerin birbirine en ağır sözleri etmelerine karşın… BBP ne durumda, üyeleri liderlerine isyan etmeye başladı. Demek ki tehlike çanları çalıyor. Ertuğrul Günay’ı anlatmama gerek var mı? Hal böyle olunca bir tek CHP kalmıştı assimile edilen ya da evcilleştirilmesi gereken. Bu gün (01ç08.2018) AKP sözcüsü Mahir Ünal, Cumhurbaşkanlığı adayı Muharrem İnce’ye -sözde- arka çıkarak “CHP neden ülkeyi yönetmeye aday gösterdiği kişiyi partiye genel başkan yapmıyor??’’ yönlendirmesiyle dahice (!) bir öneride bulundu.

Bu mahir öneri için Sayın Mahir Ünal’a teşekkür etmek gerek (!) Yalnız üzüntümüzü de belirtmeliyim : Sayın Reis öbür partiler ve kişilerle doğrudan görüşür ve ilgilenirken, CHP’yi neden 2. – 3. üçüncü kişilere havale ediyor? Reis CHP için de bir iyilik düşünmeli (!) Hem Sayın Reis’de büyük bir tılsım var. Kiminle konuşursa ya yörüngesi değişiyor adamın ya da bir daha ağzını bıçak açmıyor. Ben söyleyeceklerimi belirteyim de, siz isterseniz yalan deyin.

Örneğin eski Genel Kurmay Başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt’la görüşmesinden sonra, Komutan “.. konuştuklarımız benimle mezara gidecek..” dedi ve konuyu kapattı. Yıllardır kimse ağzından tek söz alamadı. Halkın %49,5 ile seçtiği Sayın Davutoğlu bir gecede, bir komutla, “in aşağı!” denince tek söz edebildi mi? Salya sümük, ağlaya ağlaya ayrılan belediye başkanlarına ne demeli? Sayın Abdullah Gül ise ağzını açmadı ama açar gibi oldu, köşkün bahçesine “helikopterli nezaket ziyareti” nden sonra, “.. ben ağzımı heyt demek için açmadım, aaa diyecektim..” buyurmadı mı?

Sözcü Mahir Ünal’ın bu mahir önerisinden sonra Şero’ya haksızlık olur mu bilmiyorum ama, iktidar partisi, CHP ye şöyle ağzı var dili yok bir kayyım atasa da, herkesi bu toplumsal sorundan kurtarsa! Mahir Ünal’ın mantığıyla iktidar ülkeyi yönetiyor da, neden partileri de yönetmesin ki! Ne de olsa ülkeye hizmette sınır yoktur.

45 Yıl Sonra 12 Mart 1971 Darbesi..

45 Yıl Sonra 12 Mart 1971 Darbesi..


Dostlar,

45 yıl sonra 12 Mart 1971 askeri darbesi için aşağıdaki yazımızı bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Ekleyelim ki; derin şaşkınlık içindeyiz (!), 45 yıl sonra Türkiye, nasıl da 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi koşullara benzer bir kıskaç ortamında gene??

Tarih tekerrür mü ediyor??
Niye?
Tarih, ondan gerekli dersi çıkaramayan “aptallar” için yinele(n)mez mi?
Biz aptal mıyız???
Biz aptal mıyız????
Biz ap – tal …..

Sevgi ve saygı ile.
12 Mart 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

*********

43 Yıl Sonra 12 Mart 1971 Darbesi

Dostlar,

12 Mart 1971 askeri darbesi yapıldığında Hacettepe Tıp Fakültesi’nde
1. sınıf öğrencisiydik. Bir anımızı aktararak başlayalım :

Hacettepe Tıp Fakültesi kütüphanesinde ders çalışmaktaydık.
Kaynak araştırırken bir kitap gözümüze ilişti :

  • MARKSİZM ve GERİLLA SAVAŞI..

Dikkatimizi çekti, ödünç aldık akşam evde okumak üzere. Tuzluçayır’da bir gecekonduda kiracı idik. Emniyet Komiser Yardımcısı babamız Artvin’de
Şark hizmetinde” idi. EGO otobüsünden son durakta indik ama daha 10 dakika kadar yürümemiz gerekiyordu. Tepede, yol ağzında bir asker, elinde silahı ile nöbetteydi. Başımıza çook işler açabileceği korkusuna kapıldığımız kitap çantamızdaydı.
Ya bizi durdurur ve ararsa? “Tehlikeli” üstelik de kırmızı renk ciltlenmiş bu “Kitabı” (?) bulursa halimiz ne olacaktı? Ailenin büyük çocuğu bizdik, babamız uzaklardaydı.
Bacaklarımız titremeye başlamıştı. Geri dönemezdik, deyim yerinde ise “çaktırmamak” da gerekliydi. Bütün hünerimizi (!) kullanarak, 1-2 dakikalık süreci saatlermişçecine, büyük gerilimle yaşayarak evimize doğru yürüdük. Yüreğimiz göğsümüze sığmıyordu..

Neyse, korktuğumuz başımıza gelmemişti..

Gece bir miktar karıştırdık ve sabah ilk iş olarak iade ettik bu “belalı” (!) kitabı.
Daha sonrasında da endişemiz bitmedi. Ya o kitap bir “tuzak” idiyse ve biz fişlendiysek?

***********************

Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç Hazretlerine..

Sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığını ve “bu elbisenin” ülkeye bol geldiğini, daraltılması gerektiğini buyuruyordu. Demesi oydu ki; 1961 Anayasası’nın getirdiği demokratik hak ve özgürlükler rejimi sorunun temel kaynağıydı.

Gerçekte ise “sorun” çok kaynaklıydı.. Türkiye İşçi Partisi, adil seçim sistemi
(Ulusal Artık –
Milli Bakiye) sayesinde 15 sosyalist milletvekilini TBMM’ye taşımıştı (1965). TBMM’de ezber bozmaktaydılar. Çetin Altan harika konuşmalar yapıyordu.
İsmet İnönü, CHP Genel Başkanı olarak, “CHP’nin Ortanın solunda olduğunu” açıklamak zorunda kalmıştı.

İşçi hareketleri, sendikalar, öğrenci eylemleri, üniversitelere yansıyan
68 Fransa Üniversite Gençliği Eylemleri, ekonomide gelinen bıçak sırtı,
16 Şubat 1969 Beyazıt Kanlı Pazar’ı, 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri..
 vb.

O zamanki adıyla “anarşi” ülkede kol geziyordu. Necip (soylu) halkımız,
“anarşik eylemlere” karışanlara “anarşit” diyordu. Gerçekte bu terimin doğrusu “Anarşist” idi. “Anarşizm” bir ideoloji idi kurulu düzene karşı kullanılan.
Bu ideolojiyi benimseyen ve uygulayanlara ise “Anarşist” denmekteydi.

“Anarşi” ve “Anarşitler”, “solcu ve yıkıcı” olarak niteleniyordu. Ülkenin ulusal varlıklarına sabotajlar düzenliyorlardı (!). Kökleri dışarıda idi. Marksist-Leninist idiler!
Örn. Marmara araba vapurunu batırmışlar, Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’ni yakmışlardı! Sonradan bu eylemlerin provokasyon olduğu kanıtlanmıştı ama
amaca da ulaşılmıştı ne yazı ki..

Asker ve polisle çatışıyordu “bu anarşitler..”, banka soyuyorlardı.

“Anarşitleri” ihbar eden ve yakalanmalarını sağlayan “sayın muhbir yurttaşlar
hatırı sayılır para ödülü almaktaydılar.

*****

12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ise bu kez “anarşi” yerine “terör”, “anarşit” yerine “terörist” gelmişti. Gene bir Marksist-Leninist örgüt ile karşı karşıya idik.
Kökü gene dışarıda idi, yıkıcı ve bölücü idi..

Senaryo yineleniyordu “yeni kurban aktörler ve yeni retorik” ile..

*****

Bu gidişe bir “dur denilmesi” zamanı gelmiş hatta geçmekteydi de..

12 Mart Muhtırası hazırlandı12 Mart 1971‘de Genelkurmay Başkanı
Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur‘un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay‘a  verildi ve Demirel hükümeti istifaya zorlandı. Muhtıra’da şöyle denildi :

  • Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
  • Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
  • Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize… 

Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğunu terk etti, şapkasını alıp gitti..
Zaten, O’nun deyimiyle “Ülke 70 sente muhtaç” durumda idi.
Belki de hakkında hayırlı olurdu bu mola.. (kendi deyimiyle 6 kez gitti, 7 kez geldi!)

“12 Mart Balyoz hareketi ve büyük gözaltı” başladı.
Hukuk Profesörü Nihat Erim Başbakan oldu ve bir hukukçunun başına gelebilecek
en ağır yıkımı kendi diliyle başına sardı, hukukun en temel ilkelerinden birini çiğnedi :

“Makable şamil kanun yapacağız..” buyurdu.
(Geçmişe yürürlüklü yasa yapacağız..)

Büyük atasözüdür, “Dilim dilim, başıma giydirir kara kilim..”

Ülke genelinde sıkıyönetim, balyoz gibi “anarşit” lerin üzerine indirildi.
Toplumda ve Ordu’da “sol” hatta “Kemalizm” adına hemen tüm ögeler (unsurlar)
tasfiye hatta imha edildiler.. 12 Eylül kalanları temizledi.. AKP ile ise “eradikasyon” (kökünü kazıma) devrede.. Hatta Ordu’nun tasfiyesi..

Bu kez günah keçilerinin jargonu “Darbeci”!
AKP Hükümeti tam bir paranoya içinde..
Uçan kuşlar, esen yeller, akan sular… her şey ama her şey AKP’ye DARBE’yi anımsatıyor!

Onmaz bir politik paranoid bozukluk ve türevi darbe obsessif- kompülsif bozukluğu..

Bu yüzde yüzlerce yurtsever, öncü, gazeteci, yazar, asker… yıllardır içerde..
Balyoz mu demezsiniz, Ergenekon mu, Askeri Casusluk mu…?
Gırla komplo AKP hükümetine karşı..
Düşmanını yarat, yalanı büyük söyle ve belki, bir süre sonra sen de inan!
Ne hazin seyran..
Neyse ki bu günlerde biraz tavsadı bu hezeyan..

*****

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan..
“3 Fidan” 20’li yaşlarında idam edildiler.
Oysa hiçbir yaralama ve öldürme eylemleri olmamıştı.

******************

1961 Anayasası’nın 35 maddesi değiştirildi ve Muhtıra’nın başındaki komutanın
Bu anayasa bol geliyor..” bağlamındaki yakınmasının gereği yapıldı.
Anayasa Hukuku Profesörü Nihat Erim Başbakan iken..

Rejim zap-ü rapta alındı.. “Anarşit” ler temizlendi ve “anarşi” durdu(ruldu)!

Necmettin Erbakan, sağcı-dinci-milliyetçi-muhafazakar ilk partisini kurdu ve
hatırı sayılır oy aldı.. Önlenemeyen yükseliş başlamıştı ve 12 Eylül sonrasında,
Anayasa Mahkemesince birkaç kez kapatılıp ertesi gün yenisi açılan
Erbakan partilerinden Refah Partisi 1. parti oldu ve Çiller’li DYP ile
Refah-Yol Koalisyonunu kurdu,

Erbakan Başbakan bile oldu!

  • 12 Mart 1971 Darbesi Erbakan’ı iktidar yaptı..
  • 12 Eylül 1980 Darbesi de O’nun “Milli Görüş Gömleğini Çıkaran”
    ayrık otu çocuklarını, RT Erdoğan – Abdullah Gül ve takımını iktidar yaptı.

İşte size son 40 yılın kısa bir siyasal-tarihsel panoraması..

Veee, son darbe de bu 2 kritik dönüşümde kullanılarak işlevini şimdilik tamamlayan,
NATO süreçlerinde 1952’den bu yana “başkalaştırılan” (metamorfoza uğratılan)
TSK’ya vuruluyor..

Sonrası mı.. yazmaya gerek var mı?

***************************

Ama bu lanetli “Yeni Sevr” (BOP!) mutlaka bozulacak.

Büyük Atatürk‘ün hedefe attığı şaşmaz ok yoluna devam edecek :

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır..

Sevgi ve saygı ile.
12.3.14, Ankara
(Geçen yıl bu gün yazdığımız yazının güncellenmiş biçimidir..
yazının pdf formatı için : 43_Yil_Sonra_12_Mart_1971_Darbesi)

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

Işık Kansu : Kanmıyoruz!

Kanmıyoruz!

Işık KANSU

27 Mayıs 1961 İhtilali / Devrimi 51 Yaşında!


27 Mayıs 1961 İhtilali / Devrimi 51 Yaşında!

  • “Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır. Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır. Özde olan ulustur. Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
    (1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

         Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Dostlar
,

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın
Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatler boyunca DP’nin kurduğu bu “Cephe”ye katılan yurttaşların adları sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili M. Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan yeni “destek” (borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır. Halen yaşamda olan 90 yaşlarına yakın Em. Hv. Plt. Kr. Alb. Hüseyin Avni Güler’in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir.

Bunlara ek, IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu
(bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek paramız % 322 oranında değersizleştirilmiştir. DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede
1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi iflasa sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür. Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleşmiştir.

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır.

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir.

Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir.
Nitekim 12 Mart 1971 darbesinin gerekçelerinden biri, Muhtıra’ya imza koyan
dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği..
    sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir. 

Bu anayasa Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)..

gibi yeni kurumlar ülkeye kazandırılmıştır.

Bunların dışında;

– sosyal devlet,
– sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– yargı bağımsızlığı,
– sosyal güvenlik hakkı,
– üniversite özerkliği
(1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri taşınarak),
– radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– basın-fikir işçileri yasası,
– idarenin tüm işlemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası,
– seçimlerde yargıç güvencesi,
– ilköğretim ve eğitim yasası,
– ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi,
– gelir vergisi yasası,
ulusal artık (milli bakiye) seçim sistemi..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de temsil edilme olanağı bulmuştur (1965). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler lehine oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, yakın sayıda oy almasına karşılık ancak 3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası, hukuk dışına çıkan bir iktidara karşı Türk halkının
    meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini 3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır.
Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, önceki Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan İsmet İnönü‘ye yapılan fiziksel saldırılarda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile
Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yaraşır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden
Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir?
İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu aymazlık üzerine aziz İnönü;

– Artık sizi ben bile kurtaramam.. uyarısını yapmış fakat ne yazık ki
gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) izleyen
Haziran 1950’de yeniden Arapça’ya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan tutumunu protesto eden gençlerden Turan Emeksiz‘in polis kurşunu ile öldürülmesi,
İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet, Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşetin de sorumlusudur ve biz tüm bunlardan,
hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.

MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi’nin başkanının belirttiği, yargılamanın
idamla sonlanmasının istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve biçimi bakımından da acı duyuyor, hala utanıyoruz.

Keşke Alb .Talat Aydemir, Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1972 darbecileri marifetiyle TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!

Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

 “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmamaktadır. Her şey kaydedilmektedir.
Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve
emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne mutlak bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1961 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlıyoruz.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

* “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır.
Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kutlanmasını kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Sevgi ve saygı ile.
27.5.12, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net