Etiket arşivi: Max Weber

Siyasal İslam ve cumhuriyet laikliği

biyografi.net: Osman Selim Kocahanoğlu biyografisi burada ünlülerin  biyografileri buradaOSMAN SELİM KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI – YAZAR 

Cumhuriyet, 16 Şubat 2022

 

Osmanlı devlet adamları Batı’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri hayranlıkla izlediği, geri kalmışlığını Tanzimat’la ilan ettiği halde, modernizmi yakalamak şöyle dursun adapte bile olamadılar. Modernleşmeyi din ve inanç üzerinden algılayan bir toplumsal kültür bu sosyokültürel adaptasyonu zamanla küfür sayacaktır. İslam dinini kapalı bir sistem gören Max Weber’e göre,

  • “Doğu ile Batı arasında dine dayalı kültür ve bilinç farklılığı olduğu sürece,
    İslam dünyasında rasyonalite doğamaz, bu toplumlar da cemaattan cemiyete, gelenekten bilgi toplumuna evrilemezler.

– Batıdaki siyasal ahlak, bireysel bilinç ve sosyo kültürel olgularının hiçbiri Osmanlı/İslam ikliminde yeşermemiş, sorgulama mantığı gelişmemiş, ahlak ve din anlayışı eskilerde kalmıştır. Dolayısıyla bu kültürün bilinç yapısı da modernleşmeye kapanmıştır. Dini, rasyonellikten uzaklaştırıp doğrudan kendine göre bir dünya yaratan İslamcı toplumlar, şimdi kültürel şizofreni içindeler. Çağdaşlığa devamlı kutsal pompalayan (AS: kutsalıkla direnen) bu toplumların modern veya muhafazakâr, liberal veya üniversal, dinsel veya seküler oluş veya olamayışların temeli uygarlığa yenilme kompleksinde gizlidir. Zihin yapıları da sorgulamaya kapalıdır.

Bu toplumlar akıl çağına erişemediği için  feodal semboller ve fetişlerle kendini tatmine çalışır, kıl ve sakalı imanın parçası görürler. Batı dinleri kendi ortaçağını aşıp sekülerleştiği halde, İslamcı softalık kıl ile (a)kıl arasındaki mesafeyi aşamaz. Halbuki bu iki kelime arasındaki mesafe bir harf kadardır. Bilgi toplumunun standardını kavramamış cemaat/tarikat toplumları bilgiyi sadece kendi ufkundan ve kendi kavramları ile anlarlar. Biz buna kapalı bilinç diyoruz.

  • Donmuş bir dogmaya inanan ve beşyüz kelime ile düşünen bu hamaset toplumlarının laikliği algılaması elbette kolay değildir.

Hemen söyleyelim, laiklik veya sekülerlik kavramları, siyasal İslamcılığın sandığı gibi “dinsizlik veya dini inkar” olmayıp, dini herkese ait ve kişisel bir sorun sayan sistemdir.

  • Laiklik, ne bir din ne bir ideolojidir; ne kutsal kitabı ne peygamberi ne ideoloğu vardır.

ADI KONMAMIŞ LAİKLİK

Tanzimat’ta başlayan Osmanlı yenileşme hareketlerinin hepsinin zihin arkasında adı konmamış bir laikleşme düşüncesi vardır. Tanzimat (1839) bizim gecikmiş Magna Carta’mızdır, ancak toplumun iç dinamiklerinden gelmeyip padişahın lütfu sayıldığı için gelişememiştir. Tanzimat ve Meşrutiyetin kısır çekişmeleri bir yana bırakılırsa, toplumu şoka sokan asıl köklü değişim Cumhuriyetle yaşandı.

  • Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin ilgasıyla, en büyük zihinsel engeller kaldırılmış oldu. 

Biz buna tarihin doğurduğu adamın cumhuriyet laikliği diyoruz.

Laiklik toplumsal bir hedef yapılarak, tersine akan suların önü kesilmiş, Cumhuriyet modernizminin en köklü devrimi olmuştur. Cumhuriyet laikliği aslında radikal müdahaledir. Nedeni Batı’nın üç yüz senede aldığı yolu kıyamete kadar beklemek istemeyişimizdir. Laiklik, tarikatların yasaklanması ve kıyafet devrimi ardından 5 Şubat 1937’de anayasaya da girmiştir. Atatürk’ün getirdiği laiklik aslında “muasır medeniyet seviyesine” erişme hamlesidir. Yani, “cenkçilik ve maceraperestlik değil insani ve medeni mefkurecilik veya medeni ve asri bir heyet-i ictimaiye meydana getirmektir.”

Laiklikliğin Osmanlı kültüründe kavramsal karşılığı yoktur,

Türkçeye doğru çevirilmediği için de dinsizlik şeklinde anlaşılmıştır. Tam karşılığı ise çağdaşlaşma/uygarlaşmadır. Uygarlaşma, yalnız sanayi toplumu olmak değil, toplumsal ve psikolojik davranışların tümüdür. Yani,

  • Laiklik; inanç ve ahlaki erdemler yönünden insanın dogmalardan özgürleşmesi, akıl ve bilimi yol gösterici saymasıdır. 

– Cumhuriyet laisizmi Allah ile kul arasındaki Halife ve Şeyhülislam makamlarını kaldırmış, şeri mahkemelerin yargı yetkisi millete devredilmiştir. İslamcı teorinin uygarlığa yenilme ve onu anlamadaki en büyük zaafı, dindeki temel kavramları yorumlayan içtihat kapısını kapatmış olmasıdır (AS: İmam Gazali, 13. yy, bkz. dipnot). Laik düşüncenin tarihsel/kavramsal boyutu doğru algılanamayınca, siyasal İslamcı medrese kafası dinsizlik diye inkara yönelmiştir. “İnkâr” kavramını psikanalize taşıyan Freud, bunun “basit bir yok sayma olmayıp ifade edenin arzusunu da barındırdığını” söyler. Küflenmiş İslamcı öğreti kutsalları sermaye yapılınca, laiklik de modernizmin “çocukluk hastalığı” olarak görülmüştür.

Dip dalgaları Tanzimat’a inen Cumhuriyet laikliği ve Mustafa Kemal’in arkasında Diderot, Voltaire, Rousseau gibi laik bir entelijansiya yoktu. Burjuva devrimi yapılıyor ama burjuvası yoktu. Burjuva devrimi, feodal egemenliğin tasfiye edilip ulus-devletin kurulması demektir. Yeni Cumhuriyet iki temele oturtulmak istenmişti: Biri ulusal boyutta sınırları belli bir toprak parçası, diğeri yasalar karşısında eşit yurttaşları olan demokrasi…

ÖZGÜN TÜRK MODERNLEŞMESİ

– Mustafa Kemal doğru yoldaydı. 1920’lerde ulus-devletten başka yapılanma düşünülemezdi. Gelişmemiş köylü toplumuna radikalizm zorunluydu. Yarı bağımlı bir ülke emperyalizme karşı çıkarken yüzünü de uygarlığa çevirmek zorundaydı. Ortaçağın verili toplumu ve verili kültürü karşısında kıyamet günü beklenemez, ağlayarak rahatlama yolu seçilemezdi.

Cumhuriyet devrimlerinin en güçlü yanı uygarlık tasavvurudur (AS: Çağdaşlaşma tasarımı). Tarih boyunca tezleriyle gelmemiş hiçbir siyasal/kültürel devrim olmadığı gibi; Türk devrimi de, kendi zamanının duruşları açısından geçmişi tersinden okuyup belli duruş noktasından toplum inşasına yöneliktir. Tüm öznelliğiyle tarihsel gerçekliği bize bağlayan, bireyi ve aklı özgürleştirmek isteyen

  • Kurucu söylem günümüzde, yurttaşı değil cemaati özleyen çok kültürlü, çok mezhepli ümmetçiliğin etnik şantajı ve emperyalizmin küresel kıskacına girmiştir.

– Günümüz masa başından 100 sene öncesini eleştirmek sosyoloji ve tarih bilinci açısından ahmaklıktır (AS: Anakroni hastalığı). Onu paranteze alma histerisine kapılmak Katip Çelebi’nin ümmet-i bülehalığıdır (AS: “öküz oğlu öküzler”!). Türkiye Cumhuriyeti kendi özel koşullarında yapılanmış, başka şekilde işlemesi mümkün olmadığı için böyle kurulabilmiştir. Kurucu irade, evet radikal davrandığı için Türkiye İslam dünyasının en güçlü devleti olabilmiştir. Eğer günümüz Afganistan’ı, İran’ı, Pakistan’ı olmamışsa bunu laik devrimlere ve yapılanmaya borçludur… Kısacası, Batı modernizmi nasıl kendi koşullarının ürünüyse; Türk modernizminin felsefi, sosyolojik, hukuksal içeriği de kendine özgüdür.

  • Laiklik sadece felsefi ve siyasi bir tercih sonucu benimsenmemiş, sosyal yapının emrettiği toplumsal barışın temeli olacak sosyopolitik ve hukuksal bir yöntem olarak düşünülmüştür…

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

 

Profesyonelleşme olgusu ve kamu yönetimi

Prof. Dr. İ. Melih Baş

Son günlerde kamu yönetiminde çalışan siyasal bürokratlar ile ilgili ekonomik skandalların ardı arkası kesilmiyor. Örneğin bir Bakanın eşinin yönetim kurulu başkanı olduğu şirketin ürettiği malları Bakanın başdanışmanı olan kişinin sahibi olduğu şirket, Bakanlığa satıyor! Bu durumdaki ilişkilerde muhasebe dilinde bir deyim vardır: İlişkili taraf! Malî hukuk açısından hassas (AS: duyarlı) bir konu olan bu husus, maliyecilerin transfer fiyatlaması, örtülü kazanç gibi yasal konular açısından radarındaki en önemli konuların ilk sıralarında yer alır.

BÜROKRASİDE İŞLETMECİ USSALLIK

Bu konunun bir de profesyonelleşme ve kamu yönetimi ilişkisi bağlamında ele alınması gerekiyor. Gerek profesyonelleşme gerekse bürokratikleşme süreçleri açısından önemli bir kuramsal yaklaşım vardır: İşletmecilik (managerialism). Profesyonelliğin daha önce tartışma konusu bile yapılmayan ilke ve değerleri yeni sağ dalgasıyla 1980’lerde esen güçlü bir lodos rüzgârıyla yerle bir olmuştur. Balık sevdalıları lodos estiği zaman balıkların bile şapşallaştığına, etlerinin yenmeyeceğine inanırlar, hatta lezzetsiz balıklara lodos balığı dendiği de olur.

Bu rüzgârla kamu yönetimi, özel sektörleşmiş bürokrasiye dönüşmüş ve işletmeciliğin devlete ve kamu yönetimine egemen olmasına yol açmıştır. Bu sırada kavak yelleri eserek, yasal düzenlemeleri uçurup götürmüştür, bu yel üfürmesine de “düzenleme dışı bırakma (deregulation)” (AS: kuralsızlaştırma) denilmiştir. Hukuksal ussallık yerini işletmeci ussallığına bırakmış, bu amaca yönelik olarak da inisiyatifi olan bir bürokrasi oluşmuştur.

PROFESYONELLEŞME NEYDİ SAHİ?

Siyasetle uğraşmak ve/veya bürokratlık profesyonel bir şey midir acaba? Batı dillerindeki “profession”, “vocation” ve “occupation” kavramları dilimizde meslek (öztürkçesiyle uğraş)  sözcüğü ile karşılanmaktadır. Yine “job” kavramı da “iş” kavramı ile karşılanmaktadır. “Occupation” genel bir kavram iken, “profession” daha çok özel bir bilgi ve beceri gerektiren işler (örneğin avukatlık ve hekimlik vb.) için kullanılıyor. Farklı mesleği olan bir kişinin başka bir işte çalışıp, mesleğini yapmaması da yaygındır. Yine baştaki soruya dönelim :

  • Siyasetçi ve / veya bürokrat profesyonel midir?
  • Ya da siyasetçilik ve bürokratlık profesyonelleşmiş bir meslek midir?

Yukarıda sözü edilen ekonomik skandallara bakınca öyle gözüküyor, ama işletmeci ussallığıyla. Çiğdem Toker, “Olağan İşler” adlı kitabında bu tür olayları incelemiş. Bu ekonomik skandalların yanına bir de hukuksal skandalları (örneğin gri pasaport ile insan kaçakçılığı vd.) koyduğumuzda kantarın topuzu iyice kaçıyor; bu da işletmeci ussallığıyla “normal”! İktidar partisinin belediyelerinde bu konudaki olaylar patlak verince savunmalardan biri, “muhalefet partilerinin belediyelerinde de var” biçimindeydi! Demek ki neymiş? Normal! Hani bir şarkısı var Bülent Ortaçgil’in “Normal” adlı. Ne diyor şarkıda Ortaçgil ? … Peki, dedim ya Türkiye? …Dedi çok normal … Hepsi normal … biri anlatsın hemen nedir bu normal … canım sıkıldı artık … yoksa ben miyim anormal…

PROFESYONELLEŞME KURAMLARI

Profesyonelleşme konusunda oldukça ciddi kuramsal çalışmalar vardır. Ülkemizde bu konuda çalışan toplumbilimci ve ekonomistler çok değildir ne yazık ki!  Millerson, Wilensky gibi adların sayılabileceği “yapısalcılık (structuralism)” ve Carl-Saunders, Wilson, Durkheim ve Parsons’u sayabileceğimiz “işlevselcilik (functionalism)” kuramları açısından profesyonelleşme olgusu, toplumsal düzenin sağlanmasında en önemli öğelerden olup, toplumsal kurumlaşmalardan biridir. (AS: Max Weber, “Ussal – Rasyonel Bürokrasi!)

Marksist yaklaşıma göre ise, profesyonellerin sınıfsal yapısı göz ardı edilmemelidir. Profesyonel yönetici sınıfın, “pazar yönelimli çalışanlar topluluğu” olageldiği belirtilmektedir.

SONSÖZ

Kamu yönetiminde niteliğin yolu; kamu yöneticilerinin “kamu yararı”, “kamusal kaynaklar”, “kamusal idealler” kavramlarını yaşam felsefelerinin odak noktası olarak kabul edip,  kaçınılmaz olarak uygulamalarından geçmektedir. Yeni sağ akımla 1980’lerde gelen ekonomi bürokrasi seçkinlerinin çalışma tarzı (AS: biçimi) alaturka liberal olageldi (T. Özal’ın “benim memurum işini bilir” sözünü anımsayınız). Haydi Fikret Kızılok’un “Alaturka Liberal” şarkısını dinlemeye!

Not: Bu konuda meraklısı için bir kitap da salık verelim. Koray Karasu’nun “Profesyonelleşme Olgusu ve Kamu Yönetimi”, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 2001.

Türkiye’nin Neo-Patrimonyal Sultanizm ile imtihanı

Türkiye’nin Neo-Patrimonyal Sultanizm ile imtihanı

Image result for Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu
Sabancı Üniversitesi

1982 Anayasası’nın 2017 halkoylaması değişiklikleri ile ortaya çıkan bugünkü rejim yok hükmündeki anayasası, vitrininde modern, vitrin gerisinde patrimonyal yönetim özelliği gösteren bir neo-patrimonyal sultanizm uygulamasına doğru evrilmektedir.

Pazar günü Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan, “Yönetemeyen Demokrasi-Arızalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli” başlığını taşıyan makalesinde Sayın Alev Coşkun, konu üzerinde görüşlerini açıklamıştı. Sayın Coşkun, benim de bu konuda yazı yazmamı beklediğini belirtiyordu. Konu ile ilgili yazımı Cumhuriyet okurlarına sunuyorum.

Giriş: Siyasal rejimimizin özü nedir? 
16 Nisan 2017 günü yapılan halkoylamasıyla Türkiye, muhalefet tarafından meşruluğu halen tartışılan bir rejim değişikliği geçirdi. Ülkemiz daha önce 21 Ekim 2007 halkoylamasıyla yarı parlamenter rejimden yarı-başkanlık rejimine değiştirmiş olduğu rejimini, bir kez daha değiştirerek bu kez iktidar koalisyonunun “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırdığı bir rejime geçti. Bu değişikliğin ana öğeleri başbakan ve bakanlardan oluşan hükümetin ilga edilerek yürütmenin yeniden örgütlenmesiyle değişti. Başbakanlık lağv edildi; bakanların Yasamaya karşı sorumlulukları büyük ölçüde ortadan kaldırıldı; Bakanların yasama tarafından görevden alınması hemen hemen olanaksız hale getirildi ve Bakanlar aslında Cumhurbaşkanı sekreteri oldular. Yasamanın gensoru, sözlü soru gibi yürütmeyi denetleme araçları ortadan kaldırıldı. Yasamanın yazılı sorularla bakanlardan hesap sorma uygulaması korunmakla beraber, soruların yürütme tarafından savsaklanarak, yanıtlanmaktan imtina edilmesi süreci başladı.

Çarpıcı istatistik 
Faik Öztrak’ın açıklamalarına göre 21. Dönem Meclisi’nde yazılı sorulara %87 oranında zamanında yanıt verilirken, şimdi (27. Dönemde) bu oran yalnızca %6’ya düşmüş bulunuyor; soruların %33’üne zamanı geçtikten sonra yanıt veriliyor; soruların %55’i ise hiç yanıtlanmıyor (1). Milletvekillerinin Bakanlara ulaşabilme ve seçmenlerinin dertlerini aktarabilme şansları da ortadan kalkmış durumda. Yargı büyük ölçüde bağımsızlık ve tarafsızlığını kaybetmiş durumda (2). Özellikle yargıç ve savcı atamalarında AKP üyelerinden yararlanıldığı ve bunların atanmasında liyakata dayalı kuralların esnetildiğini de basından okuyoruz (3). 
Yürütmede de Bakanlıklar başta olmak üzere birçok değişiklik yapılarak, müsteşarlıklar lağv edilip, karar alma mekanizmaları yürütme içinde yeni hükümet mercii olan Cumhurbaşkanlığı mevkiine yönlendirilmiş bulunuyor. Bu gelişmelerle birlikte, 1982 Anayasası’nın “yok hükmünde olduğu” 2016 senesi ekiminde koalisyon hükümetinin ortağı MHP’nin ileri gelenleri tarafından beyan edilmişti (4). 1982 Anayasası’nın yerine yenisini yapmakta başarılı olunamayınca, bu kez de yok hükmündeki anayasanın bazı maddelerini değiştirerek, hükümetçe yalnızca o maddelerin geçerli olarak kabul edildiği, gerisi yok hükmünde olan bir anayasa ile yeni rejim ihdas edildi.

  • Halen 16 Nisan 2017 değişikliği dışındaki anayasa maddelerinin hükümeti ne ölçüde bağladığı hususu belirsizliğini koruyor.

Bu uygulama birinci yılını doldurduğunda 24 Haziran 2018 seçimlerine gidildi ve yeni bir Meclis çoğunluğu ve Cumhurbaşkanı yeniden seçildi. Ardından ekonomide, dış politikada ve yerel seçimlerle birlikte, iç politikada da çalkantılı bir döneme girildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ekonomik ve siyasal istikrar doğuracağı iddiasının karşılığı olmadığı anlaşıldı. Ek kimi revizyon gereksinimi olduğu AKP milletvekilleri tarafından bile dile getirilmeye başlandı. Sistem veya rejim değişikliği tartışmalarının da alevlendiği görüldü. Bugünkü siyasal rejimimizin tanımı ve özelliklerine yakından bakmak ve yenilenmesinin mümkün olup olmadığını anlamaya çalışmak durumundayız.

Siyasal rejim tanımı ve meşru otorite türleri
Siyasal sistemde meşru yetki kullanma hakkına sahip olanlarla (otoritelerle) halkın ve halkın oluşturduğu yapıların (şirket, dernek, kulüp vb.) ve yetkililerin birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen, yetki alanlarını çizen ve uygulamada belirli yazılı yazısız kurallara göre çalışmasını sağlayan yapı, kurum ve kurallar siyasal rejimi oluşturur (5). Siyasal rejimin odağında Anayasa ve Meclis İçtüzüğü yer alır. Bugünkü siyasal rejimimizden bahsettiğimizde de Anayasa, Meclis İçtüzüğü ve onlara bağlı olan siyasal yasalar, tüzük ve yönetmelikler ve onların belirlediği çerçevede görev yapan bireysel eylemciler (aktörler) anlaşılır. 
Geleneksel toplumlarda siyasal yönetim en ilkel düzeyde tek bir ailenin veya bir kişinin elinde, onun akrabaları, dost ve ahbaplarıyla aldığı bağlayıcı kararlar eliyle olduğunda buna, liderin erkek veya kadın oluşuna göre patriyarkal veya matriyarkal yönetim diyoruz. Bu yönetim biçimi gelişme gösterip kimi kamu kurumlarıyla eklemlendiğinde, örneğin kalemiye, askeriye, ilmiye, mülkiye vb. yapılar ortaya çıkıp kamu yönetimi karmaşık bir düzen halinde geliştiğinde de bu yönetime patrimonyal yönetim adını veriyoruz. 19. yüzyıldan bu yana Sanayi Devrimi ve modernleşme/sekülerleşmeyle birlikte de bu yapı yeniden akrabalar ve arkadaşlarla yönetimin aslı değişmeksizin modern devletin kurumlarını ithal edip anayasa, bağımsız mahkemeler eliyle yargı, devlet ve dinsel kurumların yönetimlerinin ayrışması gibi özellikleri de benimsediğinde neo-patrimonyal bir yapıya geçtiğini görüyoruz. Bu kez vitrin oldukça çağdaş ve hatta modern ama arkasında yine akrabalar ve arkadaşlarla yönetim, aynı biçem (stil) ile sürüp gidiyor. Max Weber, bu türün en aşırı uygulamalarında yalnızca tek bir hükümran kişi eliyle de patrimonyal bir yönetim olabileceğini ileri sürmüş ve buna da Sultanizm adını önermiştir. Bu hususu daha ayrıntılı olarak inceleyen Chehabi ve Linz (6) neo-patrimonyal türdeki Sultanizmi neo-Sultanizm diye adlandırılmayı önermişlerdir; ancak bu terim siyaset sosyolojisi yazınında pek de tutulmamıştır.

Neo-Patrimonyal Sultanizm ile yönetim 
Neo-patrimonyal Sultanizmin beş temel özelliği olduğunu görüyoruz (7). Bu özellikler şöyle sıralanabilir: 
1. Hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması (kuvvetler ayrılığının tersi), Yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete egemen olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması. 
2. Kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması (personalism): Siyasal kararların tek kişinin takdirine bırakılması (personal discretion of the leader); kurumların yokluğu veya kıymeti harbiyesinin olmaması, siyasal kurumların olmadığı bir yönetim biçiminin oluşması. 
3. Anayasal takıyye (constitutional hypocrisy), mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kaale alınmaması. 
4. Rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileştirilmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Siyasal vatandaşlığın yalnızca liderin başarılarını desteklemek ve etkinliklerine destek vermek ve ona sahip çıkılmasına indirgenmesi.
5. Ekonominin kurallarının çarpıtılarak (distortion) ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi, kapitalist bir ekonomi mevcutsa bile onun ahbap çavuş kapitalizmine (AS: crony capitalism) dönüştürülmesi, kısa dönemli kararlara dayanan bir iktisat yönetimine dayalı belirsizlik içinde çalışan bir iktisadi yapının ortaya çıkması.

  • Özetle merkezi, kişiselleşmiş bir yönetimde sivil ve askeri kamu yönetiminin liderin kişisel aracı (instrument) haline dönüşmesi Sultanizmi tanımlamayan temel özelliktir.

Neo-patrimonyal Sultanizmin görüldüğü Trujillo’nun Dominik Cumhuriyeti, baba ve oğul Duvalier’lerin Haiti’si, Somoza’nın Nikaragua’sı, Mobutu’nun Zaire’i, Marcos’un Filipinler’i, Pehlevi’nin İran’ı gibi rejimlerde ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve siyasal sonuçlar özetle şöyle olmuştur: 
1. Kamu bürokrasisi yetkisizleşmiş ve her türlü profesyonel karar üstlere sorularak onay alınmak yoluyla yürürlüğe konmuştur. Karar alma süreçlerinde zaman uzamış, kararlar sık sık bozulmuş, yenilenmiş ve yönetim belirsizliği artmıştır. 
2. Kurumsal yapılar, kurallar, yasa ve anayasa gibi kaynaklara uyulmayan bir yönetim söz konusu olmuştur. Anayasa ve yasaların uygulanmasında eşitsizlik, adamına göre muamele ve kayırma söz konusu olmuştur.
3. Fikir tartışması (müsademeyi efkâr) engellendiği için alınan kararların ne derecede gerçeklere uyduğu anlaşılamaz bir hale gelmiş; bu nedenle de karar alınırken U dönüşleri, tutarsızlıklar, zik zaklar söz konusu olmuştur. Bunlar özellikle ekonomik kararlarda işlem ve cari maliyetleri artırmıştır. 
4. Ekonomik belirsizlik, öngörülemezlik, kuralsızlıkla da birleşince yatırım ortamı bundan ciddi olarak etkilenerek kredi ve yatırımlar azalmıştır. 
5. Bu rejimlerin hepsinde siyasal, ekonomik ve toplumsal çalkantı, usulsüzlük, hukuk dışı uygulamalar ve yolsuzluk toplumda yaygınlaşmıştır.

Sonuç

1982 Anayasası’nın 2017 halkoylaması değişiklikleri ile ortaya çıkan bugünkü rejim;

– yok hükmündeki anayasası,
– eşitsiz uygulanan anayasa ve yasaları,
– kamu yönetimindeki etkinlik azalması,
– Yasamanın etkisizleşmesi,
– Yargının bağımlı taraflılığı ve
– Siyasal karar merciindeki merkezileşme ve şahsileşme

görüntüsüyle;

  • vitrininde modern, vitrin gerisinde patrimonyal yönetim özelliği gösteren bir neo-patrimonyal Sultanizm uygulamasına doğru evrilmektedir.

Bu sürecin sonu, burada sayılan beş maddede özetlendiği gibidir. İşte tam da bu nedenlerle,

  • yol yakınken; 
  • Türkiye’nin anayasa, yasalar ve hukukun üstünlüğünde,
  • kurumlar, profesyonel ehil bürokratların katkısıyla ve
  • barikayı hakikatin müsademeyi efkâr ile doğacağını” kabul ederek,
  • özgür bir fikir tartışması ortamında
  • yönetimi uygulamasına geçmesinde büyük yarar varmış gibi görünmektedir.

Kaynaklar: 
(1) https://twitter.com/faikoztrak/status/ 1153313982591242240 (2) https://www.sozcu.com.tr/2018/ gundem/113-akpli-hakim-ve-savciligaatandi- 2300765/ https://t24.com.tr/haber/ahmet-sikhakim- ve-savci-olarak-atanan-akplilerin- listesini-acikladi,808801 (3) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ siyaset/946206/_AKP_jet_atamalarla_ yargiyi_curutuyor_.html (4) http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/mevcut-anayasa-yokhukmundedir- 40255439 (5) https://sarkac.org/2017/11/ siyasal-sistem-ve-rejim-nedir-ersinkalaycioglu/ (6) Houcham E. Chehabi and Juan J. Linz, Sultanistic Regimes, (Baltimore, Maryland: The Johns Hopkins Press, 1998): (7) Søren Schmidt, “The Power of Sultanism,” Raymond Hinnebusch ve Omar Imady (der.), The Syrian Uprising: Domestic Origins and Early Trajectory, (London, New York: Routledge, 2018) içinde: 33 – 40.

KAPİTALİZM DİNİ KULLANIYOR..

KAPİTALİZM DİNİ KULLANIYOR..

portresi_renkli

 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

Dostlar,

Yazı uzun.. Anıl hocanın hep yaptığı gibi..

Şöyle başlıyor :

“Dünya tarihi içinde Batı ülkelerinde ortaya çıkmış olan kapitalist sistem, uzun yıllar süren sömürgecilik ve emperyalizm sonucunda bir ekonomik düzen olarak ortaya çıkmıştır. Sermayecilik anlamına gelen kapitalizm kavramı, eski Latince kökünden gelen bir deyim olarak bütün batı dillerinde yer alarak, sermaye merkezli bir ekonomik düzenin oluşturulması sürecinde etkili olmuştur. İlk çağlarda insanlar gereksinimlerini karşılamak için ürettikleri malları önce trampa adı verilen değiş tokuş ile çevirerek bir ekonomik arayış içerisinde olmuşlar ama istenen düzeyde bir gelişme bu yoldan sağlanamayınca, bunun üzerine değerli madenlerden üretilen para ile kalıcı bir ekonomik değişim ve yaşam düzenini oluşturmaya yönelmişlerdir. Paranın icat edilmesiyle, Batı dünyasında bugünkü uluslararası kapitalist sistemin kuruluşuna dek giden yolun önü açılmıştır. Değerli madenlerden kolayca üretilen paralar, Dünya ticaretinin gelişmesinde ve paraya dayalı bir ekonomik düzenin ortaya çıkmasında etkili olmuşlardır. Zamanla bankacılık sistemine geçilmesiyle birlikte madeni paradan kağıt paraya doğru bir geçiş gerçekleşmiş ve böylece paranın kullanımı daha kolay bir düzene doğru geliştirilmiştir. Böylece, paranın merkezinde yer aldığı bir evrensel ekonomik düzen, parayı esas alan ve sermaye egemenliği anlamına gelen kapitalizm kavramı adı altında kurularak bugüne dek getirilmiştir.”

*****
Yazı devamla;

“Ortaçağ boyuncu Vatikan kilisesinin Katolik anlayışının tutsağı olan Avrupa kıtası,
uzun süren bir durgunluk dönemi yaşamış ve daha sonra da Protestanlığın ortaya çıkışı ile birlikte bu baskı düzenini kırarak dünyaya açılarak, kıtalararasında geliştirilen ticaret ilişkileri üzerinden kapitalizmin oluşum sürecini başlatmıştır. Katı bir Katolik anlayış ile ticaretin gelişememesi üzerine başlatılan Protestanlık akımı ile birlikte, ticaretin de önü açılarak dünya kapitalist sisteminin gelişmesi sağlanmıştır. Alman filozofu Max Weber, Protestanlık ahlakı üzerine yazmış olduğu kitabında kapitalizmin bütünüyle Protestanlığın ürünü olduğunu
öne sürerek, bu sayede uluslararası ticaretin gelişmesiyle para akımının hızlanarak sermaye birikiminin ortaya çıktığını vurgulamıştır. Kapitalizmin ruhunun Protestanlık ahlakında yattığını öne sürerken, geleceğin gelişmiş kapitalist yapılanmasının da tohumlarını bu düşünür ortaya atmıştır. 18. yy’da ve sonrasında Avrupa ülkelerinde ekonomik ve siyasal karışıklıklar birbirini izleyince, en zengin bankerlerin desteğinde
Karl Marx’a kapitalin kitabı yazdırılmıştır. Böylece kapital kavramı kutsallaştırılırken,
var olan devlet yapılarının kapitalist ekonomiye karşı direnişlerini kırmak üzere de bir evrensel sosyalist akımın gündeme getirilmesi sağlanmıştır. Sosyalizm görünüşte kapitalizm karşıtlığı ya da düşmanlığı çizgisinde geliştirilmesine rağmen, bir yandan da kapitalist sistemin karşı dengelerini oluşturarak, dünya halkları ve devletlerinin ulusal çıkarları doğrultusunda evrensel kapitalizmin ekonomik alanda gerçekleşmesine karşı direnişinin önlenmesini sağlamıştır. Paranın ekonomi üzerinden toplumsal alanda ön plana geçmesiyle başlayan yeni dönemde, bir uluslararası kapitalist sistemin ortaya çıkarak gelişmesinin ortamı yaratılmıştır. Ortaçağ sonrasında batının dünyasının Katoliklikten Protestanlığa doğru kayma göstermesi ile birlikte, kapitalist açılımın ön koşulları daha özgürlükçü bir ortamda gelişme şansına sahip olmuştur….”

*****
Ve şöyle bağlanıyor :

” Kapitalizm tarihin her döneminde dini bir araç olarak kullanmış ama hiçbir zaman karşısına almamıştır, çünkü kapitalizmin kurucusu konumundaki Yahudi grupları bir dini cemaat yapılanması içinde kalarak, ekonomik etkinliklerini sürdürmüşler ve dinsel kimliklerini koruyarak Hıristiyan ve Müslüman ülkeler ile ilişkilerini geliştirmişlerdir. Uluslararası şirketler, Ortaçağ sonrasında Vatikan’ın ve Halifeliğin direnişlerini kırma doğrultusunda uluslaşmayı desteklemişler ve böylece Hıristiyan ve Müslüman dünyaların ulusal kurtuluş hareketleri ile parçalanmalarını sağlayarak ekonomi üzerinde dünya hegemonyalarını geliştirmişlerdir.

Büyük İmparatorluklardan iki yüz ulus devlet çıkartarak güçlü devlet yapılanmalarını tasfiye eden tekelci şirketler, yeni dönemde cemaatlar ve alt kimlikli kesimler ile işbirliği yaparak karşılarındaki devlet düzenlerini yeniden küçültme doğrultusunda,
iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devletine geçişi zorlamaktadırlar.

Bu aşamada dinsel cemaatlar daha dikkatli olarak, küresel şirketler gibi devletleri ve milletleri karşılarına alarak bölücülük oyunlarına ya da çökertme operasyonlarına
alet olmamalıdırlar. Hakkaniyet, bugünün koşullarında böylesine adil bir tutumu gerektirmektedir.” (27.02.2025)

*****

Yazının tümünü pdf olarak indirip okuyabilirsiniz :

Kapitalizm_Dini_Kullaniyor

Sevgi ve saygı ile, 02.03.2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…


Dostlar
,

Türkiyemiz ne yazık ki, AKP’nin apaçık diktatörleşen başkanınca
son derece tehlikeli serüvenlere sürüklenmek isteniyor..

Anketlerde oyların düştüğünü görmek AKP ve RTE’yi çılgına çeviriyor:

Çıtayı 1. Parti olmaya dek çektiler.. Ülke genelinde CHP’den kıl payı önde oy almaya razılar. Sonrası için mutlaka B, C, …….Z planları var. Çünkü iktidarda kalmaya mahkumlar. Öylesine yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa, zorbalığa, masum insanların ölümlerine, yurt dışı kaçakçılık ve terör olaylarına… bin bir suça bulaştılar ki,
tek çare iktidara kalarak dokunulmazlık zırhı ile korunmak.. Gittiği yere dek..
Çete – mafya öyle geniş tabanlı ki, 318’e inen AKP grubu hala monoblok görünüyor!? Seçim sonrası için pozisyon alanlar ayrı elbette..

Twitter erişimi hala kapalı.. Başbakan gemileri yakmış..

  • “Twitter mwitter dinlemem.. dünya da umurumda değil”

buyuruyor ve birkaç saat içinde her nasılsa çok net olarak da anlaşılamayan, kamuoyuna örneği verilemeyen birtakım mahkeme kararları alınıyor ve
en azından sınırlı müdahale olanaklıyken milyonlarca insanın erişimi kesiliyor.

Gündem alt üst, çok hızlı ve de en önemlisi gü-düm-lü!

Biz bu hengamede, Çanakkale Şehitler Haftası kapanmadan konuya ilişkin olarak
çok önemsediğimiz bir yazıyı paylaşmak istiyoruz.

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…

Dikkatle okunması dileğiyle..
250 bine yakın şehit ve gazi avuç içi kadar Gelibolu yarımaadasında günümüzden
99 yıl önce gözlerini kırpmadan ölüme koşarken, herhalde bugün kimi soysuzların vatana ihanet kertesine varan alçaklıklarını hiç hesaba katmamışlardı..

Hiç kimse ve güç değilse bile bu şehit ve gazilerin azaba düşen aziz ruhları,
ülkemizi bu sefil duruma düşüren soysuzların yakasını bırakmayacaktır.

Sevgi ve saygı ile.
22 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…
-Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır!

 portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

Buyruk şu:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!”

Hemen soralım:

Hangi komutan kendi ordusuna bu buyruğu verebilir?
Ve hangi ulusun ordusu, böyle bir buyruğu kabul eder ve yerine getirir?

Yanıt net:

Böyle bir buyruğu, Mustafa Kemal Atatürk gibi tarihsel bir önder verebilir.
Ulus da Mustafa Kemal bir buyruk verdiğinde O’nun kesinlikle yerine getirilmesi gerektiğine inanır. Çünkü Ulus, O’nun yurtseverliğinden, yaptığı işin doğruluğundan;
bir buyruk verdiğinde buyruğun ucunda “ölüm” de olsa yerine getirilmesi gerektiğinden
o denli emindir ki; Türk Ulusu’nun yurtsever bireyleri bu buyruğu bir inanç gibi algılar ve
ölümüne yerine getirir.

Bu bağ, tarihsel bir önderle, o önderin önderlik ettiği toplumsal kesimler arasında, tarihin belli bir döneminde oluşmuş özel bir bağdır. Zaten, önderi “Karizmatik Önder” konumuna yükselten bu özel bağdır. Kavramın kuramcısı Max Weber, bu bağın önemine
ünlü yapıtında özellikle değinir…

İşte Mustafa Kemal Atatürk, o büyük diriliş destanında, yani Çanakkale Muharabelerinde kendi buyruğundaki askerlerine bu buyruğu verebilmişti. O, 19. Tümen Komutanı olarak yanında yetiştirdiği askerleri üzerinde o denli büyük bir etki kurabilmişti ki; düşmanın ilerlediği ve askerin cephane yokluğu nedeniyle çekildiği anda; cephaneleri olmadığından çekildiğini söyleyen askerlerine şu tarihi buyruğunu verebilmişti:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.
    Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler alabilir!…

Evet, işte Mustafa Kemal Atatürk buydu Çanakkale’de…

Bu gün 99. yıldönümünü kutladığımız; gelecek yıl da 100. yıl dönümünü kutlayacağımız
18 Mart Deniz Zaferi ile taçlanmış o büyük destanda onun yazgısında
hep etkisi olacak bu olağanüstü komutanlık ve önderlik özelliğini yaratabilmişti…

Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlerinden Çanakkale’ye bakabilmek olanaklı mıdır?

O Çanakkale Savaşının içinde, o gün, bu büyük olay yaşanırken, olayın içinden olup bitenlere nasıl bakıyor ve değerlendiriyordu? Örneğin, Çanakkale Cephesinde ordu komutanı olan Liman Von Sanders Paşa, Türkiye’de Beş Yıl (Fünf Jahre in der Türkei) adlı ünlü anılarında ondan söz ederken; O’nun kendi üstlerini aşarak,
cesaretle ortaya koyduğu raporlarındaki görüşlerin, son derece doğru çıktığını anlatır.

Bugün kimileri, Mustafa Kemal Atatürk’ün adını hiç anmadan, artık vicdanlarına
nasıl yedirebiliyorlarsa, Çanakkale Belgeseli yapmayı ileri demokrasinin bir gereği olarak görebiliyor. Bu hafifsenecek davranışlar, gün gelir bir rüzgarın önündeki kuru yapraklar gibi dağılır ve gider. Buna hiç kuşku yok!

Ancak hemen belirtelim:

Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale gibi bir diriliş destanının içinden olaylara
nasıl baktığını üç ayrı kitaptan görüp anlamak olanaklıdır. Bu kitapların ikisi doğrudan
O’nun kendi kaleminden çıkmıştır. 3. kitap ise onunla yapılan uzun bir söyleşidir ve daha
o dönemde İstanbul’da tanınmış bir gazetede yayınlanmıştır. O’nun kaleminden çıkan kitapların adları;

Arıburnu Muharebeleri Raporu ve

Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe adını taşır.

Büyük dahi, daha o günlerde doğrudan gözlemlerini, tanıklıklarını, resmi raporları
dikkate alarak, bu iki kitabı kaleme almış ve bize Çanakkale’yi ve orada yaşananları
dipdiri görebileceğimiz eşsiz bir hazine bırakmıştır. 3. kitap ise; daha O cephede iken, dönemin ünlü gazetecilerinden Ruşen Eşref Ünaydın’ın cepheye giderek
O’nunla söyleşi yapmış; bu söyleşi O’nun çalıştığı gazetede yayınlanmış; sonra da yine Ruşen Eşref Bey tarafından,

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat

adıyla kitap olarak yayınlanmıştır…

Kendisi, kendi isteği üzerine Liman Paşa tarafından Anafartalar Grubu Kumandanlığı’na atanmış ve

– hasta haliyle,
dere diplerinden gelen insan ölülerinden çıkan yaz sıcağındaki ağır kokudan
  içi dışına çıkarak,
– kusarak;
– kör karanlıkta yolunu şaşırarak,
– düşman hatlarına yanaşarak;
– üzerine ateş edilmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalarak;
– en sonunda Kemalyeri’ne gelmiş ve görevi üzerine almıştır.

Gece yarısı Mustafa Kemal Bey, Conkbayırı sırtlarında son anda tutunabilmiş birlikleri siperler içinde geziyor. Elinde bir kırbaç var. En öndeki hattın önünde ayağa kalkıyor ve üzerine doğru yağan düşman mermilerine hiç aldırmadan, sanki ölümle dans eder gibi Mehmetçiğe bir konuşma yapıyor.

  • “Askerler!” diyor.
  • “Elimdeki kırbacı görüyorsunuz. Bunu kaldırıp yere indirdiğimde siperlerimizden fırlayacağız ve süngülerimizi düşmanın göğsüne saplayacağız!”

Ruşen Eşref Bey’e bu olayı nasıl anlattığına bakar mısınız?

  • “Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim.
    Karşı siperler arasında uzaklığımız sekiz metre, yani ölüm muhakkak,
    muhakkak… 1. siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümü düşüyor,
    ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor,
    hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde
    Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur!”

Evet, işte o ruh bu ruhtur…
Ey Ruhsuzlar!
Atatürk’ü önemsememek, O’nu küçümsemek ve O’nu milletinden koparmaya çalışmak ha!  Hayır, binlerce kez hayır!

  • Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır…

Elbette anlayana…

Not            :

18 Mart Çanakkale Zaferinizi bütün kalbi duygularımla kutluyor,
bize bu büyük utkuyu kazandıran şehitlerimize ve gazi olarak o günlerden kalmış ve
artık hiçbir kişi kalmadan sonsuzluğa ulaşmış olan yurtseverlerimize şükran duygularımı belirtiyor; Yüce Milletime nice esenlik dolu bir gelecek diliyorum… (18.3.14)