Etiket arşivi: Lozan Barış Antlaşması

30 Ağustos’un Düşündürdükleri

Dr. Onur Öymen
Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı

Başkomutan Atatürk‘ün önderliğinde Türkiye’nin emperyalizme karşı kazandığı Zafer Bayramını büyük bir mutluluk ve gururla kutluyoruz. Bu zafer Anadolu’yu istila ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak isteyen büyük devletlerin tam bir hezimete uğradığını bütün dünyaya ilan etmiştir.

Türk ordularının zaferi Çanakkale’de Türkiye’nin Avrupa topraklarına geçmesini engellemek için yeni bir savaş açma çabası içine giren İngiltere Başbakanı Lloyd George‘un çaresizlik içinde istifa etmesine yol açmış ve Türkiye’nin tek bir mermi atmadan, etkili bir diplomasi yoluyla Trakya topraklarını geri almasını sağlamıştır.

Türkiye’nin büyük zaferi üzerine Churchill şöyle diyordu:

  • “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı.
  • Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunları hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

30 Ağustos zaferini izleyen Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Antlaşması,

  • Türk milletini çağdaş, demokratik ve laik bir Cumhuriyete götüren yolun temel taşları olmuştur.

Bu yüce eserleri milletimize kazandıran Atatürk‘ü ve arkadaşlarını bir kez daha şükranla ve minnetle anıyor, O’nun izinden giderek ülkemizi dünyanın en çağdaş, demokratik, laik ülkelerinden biri durumuna getirmek için bütün gücümüzle çalışma azmimizi bir kez daha yineliyoruz.

Saygılar, sevgiler.

“Hadi canım sen de!”

“Hadi canım sen de!”

Gülsün BİLGEHAN
İNÖNÜ VAKFI BAŞKAN YARDIMCISI
22-24-25-26. DÖNEM ANKARA MİLLETVEKİLİ
AVRUPA KONSEYİ PARLAMENTER MECLİSİ ONUR ÜYESİ
Cumhuriyet, 25 Aralık 2020

Atatürk’ün en yakın silah ve dava arkadaşı,
Kurtuluş Savaşının Batı Cephesi Komutanı,
Lozan Barış Antlaşmasının usta diplomatı,
Cumhuriyetimizin kurucularından,
İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’yü,
ülkemizi ve dünyayı sarsan COVID-19 nedeniyle bu yıl farklı anacağız.

SALGINDA İNÖNÜ’YÜ ANMAK

Anıtkabir’deki devlet töreni, sosyal mesafe kuralları gereği kısıtlı katılımla yapılacak.
Biz, yüzyılımızın en korkunç salgınını yaşarken, Miralay İsmet Bey bu tehlike ile Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, mütareke sonrası işgal altındaki İstanbul’da karşılaşmıştı. Avrupa’da, “İspanyol Nezlesi” (AS: İspanyol Gribi) denilen bir hastalık yayılmış, her geçtiği yerde kurbanlar alarak ilerliyordu.

Çok geçmeden Osmanlı başkentinde de görülmeye başlandı. Bir akşam, Harbiye Nezaretindeki görevinden Süleymaniye semtindeki evine dönen İsmet Bey, genç eşi Mevhibe Hanım’ı hasta görünce deliye döndü. Bütün gece başında bekleyip, sabah erkenden çıkıp, yanında kumral, ince yapılı bir askeri doktorla geri geldi. Miralay, hastanın yattığı pirinç karyolaya yaklaştı:

“Hanımcığım, arkadaşım Doktor Refik Bey geldi, sana bakacak” dedi.

Genç doktor hastayı dikkatle inceledi ve teşhisini koydu.

“Şiddetli bir grip geçiriyor. Vereceğim tedavi ile kısa sürede iyileşir.”

Bu genç doktor, Refik Saydam, kısa bir süre sonra yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk Sağlık Bakanı olacak ve ülkede mucizeler yaratarak bütün bir ulusun hastalarını iyileştirecekti.

Daha Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Sağlık Bakanlığı, cephedeki askerlere kolera aşısı yapmaya başlamış, Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kurulan Hıfzısıhha Enstitüsü yerli aşı üretimine geçmiş, Salgın Hastalıklar Daire Başkanlıkları ülkeden tifüs, kolera, çiçek, verem, trahoma gibi hastalıkları silebilmişti.

  • Hıfzıssıhha Enstitüsü 2011 yılında kapatıldı.

MÜZİKLE ANMAK

İsmet İnönü’nün ölüm yıldönümlerinde CSO ve diğer Senfoni Orkestraları tarafından yurtiçinde gerçekleştirilen “İnönü Konserleri” de bu yıl pandemi nedeniyle yapılamayacak. Ünlü devlet sanatçımız Gülsün Onay, müzik hayranı ve koruyucusu İkinci Cumhurbaşkanımızı anma görevini çevrimiçi üstlendi ve 25 Aralık akşamı anlamlı bir piyano resitali sunacak.

1916 yılında evlenen Miralay İsmet Bey’le Mevhibe Hanım’ın birliktelikleri 21 gün sürmüştü. Diyarbakır Cephesi’ne tayin edilen İsmet Bey giderken genç eşine alışılmadık bir hediye almıştı, 30 altına bir piyano! Savaş günlerinde hasret, Mevhibe Hanım’ın piyano günleri ile hafifleyecek, yeni evliler müzik sevgisini birlikte keşfedeceklerdi. İsmet Bey, iyi çalamayacağından endişe eden eşini mektuplarında teselli ediyordu:

“Piyano dersleri alaturka ve alafranga diye üzülüp duruyorsun. Nasıl kolayına gelirse öyle öğren! Fakat sık değiştirme ki vakit beyhude geçmesin. Ben alafranga öğrenesin fikrindeyim. Ama nasıl devam ediyorsa öyle kalsın. İnşallah hepsini öğrenirsin!”

İsmet Paşa çoksesli Batı müziğine bir Osmanlı subayı olarak görev aldığı Yemen çöllerinde alışmıştı. Demiryolu yapmak için orada bulunan Fransız şirketinde çalışanların ayrılırken bıraktığı taş plakları dinleye dinleye sevmişti:

“Yemen’de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik. Gramofon bize bulunmaz bir nimet gibi geldi. Akşam üzeri karargâhtan yattığımız eve geldiğimiz vakit hep beraber gramofon başına koşardık. Plakları tecrübe ederdik. Senfoni, arkasından opera parçası, serenat… Yavaş yavaş alışkanlık hasıl oldu.”

İnönü, Atatürk’ün önderliğinde yeni bir devlet kurma çabaları içinde Batı müziğinin yaygınlaşması, öğrenilip sevilmesi, Türkiye’ye nitelikli, ünlü solist ve orkestraların, şeflerin gelmesi için elinden geleni yaptı. Yeni kurulan Konservatuvarın, Devlet Opera ve Balesi’nin konser ve temsillerini kaçırmadan izledi. Kendisi de viyolonsel dersleri aldı.

Üstün yetenekli çocukların yurtdışında eğitim görmesini sağlayan Harika Çocuklar Yasasını çıkardı. Hayatının sonuna kadar Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerini izledi. İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım hem Beethoven hem de Münir Nurettin Selçuk hayranı oldular.

Geçenlerde 24 yıldır yapımı süren yeni CSO Salonu açıldı.

6660 Sayılı yasa yürürlükte olmasına rağmen, son 18 yılda hiçbir harika çocuk destek görmedi.

DUALARLA ANMAK

İsmet İnönü geleneksel olarak her ölüm yıldönümünde, evinde okutulan dua ve düzenlenen Mevlid-i- Şerif’le anılırdı. 25 Aralık günü, Anıtkabir’deki resmi törenden sonra İsmet Paşa’yı sevenler, aile dostları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsilen Kuvvet Komutanları eşleri Pembe Köşk’te bir araya gelirdi. Koronavirüs nedeniyle yapılamayacak bu toplantı yerine bu yıl, İnönü’nün başbakanlığı sırasında eşi Mevhibe İnönü’nün katkıları ile yapılan Çankaya Merkez Camii’nde Yasin-i Şerif okutulacak.

DEĞİŞMEYENLER

Değişmeyen alışkanlıklara gelince… İnönü’nün “bu bir yenilgi değil, benim en büyük zaferimdir” dediği 1950 seçimlerinden sonra başlayan ve her birine hayattayken cevap verdiği saldırılar, asılsız iddialar, tarih saptırmaları, vicdansız iftiralar devam ediyor. Hayatının son dönemlerinde, yine karşı karşıya kaldığı bu tip sataşmalardan birine, dayanamamış, Hadi canım sen de! demişti.

Ölümünün 47. yılında, eskisi kadar yenilemez İsmet İnönü’yü en iyi yine bir sağlık emekçisi, halen bu zor pandemi koşullarında aktif çalışan çocuk doktoru Burhan Topal anlatmış:

“Aramızdan ayrılışının yıldönümünde nasıl anlatılabilir? Hangi birini anlatabilirsin, anlatabiliriz?

Muharebe meydanlarını, yazdığı defterlerini, çektiği acı ve ıstırapları, isyan edenlere isyanlarını; entrikacılara karşı savaşlarını; demokratik rejim diye tükettiği ömrünü, kendi arkadaşları tarafından yaralandığını; ayağa kalkıp tekrar savaşa devam ettiğini; bindiği atları, yaptığı çivilemeleri, kurtardığı Topkapı hazinesini, takip ettiği klasik müzik konserlerini, savaşta teslim aldığı düşman kumandanlarını; barışta tuş ettiği İngiliz, Amerikan ve Rus devlet başkanlarını, Türkiye’ye çarpmak üzere olan Almanya’nın yönünü değiştirebilmesini… Daha neler neler.

Işıklar içinde yatsın. Seni anlayan, anlayabilenlere selam olsun.”
====================


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ege’de Osmanlı egemenliğinin sonu “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

Prof. Dr. Şaduman Halıcı HaberleriEge’de Osmanlı egemenliğinin sonu : “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

07 Ağustos 2022, Cumhuriyet (Pazar eki)

Lozan Barış Antlaşması on yıllardır pek çok saldırıya uğramakta. Geçen hafta belgeleri temel alan kalemler bu saldırılara gereken yanıtları verdi. Ne var ki “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatası hâlâ dillendirilince konuyu yeniden ele almak kaçınılmaz oldu.

214 bin kilometre kareyi bulan Ege Denizi’nde farklı büyüklüklerde yaklaşık 1800 ada, adacık var. Girit dışında Ege’deki adalar beş grupta toplanır. Trakya/Boğazönü adaları olarak tanımlananlar arasında en bilindikleri, Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada, Bozcada, ve Tavşan Adaları’dır. İkincisi Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya’yı da içeren Saruhan Adaları’dır. Menteşe Adaları ise çoğunlukla On İki Ada olarak anılır ama toplam 24 ada ile pek çok adacık ve kayalıktan oluşur. Dördüncüsü Şeytan/Kuzey Sporad Adaları, beşincisi Kiklad Adaları’dır.

Osmanlı Devleti’nin 1456’da Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada ve Bozcaada’yı almasıyla başlayan Ege’deki egemenlik süreci 1669’da Girit’in, 1718’de İstendil Adası’nın ele geçirilmesiyle tamamlanmıştır. Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması Osmanlı’nın Ege Denizi’ndeki egemenliğinin sonunu olur. Nasıl mı?

Rus işgaline uğrayan Osmanlı Devleti 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla Yunanistan’ın bağımsızlığını onaylar. 1832 İstanbul Antlaşması ile Eğriboz dahil Kiklad adalar grubunu Yunanistan’ı bırakır.

29 Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarb için Osmanlı’ya savaş ilan edince Ege’de egemenlik yarışına onlar da katılır. Mart-Mayıs 1912 arası On İki Ada ile Rodos ve on beş küçük adayı işgal eder.

  • 18 Ekim 1912’de Türklerin Uşi, Batılıların Lozan olarak andıkları barış antlaşması imzalanır.

Andlaşmaya göre Osmanlı Devleti Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalyanlara terk ettiğinde İtalyanlar da işgalleri altındaki adalardan çekilecektir. Osmanlı Trablusgarp ve Bingazi’den çekilir. Ama İtalyanlar Yunanların adaları işgal edebileceğini söyleyerek çekilmez. Çünkü Balkan Savaşı başlamıştır. Osmanlı önce Balkan sorununu halledip sonra adaları alma politikasını benimser. Ancak işler umduğu gibi gitmez: Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelir. İstanbul ilk kez top sesleri ile sarsılır. II. Abdülhamid donanmayı Haliç’te çürümeye terkederken, güçlü bir donanma kuran Yunanistan Ege’de egemenlik alanını genişletmeyi sürdürür.

21 Ekim 1912’de Limni savaşsız teslim olur. 31 Ekim’de Gökçeada, Taşoz ve Bozbaba, 1 Kasım’ da Semadirek, 4 Kasım’da İpsara, 7 Kasım’da Bozcada , 17 Kasım’da Ahikerya, 3 Aralık’ta Sakız, 20 Aralık’ta Midilli Yunan egemenliğine girer.

1912 yılı sonunda Menteşe Adaları, Trakya/ Boğazönü Adalarıyla Saruhan Adaları’nın önemli bölümünde Osmanlı’nın fiili egemenliği son bulur.

3 Aralık 1912’de Osmanlı ile Balkan Devletleri arasında imzalanan Çatalca Mütarekesi Balkanlardaki ilk kapışmayı durdurur. Ardından İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya savaşan güçler arasında güya hakemlik yapmak üzere Londra ya da Büyükelçiler Konferansı olarak anılan toplantıları gerçekleştirir. Osmanlı Devleti altı büyük devletin arabulucuğunu kabul eder. Ancak Yunan donanması konferans sürecinde de etkin olur. Yunanlar 13/14 Mart 1913 gecesi Meis’e, 15 Mart’ta ise Sisam’a yerleşir.

Osmanlı Devleti, Balkan devletleriyle arasındaki savaşa son veren 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’yla Midye-Enez hattını sınır olarak kabul eder. Girit’teki haklarından Yunanistan lehine vazgeçer. Altı devletin Ege Adaları’nın geleceğini belirlemesine onay verir.

Altı devlet, Ege Adaları hakkındaki kararlarını 14 Şubat 1914 günü Osmanlı Devleti’ne bildirmiş; Gökçeada, Bozcaada ve Meis dışında 13 Şubat 1914’e kadar Yunan işgali altında olan adaları Yunanistan’a vermiş, adaların askeri amaçlarla kullanılamayacağını belirtmiştir.

Osmanlı üzüntülerini bildirmekle ve geri almak için çaba göstereceğini söylemekle yetinir. Ama fiili ya da hukuki girişimde bulunmaz. Bu nedenle I. Dünya Savaşı boyunca adalar Yunanistan’ın egemenliğindedir.

İtalya 6 Nisan 1915 günü İtilaf bloku ile yaptığı anlaşmayla I. Dünya Savaşı’na onların yanında katılır. Aldığı ödün de yalnız Antalya ve yöresi değildir. On İki Ada üzerindeki egemenliği de tanınır. 22 Ağustos 1915 günü de bu adaları ilhak ettiğini açıklar. Yani 1912’de boşaltma sözü verdiği adalardaki egemenliğini perçinler. Osmanlı Devleti 1914 itibarıyla Ege Adalarını fiilen kaybetmiştir.

Eğer tarihle yüzleşilecekse II. Abdülhamid’in neden donanmayı çürüttüğü, Osmanlı Devleti’nin neden adalarda yaşayan Müslüman nüfusu korumadığı sorgulanmalıdır. Deniz üstünlüğünü kaybeden, kapitülasyon kemendine boynunu uzatıp devletin maliyesini emperyalistlere teslim edenlerin (AS: 1881, Düyun-u Umumiye!) atabileceği tek adım tıpkı Osmanlı Devleti’nin yaptığı gibi protestoyla yetinmektir.

Osmanlı son teslimiyetini de Sevr Antlaşması’nı imzalayarak yapar. Sevr’i yok sayan, imzalayanları hain ilan edense Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki TBMM’dir. İsmet Paşa ise Lozan’a gittiğinde fiilen zaten kaybedilmiş olan adalar için can hıraş mücadelesini sürdürecektir… Bir sonraki yazıda bu mücadelenin öyküsünde buluşmak dileğiyle…

UKRAYNA BUNALIMI HAKKINDA ADD BİLİM ve DANIŞMA KURULU GÖRÜŞÜ

UKRAYNA BUNALIMI HAKKINDA
ADD BİLİM ve DANIŞMA KURULU GÖRÜŞÜ

https://www.add.org.tr/makaleler/

Rusya tarafından 24 Şubat 2022 sabahı başlatılmak zorunda kalınan Ukrayna’ya dönük askeri harekat, küresel ve bölgesel ölçekte Ülkemizi de içeren ciddi potansiyel tehditler taşımaktadır. Türkiye bir dizi önlemi zamanında ve bilimsel akılcılıkla sergilemek zorundadır. Dış politikada duygusallığa ve sürgit dostluklara yer yoktur, belirleyici olan ülkemizin ve ulusumuzun güvenliği ve çıkarlarıdır. Çıkarlar, uluslararası hukuka uygun, karşılıklı adalet ve hakkaniyet çerçevesinde gözetilmelidir. Ayrıca Dış Politika girişimleri kararlarının olabildiğince ulusal tabanda geniş uzlaşma ile alınması ve geleneksel ilkelerin korunması gereklidir. Köklü devletler uzun erimli (vadeli) dış politika seçeneklerine sahiptir, siyasal iktidarlar değişse bile bu politikaların özü değişmez. Türkiye için bu ilkelerin başında, “YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ” gelir.

Türk Dış Politikasının ilkeleri Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde belirlenmiş ve son 20 yıl dışında, yüz yıla yakın zamandır uygulanagelmektedir. Bu sayededir ki Türkiye Cumhuriyeti,
tüm zorluklara – engellere karşın 99. yaşına sıcak savaşlara girmeden ulaşmış ve kurucu uluslararası anlaşmaları koruyabilmiştir. Bunların başında, Atatürk önderliğinde öncü kurucu kadroların armağanı olan Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) ve Montreaux Boğazlar Sözleşmesi (1936) gelmektedir.
***
Uluslararası ölçeğe tırmanan Ukrayna bunalımının yönetiminde Türkiye’nin izlemesi gereken ilkeler şöyledir:

  1. Muhalefetin etkili çabasıyla TBMM, Ukrayna sorununu görüşmek ve politika belirlemek üzere 120 imzayla ivedilikle göreve çağrılmalı;[1] gizli-özel oturumlarda konu görüşülerek, ulusal uzlaşma temelli politikalar üretilmelidir. Sorun, tek kişi yönetimine asla bırakılamayacak ölçüde ciddi ve karmaşıktır. Anayasanın 92. maddesinin ilk fıkrasında salt (münhasıran) TBMM’ye verilen yetki gerektiğinde kullanılmalı, md. 92/2’nin koşulları iktidar tarafından zorlanmamalıdır. Tarihimizde TBMM’de alınmayan kararların çok acı sonuçları vardır. Enver Paşa Osmanlı Devletini 1. Dünya Savaşına sokmuş, DP hükümeti TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşına 1 tugay asker göndermiştir. Kurtuluş Savaşını yöneten TBMM, bu bunalımda da mutlak söz ve karar sahibi olarak meşru yetkisini kullanmalıdır.
  2. K. ATATÜRK’ün son derece yerinde nitelemesiyle “.. bizi mahvetmek isteyen Emperyalizm”, kaynağı ne olursa olsun karşıt olduğumuz, insanlık düşmanı bir ideolojidir. Türkiye ne ABD ne Rus emperyalizminin yanında olamaz! 2. Dünya paylaşım savaşı öncesi ve sırasında 2. Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ’nün büyük başarıyla yürüttüğü tarafsızlık politikası, Türkiye’yi bu yıkıcı serüvenden koruyabilmiştir. Ülkemiz, ısrarlı ve tutarlı biçimde “aktif bir tarafsızlık politikası” izlemelidir.
  3. Ukrayna sorununun iktidar tarafından iç politikaya alet edilmesine ve hele hele Cumhurbaşkanı ve genel seçimi erteleme amaçlı kullanılmasına, koşulları tam oluşmadan (Anayasa m.119) OHAL ilanına kesinlikle izin verilmemelidir.
  4. Rus askeri harekatı ve öncesindeki uluslararası topludurumun (konjektürün) de bir ölçüde payı olmakla birlikte, gerçekte AKP iktidarınca izlenen son derece yanlış ekonomi politikaları sonucu ülkemizde yaşanmakta olan ve katlanılmaz boyutlara ulaşan hiperenflasyon – yoksulluk – işsizlik – yaşam pahalılığı sorunlarını çözmeye, etkilerini hafifletmeye dönük kapsamlı sosyal devlet politikaları aksatılmadan sürdürülmelidir. Dış politika, ağır iç sorunlara şal yapılmamalıdır.
  5. Türkiye, çok ağır ekonomik ve siyasal bunalımla hatta rejim bunalımıyla yüz yüzedir. Merkez Bankası rezervleri negatiftir, ağır dış borç yükü söz konusudur. Bunalım petrol fiyatlarını hızla yükseltmiştir. Bir askeri operasyonu, çatışmayı kaldırabilecek ekonomik güçten büyük ölçüde yoksundur. CDS primi çok yükselmiş (600+!), yeni borçlanma olanakları çok sınırlıdır. Bu bakımlardan da AKTİF bir tarafsızlık politikası tek seçenektir. NATO’nun peşinde uydulaşarak serüvenler, emperyalizmin emellerine hizmet etme asla kabul edilemez ve Türkiye’nin tarihsel saygınlığı ile bağdaşmaz. Ekonomik bağımsızlığı olmayanların, ulusal çıkarlarını korumaları çok zordur. Bugünleri görenler boş yere “tam bağımsız Türkiye” demediler.
  6. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ülkemiz ve hatta dünya barışı için ne denli yaşamsal olduğu Ukrayna bunalımında bir kez daha kanıtlanmıştır. 19-21. maddeleri özellikle, titizlikle gözetilmelidir. ABD tarafından esnetilmesi istemlerine ödün verilmemeli, Karadeniz bir barış denizi olarak kalmalıdır. Rusya’nın ABD – NATO tarafından son olarak Ukrayna ve Karadeniz’den çevrelenmesine Rusya’nın kesinlikle izin vermeyeceği akılda tutulmalıdır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yaşamsal önemini bir ortak basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuran saygın ve yurtsever 104 emekli amiral hakkında açılan yersiz ve haksız dava düşürülmeli ve bu komutanlardan açık özür dilenmelidir. İstanbul Kanalı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni dolanma (by pass) amaçlı olup, aynı ölçüde sakıncalıdır. ABD, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nı çıkarları yönünde yorumlamaya ve esnetmeye çalışıyor. Oyuna gelmemeliyiz. Öte yandan BM etkili bir örgüt olmamakta, özellikle küresel bunalımlarda zayıf ve yetersiz kalmaktadır.
  7. Ukrayna sorunun en önemli nedenlerinden biri, bu ülkede uluslaşmanın gerçekleştirilememiş, ulus devlet güvencesinin kazanılamamış olmasıdır. Karmaşık demografik – etnik yapısıyla 44 milyon nüfuslu ve 633 bin km2 toprakları olan Ukrayna’da, 2014 Soros’çu turuncu darbe ile Batı yanlısı NATO’cu iktidar kurulmuştur. Ancak son aşamada Batı Ukrayna’yı yalnız bırakmıştır. Bu noktada M.K. Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” çağrısı ile Türkiye’nin Anadolu’da ve Trakya’da uluslaşması ve hızla ulus devlete evrilmesi çabasının ne denli yaşamsal olduğu açıkça görülmelidir. Dolayısıyla hiçbir gerekçe ile ulus bütünlüğü – birliği zedelenmemeli, iç politikada Ulusu kutuplaştırıcı politikalardan kesinlikle kaçınılmalı ve uluslaşma sürdürülmelidir.
  8. ABD, Türkiye’ye artık “stratejik müttefik” gözüyle bakmıyor. Bölgemizde yeni arayışlar içinde. Suriye ve Irak’ın kuzeyinde karakol devletler kurarak bu ülkeleri bölmüş, Türkiye’yi de bölmeye açıkça çaba göstermektedir. 2006’da yayınlanan ve Türkiye dahil 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) (!), ABD Dışişleri Bakanı C. Rice tarafından resmen ilan edilmiş; Plan, ABD Armed Forces Journal’de E. Alb. R. Peters imzalı yayınlanmıştır (Haziran 2006)!
  9. NATO’nun varlık nedeni kalmamıştır. SSCB 1991’de çökmüş, Varşova Paktı 1993’te dağılmıştır. Ancak NATO genişlemeyi sürdürmüş ve 5 atak ile Rusya’yı adeta Batı’dan kuşatmıştır. Ukrayna da NATO’nun saldırgan genişleme politikasıyla NATO üyesi yapılırsa, Rusya adeta nefes alamaz duruma düşürülecektir. Rusya kezlerce bu itirazını dile getirmiş ancak 2014’te Ukrayna’da darbe yapılarak ABD yanlısı iktidar kurulmuştur. Rusya, ulusal güvenliğinin açıkça tehdit edildiğini, bu duruma izin veremeyeceğini, beka sorunu sayacağını bildirmiştir. Varlık nedenini yitiren NATO, konumunu pekiştirmek için saldırgan yayılma politikasıyla doğrudan doğruya küresel barış için açık bir tehdit örgütü konumuna sürüklenmiştir. Bu bağlamda Rusya’nın askeri harekatı, görüşmeye çağrı çabalarının, Ukrayna’nın NATO’ya alınmayacağı güvencesi verilmesi istemlerinin reddi ve doğrudan Ukrayna’nın NATO üyesi olmayacağını açıklamaktan kaçınması sonunda, bir tür öz savunma zorunluğu olarak kaçınılmaz olmuştur. Hızla ve en az yitikle sonlanması içten dileğimizdir. M. K. ATATÜRK’e göre “Savaş eğer ulusun yaşamı tehlikeye düşmemişse, cinayettir.” Rusya’nın bu bağlamda tümüyle haksız olduğunu savlamak çok güçtür. Ancak yineleyelim; biz ADD olarak, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşıyız.
  10. Ülkelerin egemenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü temel bir ilke olmakla birlikte, Rusya için NATO ve Avrupalı müttefiklerince tek yanlı olarak düşmanca kötüye kullanılması kabul edilemez. “Karşılıklılık” uluslararası hukukun en temel ilkelerindendir. Hızla bir ateşkes istemi, ne yazık ki, Rusya açısından, acil hedeflerine erişmediği sürece boşlukta kalacaktır. Nitekim harekatın 2. gününde Rusya, silahlı çatışmaya ara vererek görüşme çağrısında bulunmuş ancak olumlu yanıt alamadığı için operasyonu sürdürmek zorunda kalmıştır. İnsani hedefler özenle korunmaktadır.
  11. Askeri harekat uzadıkça Türkiye, önümüzdeki kısa erimde bu 2 ülkeden dışalımını yaptığı
    başta buğday olmak üzere tahıl ürünlerini sağlamada sorunlar yaşayabilir, hatta açlık ve kıtlıkla yüzleşebilir! Seçenek politikalar geliştirilmesi ve gerekli önlemlerin zamanında alınması zorunludur. Her iki ülkeyle çok yönlü ilişkiler içindeyiz. Turizm en önemli kalemlerden. Rusya ülkemizde nükleer güç santralı inşa etmekte (Mersin). Türkiye’ye S-400 hava savunma sistemleri sattı. Oysa ABD, bedeli ödenen F-35 savaş uçaklarını vermemekte. AB, açıkça uluslararası anlaşmaları çiğneyerek Güney Kıbrıs Rum Yönetimini AB’ye aldı. ABD, Dedeğaç’ta yeni askeri üs kurdu. Suriye ve Irak’ta birkaç üs edindi. Türkiye içten ve dıştan kuşatılmakta. Bu gerçeklerden çıkarılacak önemli dersler vardır. Küresel dengeler özenle gözetilerek Bölge merkezli barışçıl işbirlikleri öne çıkarılmalıdır.
  12. Dışişleri Bakanlığı deneyimi ve kıdemli uzmanlarından mutlaka yararlanılmalıdır. Liyakatsiz, siyasal tercih temelli atamaların bedeli çok ağır ve telafisi olanaksız olabilir. Kamuoyu yanıltılmamalıdır. Ancak İktidarın niteliği, sicili ve yapageldikleri, uzmanlığa, demokratik – katılımcı karar süreçlerine gerekli önemi vermemesi kaygımızı büyütmektedir. Bu dönemin sıkıntısız geçirilmesi beklenemez. Tek adam rejimi” başlı başına Ulusal güvenlik sorunudur ve özellikle kritik dönemlerde ülkemizin Batılı emperyal güçlerce kolaylıkla yönlendirilmesi (manuple edilmesi) için kurgulanmıştır. Parlamenter demokratik rejime ülkemiz hızla dönmek durumundadır. Bilim ve dijital dönüşüm çağını (Endüstri 5.0) asla ıskalayanayız. Bölgesel ve küresel sorunlar kuşkusuz hep olacaktır. Atatürkçü Düşünce Sistemi, çıkış yollarını hala içermektedir. Ülkemizi sıcak silahlı çatışmalara çekecek oyunlardan ve kışkırtmalardan uzak kalmalıyız. Ulusal kaynaklar kalkınmaya adanmalıdır.
  13. Çağımızda bir hegemonya değişim süreci yaşanmaktadır. Tek kutuplu emperyal Batı egemenliği zayıflamakta ve Avrasya ağırlığı büyümektedir. Türkiye güncel – dönemsel küresel gelişmeleri dikkatle izleyerek tam bağımsızlığını korumalı ya da karşılıklı bağımlılık ekseninde çıkarlarını savunmalıdır. Batı’nın süregelen Yeşil Kuşak kuşatmasıyla yalnızlaştırma, sarma politikasına Rusya direnmektedir. Bu emperyal stratejiye karşı Rusya ile ortak direnme hattı örülmesi gereklidir.
  14. Küresel haberlerin farklı kaynaklardan izlenmesi, yeterli güncel – güvenilir istihbarat üretimi, basın özgürlüğü… dezenformasyon ve algı yönetiminden sakınabilmek için demokratik zorunluktur. Dış politikada uzun erimli ve seçenekli ulusal planlarımız, hedeflerimiz olmalıdır. Kimi devletlerin, uluslararası kuruluşların, bölgesel birliklerin güncel gelişmeleri kendi çıkarları için kullanarak sonraki süreçleri biçimlendirme amacıyla yapabileceği kışkırtıcı (provokatif) eylemler ve bilgi kirliliğinden sakınılmalıdır. Haklılığınızın arkasına güç koyamazsanız, sonuç almak zordur. Uluslararası hukuk güçlüler hukukudur, güven kalmamıştır. Bu bağlamda iç kamuoyu desteği vazgeçilmez olup, güven sarsılmadan olabildiğince saydam davranılmalı, halkın bilgi edinme hakkı korunmalıdır.
  15. Donetsk ve Luhansk bölgelerinde Rusya yanlılarının yerel bağımsızlık ilanı ve Rusya tarafından hemen tanınması uluslararası hukuk bakımından sancılı bir durumdur. Ulusların kendi yazgılarını belirlemeleri BM İkiz Sözleşmelerinde kabul görmüş olmakla birlikte, bağlı olunan devletten ayrılmada halk oylamasının ülke genelinde yapılması zorunludur. Sıcak silahlı çatışma ortamında taktik nedenlerle böylesi bir yol izlenmiş olsa da uluslararası hukukun gerekleri yerine getirilmelidir.
  16. Çağımızda ne yazık ki Demokrasiler geriledi, zayıfladı; güçlülerin, nitelikli olmayan tek adamların yönetimleri sürüyor. Halkın seçtikleri değil, sermayenin güdümünde kişilerin iradesi baskın oldu. Yeni insan tipi yaratıldı. Bireyin çıkarı öne geçti. Ulus, ulus devlet, ulusal birlik değerleri aşındırıldı. Ne gibi güncel tehditler yaşamakta oldukları ve gelecekte yaşayacaklarının ayrımında olmayan tüketici, sorumsuz, hedonist.. yığınlar oluştu. Uzun erimde ülkemizde ve Dünyada Demokrasi ve barış kültürü geliştirilmeli, uluslararası toplum kalıcı barış ve gönenç için çaba göstermelidir. Ulusumuzun güvenliğini ve geleceğini küresel egemenlerin insafına bırakamayız.
  • Ana hedefimiz; Atatürk’ün Ulus egemenliği, tam bağımsızlık ve “yurtta barış, dünyada barış” devrimci ilkeleri temelinde çağdaş uygarlık düzeyini bilimsel akılcılıkla aşmak olacaktır.

Kurullar adına Prof. Dr. Ahmet SALTIK, ADD Bilim Kurulu Bşk. Yrd. 26 Şubat 2022, Ankara

Katılanlar : Prof. Dr. Ali Ercan, Prof. Dr. Özer Ozankaya, Prof. Dr. Lütfü Çakmakçı, Prof. Dr. Tahir Baştaymaz, Av. Önay Alpago, Eğitimci Emine Hekimoğlu, Doç. Dr. Mehmet Balyemez, Eğitimci Mustafa Gazalcı, Dr. Onur Öymen, Prof. Dr. Gönül Balkır, Müh. Güngör Berk, Müh. Safa Yenice (Gn. Bşk. Yrd.)

[1] Anayasa md. 93/3 : Meclis Başkanı da doğrudan doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine, Meclisi toplantıya çağırır.

Lozan Temel Bağımsızlık Antlaşmasıdır

Dr. Alev Coşkun
Cumhuriyet, 21 Aralık 2021

Lozan Antlaşması Türklerin uluslararası temel bağımsızlık antlaşmasıdır. Bu konuda, ileri geri sözlerle bu konuda tartışma yaratılması milli çıkarlara aykırıdır.

Oysa 24 Temmuz 2023’te 100. yıldönümüne ulaşacak olan Lozan Barış Antlaşması Türkiye’nin ve Türk halkının uluslararası temel belgesidir. Türkiye’nin özellikle Akdeniz ve Ege Denizindeki çıkarlarını koruyan bu temel antlaşma üzerinde gereksiz tartışma ve kuşku yaratmak hele bugünlerde çok hatalıdır.

İNÖNÜ’YE GÖNDERME

Şentop yaptığı konuşmada, İsmet İnönü’nün, “Bu antlaşmayla Türkiye’ye 100 yıl kazandırdığını” söylediğini öne sürmektedir.

İnönü bu sözü nerede söylemiş? Bu sözü söylerken temel amacı neymiş? Bunları bilmiyoruz. Lozan üzerinde uzun yıllar çalıştım, derinlemesine araştırmalar yaptım. 500 sayfalık bir kitap yazdım (Bkz. Diplomat İnönü, Kırmızı Kedi, 2019). Bu konuda yazılmış yerli ve yabancı eserleri incelemiş araştırmacı bir yazar olarak Lozan Barış Antlaşması’nın yaratıcısı İsmet İnönü’nün böyle bir sözüne rastlamadığımı belirtmek isterim. İnönü böyle bir cümle söylemişse onun da muhakkak bir nedeni ve arka planı vardır.

TBMM Başkanı Şentop, bu durumda iddia ettiği bu sözlerin kaynağını açıklamalıdır.

TBMM Başkanı Şentop, böylesi bir yorumla, Lozan’ın “kalıcı değil geçici bir çözüm” olduğuna işaret etmiş oluyor. TBMM Başkanı tarafından yapılan bu yorum Türkiye’nin milli çıkarları açısından gerçekten çok “vahim”dir.

Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. 98 yıldır Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyor.

Bu antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve ekonomik alanda en önemli uluslararası belgesidir.

Türkiye’nin Anadolu ve Trakya toprakları üzerindeki egemenliğini tam olarak kuran vazgeçilmez bir bağımsızlık belgesidir.

MONTRÖ VE HATAY

98 yıl önce Lozan Antlaşması imzalanırken Trakya, Marmara ve İstanbul işgal altındaydı. O günün koşullarında Boğazlar konusu Lozan’da tam olarak çözülemedi ve çözüm ileriye bırakıldı. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar rejimini Türkiye’nin çıkarları yönünde sonuçlandırdı.

Ardından 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye kazandırılmasıyla tartışmalı siyasal noktalar tamamlanmış oldu.

Bu nedenle Lozan, özellikle Akdeniz ve Ege’deki çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı, bugünün tartışmalı dünyasında son derece önemlidir.

ŞENTOP’UN YORUMU

Lozan konusunda yıllardır ileri geri konuşmalar yapılır. Konu, TBMM Başkanı tarafından ileri sürülmeseydi, üzerinde bile durmaz, Lozan konusunda yeni bir “saptırma” ve “uydurma” diye geçiştirirdik.

Ancak TBMM Başkanı tarafından böylesi bir çıkışın yapılması, uluslararası politik arenada kuşkulara yol açacaktır.

Şentop, “100 yılını dolduran Lozan geçici bir antlaşmadır” yorumuyla ne demek istemektedir?

Bu çıkış, Türkiye’nin yeni haklar istemesi olarak yorumlanabilir mi?

Yoksa Ege Denizi’nde Yunanların 12 mil karasuları iddiasını benimseyen bir olanak mı yaratılmak isteniyor?

ÖNEMLİ MADDE

Lozan Antlaşması’nın 12. maddesi çok önemlidir. Bu maddeye göre Ege Denizi’nde Asya sahilinden (AS: kıyısından) üç milden az mesafede (AS: uzaklıkta) bulunan ve Antlaşmada başkaca bir hüküm olmayan adalar Türkiye’nin egemenliği altındadır.

  • Ancak 2004 yılından bu yana Ege Denizi’ndeki 18 ada Yunanistan’ın işgali altındadır.

AKP siyasal iktidarı, ne yazık ki, Lozan Antlaşması’nın kesin hükümlerine karşın bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamaktadır.

Şentop’un durduk yerde, bir anda ortaya koyduğu bu çıkışından sonra AKP iktidarı, Batı dünyasında bu 18 ada üzerinde Lozan Antlaşması’ndan doğan haklarımızı kullanmak istemiyoruz mu demek istemektedir?

Yoksa Şentop, Lozan Antlaşması’ndaki 12. maddeyi “geçici bir çözüm” olarak mı gördüğünü belirtmek istiyor?

Bunlar tartışma yaratan noktalardır. Çok önemli bir makamda oturan TBMM Başkanı Şentop, makamının ağırlığını duyumsamalı ve ona göre davranmalıdır.

Yineliyoruz,

  • Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası çok önemli bir belgesidir.

Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini tartışmaya açmak ve böylesi konuşmalar yapmak tehlikelidir.

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 47’NCİ YILINDA GÖZDEN KAÇAN AYRINTI

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Balyemez
Em. Albay, Rauf Denktaş Üniversitesi
Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Md.

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Kıbrıs Türk halkının, 1878 yılında başlayan özgürlük mücadelesinin en önemli kırılma olaylarından biri de 20 Temmuz 1974 tarihindeki Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur. Kıbrıs Barış Harekâtının yapılmasına neden olan gelişme ise Nikos Sampson’un 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Başkanı Başpiskopos III. Makarios’a karşı başlattığı Yunanistan destekli askeri darbe girişimidir. EOKA-B terör örgütü lideri N. Sampson darbesinin amacı Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamanın kavramsal karşılığı olan “Enosis” i gerçekleştirmekti.

Sampson darbesi bir başka gelişmenin önünü açmıştır. Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşmalarına dayanan Garantörlük hakkını kullanarak Ada’da bozulan düzeni yeniden kurmak, Kıbrıs Türklerinin ve Rumların can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmeye karar vermiş ve bu kararını 20 Temmuz 1974 sabahı eyleme geçirmiştir. Türkiye bu atılımı yapmadan önce, Başbakan Bülent Ecevit, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin öbür Garantör (AS: Güvenceci) devleti olan İngiltere ile Londra’ya giderek yoğun diplomatik görüşmeler yapmış ve Kıbrıs’taki düzeni yeniden sağlamak amacıyla birlikte davranmayı önermiştir. Ancak İngiliz yetkililer bu öneriyi desteklemeyince Türkiye, bütün askeri zorluklara karşın bu barış harekâtını tek başına gerçekleştirmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Deniz, Kara ve Hava güçlerinin katıldığı bu ortak askeri harekât, Milli Mücadeleden sonra ulusal sınırlar dışında gerçekleştirilen ve başarı ile sonuçlanan ilk askeri operasyon olması bakımından ayrıca ve çok önemlidir.

Kıbrıs Barış Harekâtından sonra, bugünkü sınırlar “de facto” olarak (AS: eylemli, fiilen) oluşturulmuş ve bir bakıma Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne giden yolun kapısı aralanmıştır. Ancak Barış Harekâtından sonra başlayan ve günümüze dek süren görüşmelerde henüz bir sonuç alınamamıştır. Rum ve Yunan yöneticiler, “Kıbrıs Sorunu”nun Barış Harekâtından sonra başladığı ezberini (retoriğini) sürekli gündemde tutmayı ve KKTC topraklarını “İşgal” altındaki bölge olarak nitelemeyi, KKTC’yi de “Korsan Devlet” olarak tanımlamayı ulusal politika olarak benimsemiştir.

Kıbrıs Türk halkının bir yüzyıldan uzun süren özgürlük savaşımı birçok bakımdan özenle incelenmeli ve genç kuşaklara, uluslararası topluma anlatılmalıdır. Çünkü bu savaşım (mücadele) henüz tam olarak sonuçlanmamıştır. Öyle ise Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımının tarihsel gelişimini kısaca anımsatmakta büyük yarar vardır :
***
Kıbrıs Türk halkının bağımsızlık savaşımı, Türk dünyasının 20’nci yüzyılda utkuyla (zaferle) taçlandırdığı iki önemli gelişmeden biridir. Mazlum uluslara örnek olan 1. Bağımsızlık Savaşı, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarınca 1. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında başlatılmış ve 24 Temmuz 1923 günü bağıtlanan Lozan Barış Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Lozan Barış Antlaşması her alanda tam bağımsız olmak isteyen Türkiye’nin yeniden doğuşunu muştularken (müjdelerken), Kıbrıs Türk toplumunda ise düş kırıklığı yaratmıştır. Çünkü 1878 yılında 2. Abdülhamit’in onayı ile “geçici” olarak Kıbrıs’a yerleşen, ancak 1914 yılında Ada’yı tek başına ülkesine katan (ilhak eden) İngiltere’nin bu hukuksuz eylemi, Lozan Barış Antlaşması ile hukuksallık kazanmış ve Kıbrıs Adası İngiliz yönetimine terk edilmiştir.

Kıbrıs Türk toplumu bu gelişme sonrasında yaşadığı düş kırıklığının olumsuz etkisini hemen üzerinden atmış ve toplum, haklarını elde etmek – korumak amacıyla Varolma Savaşımına başlamıştır. Kıbrıs Türklerinin Varolma (Beka, Survival) Savaşımı; Müftü Mehmet Ziyaeddin Efendi, Başöğretmen Remzi Bey, Mısırlızade Necati Özkan, Dr. Fazıl Küçük, Rauf Raif Denktaş’ın önderliğinde günümüze dek ulaşmış; ancak henüz sonuçlanmamıştır!

Kıbrıs Türklerinin Varolma Savaşımı, Misakı Milli sınırları dışında kalan Türk toplulukları dikkate alındığında özel bir yere sahiptir. Çünkü, Lozan Barış Antlaşması sonrasında Türkiye sınırları dışında kalan hiçbir Türk topluluğu bağımsızlık savaşını ya hiç vermemiş ya da başarıya ulaştıramamıştır. Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımı dışında! Bu haklı ve saygın savaşım, 15 Kasım 1983’te “bağımsızlık kararı” alınmasıyla taçlandırılmış ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) 18’inci Türk Devleti olarak tarihteki yerini almıştır.

Kıbrıs Türklerinin gerek İngiliz yönetiminde gerek Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde gerekse  günümüze dek uzanan süreçte yaptıkları yüzyıllık Varolma Savaşımı, son 50 yıllık sürede  uluslararası yalıtma (izolasyon) ve ambargolara karşın Kıbrıs Türk halkının temel haklarından vazgeçmemesi bakımından da önemlidir.

Kıbrıs Türk halkına uygun görülen, insan haklarına aykırı yalıtım (izolasyon) ve kapsamlı ambargolar ile yaşlısından gencine, kadınından erkeğine bütünlükle (topyekün) verilen bağımsızlık ve özgürlük savaşımının hem genç kuşaklara hem de uluslararası alanda anlatılması yaşamsal derede önemlidir.

Aksi takdirde bu görevi başka düzeneklerin (mekanizmaların) üstlenmesine ve gerçek olmayan anlatımlarla karşı karşıya kalınmasına şaşırmamak gerekir!

Peki, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımını her düzlemde (platformda) yeterince anlatabiliyor muyuz? Bu soruya “Evet” diyebilmeyi gerçekten çok isterdim! Ancak yanıtım “Hayır”! KKTC’deki tarih öğretiminin verili (mevcut) durumu şöyledir :

Kıbrıs Türk halkının varolma savaşımının ulusal eğitim sisteminde anlatılması ve genç kuşaklara bu savaşımın öğretilmesi 11 Haziran 1986’da yürürlüğe giren KKTC Milli Eğitim Yasası ile buyurulmuştur. Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu Yasanın “Amaçlar” başlıklı bölümünün 2. fıkrasında, Kıbrıs Türklerinin Varolma Savaşımının öğretilmesine ilişkin şu vurgu yer almaktadır:

  • Kıbrıs Türk Toplumunun, varolma mücadelesinin özünde yatan gerçekleri bilen, mücadele tarihinin bilincine varan ve bu mücadeleye inançla bağlanan,… yurttaşlar olarak yetiştirmek.”

Bu yasa maddesinin gereği, orta dereceli okullarda uygulanırken daha çok öğrenciye sahip olan KKTC üniversitelerinin çok büyük bir kesiminde ne yazık ki dikkate alınmamıştır!

KKTC’de halen 22 üniversite eğitim ve öğretim etkinliği sürdürmektedir. Bu üniversitelerden yalnızca Lefke Avrupa Üniversitesi (LAÜ) ve Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ)’nde “Tarih Bölümü” vardır. Öbür üniversitelerin hiçbirinde Tarih Bölümü olmadığı gibi, birkaç üniversitede “seçmeli ders” ya da Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersi yetişeğine (müfredatına) sıkıştırılarak anlatılması dışında, Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımını konu alan dersler yoktur! Yineleyelim, hem de KKTC Milli Eğitim Yasası’na karşın!

Bu durumun sonuçları ise çok ürkünçtür (vahimdir). KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı verilerine göre KKTC üniversitelerinde 2000-2021 arasında 250 bin T.C. vatandaşı, 110 bin 3. ülke vatandaşı lisans veya yüksek lisans programlarına eğitim ve öğretim sürecine katılmıştır. KKTC üniversitelerinde bu dönemde öğrenci olan 360 bine yakın kişi, Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımını öğrenemeden, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını hazırlayan nedenler ve sonuçlarını öğrenemeden ülkelerine dönmüşlerdir. Bu kişiler kendi ülkelerinde önemli görevlere seçilmiş / atanmışlarken, olasılıkla kimisi de uluslararası kuruluşlarda görev almıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Ticaret Bakanı Mehmet Muş gibi!

Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Ersin TATAR’ın da her fırsatta gündeme getirdiği “Tarihimizin doğru olarak öğretilmesine” yönelik söylemlerine karşın ne yazık ki Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımının geniş kitlelere anlatılması doğrultusunda çok büyük fırsat kaçırılmıştır ve bu sorun sürmektedir.

Bu belirlemelerden sonra yapılması gerekenler ise çok açıktır:

Öncelikle üniversitelerimizdeki lisans / yüksek lisans programlarında kayıtlı öğrencilere “Kıbrıs Türk Mücadele Tarihi” dersinin, tıpkı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinde olduğu gibi,  2021-2022 akademik yılından başlayarak zorunlu / kredili ders olarak Yetişeke (Müfredata) katılması,  ortadereceli okul yetişeklerinde yer alan Kıbrıs Türk Tarihi dersinin etkinliğinin değerlendirilmesi, gerekirse Hükümetin de desteğiyle üniversitelerde Tarih Bölümlerinin açılması ve bu programları bitirenlerin öncelikli olarak Kıbrıs Türk Mücadelesi Tarihi ders öğretmeni olarak atanmaları yaşamsal derecede önemlidir. Bununla birlikte Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığında korunan 20 Temmuz – 18 Ağustos 1974 tarihleri arasında yürütülen Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili arşiv belgeleri araştırmacılara açılmalı, bu konuda da belgelere dayalı bilimsel çalışmalar yapılması teşvik edilmeli, müze açılmalıdır.

Son olarak; 20 Temmuz 1974 günü başlayan ve 18 Ağustos’a dek süren çatışmalarda TSK mensubu 499 vatan evladı (497 asker ve TSK buyruğunda görev yapan 2 kamu görevlisi) şehit olmuştur. Kocatepe Muhribi şehitlerini de asla unutmamak vefa borcumuzdur.

Bugün Kıbrıs Türk halkı, barış ve erinç (huzur) ortamında yaşamını sürdürebilmesini bu şehitlerin ve Türk Mukavemet Teşkilatı kahramanlarının gözlerini kırpmadan ölüme koşmalarına borçludur. Nur içinde yatsınlar. Rahmet, minnet, şükran ve saygıyla.
======================================
Dostlar,

Ricamızı kırmayarak, çok yoğun çalışmaları içinde web sitemiz için bu çok değerli makaleyi kaleme alan sevgili dostumuz Rauf Denktaş Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Md. Em. Albay Yrd. Doç. Dr. Mehmet Balyemez‘e çok teşekkür borçluyuz..

Tüm insanların genel olarak İNSANLIK TARİHİ, özelde ise kendi ulusal yakın tarihlerini gereğince – yeterince öğrenmeleri Dünya Barışı açısından kritik bir önem taşımaktadır.

Emperyalizmin ise ne yazık ki bu bağlamda son derece bilinçli, dizgeli (sistematik) kurgu ve çarpıtma çabası içinde olduğunu üzüntü hatta acıyla gözlemliyoruz.

Büyük ATATÜRK‘ün ülkemizde Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu kurması, dernek konumunda yapılandırması ve kalıtından (mirasından) onlara bağımsızlıkları ve işlevsellikleri için düzenli – sürekli – yeterli akçalı (maddi) kaynak sağlaması kuşkusuz dehasının ürünüdür. Ülkemizde bu 2 vasiyet Kurumu, hukuk ve vasiyet hakkı çiğnenerek 12 Eylül 1980 darbecilerince felç edilmiştir, halen neredeyse göstermelik durumdadırlar. Bu 2 Kurumun, Atatürk’ün vasiyetine koşulsuz saygı ile eski hukuksal konumlarına (statülerine) kavuşturulmaları çok önemlidir.

KKTC’de de kamusal sorumlulukla, Ulusal Tarih Araştırmaları ve Öğretimi için kurumsallaşmada geç kalınmamalı, stratejik bir öncelik olarak örgün eğitimde yapılanma sağlanmalıdır. Dostumuz Dr. Balyemez’in engin birikimi – deneyimi – çabası, azmi.. dileriz bu yolda belirleyici ve sonuç alıcı olsun..

Savaş meydanlarında kan dökerek, can vererek kazandıklarımızı çarpıtılmış sözde tarih verileriyle masalarda – salonlarda yitirmeyelim. Mustafa Kemal Paşa, gene yol gösteriyor:

  • “TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR MÜHİMDİR; YAZAN YAPANA SADIK KALMAZSA DEĞİŞMEYEN HAKİKAT İNSANLIĞI ŞAŞIRTAN BİR HAL ALIR.”

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 47’NCİ YILI kutlu ve mutlu olsun!

Ve artık egemen – eşit 2 ayrı devlet yapılanmasına geçilsin kanısındayız.

Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

102 emekli Amiral’den Yüce Türk Milletine

102 emekli Amiral, son dönemde gündeme gelen “tekkedeki amiral“,
Montrö’nün tartışmaya açılması” ve Atatürk
ilke ve devrimleri konusunda açıklama yaptı


(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kamuoyuna yapılan 103 imzalı açıklamada şöyle denildi :

Yüce Türk Milletine,

Son zamanlarda gerek Kanal İstanbul, gerekse Uluslararası Antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır.

Türk Boğazları, dünyanın en önemli suyollarından biri olup, tarih boyunca çok uluslu antlaşmalara göre yönetilmiştir. Bu antlaşmaların sonuncusu ve Türkiye’nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir. Montrö, Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi olup Karadeniz’i barış denizi yapan sözleşmedir. Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir. Montrö, Türkiye’nin II. Dünya Savaşında tarafsızlığını korumasına imkân yaratmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle, Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesinin tartışma konusu yapılmasına/masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz.

Diğer taraftan; son günlerde basında ve sosyal medyada yer alan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler, haber ve tartışmalar ömrünü bu mesleğe adamış bizler için çok derin bir üzüntü kaynağı olmuştur. TSK ve özellikle Deniz Kuvvetlerimiz son yıllarda; çok bilinçli bir FETÖ saldırısı yaşamış ve çok değerli kadrolarını bu hain kumpaslara kurban vermiştir.

  • Bu kumpaslardan çıkarılacak en önemli ders; TSK’nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif bile edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zaruretidir.

Bu gerekçelerle, TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi bu değerlerin dışına çıkmış, Atatürk’ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Aksi halde, Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir.

Türk Milletinin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip, Ana ve Mavi Vatan’ın koruyucusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir. Ülkemizin her köşesinde denizde, karada, havada, iç güvenlik bölgesinde ve sınır ötesinde fedakârca görev yapan, Mavi Vatandaki hak ve menfaatlerimizin korunması için Atatürk’ün gösterdiği yolda canla başla çalışan cefakâr Türk Denizcilerimizin yanındayız.

04 Nisan 2021
Deniz Şehitlerimizi anarak Saygıyla duyururuz.”

KATILAN EMEKLİ AMİRALLER

1. E. Amiral Ergun MENGİ                               2. E. Amiral Alaettin SEVİM
3. E. Amiral Nazif ÖZDAĞDEVİREN             4. E. Amiral Işık BİREN
5. E. Amiral Ahmet ŞENOL                              6. E. Amiral Hasan HOŞGİT
7. E. Amiral Vedat ERSİN                                 8. E. Amiral Metin AÇIMUZ
9. E. Amiral Atilla KEZEK                              10.E. Amiral Nurhan KAHYAOĞLU
11.E.Amiral Önder ÇELEBİ                            12.E.Amiral Metin POYRAZLAR
13.E.Amiral Mücahit ŞİŞLİOĞLU                  14.E.Amiral Engin BAYKAL
15.E.Amiral Hüseyin ÇİFTÇİ                          16.E.Amiral Atilla KIYAT
17.E.Amiral Vehbi ALPMAN                          18.E.Amiral Celal PARLAKOĞLU
19.E.Amiral Mustafa Ekmel ÖZDENGİL        20.E.Amiral Serdar DÜLGER
21.E.Amiral Abdullah METE                           22.E.Amiral Ertan DEMİRTAŞ
23.E Amiral Orhun ÖZDEMİR                        24.E.Amiral Ersin GÜLER
25.E.Amiral Nadir KINAY                               26.E.Amiral Hüseyin HOŞGİT
27.E Amiral İlker GÜVEN                               28.E.Amiral Baha EREN
29.E.Amiral Abdullah GAVREMOĞLU          30.E.Amiral Şükrü BOZOĞLU
31.E.Amiral Hakan ERCAN                            32.E.Amiral Mesut ÖZEL
33.E.Amiral Taner EZGÜ                                 34.E.Amiral İbrahim AKIN
35.E.Amiral Ömer AKDAĞLI                         36.E.Amiral Mehmet OTUZBİROĞLU
37.E.Amiral Taner BALKIŞ                             38.E.Amiral İzzet ARTUNÇ
39.E.Amiral Hakan ERAYDIN                        40.E.Amiral Mehmet Ali ÇINAR
41.E.Amiral Deniz DAĞLILAR                      42.E.Amiral Yalçın ERTUNA
43.E.Amiral Türker ERTÜRK                         44.E.Amiral Aydın CANEL
45.E.Amiral Sami ÖRGÜÇ                             46.E.Amiral Yalçın KAVUKÇUOĞLU
47.E.Amiral Nazım ÇUBUKÇU                     48.E.Amiral Ahmet AKSOY
49.E.Amiral Can ERENOĞLU                       50.E.Amiral Doğan HACİPOĞLU
51.E.Amiral Abdullah AKGÜL                       52.E.Amiral Aziz ÖZTÜRK
53.E.Amiral A. Serdar AKINSEL                   53.E.Amiral İlker GÜVEN
54.E.Amiral Mustafa İPTEŞ                           55.E.Amiral Caner BENER
56.E.Amiral Nejat BERKSUN                       57.E.Amiral Kadir SAĞDIÇ
58.E.Amiral Tayfun TANSAN                       59.E.Amiral İskender YILDIRIM
60.E.Amiral Ali Yüksel ÖNEL                       61.E.Amiral Uğur YİĞİT
62.E.Amiral Mustafa ÖZBEY                        63.E.Amiral Cem GÜRDENİZ
64.E.Amiral Bülent BOSTANOĞLU             65.E.Amiral Murat BİLGEL
66.E.Amiral Cengiz ALPÖZÜ                       67.E.Amiral Serdar Okan KIRÇİÇEK
68.E.Amiral Tufan MİMİR                            69.E.Amiral Turgut TUFAN
70.E.Amiral Turhan ÖZER                            71.E.Amiral Alper TEZEREN
72.E.Amiral Mustafa ÜLTANUR                  73.E.Amiral Ruhsar SÜMER
74.E.Amiral Cemal ÜREN                            75.E.Amiral Gündüz Alp DEMİRUS
76.E.Amiral Deniz CORA                             77.E.Amiral Gürkan İNAN
78.E.Amiral Atilla TONGUÇ                        79.E.Amiral Mustafa KARASABUN
80.E.Amiral Erol YÜKSEL                           81.E.Amiral Özbek GÜRGÜN
82.E.Amiral Bülent OLCAY                         83.E.Amiral Nejat GÜLDİKEN
84.E.Amiral Turgay ERDAĞ                        85.E.Amiral İsmail TAYLAN
86.E.Amiral Aydın GÜRÜL                          87.E.Amiral Raif NALDEMİR
88.E.Amiral Numan ALANSAL                   89.E.Amiral Tanzar DİNÇER
90.E.Amiral Erol ADAYENER                     91.E.Amiral Haluk Sayın
92.E.Amiral Ferhat FERHANOĞLU            93.E.Amiral Mehmet Ali ÖZGÜVEN
94.E.Amiral Ali Sadi ÜNSAL                       95.E.Amiral Doğan DENİZMEN
96.E.Amiral Taner AKKAYA                        97.E.Amiral Necati KURT
98.E.Amiral Tayfun URAZ                           99.E.Amiral Engin HEPER
100.E. Amiral Hayati Bilgiç                        101.E. Amiral Hasan Nihat DOĞAN
102.E. Amiral Ömer Bayram ÇETİN
==========================================
Dostlar,

Bu açıklamayı biz de bütünüyle paylaşıyoruz..
126 emekli büyükelçinin basın açıklaması gibi..
(126 emekli Büyükelçimizin KAMUOYUNA DUYURUSU – Prof. Dr. Ahmet SALTIK)

Bu metni web sitemizde yayınladık. Hukuk dışı hiçbir yön göremediğimiz gibi; tersine, Anayasa’dan kaynaklanan Cumhuriyete sahip çıkma hak, yetki ve sorumluluğumuzun gereğini yerine getirdiğimizi düşünüyoruz.

Anayasanın, metne dahil olan BAŞLANGIÇ bölümünün son tümcesi aynen aşağıdadır :

“TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

Dolayısıyla bu açıklama Anayasanın yüklediği bir yurttaşlık görevinin kaçınılmaz gereğidir.

Sevgi ve saygı ile. 04 Nisan 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

KKTC CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

KKTC CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ 

Konuk yazar :
Yrd. Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
(E) Albay

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nde hafta sonu (18 Ekim 2020) yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi 2’nci turuna sayılı günler kaldı. Özellikle geçen hafta boyunca bu seçime yönelik söylem ve eylemler Türkiye kamuoyunu çok meşgul etti. Gündemi meşgul eden konular; Mağosa’da bulunan Kapalı Maraş kıyılarının bir bölümünün Kıbrıs Türk halkının kullanımına açılması, Türkiye’den KKTC’ye su taşıyan boru hattında aylar öncesinde oluşan arızanın hızlı bir biçimde onarılarak hizmete sokulması ve bu açılışların Yüksek Seçim Kurulu kararlarına aykırı olmasına karşın KKTC Başbakanı Ersin Tatar’ın seçim propagandası olarak kullanılması ile halen Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Mustafa Akıncı’ya yönelik kara propagandalar olmuştur.

Bu gelişmeler gündemi öylesine meşgul etmiştir ki; Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olası sonuçlarının; Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki bağların sorgulanmasına yol açabileceği ifade edilmiş, Kıbrıs Sorunu’nun Rumların istediği biçimde yani Kıbrıs Türklerini azınlık olarak kabul eden sürece evrilebileceği hatta Türkiye’nin Ada’dan uzaklaştırılarak Doğu Akdeniz’deki çıkarlarına halel getirilebileceği noktasına dek uzanmış ve buna asla izin verilmeyeceği en yetkili ağızlar tarafından dile getirilmiştir.

Peki Türkiye kamuoyu, gündemini meşgul eden Kıbrıs Türkleri hakkında bu denli bilgili ve ilgili mi? Kumarhaneler ile gece kulüplerinin müdavimleri ile KKTC üniversitelerinde yüksek öğrenim gören öğrenciler ve bunların aileleri dışında KKTC’yi gören, Kıbrıs Türklerinin sosyo-kültürel yapısını, ekonomik durumunu, kurulduğundan bu yana onyıllardır siyasal olarak tanınmamasından kaynaklanan yalıtım (izolasyonu) ve ambargoyu kaçımız biliyoruz! Buna karşın sosyal medya kahramanları, TV yorumcuları ile köşe yazarlarının oldukça iddialı yazıları ve yorumlarını dinlemekten okumaktan yoruldum ve sizlerle tarihini ve güncel gelişmelerini yakından izlediğim KKTC ile ilgili birkaç hususu paylaşmak istedim.

Kıbrıs Türkleri, Lozan Barış Antlaşması ile ulusal sınırlar dışında kalmalarına karşın, özellikle 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasındaki topludurumsal (konjonktürel) gelişmelerin etkilerinin Ada’ya yansıması ile Enosis İdealine (Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi) ulaşmak için Rumların yaptıkları şiddete karşı özgürlük ve var olma savaşımı (mücadelesi) vermişler ve Türkiye’nin de desteğiyle azınlık statüsünden kurtulmuşlar, 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde siyasal ortaklık hakkına kavuşmuşlardır. Ancak ne Cumhurbaşkanı III. Makarios ne de Rumlar bu durumu içine sindirmiş ve 21 Aralık 1963 Kanlı Noel saldırıları ile henüz 3,5 yaşındaki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini yıkmışlardır. Ne acıdır ki, anayasal düzeni ortadan kaldıran Rumlar, 1964 yılı Mart ayından başlayarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek temsilcisi olarak kabul edilmişler, adeta yaptıkları terörist eylemden dolayı ödüllendirilmişlerdir. Kıbrıs Türkleri, bu durum karşısında da geri adım atmamışlar ve özgürlük savaşımlarını sürdürmüşlerdir. Bu süreç, Türkiye’nin 1974 yılındaki askeri harekâtı ile yeni bir aşamaya evrilmiş ve Kıbrıs Türkleri; 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni, 1983 yılında ise Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni ilan ederek kendi siyasal düzenlerini kurmuşlar ve günümüze dek getirmişlerdir.

Kıbrıs Türkleri, 1. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye çevresinde (periferinde) kalan soydaşlarımız arasında özgürlük savaşımı veren ve bu uğurda kan akıtarak özgürlüğünü kazanan biricik halk olup; bağımsızlık savaşımlarında Atatürk’ü ve O’nun ilkelerini rehber olarak benimsemişler ve her dönemde Anavatan ile birlikte hareket etmişlerdir. Kıbrıs Türk toplumu; Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Kimliği, İstiklal Marşı, Anavatan gibi ulusal değerlere karşı son derece duyarlıdır ve bunlara yönelik yapılacak her türlü söylem ve eyleme tepkisini gösterirken gözünü budaktan esirgemez. Bunların örneklerini yakın geçmişimizde görebilmek olanaklıdır. Kıbrıs Türkleri, ulusal değerlerini KKTC Anayasasında da dile getirmiş ve bunları anayasal koruma altına almıştır.

Kıbrıs Türk halkının bu özgün niteliklerine (hasletlerine) ek bir karakteri daha vardır. O da, her bağımsız halk gibi ulusal istençlerine (iradelerine) yönelik yapılan doğrudan müdahaleler ile kendilerinin yok sayılmalardır. Türkiye’deki siyasal iktidarlar zaman zaman bu durumu gözden kaçırmışlar ve Kıbrıs Türk halkının ulusal istencine yönelik söylem ve eylemlerde bulunmuşlar hatta daha da ileri giderek uzun yıllardır yapılan ekonomik yardımları kastederek “besleme toplum” benzetmesi yapmak aymazlığında (gafletinde) bulunmuşlardır. Tıpkı geçen hafta olduğu gibi! Kıbrıs Türk halkı bu söylem ve eylemlerden dolayı Türkiye’deki siyasal iradeye tepki gösterirken, bu tepkiler asla tüm Türkiye’yi kapsamamıştır.

KKTC’de 18 Ekim 2020 Pazar günü yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 2 aday yarışacaktır. Mustafa AKINCI ve Ersin TATAR. Her 2 aday da, Kıbrıs Türk halkının var olma savaşımına yakından tanık olmuş, yalıtmalar (izolasyonlar) ve ambargoların yıkıcı etkilerini yakından duyumsamıştır (hissetmiştir). Adaylardan Mustafa AKINCI, lisans öğrenimini ODTÜ Mimarlık Fakültesinde tamamlamış, 68 kuşağında etkili olan özgürlük ve bağımsızlık gibi kavramları içselleştirmiş, 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kurucu meclisinde görev almış, Toplumcu Kurtuluş Partisi’ni kurmuş ve 1976-1990 arasında 14 yıl Lefkoşa Türk Belediyesi Başkanlığını yapmıştır.

Cumhurbaşkanlığı adaylarından olan Ersin TATAR ise mücahit bir aileden gelmektedir. Ersin TATAR’ın babası Rüstem TATAR, 1963 Rum saldırıları sonrasında dağılan Kıbrıs Cumhuriyeti’nden sonra Kıbrıs Türk halkının kurduğu siyasi örgütlenme olan Genel Komite’de Maliye Bakanı olarak görev almıştır. Ersin TATAR, Kıbrıs’ta ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra Cambridge’de İktisat konusunda lisans eğitimi almıştır. Ersin TATAR, yüksek öğreniminden sonra hem İngiltere hem de Türkiye’de özel kurum ve kuruluşlarda görev almış, Ulusal Birlik Partisi (UBP)’nin iktidara geldiği 2009 yılında Maliye Bakanlığı yapmıştır. 2018 yılı Ekim ayında yapılan UBP Genel Kongresinde Genel Başkanlığa seçilen Ersin TATAR, koalisyon hükümetinde Başbakanlık görevini üstlenmiştir. KKTC Cumhurbaşkanlığı için yarışacak her 2 aday da kendi yaşam biçimlerini ve dünya görüşlerini siyasal kararlarına yansıtmışlardır.

KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda yarışan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) adayı Tufan Erhürman %21 oranı ile en 3. en çok oyu almıştır. CTP yönetimi hafta başında yaptığı toplantıda, bağımsız aday Mustafa Akıncı’yı destekleme kararı almıştır. Mustafa Akıncı’nın ilk turda almış olduğu % 30 oranındaki oy ile CTP’nin desteği göz önünde bulundurulduğunda, seçimin kazananını (galibini) kestirmek hiç de güç olmayacaktır.

Adalet ve Kalkınma Partisi, açıkça desteklediği Ersin Tatar’ın seçimi yitirmesi durumunda nasıl bir yol izleyecektir? Daha önce de yaptığına benzer yöntemlerle KKTC Cumhurbaşkanı’nı kendi çizgisine getirmek için yaptırımlar uygularken, Kıbrıs Türk halkının da mağdur olabileceğini göz ardı mı edecektir! Bu durum kimin işine gelecektir? Elbette bu durum ne Türkiye’deki ne de KKTC’deki siyasal iradenin işine gelir. Kıbrıs Türk halkı ile Türkiye arasındaki bağları koparmak isteyen ve Doğu Akdeniz’de çıkarları olan emperyalist güçler bu durumun daha da kötüleşmesini sağlayacak politikaları çoktan hazırlamışlardır bile. Bu fırsatı onlara vermemek gerekir.

Bunun için yapılması gerekenler açıktır. Öncelikle Türkiye’deki siyasal iktidar, KKTC halkının siyasal seçimine (iradesine) saygılı olmalı, sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın seçilecek Cumhurbaşkanı ile doğrudan ilişki kurmalı, medya/sosyal medya üzerinden yapılan açıklamalara son vermeli, hem Türkiye hem de KKTC kamuoylarını etkilemeye / biçimlendirmeye çalışmamalıdır. KKTC’deki siyasal istenç (irade) ise sürekli gündeme getirdiği kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ekonomik yapıyı kurmak için yeni politikalar belirlenmeli ve bunları Türkiye’deki siyasal yetke (otorite) ve özel sektörle eşgüdümlemelidir (koordine etmelidir). Bu kapsamda KKTC ekonomisinin lokomotifleri olan turizm ve eğitim sektörlerinin geliştirilmesine yönelik atılımlar vakit geçirilmeden yapılmalı, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü amacıyla yapılan görüşmelerde Türkiye ve Kıbrıs Türk halkının çıkarları göz önünde bulundurulmalı, kırmızı çizgiler önceden belirlenmelidir.

Son çözümlemede şunlar söylenebilir :

“2 devlet 1 millet” söyleminin (mottosunun) en somut örneği KKTC ile Türkiye’dir. KKTC’nin bağımsızlık marşının İstiklal Marşı olduğu, bayrağının tasarlanması sırasında Türkiye Bayrağına benzemesi için çaba gösterildiği akıllardan çıkarılmamalı; her 2 toplumun arasındaki siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bağların yıpratılmasına, zedelenmesini isteyen ülkelerin çıkarlarına hizmet edecek politikalar ile söylemlerden kaçınılmalıdır.

AYASOFYA’NIN KARA YAZGISI                               

Ertan URUNGA
E. Yargıç Albay, Antalya

Ayasofya, Ayasofya olalı böyle zulüm görmemiştir! Talihsiz ve dilsiz Ayasofya, eski adıyla Hagia Sofya (Kutsal Bilgelik)’nın tarihsel süreç içinde başına gelenlere serencamına bir göz atarsak eğer; bu yargıya varmamızın nedeni anlaşılacaktır.

Bilindiği üzere Ayasofya, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde İmparator 1. Justinianus tarafından MS. (532-537) yılları arasında ve zamanına göre kısa sayılan Beş Yıl içinde Patrik Katedrali olarak yapılmış ve yaklaşık Bin Yıl (Milenyum) boyunca, amacına uygun biçimde kullanılmıştır. Sessiz ve sakin geçen bu süreçten sonra Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed-2’nin 29.05.1453 tarihinde Bizans’ı fethetmesiyle birlikte, zamanın en büyük yapısı ve Hıristiyanlığın da simgesi olan bu Kilisenin Cami’ye çevrilmesi, Fatih’in şanına ve Ehli İslam’ın inancına yaraştığı söylenemez sanırız.

Fatih Ne Yaptı?                                                                                                           

Hak dini İslam’ı benimsemiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, her alanda büyük başarılar elde edip gücünün doruğa tırmandığı bir dönemde, Hıristiyan aleminin başkenti sayılan ve son derecede korunaklı bir konumda bulunan Bizans’ı, tüm engelleri de aşarak; dayanıklı surları yıkarak, gemileri tepelerden yürüterek, zincirleri kırarak   fethetmek başarısını gösteren Fatih’in, başka bir dinin kutsalı sayılan ibadet yerini camiye çevirme nedenini, kimi tarihçilerin ileri sürdüğü gibi bir ‘güç, gövde gösterisi’ olduğunu söyleyerek basite indirgemek olası değildir.   

Çünkü İslamiyet’in doğuşundan sonra, Osmanlı egemenliği altında bulunan Türk yurdu Anadolu ile çevre ülkelerde yayılmasının önüne geçmek için 1096 yılında Papa 2. Urbanus ve keşiş Pierre L’Hermit’in, bağnaz Katolik – Ortodoks Avrupa halklarını kışkırtmasıyla başlayan ve aralıklarla 176 yıl süren Haçlı Seferleri sırasında, başta Kudüs olmak üzere işgal edilen komşu ülkelerdeki İslam’a ait cami, mescit gibi kutsal yerlerin kiliseye dönüştürülmesi; din duygularını incitici böylesi uygulamaların zaman içinde olağanlaşmasının, İslam dünyasında haklı  infiale neden olduğunun kabulü, tarihsel gerçeklere uygun düşecektir sanırız. 

Bu tarihsel gerçeklik karşısında, Bizans’ı ele geçirmekle gücünü fazlasıyla kanıtlamış olan Fatih’in, Ayasofya’yı Cami’ye çevirmekteki amacının da ‘güç gösterisi’ yapmak değil; ancak Haçlıların işgal ettiği yerlerde Camileri kiliseye çevirme fırsatçılığına karşı bir ‘misilleme’ olduğunu söylemenin, akla uygun ve gerçekçi bir yaklaşım olacağı anlaşılmakta ise de Tarihçiler buna ne der bilmem!

Osmanlı Döneminde Ayasofya                                                                       

Sonradan mimari, sanatsal ve tarihsel özellikleriyle öne çıkan Ayasofya’nın, saçı başı yolunarak; heykeller sökülüp freskler (yaş sıva üzerine yapılan duvar resmi) ve mozaikler sıvanarak, tuğladan bir minare bir de beyaz mermerden mihrap eklenerek Camiye çevrilmesinden sonra, yaklaşık Beş Yüzyıl boyunca Osmanlı halkının (tebaasının) ibadet yeri olarak kullanılmış; iç isyanlar ve depremlerde meydana gelen kubbe ve duvar hasarları, sonradan Mimar Sinan tarafından onarılmış ve bir daha da büyük çapta bir onarım görmemiştir.

Ancak 1914- 1918 yılları arasında meydana gelen 1. Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken; ayakta kalmayı başaran Ayasofya’nın yazgısını da etkileyecek önemli bir gelişme olmuş; Osmanlının külleri arasından bir güneş gibi yükselen çağdaş Türkiye Cumhuriyeti 29.10.1923 tarihinde kurulmuştur. 

Çünkü Ayasofya, 1991 yılından itibaren Müslüman yurttaşlarca Cami olarak kullanıldığı, resmî bir imamının da bulunduğu gibi dünyada da Türk ulusunun Lozan’da elde ettiği egemenlik hakkını, bugüne kadar Antlaşmayı imzalamadığı için tanımayan ABD dışında, başkaca bir devletin bulunmadığı da bilinmektedir.

Cumhuriyet ve Ayasofya

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulup yeni bir dönemin başlaması üzerine, yaşama geçirilen devrimlerle birlikte yabancı ülkelerin Ayasofya’ya ilgisi de artmıştır. 1929 yılı haziran ayında dünyanın önde gelen zenginlerinden sekiz Amerikalı iş adamının İstanbul’a gelip, Bizans yapıtlarının onarılarak insanlığa kazandırılması amacıyla Bizans Enstitüsünü kurmalarından iki yıl sonraki 07.06.1931 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Joseph C. GREW’in de araya girmesiyle Ayasofya’nın üzerleri sıvanarak kapatılmış olan fresk ve mozaiklerin ortaya çıkarılmasına Cumhuriyet hükümetince izin verilmiştir.

03.02.1932 tarihinde Ayasofya’nın yeniden gün ışığına çıkarılan eski çehresine ve özgün kimliğine kavuşmasından sonra, uzun yıllar iki değişik dinin kutsal yeri, mabedi olarak kullanılması, iki büyük İmparatorluğun yapıtlarının da bulunması karşısında, değişen çağdaş anlayışa (konjonktüre) göre kilise ya da cami olarak kalmasının uygun olmayacağı gözetilerek, yeni kurulan TC. Devletinin barışçıl ve insancıl ilkeleri doğrultusunda, Ayasofya’nın insanlığın “ortak tarihsel mirası” olarak kabul edilmesinin doğru ve uygun olacağı görüşü benimsenmiştir.

Kaldı ki Osmanlı devletinin inkırazından (çöküntüye uğramasından) sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında, bu görüşe aykırı bir kuralın bulunmadığının anlaşılması üzerine, kurucu önder ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün buyruğu üzerine çıkarılan 24.11. 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Kararname ile Müze olarak kullanılmasına karar verilmiştir.           

Bu akılcı, barışçı, insancıl olduğu kadar, Atatürk’ün devrimci karakteriyle de bağdaşan Karar, hiç kuşku yok ki kuruluş aşamasında başlatılan aydınlanma/çağdaşlaşma hareketinin bir sonucudur. Ne var ki bağnaz ve gerici odaklar, 80 yıldan beri Ayasofya’yı karşıdevrim hareketinin bir simgesi olarak kullanmışlar ve hala da kullanmaktalar!..

Bu anıtsal yapı, 01.02.1935 tarihinde insanlığın ortak tarihsel mirası olarak her dinden ve soydan insanın ziyaretine açılmış, birkaç gün sonra da Atatürk tarafından ziyaret edilmekle, yeni bir dönem başlamıştır.

Ne var ki bu kez de kararın çağdaş, insancıl ve evrensel boyutlarını idrak edemeyip, durumdan rahatsız olan siyasal İslamcı, gerici ve mukaddesatçı çevrelerin aralıklarla günümüze kadar süren tepkileri nedeniyle yeniden karanlığa bürünmüştür, talihsiz Ayasofya!

İnsanlık Sorunu

Burada yeri gelmişken şunu da belirtelim ki siyasal İslamcıların öteden beri dillerine doladıkları gibi ‘Ayasofya’nın sonsuza kadar cami olarak kalması’ Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Fatih Vakfiyesinde (Vakıf Belgesi/Senedi) de yer alan vasiyeti olduğu ve bunun asla değiştirilemeyeceğini ısrarla ileri sürerken, yine ayni belgede yer aldığı söylenen Osmanlı devleti çöktüğünde vakfın mütevellisinin (yönetiminden sorumlu olanın) kurulacak yeni devletin yöneteni olacağına her nedense bir yanıt ver(e)medikleri gibi 1. Dünya Savaşı sonunda yenik düşerek, bütün varlığı ve birikimi (müktesebatı) ile tarihe gömülen Osmanlı devleti yasalarının da artık hukuken bir hükmü kalmadığı halde, Fatih’in vasiyetinden, vakfiyesinden  söz edilerek tartışılması hukuksal bir gaf olmaktan öte, tam bir rezalettir skandaldır.   

Geçenlerde Danıştay’ın siyasallaşan yargıçlarınca, çağdaş Cumhuriyet hukuku açıkça dışlanarak verilen 10.07.2020 tarihli Karardan sonra, zaten TC. Devletinin egemenliği altında bulunan ve 86 Yıl önce kurucu önder Atatürk’ün buyruğu üzerine müzeye çevrilen Ayasofya’yı yeniden fethedip, egemenliğin de yeniden kazanılmasıyla (!) bütün sorunların üstesinden gelindiği algısı yaratılarak, içine düştükleri aymazlığın ayırdına bile varamadıkları karanlık bir döneme girilmiştir.

Oysa Hıristiyan dünyasının simgesi sayılan Ayasofya, Türkiye’de devrim karşıtı siyasal İslamcı, mukaddesatçı odaklarca öteden beri ileri sürüldüğü gibi bir dinsel inanç ve ibadet özgürlüğü ya da ulusal egemenlik sorunu değil; ancak ahde vefa ve insanlık sorunu olarak, yeniden karşımıza çıkmıştır bugün.

Burada bir parantez açıp, şunu belirtelim ki bu yazımızın amacı; demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yasalarına göre karar vermekle yükümlü olduğu halde, padişah fermanlarıyla yönetilen ve artık tarihte kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun -çağının diğer devletlere göre ileri düzeyde de olsa- bağlı olduğu dinin uhrevi kurallarını öne çıkararak, Cumhuriyet hukukunu dışlayan; ayrıca davacının yetkisizliği, hak düşürücü süre, daha önce kesin hükmün (kaziyeyi muhkemenin) varlığı gibi davanın esasına girmeden reddedilmesini gerektiren yöntem (usul) kurallarını da bugüne kadar sadece Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarında gördüğümüz bir umarsızlıkla yok sayan ve bu nedenle de yok hükmünde (keenlemyekun) bulunduğu açık seçik anlaşılan Danıştay Kararını eleştirerek zaman yitirmek olmayıp, ancak bu kararın kesinleşmesi ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında yaratacağı olası sakıncalarını değerli okurlarla paylaşmaktan ibarettir.

Bilindiği üzere yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, 24.11.1934 tarihinde o eşsiz sezişi ve öngörüsü ile Ayasofya’yı Camiden müzeye çevirmekle, o günkü genel koşullar/konjonktür içinde en doğru kararı verdiğini; ancak sonradan gelen iktidarların ya siyasal getiri (rant) sağlamak ya da zora düştüklerinde gündem değiştirmek için Ayasofya üzerinden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yaparak, bu kez ahde vefa ve insanlık sorunu yarattıkları anlaşılmaktadır.

Dünya Mirası Ayasofya(*)

İnsanlığın karşılaştığı dünyanın en büyük yıkımların/felaketlerin başında yer alan 2. Dünya savaşı, milyonlarca insanın ölümüne, insanlığın geleceği için büyük önem taşıyan tarihsel ve kültürel varlıkların da yok olmasına neden olmuştur.

Bu durumu gözeten ve üye ülkeler de elde kalan tarihsel ve kültürel varlıkları ‘dünya mirası’ kabul edip koruma altına alındığı ve geleceğe taşımak amacıyla 1945 yılında UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) kuruduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin de kurucuları arasında bulunduğu bu örgütün Kuruluş Sözleşmesi, 20.05.1946 tarihinde çıkarılan 4895 sayılı yasa ile onanmıştır. Böylece sevgili Atamızın On yıl önce Ayasofya için yaşama geçirdiği düşünceleri, çağdaş ülkelerce de benimsenerek dünyayı sarmış oldu. 

 Türkiye, bu örgüte danışmanlık yapan ve kökü 1964 yılına kadar giden İCOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi) olarak anılan UNESCO için raporlar, bildiriler hazırlayan profesyonel bir örgüt daha var ki o da tarihsel ve kültürel varlıkların “Dünya Mirası Listesine” alınması gibi uzmanlık gerektiren teknik konularda danışmanlık yapmaktadır.

Yine UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme de Türkiye tarafından 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı yasa ile uygun bulmuştur. Bu sözleşme ile taraf devletler, dünyanın tarihi, kültürel ve doğal mirasını korumayı, bunları gelecek kuşaklara oldukları gibi bırakmayı, ‘Üstün Evrensel Değer’in korunmasını kabul ve taahhüt ederler.

Benzer örgütlerin, Avrupa’da da bulunduğu ve Türkiye’nin üyesi olduğu, bunların son derecede geniş ve ayrıntılı düzenlemelerle, dünya kültür ve doğal varlıklarını korumak için üye devletlere kimi yükümlülükler getirdiği gözetildiğinde, 1985 yılından beri müze olarak Dünya Mirası Listesinde yer alan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi yüzünden, listeden çıkarılması durumunda, ne yazık ki Türkiye’nin zarara uğraması bir yana, Balkanlar’da bulunan Camilere misilleme yapılmasının da  gündemden hiç düşmeyeceğini söyleyebiliriz.     (Uzmanından daha geniş bilgiye aşağıdaki link/erişke’den ulaşabilirsiniz)

Zafer Dedikleri…

Ancak Türkiye’de din bekçiliğine soyunan devrim karşıtlarınca, Ayasofya’nın cami yapılmasını egemenlik hakkının bir gereği sayıp bunu her fırsatta siyasal iktidarlara, onlar da devlet olanaklarını kullanarak vesayeti altına aldıkları yargı erki dahil, bütün bir topluma dayatarak geçtiğimiz günlerde Danıştay kararının kesinleşmesi bile beklenmeden, ivecenlikle Camiye çevrilmesi için Diyanete devredildiği ve buna da ‘zafer’ dedikleri, esefle ve şaşkınlıkla görülmüştür.

Bu çakma zaferin, Türk ulusunun istilacı devletlere karşı giriştiği Kurtuluş savaşı sonunda düşmanı denize dökerek kazanması üzerine, savaşa katılan taraf devletlerce 24.07.1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yıldönümüne isabet eden, 24 Temmuz Cuma günü törenlerle, şölenlerle, toplu namazlarla kutlanacağını medyadan öğreniyoruz. Tesadüfün güzelliğine bakın!

Anlaşılan o ki, o gün hem bağımsızlığı ve egemenliği resmen kazandığımız günün 97. Yıldönümünü, hem de Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilip ibadete açılmasıyla egemenliği yeniden kazandığımızı günü kutlayacağız! O zaman sormazlar mı adama, “Türk ulusu, direnerek ya da savaşarak kazandığı egemenliğini hangi savaşta kaybetti de neyi kazanacak” diye?

Karşıdevrim Hareketi

Bu durum da gösteriyor ki bağımsızlık ve egemenlik, bir Kilise/Müze’nin camiye dönüştürülmesi ya da bir caminin Kilise/Müze’ye çevrilmesi gibi basit yönetsel uygulamalarla değil; ancak direnerek veya savaşarak kazanılır ya da kaybedilir. Kaynağı da iç hukukta anayasalar, dış hukukta uluslararası antlaşmalardır.

Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapmasıyla “…milletin egemenliğini çiğneyerek millete ihanet ettiğini…” hiç utanmadan dile getiren siyasal İslamcılar; devlet geleneğinde yeri olmayan bu salvolarından vazgeçerler mi bilinmez ama, Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle egemenliği yeniden kazandıkları düşü ile kutlamaya hazırlandıkları 24.07.2020 tarihinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şanlı Tarihine ‘Karşıdevrim Hareketi’ olarak geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’de Ayasofya’yı camiye çevirmesini bilen siyasal iktidarın, bunun bir karşı devrim hareketi olduğunu bilmediği söylenemez; söylense de kabul görmez.

SONUÇ : Biz de o gün, Lozan Barış Anlaşması’nın 97. Yıldönümünü kutlamak ve yüce önder Atatürk ve silah arkadaşlarını her yıl daha da artan özlem ve saygıyla anıp, şükranlarımızı sunmak için bayraklarımızla yine alanlarda olacağız elbet!

Ancak bu arada olur ya, egemenliğimizi yeniden kaybedebiliriz diye, başımızı göğe erdiren günü şimdiden kutlayalım: Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yılı Türk Ulusuna Kutlu Olsun! Yaşasın Tam Bağımsız ve Egemen Türkiye Cumhuriyeti!

(*) https://www.turkishnews.com/tr/content/2020/06/10/yasofya-muzesinin-statusunu-degistirilmesi-pulat-tacar/

LANET

LANET

Suay Karaman 

1991 yılından beri ibadete açık olan Ayasofya, Lozan Barış Antlaşması’nın 97. yıl dönümü olan 24 Temmuz tarihinde yeniden ibadete açıldı. Devletin üst düzey yöneticilerinin katıldığı bu yeniden açılışta büyük gösteriş yapıldı ve yaklaşık 400 bin kişilik irtica destekçisi grubun, hilafet yanlısı gösterilerine sahne oldu.
(AS: Korona salgınının başkaldırmasında önemli bir etken oldu!)

FETÖ’nün baş imamı Adil Öksüz’ün doktora tezinde jüri üyesi olan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’da elinde kılıç ile konuşma yaptı (AS: hutbe verdi). Ali Erbaş’ın konuşmasında “vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” ifadesi ile adını anmasa bile doğrudan büyük kurtarıcımız Atatürk’e yönelik hakaret vardır. Bu konuşmada Atatürk’e lanet okunurken, Kadir Mısıroğlu gibi yeminli cumhuriyet düşmanlarına selam yollandı. Türk Milletinin gözü önünde, ülkemizin kurucusuna yapılan ve büyük öfke ile tepkiye neden olan bu ağır hakaret, genellikle sosyal medyada kınandı. 24 Kasım 1934’te Ayasofya’nın müze yapılmasını “tarihe ihanet” olarak niteleyenlerden sonra, eşsiz liderimiz Atatürk’e “lanet” nitelemesi yapan Diyanet İşleri Başkanı da gelecekte yaptığı hıyanetlerle anılacaktır.

Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı ne şeriat”, “Atatürk’le zerre muhabbeti olan kim varsa benim cenazeme gelmesin” diyen Kadir Mısıroğlu’nun destekçisi olan, Fethullah Gülen sevicisi Ali Erbaş, Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve Mustafa Kemal’e idam fetvası veren Dürrizade Abdullah gibi hainlerin peşinden gitmektedir.

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasında İstanbul’u emperyalist güçlerin işgalinden kurtararak, Türk Milletine armağan eden Atatürk’ten söz edilmemesi, geldiğimiz durumu özetlemektedir.

  • 24 Temmuz 2020’de Lozan Kutlamaları için koronavirüs salgını bahanesiyle Anıtkabir’e giriş yasaklandı,

İzmir, Eskişehir, Muğla başta olmak üzere kimi kentlerde anma etkinliklerine izin verilmedi ama 400 bin hilafet yanlısı, ortaçağ artığı, sefil bir güruhun Ayasofya’ya yürümesine ses çıkarılmadı. Tekbirlerle İstanbul sokaklarında yürüyüşe geçen takkeli, cüppeli, çarşaflı kalabalığın mesajını iyi okumak gerekir: Atatürk’le hesaplaşmak

Ayasofya’daki namaza resmi üniformalarıyla gelen Türk Ordusunun komuta kademesi için söylenecek söz yoktur. Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler, Nur Cemaati’nin kurucusu Saidi Nursi denen akıl hastasının öğrencisi nurcu Hüsnü Bayramoğlu ile Ayasofya’da fotoğraf çektirdi. 29 Ekim 2016 Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da Hüsnü Bayramoğlu ile sohbet edip, fotoğraf çektirmişti. Bu komutanların Mustafa Kemal’in askeri olduğu söylenemez.

  • Atatürk’ün giydiği üniformayı giyip, Atatürk’e küfredenlerin önünde eğilen, tarikatlara kucak açan sahte Atatürkçü generaller Türk Ordusuna yakışmamaktadır.

Lanet” sözünün yarattığı öfke üzerine gereksiz açıklamalar yapan siyasal iktidar yanlıları ve Diyanet İşleri Başkanı, esas amaçlarını gizlemektedir. Açıklamalarında hiç inandırıcılık yoktur,

  • “Hilafeti kaldırdığı için biz Atatürk’ten nefret ediyoruz.
  • Yeniden din devleti kurup, hilafeti geri getirmek için çalışıyoruz”

diyemedikleri için, sahte sözlerle Atatürk’e sahip çıkmaktadırlar.

Ancak Ortaçağ kafası ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetilemediği görülmektedir.

Bu konuşmada sadece Atatürk’e lanet okunmadı; Atatürk’ün kişiliğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ nin bağımsızlığı ve Türk Ulusunun Anadolu’daki egemen varlığı da hedef alındı. Bütün bu ihanetlere karşı yılmadan, kararlılıkla mücadele edilmelidir. “Dindarları küstürmeyelim” aymazlığı sonunda, geldiğimiz nokta bellidir: hilafete doğru yol almaktayız.

Ülkemizin kurucusuna lanet okuyanları, dil uzatanları, ihanet edenleri, eserlerini yok edenleri Türk Milleti de, tarih de bağışlamayacaktır. Bu böyle bilinmelidir.