Etiket arşivi: Kuvvetler Ayrılığı

6’lı Masa’nın güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş yol haritası

6 liderin imzaladığı güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş süreci yol haritası / 06 Mart 2023

1. Geçiş Sürecinde Türkiye’yi; Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ilke ve hedefleri ile mutabakata vardığımız referans metinleri doğrultusunda anayasa, yasa, kuvvetler ayrılığı denge ve denetleme esasları çerçevesinde, istişare ve uzlaşıyla yöneteceğiz,

2. Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçişiyle ilgili Anayasa değişiklikleri, genel seçimde ortaya çıkan TBMM yapısının mümkün kıldığı en kısa sürede tamamlayacak ve yürürlüğe girecektir.

3. Geçiş Sürecinde Millet İttifakına dahil diğer partilerin genel başkanları Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktır.

4. Bakanlık dağılımı, Millet İttifakını oluşturan siyasi partilerin milletvekili genel seçiminde çıkardığı milletvekili sayısına göre belirlenecektir. İttifak partilerinin her biri kabinede en az bir bakan ile temsil edilecektir. Bakanlıklara paralel olarak kurulmuş Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Politika Kurulları ve ofisleri lağvedilecektir.

5. Bakanların atanma ve görevden alınmaları, mensup oldukları siyasi partinin genel başkanıyla uzlaşı içinde Cumhurbaşkanı tarafından yapılacaktır.

6. Geçiş sürecinde Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisini ve görevini katılımcılık anlayışı, istişare ve uzlaşı esaslarına göre kullanacaktır.

7. Cumhurbaşkanlığı kabinesi (Cumhurbaşkanı Yardımcıları ve Bakanlar) yetki ve görev dağılımı, Anayasa ve yasalar çerçevesinde çıkarılacak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile belirlenecektir.

8. Cumhurbaşkanı; seçimlerin yenilenmesi, OHAL ilanı, milli güvenlik politikaları, Cumhurbaşkanlığı Kararları, Kararnameleri ve genel nitelikteki düzenleyici işlemler ile üst düzey atamalarda Millet İttifakı’na dahil partilerin genel başkanlarıyla uzlaşı içinde karar alacaktır.

9. Geçiş Sürecinde yasama faaliyetlerinin işbirliği içinde gerçekleşmesini koordine edecek mekanizmalar oluşturulacaktır.

10. Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçiş sürecinin tamamlanmasıyla birlikte, mevcut Cumhurbaşkanının -var ise- siyasi parti üyeliği sona erecektir.

11. Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçildikten sonra yeni bir seçime gerek olmaksızın 13. Cumhurbaşkanı ve TBMM görev sürecini tamamlayacaktır.

12. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Sayın Cumhurbaşkanının uygun gördüğü zamanda ve tanımlanmış görevlerle Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanacaktır.

Halk ‘Yeter’ Diyecek…

Halk ‘Yeter’ Diyecek…

Cumhuriyet, Başmakale, 19 Ocak 2023


Erdoğan, 1950’de DP’nin kullandığı “Yeter söz milletindir” sloganından medet ummaktadır. Buna uyarak “Yeter, söz de karar da milletindir” sloganına sarıldıklarını belirtiyor. 

Son 20 yıldır iktidarda olan AKP,

  • Millet Meclisi’nin yasama ve egemenlik yetkilerini elinden almıştır.
  • Meclis, Erdoğan’ın kararlarını uygulayan bir araç durumuna getirilmiştir. 

Demokrasinin temeli olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi terk edilmiş,

  • Her kararı tek kişinin verdiği, tek kişinin egemen olduğu “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne geçilmiştir.
  • Böyle “ucube” bir sistem dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

Halk önümüzdeki seçimlerde, bu vesayet sistemini, bu tek adam modelini reddedecektir. 

Halkımız bu ucube sisteme, kuvvetlerin bir elde toplanmasına “Yeter” diyecektir. Evet,

  • Halkımız Erdoğan’a “Artık yeter” diyecektir.

1950 seçimleri, Türkiye’de ilk kez yargıç denetiminde, dürüst ve hukuka bağlı olarak yapılan seçimdir. Bütün dünya bu seçimlerin dürüstlüğünü kabul ediyor.

Adil, tüm partilere eşit olan 1950 seçim yasası, Meclis’te CHP ve DP’nin ortak çalışması sonunda oluştu. DP Grup Sözcüsü Adnan Menderes, dürüst ve adil seçim yasasının kabul edildiği celsede CHP ve Cumhurbaşkanı İnönü’ye bu seçim yasası nedeniyle teşekkür etti. 

Ancak çoğunluk sisteminin kabul edilmiş olması 1950 seçim yasasının hatalı yanıdır.

Buna göre, bir ilde oyların %51’ini alan parti tüm milletvekillerini kazanıyor, % 49’da kalan parti bir tane bile milletvekili çıkaramıyordu. CHP seçimde çoğunluk sistemini kabul ederek iktidarını sürdüreceğini düşünmüştü. 

Bu görüş yanlıştı ve CHP iktidarı yitirdi. Rakamlar çok çarpıcıdır. 1950 seçimlerinde CHP % 39.6 oyla yalnızca 69 sandalye alırken, DP %55.2 oyla 416 sandalyeye sahip olmuştur. Bu çok adaletsiz durum, seçim yasasının çoğunluk sistemini kabul etmesinden doğuyordu. 

AKP ve Cumhur İttifakı, önümüzdeki seçimlere kazanma düşüncesiyle girmektedir. “Çok iş yaptık, millet bizi yeniden iktidar yapacaktır.” diyorlar. Ancak 1950’de CHP’nin karşılaştığı durumla karşılaşabilir. Bu koşullarda halk, Cumhur İttifakı’nı iktidardan oylarıyla indirebilir.

1950 seçiminde halkın tercih etmesi gereken konu, tek parti, çok parti sistemiydi. Halk tek partili sistem yerine çok partili demokratik sistemi seçti. 2023 Mayıs ayında halkın önünde, “tek adam” ya da “çoğulcu parlamenter sistem” tercihi vardır.

  • Halkın tüm gücün ve egemenliğin tek elde toplandığı tek adam sistemini terk edip,
  • Çoğulcu demokratik parlamenter sistemi tercih etme olasılığı yüksektir.

Tüm yetkilerin tek adamda toplandığı “Erdoğanizm” yerine;

  • Millet Meclisi’nin egemen olduğu,
  • Çoğunlukçu parlamenter sisteme geçişin önü açıktır.

Halkın tek adam sistemine “Yeter söz milletindir” demesi toplumun özgürlük ve demokrasiye olan inancının göstergesi olacaktır.

Tarihin En Kalabalık Danıştay Duruşmasındaydık: İstanbul Sözleşmesi’nden Vazgeçmiyoruz

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi‘nin Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmesi kararının iptalinin esastan görüşülmeye başlandığı davanın, Danıştay 10. Daire’deki ilk duruşmasına, Türkiye Barolar Birliği (TBB), baro başkanları ve yüzlerce avukat katıldı.

Duruşma TBB’nin girişimleriyle 550 kişilik büyük salonda yapılırken, bina dışında kalan sivil toplum kuruluşu temsilcileri, avukatların devreye girmesi ve mahkeme başkanının kabul etmesiyle salona alındı.

TARİHİN EN KALABALIK DANIŞTAY DURUŞMASI

Mahkeme Başkanının, “Danıştay tarihinde bir ilk. Bu kadar kalabalık bir duruşma ilk kez yapıyoruz” sözleriyle tanımladığı duruşmada TBB Başkanı Av. R. Erinç Sağkan; Başkan Yardımcısı Av. Sibel Suiçmez, Genel Sekreter Av. Veli Küçük, Sayman Gökhan Bozkurt, Yönetim Kurulu üyeleri Av. Hicran Kandemir, Av. Nizam Dilek, Av. Ali Bayram; çok sayıda baro başkanı ve avukat hazır bulundu.

Avukatların savunmaları sürerken söz alan TBB Başkanı Sağkan, “Anayasamızın 104’üncü maddesinin 17’nci fıkrasının ilk cümlesinde açıkça ‘Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir’ denilmektedir. Haliyle tartışılması gereken, uluslararası sözleşmelerin onaylanmasının, yürütmenin mi yoksa yasamanın mı yetkisinde olduğu konusudur” dedi. Sağkan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Anayasa’nın 90. maddesi, Cumhurbaşkanının uluslararası andlaşmaları onaylayabilmesini, TBMM’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulması şartına bağlamaktadır. Dolayısıyla ülkemizde uluslararası andlaşmanın onaylanmasının münhasıran yürütmenin yetkisinde olmadığı, öncelikle yasama organının yetkili olduğu açıktır. Haliyle yürütme yetkisinde olamayan bir konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapılması açıkça yetki gaspı olup hukuka aykırıdır, yetkisizlik kusuruyla sakat bir işlemdir ve yok hükmündedir. İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanması Meclis tarafından 6251 sayılı Kanunla uygun görülmüştür, yetkide ve usulde paralellik ilkesi gereği ancak bu usulle kaldırılabilir. Bu nedenle işlemin iptaline karar verilmelidir. Sayın heyet aksi kanaatte ise Anayasa’ya aykırılık iddiaları ciddiye alınmalı; çünkü yarın da başka bir uluslararası sözleşmeden çıkılması olası. Burada yapılan tartışmalardan sonra alacağınız karar, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde Cumhurbaşkanının işlemlerinde yargı denetimine etkin bir şekilde tabi olup olmadığını da ortaya koyacaktır.”

AÇIKCA MECLİS YETKİSİ GASPEDİLMEKTEDİR

Bina çıkışında davayı izleyen gazetecilere de bir açıklama yapan Sağkan, 10 adet davanın duruşmasının görüldüğü bilgisini vererek, “Hemen hemen her gün bir kadın cinayeti, kadına dönük şiddet vakası yaşanırken bu konudaki failleri en ufak şekilde cesaretlendirecek her türlü hareketten şiddetle kaçınmak gerekirken, çok önemli, toplumsal hak ve özgürlükleri savunan bir sözleşmeden çekilmek, bizce bu ülkede kadınlara, kadın mücadelesine yapılacak en büyük kötülüktür” şeklinde konuştu.

Öte yandan cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin neye tekabül ettiğine (karşılık geldiğine) ilişkin bir yargılama yaşandığını söyleyen Sağkan,

  • “Burada 9 no’lu cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yapılan açıkça meclis yetkisinin gasp edilmesidir.

Bu durum şuna işaret ediyor; eğer ki burada yargı buna dur demez ise, yargı gerçekten fren ve denetleme mekanizmasını burada görmez ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde Meclis yetkilerinin gasp edilmesinin bu sisteme uygun olduğunun onaylanacağı ve tevsik edileceği anlamına gelir ki, bu da artık Türkiye’de kuvvetler ayrılığının değil, yasama ve yürütmenin tek bir kişide birleştiğinin açık ilanıdır. Artık kuvvetler birliğine geçtiğimizin, buradan bir yargı kararıyla onaylanması anlamı taşıyacaktır” ifadelerini kullandı.

Duruşmada verdiği örneği tekrarlayan Sağkan, “İstanbul Sözleşmesi bir Avrupa Konseyi sözleşmesidir. Eğer 9 no’lu kararname ve buna dayanılarak alınan cumhurbaşkanlığı kararı ile Avrupa Konseyi sözleşmesi olan hak ve özgürlükleri düzenleyen İstanbul Sözleşmesi’nden cumhurbaşkanlığı kararı ile çıkılabileceği kabul edilirse, yarın aynı şekilde Avrupa Konseyi sözleşmesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de sayın cumhurbaşkanın tek bir kararı ile çıkılabileceğinin de kabulü anlamına gelecektir. Bunun da Türkiye Cumhuriyeti’nin yönünü nereye döndüğü ile çok ama çok büyük bir illiyet bağı olduğunu düşünüyorum” şeklinde konuştu.

DANIŞTAY SAVCISI: SÖZLEŞMEDEN ÇEKİLMEK HUKUKA AYKIRI

Danıştay savcısı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin hukuka aykırı olduğu ve kararın iptali yönünde görüşünü açıkladı. Mahkeme heyeti, kararın daha sonra yazılı açıklanacağını ifade ederek duruşmayı sonlandırdı. Danıştay’ın bir ay içinde kararını vermesi bekleniyor. Karar yazılı olarak açıklanacak.

SUİÇMEZ: DANIŞTAY’DA SAVCI VAR DEDİK, ŞİMDİ DE DANIŞTAY’DA HAKİMLER VAR DEMEK İSTİYORUZ

TBB Başkan Yardımcısı ve Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu (TÜBAKKOM) Koordinatörü Av. Sibel Suiçmez, duruşma sonunda yaptığı açıklamada, “Gelinen nokta itibarıyla savcı görüşü, işlemin iptali yönündeydi. Bu çok büyük bir coşku ve alkışla karşılandı. Danıştay’da savcı var dedik, şimdi de Danıştay’da hakimler var demek istiyoruz. Bütün beklentimiz hukuka aykırı bu işlemin iptal edilmesi yönündedir. Bu umudu taşıyoruz ve biz avukatlar olarak binlerce insanın çığlığını, kanını ve umudunu bugün buraya getirdik. Biz görevimizi avukatlar olarak yaptık, sıra artık mahkemede. Eminim ki mahkeme kadınların bu umuduna ses verecek ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını iptal edecek” şeklinde konuştu.

https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/tarihin-en-kalabalik-danistay-durusmasindaydik-istanbul-sozlesmesi-nden-vazgecmiyoruz-82654

==================================================
Dostlar,

İlgili Anayasa maddesi aşağıda :

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma
Madde 90 – “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.”

Dolayısıyla, TBMM’nin bir yasama işlemi ile İstanbul Sözleşmesi’ne konan imzayı onaması gerekmektedir. Bu yapılmış ve 6251 sayılı ile söz konusu uluslararası sözleşme yürürlüğe konmuştur. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı “kararı” ile bu Yasama işlemini geçersiz kılması hukuk açısından olanaksızdır. 9 sayılı CB Kararnamesi Cumhurbaşkanına bu yetkiyi sağlamaz.

Söz konusu CB kararı açıkça TBMM’nin münhasır yasama yetkisinin gaspıdır ve açıkça YOK HÜKMÜNDEDİR. Gerçekte İstanbul Sözleşmesi hukuksal açıdan ülkemizde yürürlüktedir

Danıştay 10. Daireden tersine bir karar, hukuk devletinde beklenemez.

Sevgi ve saygı ile. 30 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik 

 

ADD YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU


Zafer’in 100. yılından, Cumhuriyet’in 100. yılına ilerler ve bir seçime giderken;
Demokratik Kitle Örgütlerinin katılmasını umduğumuz,
Siyaset Kurumunun dikkate almasını beklediğimiz,
Ulusumuzun da desteklemesini dilediğimiz ÇAĞRIMIZDIR.

AZİZ MİLLETİMİZ!

Her karışını kanlarıyla sulayarak VATAN yaptıkları bu topraklar üzerindeki bağımsızlık ve egemenliğimizi Lozan’la dünyaya tanıtan KEMALİST DEVRİMCİLER, akıl ve bilimden koptuğu için
çökmekte olduğunu gördükleri, cepheden cepheye koşarak kurtarmaya çalıştıkları, yıkılışını tarifsiz acılarla yaşadıkları devletlerinin enkazı üzerinde, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” düsturuyla kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hamuruna bir MAYA kattılar.
O mayanın adı NAMUS’tu! Devletimizin hamurunu çürümekten koruyan NAMUS MAYASI’nın eksilmesine izin verilmemelidir.
Çok kutuplu yeni bir DÜNYA DÜZENİ oluşurken; barış, huzur ve topyekûn kalkınma için,
bu toprağın insanlarının kadın erkek birlikte yarattığı, başarısı kanıtlı, bütün ilke,
eser ve politikalarıyla dünyaya örnek olmuş ATATÜRK CUMHURİYETİ en doğru yoldur,
YENİDEN o yola girilmelidir.
ATATÜRK CUMHURİYETİ; Aydınlanma Devrimleriyle toplumu tepeden tırnağa değiştiren,
çağ atlatan, özünde bir KÜLTÜR ve KADIN devrimi, SANAT ve BİLİM özgürleşmesi,
bir TÜRK RÖNESANSI’dır. Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü ile bütünleşen LAİK CUMHURİYET KÜLTÜRÜ devletimizi bugünlere taşıyan en değerli kazanımımızdır, korunmalıdır.
LAİKLİK; demokrasinin olmazsa olmazı, aklın doğmalara tutsaklıktan kurtularak özgürleşmesi,
yurttaşın; fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür birey olmasıdır. Devlet; taş binalar değil,
görevli yurttaşlardır ve görevlileri laik bireyler ise laiktir. Laiklik, gölgesinde güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbemiz’in kilit taşıdır. Tarihten ders alınmalı, tarikat, cemaat adıyla
örgütlenmiş, emperyalizm taşeronu yapılanmalar için yasalar uygulanmalı, Devlette
hiçbirLaik Cumhuriyet ve Üniter Ulus Devlet karşıtı kadrolaşmaya izin verilmemelidir.
YARGI; egemenliğin ve Ulusal bağımsızlığın temel unsurudur. Bağımsız olacaktır, ama tarafsız olamaz. Anayasal düzenden yana taraftır. Bir devlet; yargı hak ve yetkisini, hiçbir koşulda
başka bir otoriteye ya da devlete devredemez. İktidarların ya da paralel güçlerin emrine girmiş, baskılarla hüküm kuran bir yargının devletleri felakete sürüklediğinin tarihte örneği çoktur,
biri de Osmanlı Devleti’dir. Yargı; kayıtsız, koşulsuz bağımsız olmalıdır.
Ulusumuz; 1961 Anayasası’nı esas alan demokratik bir ANAYASA’ya ve Hukukun Üstünlüğü ile Kuvvetler Ayrılığı ilkesine tam bağlı gerçek bir HUKUK DEVLETİ’ne kavuşturulmalıdır.
PARA; bir diğer egemenlik ve ulusal bağımsızlık unsurudur. Üretimden kopmuş, hukuk güvencesi sunamayan, nepotizme, yolsuzluğa, rüşvet ve israfa batmış devletlerin PARASI PUL, YURTTAŞI KUL olur. Üretim artırılmalı, her yurttaşın vergi mükellefi olacağı, her gelir ve harcamasını kayda geçireceği adil bir vergi sistemi kurulmalı, kayıt dışı ekonomi önlenmeli,
hakça bölüşüm ve gelir dağılımı adaleti sağlanmalıdır. Merkez Bankası bağımsız olmalı, kamu maliyesi naslar ya da saplantılarla değil, akıl ve bilimle yönetilmelidir.
ATATÜRK’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir” tanımı
doğrultusunda; ulus olma bilinci ve ulusal birliğimiz güçlendirilmelidir. Emperyalizmin
BÖL YÖNET” taktiği güdümlü mikro milliyetçilik ve mezhepçilik tuzaklarına düşülmemeli, federasyon çağrıştıran arayışlara itibar edilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı mezata düşürülmemeli, siyasi beklentilerle dağıtılmamalıdır. Uluslaşamamış, Ulus Devlet olamamış Irak, Suriye, Libya, Ukrayna gibi uzak yakın bazı komşularımız dahil, birçok devletin nasıl ezilen çimen oldukları iyi değerlendirilmeli, ÜNİTER ULUS DEVLETİMİZ gözümüz gibi korunmalıdır.
DIŞ POLİTİKA; “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ve bölge merkezli, karşılıklılık esaslı KEMALİST felsefeyle yürütülmelidir. Atatürk’ün; Sadabad Paktı ve Balkan Antantı, Montrö ve Hatay politikaları ile SSCB (Rusya), Orta Doğu ve Avrupa ilişkilerindeki prensipleri hep akılda tutulmalı, uluslararası anlaşmalarda ve büyük devletler siyasetinde bağımsızlığımızı zedeleyecek  adımlardan kaçınılmalıdır. BOP, 21. yüzyılın Sevr’idir. Bölgemizi kana bulayan bu
emperyal projenin Sevr ile aynı mantıkla hazırlandığı ve ülkemizi bölme amacının haritası ile sabit olduğu görülmelidir. Cumhuriyetimiz antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı
KURULUŞ AYARLARI’na dönmeli, TÜRKİYE TÜRKİYE’DEN YÖNETİLMELİDİR!
TBMM’ye neden GAZİ MECLİS dendiği, Devletimizin Büyük Millet Meclisi Hükümeti esası ile kurulduğu, MECLİS’in demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasal partilerden oluştuğu
dikkate alınarak Meclis iradesini esas alan bir yönetim sistemi kurulması, yürütme erkinin
TEK ADAM’a teslim edilmemesi hedefi doğrudur, ancak sonraki iştir. Seçim kapıdadır.
Mevcut Anayasamıza göre Türkiye’yi seçilecek Cumhurbaşkanı yönetecektir. Seçmenin;
“En iyi ben yönetirim” diyecek ve ikna edecek adaya oy vereceği unutulmamalıdır.
EĞİTİM en önemli sorunumuzdur. Çocuklarımız; öncelikle düşünmeyi, öğrenmeyi, sorgulamayı öğrenmeli, tarikat ve cemaatlerden, hurafe ve dogmalardan uzak tutulmalı, bilimsel bilgi ile
eğitilmelidir. 4+4+4 yanlışından dönülmeli, temel eğitim kesintisiz 12 yıl olmalıdır. Parasız LAİK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ ile özgür bireyler yetiştirilmeli, öğretmenlerimiz YENİDEN baş tacı edilmelidir. Öğretim Birliği Yasası’nı yok etme çabalarına, hele 100 yıl sonra yeniden MEDRESE ve benzeri DİYANET AKADEMİSİ türü arayışlara hiç girilmemelidir. Üniversitelerimizin bilimsel olarak özgür, mali ve idari özerkliği tartışmasız demokratik bilim yuvaları olacağı bir
Üniversite Reformu yapılmalı, ara eleman yetiştirecek meslek okulları Köy Enstitüleri modeliyle YENİDEN örgütlenmeli, gençlerimiz geleceklerini yurt dışında arama çaresizliğinden kurtarılmalıdır.
SAĞLIK, sosyal devletin temel görevidir. Hastayı müşteri, hastaneyi ticarethane olarak tanımlayan, sağlık çalışanının emeğini sömüren, insan sağlığını küresel kapitalizmin
çok uluslu şirketlerinin talanına terk eden neoliberal sağlık politikalarına son verilmeli,
Koruyucu Tıp öncelikli, Toplumcu Kamusal Sağlık Sistemi YENİDEN kurulmalı,
ilaç, aşı ve tıbbi malzeme üretimi yerli kaynaklara dayandırılmalıdır.
KADININ; insan olarak eşitliği temelinde, çalışma hayatının ve sosyal yaşamın içinde olması ile toplumsal özgürleşmenin mümkün olacağı bilinciyle, sadece ailenin değil, uygarlaşmanın da taşıyıcı kolonu olduğunu içselleştiren bir yönetim anlayışı YENİDEN yaratılmalıdır.
Eğitim müfredatından başlanarak, medyadan sokağa ve eve kadar, başta kadına ve çocuğa, şiddetin, istismarın her türü sözlüklerimizden çıkarılmalıdır. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’ne dönülmeli, ÇOCUK ve GELİN sözcüklerinin birlikte kullanılması utancı tarihe gömülmelidir.
İstihdam yaratamayan, Sosyal Güvenlik Sistemini çökerten, sürekli cari açık üreten,
dışa bağımlı, emekçisini, emeklisini süründüren, nüfusun % 1-2’si ile faiz lobilerine çalışan NEOLİBERAL ekonomi politikaları sürdürülemez. Üretimsizlik SEBEP; faiz, enflasyon, işsizlik
ve açlık NETİCEDİR. Yüksek teknolojili ürün üretme ve 4 Denge Teorisi (Bütçe, Gelir gider,
Dış Ticaret, Kamu Özel Sektör Dengeleri) esaslı KEMALİST KARMA ÜRETİM EKONOMİSİ
YENİDEN Devletimizin Ekonomi Politikası olmalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)
YENİDEN devreye sokulmalı, akılcı planlama ve teşvik politikaları ile kamu ve özel tüm güçlerin katılacağı bir ÜRETİM SEFERBERLİĞİ başlatılmalı, KOOPERATİFÇİLİK geliştirilmelidir.
İşsizliğin ücretleri baskılamasına, sermayenin emeği kâr hırsına kurban etmesine izin verilmemeli, Sınıf Sendikacılığı güçlendirilmeli, “Sigortasız İşçi”, “Çocuk İşçi” gibi kavramlar
yok edilmelidir. Bilişim  çağı ve sanayi 5.0 kaçırılmamalı, TARIM ve HAYVANCILIK güçlü biçimde desteklenmeli, en zor koşullarda kendini doyuran 7 ülkeden biri olmamızı sağlayan çiftçimizi toprağından koparan politikalara son verilmeli,
kamu üretim tesisleri YENİDEN faaliyete geçirilmelidir.
NÜFUSUMUZ ve insan kaynağımız planlanmalıdır. Eğitimsiz kalabalıkların iş gücü ve üretime katılamayacakları, topluma yük olacakları bilinmeli, insanlarımız 3 çocuk yapma,
5 çocuk yapma gibi bilim dışı öğütlerle eğitimsizlik, işsizlik ve yoksulluğa mahkûm edilmemelidir. MÜLTECİ (iltica için başvuran) ve geçici koruma altında olanlar sorunu,
akıl dışı ırkçılık suçlamalarının sislemesine bırakılmayacak kadar ciddidir. Bu sorunun;  demografik yapımızı tahrip ve ülkemizi bölme amaçlı bir emperyal saldırı olduğu görülmeli, gereği yapılmalıdır.
TÜRKİYE; sınırlarını koruyamayan, yurt dışı tek toprağı Süleyman Şah Türbesi’ni
terör örgütlerine terk eden, 19 adasındaki Yunan işgalini tepkisiz seyreden, beyzbol sopaları
ve mektuplarla had bildirilen, tehditle terörist(!) salıveren, kapılarda bekletilen,
tescilli rüşvetçilerce temsil edilen ve İTİBARI saraylarda arayan bir ülke olmamalıdır.
TÜRKİYE; büyük doğmuştur, onurlu insanlar ülkesidir,
büyüklüğüne layık ve onurla yönetilmelidir.
ORDUMUZ; siyasetin etkisinden arındırılmalı, komuta bütünlüğü YENİDEN sağlanmalı,
kendi sağlık, eğitim, yargı ve terfi sitemlerine sahip kılınmalıdır. PARTİ ORDUSU arayışları nafile, sonu hüsrandır. Paramiliter yapılanmalar dağıtılmalı, bireysel silahlanma önlenmeli,
halkımızın bütün güvenlik güçlerimize tereddütsüz güveneceği bir düzen kurulmalıdır.
BASIN; Atatürk’ün “Basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası,
yine basın hürriyetidir
.” sözü ışığında ÖZGÜR olmalıdır. Basın organları sahiplerinin
tek işlerinin basın olması YENİDEN sağlanmalı, YANDAŞ MEDYA yaratmanın
kimseye yararı olmayacağı bilinmelidir.
SİYASİ PARTİLER ve SEÇİM YASALARI demokratikleştirilmeli, lider sultası ortadan
kaldırılmalıdır. Anayasa ve yasalarımıza uygun bütün örgütlülüklerin -Örgütlü Toplum olmanın- önündeki engeller kaldırılmalı, hukuk dışı uygulamalarla baskılanmamalıdır. Tırnak boyası ve seçim kurulları dahil, SEÇİM GÜVENLİĞİ tartışılır olmaktan çıkarılmalı, propaganda eşitliği sağlanmalıdır.
ULAŞIM; demiryolu ve deniz ulaşımı öncelikli geliştirilmelidir. Başta ENERJİ, tüm stratejik üretim alanlarındaki korkunç dışa bağımlılığımız en aza indirilmeli, yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza, sularımıza, madenlerimize, ormanlarımıza ve çevremize sahip çıkılmalıdır.
Çalışma yaşamından banka ve sigorta sistemine, turizm ve kültürden spor ve sanata, emekli ve yaşlılarımızdan engelli yurttaşlarımıza her alanda uygulanacak ulusal ve akılcı politikalarla insanlarımızın barış, huzur ve güven içinde yaşayacakları bir düzen kurulmalıdır.
Ulusumuz; bütün bunları 100 yıl önce yaptı, doğru önderlik, doğru kadrolar, doğru yol haritası ile bugün de yapacak güçtedir. ULUSUMUZA GÜVENİYORUZ!
Dünyanın en bereketli topraklarında, dünyanın en fedakâr,
en çalışkan halkını açlığa mahkûm eden BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR!
Biz Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri, MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ!
Bilgili olacağız, cesur olacağız, kararlı olacağız, çok çalışacağız,
KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi  yurdumuzun semalarına asacağız ve milletçe

YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ’ni kuracağız.

SÖZ VERİYORUZ!
23 Nisan 2022, ATO Kongre Merkezi, Ankara

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU
====================================================

PDF ; 23 Nisan 2022 YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ Bildirgesi

Sevgi ve saygı ile. 23 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

Yeni anayasa ve yanıt bekleyen sorular

OSMAN GÖLCÜK
Bilişim ve Altyapı Teknolojileri Uzmanı

Cumhuriyet, 23 Mart 2022
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Millet İttifakı’nı oluşturan altı siyasal partinin güçlendirilmiş parlamenter sistem ile ilgili olarak yayımladıkları bildiri, anayasa ile ilgili konularda kimi tartışmalar yarattı.

NELER ÖNE ÇIKIYOR?

1- 1921 Anayasası yürürlüğe girdiğinde ne ortada devlet var ne de Cumhuriyet; yalnızca Ankara’da bir Meclis var.

2- Milli Mücadele’nin 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlanmasından sonra kabul edilen 1924 Anayasası zamanında artık Cumhuriyet ilan edilmiş ve devlet  kurulmuş oluyor. Devletin gerçek anayasası ortaya çıkıyor.

3- 1961 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasasıdır. Günümüzde bile aynen uygulansa demokrasi konusunda kimsenin karşı çıkacağı bir durum olmaz.

Kuvvetler ayrılığının ve demokrasinin bütün kurumlarının var olduğu bir anayasadır. Keşke kesintisiz uygulanabilseydi. Demirel bile o yıllarda bu anayasa “Bu ceket, bu topluma bol geliyor” demişti.

4- 1961 ve 1982 anayasalarına darbe anayasaları diyorlar, yıllardır değiştirmedik yeri kalmadı, hâlâ darbe anayasası deniliyor.

Ama önemli olan anayasada ne yazdığı değil mi?

Araştırdığımızda hiçbir ülkede anayasalar, ülke barış ve demokrasi içinde idare edilirken yazılmamış. Çoğu ülkede iç savaş ve savaş sonrası yazılmış. Zaten anayasalar da bir toplumsal barış sözleşmesi değil mi?

Almanya anayasası, Amerikan işgal kuvvetleri komutanının talimatı ile yazılmış. Sonradan değişiklikler yapmışlar ama bu anayasa işgal anayasası diye yıllarca tartışmamışlar, pek de dert etmemişler.

Gelişmiş demokratik ülkelerde anayasa tartışması pek yok, önemli olan demokrasinin oturmuş olması. Anayasalar kadar önemli olan, siyaset yapan kişilerin, devletin kurumlarının ve toplumun demokrasiyi içine sindirmesi ve uygulaması değil mi?

5- Altı partinin ortak metninde yalnızca 1921 Anayasası’na atıfta bulunulması, “Hem Kürtleri hem de anti-laik partileri ürkütmemek için mi yapıldı” sorusunu akla getiriyor.

Hazırlanacak yeni anayasa da toplumsal barışı ve demokrasiyi hedeflemeli, her kesimi kapsayan ve herkesin kendini bu anayasanın dışında hissetmediği bir anayasa olmalı.
===================================
Dostlar,

TÜRKİYE, Anayasanın ilk 3 maddesine asla dokunulmaksızın;

  • Atatürk Devrim İlkelerine, Cumhuriyetin kurucu değerlerine tam bağlı kalmalı,
  • Tam bağımsız ve güçlü tekil (üniter) devlet olmalı,
  • Ülke ve halk bölünmezliğine dayalı bütünlükçü bir ulus anlayışı benimsemeli,
  • Anayasası ve tamamlayıcı tüm hukuk sistemi, kurumları ile çağın koşullarına tam uyumlu olmalı,
  • Demokratik, laik, sosyal bir hukukun üstünlüğü ile bağlı hukuk devleti olmalı;
  • Laiklik, başta eğitim yaşamın her alanında uygulanmalı,
  • İnsan haklarına dayanmalı, anti-emperyalist ve anti-kapitalist hukuk siyasası gütmeli,
  • Adil temsille güçler ayrılığına dayalı Parlamenter demokratik rejime hızla geri dönülmeli,
  • Bilimsel akılcılığı şaşmaz pusula kılmalı, bilim ve teknoloji üretmeli, bilişim çağı asla kaçırılmamalı,
  • Etkin demokratik hükümetler kurulabilmeli ve hızlı adalet temel değer ve hedeflerden olmalı,
  • Örgütlü halk, etkin siyasal katılım sağlanmalı, üniversite özerkliği mutlaka anayasaya konmalı,
  • Aydınlanmış ve çağdaş toplum, istihdamda liyakat ana kazanımlardan olmalı,
  • Özgürlük ve eşitlik : Yurttaşların eşitliği sağlanmalı; Ulusu bölen “Eşit yurttaşlık değil!”,
  • Salt siyasal – hukuksal değil ve fakat; Planlı sosyal ve ekonomik kalkınmayı, halkçı bütünsel ekonomi ekseninde toplumsal erinç (huzur) ve gönenci (refahı), adil gelir dağılımını, yoksulluktan kurtulmayı, bölgesel dengeli kalkınmayı, herkese sağlık-eğitim, sosyal güvenlik, onurlu iş, sağlıklı – güvenli çevre.. koşullarını gözeten üretici EKONOMİK DEMOKRASİ’yi ve hukukunu hedeflemeli,
  • Çalışan, üreten ve özyeterlik sağlayan ve dışsatım yapan bir hukuk dizgesi kurgulamalı,
  • Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ” ilkesi hukukuna tam anlamıyla bağlı kalmalı,
  • İç hukuku düzenlerken, uluslararası andlaşma – sözleşmelere katılırken hiçbir ülkenin içişlerine karışmamalı ve kendi içişlerine karışılmasına izin vermemeli, tam bağımsız, egemen-eşit olmalı,
  • Mazlum uluslara hukukuyla da örnek ve önder, çağdaş uygarlık düzeyini aşma hedefli olmalıdır,
  • Anayasa başta, tüm ulusal, uluslararası hukuku aynı zamanda, Türkiye’nin sonsuza dek onurlu, gönençli yaşaması ve çağdaş uygarlık düzeyini aşması şaşmaz hedefinin güçlü aracı kılmalı,
  • Dünya uluslar ailesinin egemen-eşit, onurlu ve saygın bir üyesine yaraşır Hukuk Devleti olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Yönetemeyen demokrasi

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 17 Ekim 2021

 

Bu haftaki Pazar yazımda “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele alıyorum.

Demokrasi, halkın yöneticilerini seçimle belirleme esasına dayalı bir yönetim biçimidir. Temel unsur; eşit, adil, dürüst ve hukuka dayalı olarak yapılan genel seçimlerle yöneticilerin seçilmesidir.

Ancak salt genel seçim, demokrasinin varlığını kanıtlamaz. Yalnızca seçim demokrasi için yeterli olsaydı, 2. Dünya Savaşı öncesi genel seçimlerle iktidara gelen Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar ve İspanya’da Franco gibi faşist ve otoriter yönetimler demokrasi sayılırdı.

Kuvvetler ayrılığı

Demokrasilerde genel seçimler ne kadar önemliyse, halkın temel hak ve özgürlüklerinin de anayasal güvence altına alınması o derece önemlidir.

Kuşkusuz diğer önemli bir unsur, siyasal iktidarın elinde toplanan gücün anayasal kurallar çerçevesinde sınırlandırılmasıdır. Bu da kuvvetler ayrılığı ilkesinin kabul edilmesi ve işlemesi ile olanaklıdır.

Türk halkı, Tanzimat’ın ilanı olan 1839’dan bugüne, belirli dönemlerde kısıtlamalar olsa da parlamenter sistemle yönetilmiştir ki bu da toplam 182 yılı bulmaktadır.

Ancak son yapılan halkoylaması sonucunda dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen bir sisteme geçildi. Dünyada bir benzeri olmayan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne 2018 yılında geçtik.

Erdoğan, “Her şey iyi olacak. Ekonomi kanatlanıp uçacak” diyordu. Oysa bu sistemle çok büyük bir gerileme dönemi başlamıştır.

Bu sisteme geçeli 3 yıl 3 ay oldu. Bu kadar kısa bir dönemde devlet kurumları adeta çöktü. Özellikle devletin her katmanında denetim sistemleri devre dışı bırakıldı. Kamu yönetiminde yetenek (liyakat) yerine, dine dayalı zihniyete inanan adamlar yerleştirildi.

Bu sistemde, “partili cumhurbaşkanı” tek yetkili oldu. Her şeyi o biliyor, her şeye o karar veriyor. Yasama organı, yetkileri elinden alınmış, sadece adı “Meclis” olan bir kuruma dönüştü.

Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanların Meclis’e gelip hesap vermeleri ortadan kaldırıldı. Çağdaş ve evrensel demokratik sistemin vazgeçilmez unsuru olan kuvvetler ayrılığı ilkesi iptal edildi.

Son 3 yıl 3 aydır uygulanan bu sistemle Türkiye ne yazık ki “yönetemeyen demokrasi” modeline dönüştü.

Yöneten – yönetemeyen demokrasi

Yöneten ve yönetemeyen demokrasi konusu, siyaset bilimciler tarafından derinlemesine incelenmiştir. Siyaset bilimci G. Bordeau, “Yöneten Demokrasi” adlı 3 ciltlik kitabında bu konuyu inceledi. Prof. Bordeau: “Kimi siyasal partilerin demagoji ve halk dalkavukluğu yaparak seçimlerde tepkisel oyları ele geçirebildiklerini, ancak böylesi durumların demokratik yaşamda daha büyük yeni sorunlara yataklık yaptığını” irdeliyor.

Yazar, yetersiz ve donanımsız siyasal iktidarların oluşması sonunda, kaybedenin aslında “yönetilen”lerin yani halkın kendisinin olduğunu savunur ve bu gibi modellerin sonunda “yönetemeyen demokrasi”lere dönüştüğünü de vurgular.

Demokrasi teorisine geri dönüş

ABD’nin Colombia (AS: Columbia) Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Giovanni Sartori ise “Demokrasi Teorisine Geri Dönüş” adlı yapıtında, “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele almıştır. Bir ülkede yönetemeyen demokrasinin unsurları olarak “Aşırı Yük ve Sorunların Çözülememesi” kavramlarını irdelemiştir. Prof. Sartori, bir ülkede iktidarın çözmekle yükümlü olduğu sorunların ağırlığını belirtmek amacıyla da “overload” (aşırı yük) olgusunu ortaya atmıştır.

Örneğin siyasal, toplumsal, dış politika ve ekonomi alanlarındaki birçok sorunla (aşırı yük), karşı karşıya olan bir ülke, öncelikle bu sorunları çözmek için “sorun üreten” değil; “sorun çözen” siyasal iktidarlara gereksinim duyar…

Popülist yaklaşım ve yönetemeyen demokrasi

Ancak, iktidara gelen siyasal parti eğer sorunları görmezden gelerek popülist davranışlarla halkı oyalama yoluna giderse, siyasal ve toplumsal sorunlar birikir. Bu noktada “sorun çözücü” olmak yerine, “sorun yaratıcılık” ve “sorun üreticilik” ortaya çıkar ki bu da “yönetilmezlik” (ungovernability) olgusunu yaratır ve sonunda durum, “yönetemeyen demokrasi”ye dönüşür.

Prof. Sartori’ye göre bir ülkede hem “aşırı yük” (ağır sorunlar) hem de sorun çözememek, sorunları ortada bırakıp “halk dalkavukluğu” ya da “çatışma yöntemi” yani “toplumu kutuplaştırma” öne çıkıyorsa, “yönetilmezlik” konusu üst düzeye ulaşır. Bu da “yönetilemeyen demokrasi” olgusunu ortaya çıkarır. Sartori bu noktada şu yargıya varıyor:

  • Toplumsal sorunları çözemeyen siyasal iktidarlar giderek erirler ve ufalırlar. 

Prof. Dr. Sartori bu noktada siyaset bilimci Karl Mannheim’ın ünlü “Man and Society in Old Age Reconstruction” kitabına gönderme yaparak “…toplumda liderlik yokluğuna” işaret eder, “halkın giderek umudunu yitirmesini” ve “demokrasi dışı istekleri bulunan gruplara fırsat veren olgunun işte bu genel yönetme, çekip – çevirme yokluğu” olduğunu vurgular. (s.179)

Türkiye’de durum

Şimdi Türkiye’ye bakalım.

1. AKP, iktidara geldiği günden itibaren (AS: başlayarak) temel politika olarak toplumu kutuplaştırma yolunu izledi.

2. Ayrıca, ekonomik alanda Türkiye son derece ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. İşsizliğin en üst düzeyde olduğu, her üç gençten birinin iş bulamadığı, ekonomik daralmanın son yılların en üst düzeyine ulaştığı bir ekonomik durum. İşçilerin tedirginliği, tarım kesiminin giderek yoksullaşması, orta tabakanın giderek kaybolması gibi son derece önemli ekonomik ve toplumsal sorunlar…

3. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek büyümesi,

4. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini doğruları en çok bilen kişi olarak görüyor ve buna göre hareket ediyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde devlet başkanları merkez bankalarına karışmaz (müdahale etmez). Erdoğan, “faiz sebep, enflasyon neticedir” gibi kendisinin yarattığı ekonomik teorilerle Merkez Bankası’na karışıyor. Bunun sonunda Merkez Bankası başkanı kısa sürelerde değişiyor. Merkez Bankası rezervleri eriyor, halkın 128 milyar doları kaybediliyor. Ocak 2020’de 5.96 TL olan Dolar, 22 ayda 9.18 TL’ye yükseliyor (%55’in üzerinde bir yükselme gerçekleşiyor.).

5. Dış politikada ABD ile Rusya arasında adeta bir top oyunu gibi gidip gelmeler, zikzaklar çiziliyor. Ortadoğu’da; Irak, Suriye, Afganistan, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’deki sorunlar giderek büyüyor.

Gündem saptırılıyor

Bugünkü siyasal iktidar bu önemli sorunlar üzerine yoğunlaşma yerine sürekli sürtüşme ve kavga yolunda politika geliştiriyor; temel konulardan kaçma politikası uyguluyor.

AKP iktidarı, rövanş alma hırsı ile yargı, eğitim ve Orduya karşı bu alanları “ele geçirme” anlayışıyla hareket ediyor ve özellikle üniversiteler, aydınlar ve eleştirel basınla kavga etmeyi temel bir politika önceliği haline getirmiş bulunuyor.

Siyasal iktidar, düşman yaratıp, bu düşman kesimle sert bir kavga vererek, hem tabanını güçlendirmeye çalışıyor hem de gündem değiştiriyor. Oysa, gerçek ve çağdaş demokrasilerin temel unsurları (AS: ögeleri) çatışma değil, uzlaşmadır.

Türkiye’de son üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, dünya siyaset bilimi literatürüne “Yönetemeyen demokrasi modeli” olarak geçmiş bulunuyor.

Sayısal çoğunluk

Çağdaş demokrasi kuramının önde gelen düşünürlerinden Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri adlı eserinde “sayısal çoğunluk” ve “çoğulculuk” kavramları üzerinde durur. Gerçek demokrasinin çoğulculuktan geçtiğini vurgular. Amaç bütün kesimlerin demokrasi sürecine katılımının sağlanmasıdır.

Demokrasi, Mecliste sayısal çoğunluğa sahip siyasal partilerin her istediklerini yapmasını onaylayan bir sistem değildir. Tersine çağımızın demokrasi anlayışı katılımcılık ve çoğulculuk ilkelerine; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsızlığı ve birbirlerini denetlemeleri temeline dayanır. Çağdaş demokrasi anlayışı, geniş fikir alışverişi, uzlaşma ve oydaşma kavramları üzerine yükselir.

Ne yazık ki, AKP iktidarında bu çağdaş düşünceleri göremiyoruz. AKP iktidarı ve lideri uzlaşma yerine çatışmayı; erklerin birbirlerini denetlemesi yerine, gücün bir elde toplanmasını, oydaşma yerine sayısal çoğunlukla her türlü kararı Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ve gerektiğinde Meclis’ten geçirerek sonuçlandırmayı yeğliyor.

Bunları temel politikalar olarak kabul ediyor ve uyguluyor.

SONA DOĞRU

Ancak bugün, AKP iktidarı bir yanda yoğun dış politika baskıları, öte yanda ekonomik alanda yapılan hatalar ve çalkantılar içinde çırpınmaktadır.

Genel kabul gören görüş şudur:

AKP iktidarı artık ekonomiyi düzeltemez, işsizliği çözemez, enflasyonu denetim altına alamaz, yükselen kurları toparlayamaz.

AKP iktidarının temel ekonomi politikası borçlanma üzerine kurgulanmıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin uygulandığı son üç yılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 95 yılının toplamından daha fazla borçlanıldı. 2018 Haziran ayında 970 (969.9) milyar TL olan Türkiye’nin borç stoku, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra 1 trilyon 57 milyar TL’lik borç eklenmiş ve toplam borç stoku 2 trilyon 27 milyar TL’ye ulaşmıştır.

Döviz cinsi iç borç stoku ise bu üç yılda tam 394 kat artmış bulunuyor.

Milli gelirin durumu

Özellikle işaret etmemiz gereken önemli nokta şudur:

  • Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir son 7 yıldır sürekli düşüş gösteriyor.

Verilere göre 2013 yılında 12 bin 582 Dolar olan milli gelir, 2020 yılında 8 bin 547 dolar oldu. 2013’ten bugüne kişi başına düşen milli gelirdeki azalma yüzde 31.67 oldu. Bu derece düşüş 2. Dünya Savaşı’nda bile görülmedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her konuda en çok bilendir. “Faiz sebep, enflasyon neticedir” biçiminde formüle ettiği, ekonomi kuralını ısrarla uygulayarak Merkez Bankası rezervlerinin erimesine neden oldu. Geçen hafta yine aynı yola girildi. Faiz indi ama enflasyon düşmedi; tersine, yükseldi ve döviz kurları tavan yaptı.

AKP iktidarı bir kısırdöngünün içine girmiştir..

Yeteneksiz ve partizan yönetimin yarattığı sorunlar ve her gün ortaya çıkan yolsuzluklar karşısında AKP siyasal iktidarı sarsıntılar geçirmektedir. AKP iktidarı giderek otoriterleşiyor. En tipik örnek Basın İlan Kurumu’dur ve bu kurum bir ceza kurumuna dönüşmüştür.

Böylece art arda verilen resmi ilan kesme cezalarıyla başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere eleştirel basın ekonomik baskı altında tutulmak isteniyor.

KUTUPLAŞMAYI KÖRÜKLÜYOR

Türk siyasal yaşamının hiçbir döneminde kurumlar arasında bu derece çatışma ve güvensizlik oluşmadı. Halk artık mevcut siyasal kurumların işleyişinden, ülkenin yönetiminden memnun olmadığını açıkça göstermektedir. Nitekim son kamuoyu anketleri halkın bu düşüncesini açıkça ortaya koymaktadır. Bulguların özeti şudur:

1. Halk, uygulanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden memnun değildir.

2. Bu sistemi destekleyen AKP+MHP’nin Cumhur İttifakı giderek erimektedir.

Türk toplumunda gelir dağılımı adaletsizliği son kertede büyüdü. Orta gelir tabakası yok oldu. Araştırma şirketi Konda’nın son bulguları şöyledir:

Cumhur İttifakı %41.6, Millet İttifakı %44.1. Bunların açılımı şöyledir:

AKP %32.7, MHP %8.9, CHP %24.8, İyi Parti % 19.3, HDP % 11.7’dir.

Ülkemizin gerek ekonomik, gerek toplumsal yüzlerce sorunu çözüm beklerken, siyasal iktidarın bunları çözmek yerine sürekli çatışmaya dayalı politikalarla ülkeyi kutuplaştırması çok hatalıdır. Üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerine olmayan “Türk Tipi”  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iflas etmiştir. Ne yazık ki, AKP siyasal iktidarı “yönetemeyen demokrasi” konumuna girmiştir.

İlk seçimlerde, çağdaş parlamenter sisteme dönmek en acil yapılacak iştir.

KAYNAKÇA

1. Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev.: Tuncer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turan), Ankara, Yetkin Yayınları, 1993.
2. Karl Mannheim, Man and Society in Old Age Reconstruction, London, Routledge & Kegan, 1940.
3. A.D. Lindsay, The Modern Democratic State, London, Oxford Press, 1943.
4. Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev.: Levent Köker), Ankara, Yetkin Yayınları, 1196.

Not: Aynı başlıkla 22.7.2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinde özet bir yazım yayımlanmıştı.

Türkiye Barolar Birliği üzerine

Av. Hüseyin ÖZBEK
TBB BAŞKAN YARDIMCISI
Cumhuriyet, 16 Eylül 2021

Kurumlar gelenekleri üzerinde yükselirler. Varoluş nedenine yabancılaşmış, geleneklerinden kopmuş kurumlar yalnızca saygınlıklarını kaybetmekle kalmazlar, tabanının ve toplumun güven duygusunu da yitirirler.

TBB, avukatların meslek örgütleri olan baroların çatı örgütü, üst birliği olmasının yanında, ülkedeki hukuk birliğinin de kurumsal teminatıdır (güvencesidir). TBB’nin saygınlığı, kuruluşundan (1969) bu yana hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı konularında kamuoyunca da yakından bilinen geleneksel duyarlılığından kaynaklanır.

VAHİM SONUÇLAR

Barolar ve TBB, doğası gereği hukukun yanında olmak zorundadır. Hukukun ve yargının halkın savunma kalkanı olmaktan çıkıp siyasal gücün baskı aracına dönüştüğü yerde baroların ve TBB’nin tercihi hiç kuşkusuz temel hakları ve hukuku ihlal edilenden yanadır.

TBB ve baroların birer güven kurumu olarak varlıklarını sürdürebilmelerinin olmazsa olmazı, askeri darbelere olduğu kadar sivil darbelere ve despotik yönetimlere karşı da hukuku savunmalarıdır. Siyasal iktidarı her koşulda onaylayan bir tutum ve söylemin, geçmişte verilen hukuk mücadelesinin kazandırdığı saygınlığı kısa zamanda sıfırlayacağı bilinmelidir.

Hiç kuşkusuz TBB’nin Adalet Bakanlığı başta olmak üzere yargı bürokrasisi ve yargı organları ile Avukatlık Kanunu ve mevzuattan kaynaklanan kurumsal ilişkileri söz konusudur. Süreklilik arz eden bu ilişkilerin yasa ve yönetmelikler kapsamında sürdürülmesi tartışma dışıdır. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, TBB’nin, Adalet Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük ya da siyasal otoritenin vesayetinde bir meslek örgütü haline dönüştürülmesinin yol açacağı vahim sonuçlardır.

TARAF OLMA ZORUNLULUĞU

TBB adına kamuoyuna açıklama yapılırken kurumsal geleneklere özen gösterilmelidir. TBB Yönetim Kurulu’nun onayından geçmemiş, kurum kararına dönüşmemiş konularda bu özen daha üst dereceden gösterilmelidir. TBB’nin kurumsal görüş ve düşüncelerinin hukuk dili ve hukuk üslubuyla açıklanması esastır.

  • Siyasal iktidarla özdeşleşen ve her koşulda siyasal otoriteyi onaylayan, alkışlayan bir dil ve söylem TBB’nin dili olamaz.

TBB’nin ve baroların siyasal otorite karşısındaki bağımsızlığı, yargı bağımsızlığının önkoşuludur. İktidarın TBB’ye etki ve keyfi müdahalesine izin vermeyen yasal düzenlemelerin, temelde yurttaşlarımızın hak arama özgürlüğünün teminatı (güvencesi) olduğu unutulmamalıdır.

Avukatlık Kanunu’nda, ülkedeki hukuk birliğini temelden zedeleyen, çoklu hukukun yolunu açan ve baroları denetim altına almaya yönelik değişiklik sürecinde kimlerin karşı çıktığı, kimlerin hararetle destek olduğu gelecek kuşaklar tarafından hiç kuşkusuz birer ibret belgesi olarak değerlendirilecektir.

Avukatların da tüm yurttaşlarımız gibi bireysel siyasal tercihleri, farklı düşünceleri elbette ki olacaktır. Burada anlatılmak istenen, baroların ve TBB’nin demokrasi ve hukuk sınırlarını daraltan, siyasal otoriteyi mutlaklaştıran bir süreçte hukuk devletinden yana taraf olma zorunluluğudur.

TERS ORANTILI DENKLEM

Baroları ve TBB’yi temsil konumunda bulunanların bireysel ikbal ile kurumsal itibar arasında yapacakları tercih her zaman ve her koşulda hukuktan ve meslek örgütünden yana olmalıdır.

Dönemsel gücün çekim alanına girenler, yalnızca tarafsızlıklarını ve bireysel bağımsızlıklarını kaybetmekle kalmazlar. Hukukun ve kurumsal geleneklerin ihlali pahasına kazanılan bireysel itibar ile kaybedilen kurumsal saygınlık, ters orantılı bir denklem olarak tarihe not düşülür.

Gücün çekim alanına kapılıp varlık nedenine yabancılaşan bir meslek örgütü mü? Hukukun, demokrasinin ve meslektaşlarının safında yer alan bir TBB mi?

İşte bütün sorun bu!

İslâm Hukuku, Batı Hukukuna Alternatif Olabilir mi?

İSLÂM HUKUKUNUN DEĞERİ
İslâm Hukuku, Batı Hukukuna Alternatif Olabilir mi?

Kemal Gözler
www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm, (Yayın Tarihi: 16,12.2019)

Türkiye’de yıllar geçtikçe İslâm hukuku daha çok tartışılır oldu. İslâm hukuku geçmişte olmadığı kadar gündemde. Türkiye’de modern hukukumuzun İslâm hukukuyla değiştirilmesi gerektiğini düşünenler var. Hatta bazılarına göre Türkiye’de bazı sorunların kaynağı lâik hukuk. Lâik hukuk, İslâm hukuku ile değiştirilirse bu sorunlar kendiliğinden çözülecek!

Türkiye’de samimî dindarların çoğunluğunun İslâm hukukunu getirmek gibi bir düşüncelerinin olduğunu sanmam. Ancak bunların dışında, Türkiye’de lâik hukuku, İslâm hukukuyla değiştirmek isteyen bir kesimin olduğu da bir gerçek. Hatta modern hukukun İslâm hukukuyla değiştirilmesine yönelik bazı hazırlık çalışmaları yapıldığı da görülüyor. 3 Kasım 2019 tarihinde yayınladığım “İlâhiyat Nereye Gidiyor?” başlıklı makalemde gösterdiğim gibi, bugün Türkiye’de hukuk fakültesinden çok ilâhiyat fakültesi; hukuk öğrencisinden çok ilâhiyat öğrencisi ve yine hukuk fakültesi öğretim üyesinden çok ilâhiyat fakültesi öğretim üyesi var. Türkiye’de 2010’dan 2019’a sadece 9 yılda, ilâhiyat fakültesi sayısı 24’ten 92’ye çıkarak yaklaşık dört kat artmıştır. İlâhiyat fakültesine bir yılda kayıt yaptıran öğrenci sayısı 6252’den 33202’ye çıkarak beş kat artmıştır. Yine aynı dönemde ilâhiyat fakültelerinde öğretim elemanı sayısı 1120’den 4121’e çıkarak üç buçuk kat artmıştır [1]. Artış her yıl katlanarak devam ediyor.

Türkiye’de ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin “İslâm hukuku” veya “fıkıh” anabilim dallarında görev yapan tam 407 adet öğretim elemanı vardır [2]. Bu rakam, normal bir rakam değil. Eğer bu rakam, normal bir rakam olsaydı, Türkiye’de Roma hukuku anabilim dallarında da benzer sayıda öğretim elemanı olması gerekirdi. Oysa Türkiye’de Roma hukuku anabilim dallarında sadece 24 adet öğretim elemanı vardır [3].

Türkiye’de şu an yürürlükte olan hukukumuzun kaynağı olan Roma hukuku için 24 adet öğretim elemanı istihdam edilirken, yürürlükteki hukukumuza kaynaklık da etmemiş olan İslâm hukuku için 407 adet öğretim elemanı istihdam edilmesi şüphe uyandırıcı bir şeydir. Bunun altında bir başka düşünce yatıyor olmalıdır. Bu konudaki endişelerimi “İlâhiyat Nereye Gidiyor?” başlıklı makalemin “V. Büyük Ramplasman” başlığı altında açıklamıştım.

Eğer gelecekte bir gün Türkiye’de Batı hukukunun İslâm hukuku ile değiştirileceği günleri göreceksek, o günlere, geçmişte olmadığı ölçüde yakınız. İşte ben bu makalede, “İslâm hukuku, Batı hukukuna alternatif olabilir mi”, “Türkiye’de İslâm hukuku uygulanabilir mi”, “Türkiye’deki hukuk sorunlarını İslâm hukuku çözebilir mi” gibi sorular sorup, İslâm hukukunun değerini sorgulayacağım.

1. Terminoloji: “Fıkıh” mı, “İslâm Hukuku” mu?

Öncelikle belirteyim ki, bu makalenin inceleme konusu olan hukuk için bazıları “fıkıh”, bazıları da “İslâm hukuku” terimini kullanıyor. Aslında “fıkıh” ile “İslâm hukuku” terimleri arasında az da olsa fark vardır [4]. Ama günümüzde bunlar, genel olarak birbirinin yerine kullanılan terimler hâline gelmişlerdir. “İslâm hukuku” terimi, “fıkıh” terimine göre yeni bir terim olsa da [5], Türkiye’de son yıllarda “İslâm hukuku” teriminin “fıkıh” terimine nazaran daha yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Nitekim günümüzde bu konuyu inceleyen anabilim dallarının çoğunluğu, “fıkıh” değil, “İslâm hukuku” şeklinde isimlendiriyor [6]. Keza Türkiye’de yayınlanan “fıkıh” kitaplarının ekseriyeti artık “İslâm hukuku” başlığını taşıyor. Kanımca kullanılması gereken doğru terim, “İslâm hukuku” değil, “fıkıh” terimidir. Ama ben de burada “galat-ı meşhur, fasih-i mehcurdan evladır” prensibi uyarınca “İslâm hukuku” terimini kullanacağım.

2. İslâm Hukukunun Teorik Gelişmişliği ve Zenginliği

İslâm hukuku, çok gelişmiş bir hukuk teorisine sahiptir. Bir hukuk teorisi olarak İslâm hukuku en az Roma hukuku ve Roma hukuku temelli kıta Avrupası hukuku ve keza Anglo-Sakson hukuku kadar gelişmiş bir hukuktur. Hatta, yorum, akıl yürütme gibi bazı alanlarda İslâm hukuku onlardan daha da ileri ve sofistikedir. Fıkıh usûlü kitapları, Batıdaki hukuk metodolojisi kitaplarından teorik zenginlik bakımından asla geri değildir; tersine onlara göre fazlası vardır.

3. İslâm Hukukunda Değerler

İslâm hukuku insanî değerler bakımından da fevkâlâde zengindir. Başta adalet olmak üzere akla gelebilecek bütün beşerî değerler İslâm hukukunda en yüksek perdeden tanınmıştır. İnsan onuru, insan hürriyeti, insanın kişiliği, insanın sağlığı, insanın iradesi, insan hakları, barış gibi pek çok değer, İslâm hukukunda tanınır ve yüceltilir. İslâm hukuku, değerlerle örülmüş, değerler üzerine kurulu bir hukuktur. İslâm hukukunun çok ileri ve çok rafine bir tabiî hukuk olduğunu söyleyebiliriz.

4. Ya Uygulama?

Yukarıda İslâm hukukunun gerek teorik olarak, gerekse değerler olarak Batı hukukundan geri olmadığını ve hatta Batı hukukundan pek çok konuda daha ileri olduğunu söyledik. Ancak eğer öyleyse, neden nüfusunun tamamı veya çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde [7] adalet yok? Neden bu ülkelerde insan hak ve hürriyetlerine değer verilmiyor? Neden bu ülkelerin pek çoğunda can ve mal güvenliği bulunmuyor? Asıl önemlisi, neden bu ülkelerde barış yok? Neden bu ülkelerin çoğu kan gölü? Neden?

İslâm hukukunun en yüksek norm kaynağı olan Kur’an’da adaletin ve barışın değeri üzerine onlarca ayet vardır. İslâm hukukunda kişilerin hürriyetini, can ve mal güvenliğini tanıyan onlarca ve belki yüzlerce hadis vardır. Ne var ki İslâm hukukunun doğduğu, geliştiği, yayıldığı, az ya da çok uygulandığı ülkelerde [8], adaletin, can ve mal güvenliğinin, kişi hürriyetinin bulunduğunu söyleyebilecek biri var mı? İslâm hukukunda siyasî iktidarı eleştirmek veya siyasî iktidara muhalif olmak suç değildir. Buna rağmen neden bu hukukun az ya da çok cari olduğu ülkelerin önemli bir kısmında siyasî iktidarı eleştirenler hapse atılır; diğer bazılarında bu kimselerin malları müsadere edilir; diğer bazılarında bunlarla yetinilmez, bu kişiler ölüm cezasına çarptırılırlar. Diğer bazılarında ise muhalifler yargılanmaksızın öldürülürler, ortadan kaldırılırlar.

İşte İslâm hukukundaki asıl sorun bu: Bir yanda değerlere çok önem veren ileri bir hukuk teorisi, diğer yanda ise kan gölünde bir hukuk pratiği. Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu vahşetin sorumlusu, İslâm hukuku olamaz. Barışa, adalete, insan hak ve hürriyetlerine bunca değer veren İslâm hukuku bu vahşetten sorumlu tutulamaz. Ancak bu vahşetin neden Batı hukukunun yürürlükte olduğu ülkelerde değil de, İslâm hukukunun az ya da çok yürürlükte olduğu ülkelerde olduğu da açıklanmalıdır. İslâm hukuku, bu vahşetin kaynağı değildir; ancak İslâm hukukunun bu vahşeti önleyemediği, ona engel olamadığı da bir gerçektir. Batı hukukuyla kıyaslandığında İslâm hukukunda eksik olan bir şey vardır. Bu şey nedir? Şimdi bunu görelim.

5. İslâm Hukuku İktidarın Sınırlandırılması Konusunda Teknik Olarak Yetersiz Bir Hukuktur

İslâm hukuku, iktidarın kötüye kullanılmasını tasvip etmez. Keza İslâm hukuku bütün aşırılıklardan kaçınılmasını emreder. İslâm hukuku sınırsız bir iktidardan değil, sınırlı, mutedil bir iktidardan yanadır. Ancak İslâm hukukunun iktidarın kötüye kullanılmasını önlemek ve iktidarı sınırlandırmak için getirdiği bir mekanizma yoktur. Eksikliği buradadır. Bu konuyu anlamak için Batıda durumun ne olduğunu görmek gerekir. Batıda son üç asırdır, hukuk düşünürleri, iktidarın kötüye kullanılmasını önleyecek, iktidarı sınırlandıracak mekanizmalar konusunda kafa yormuş ve bu konuda çeşitli teoriler, ilkeler, sistemler ve mekanizmalar önermişlerdir. Şimdi bunu görelim:

6. Üç Büyük Teori

Batıda devlet iktidarının sınırlanması ve devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınması ve müeyyidelendirilmesi uzun bir süreç sonucunda, şu üç büyük teori sayesinde gerçekleşmiştir: Bunlar kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılık teorisi ve normlar hiyerarşisi teorisidir. Bunlar ana teorilerdir. Bunları destekleyen daha pek çok alt teori, ilke ve kurum vardır. Örneğin hâkim bağımsızlığı ve teminatı ilkeleri kabul edilmeden ve patikte gerçekleştirilmeden kuvvetler ayrılığı teorisi sözde kalır. Şimdi bu ana teorileri sırasıyla görelim:

7. Montesquieu: Kuvvetler Ayrılığı Teorisi

Üç büyük teoriden ilki ve en önemlisi şüphesiz, Montesquieu’nün 1748 yılında yayınlanan “Kanunların Ruhu (De l’esprit des lois)” isimli ünlü eserinde ortaya attığı “kuvvetler ayrılığı teorisi”dir. Montesquieu’nün bu teoriyi geliştirmesinin tek sebebi vardır: İktidarı sınırlandırmak. Montesquieu bu nedenle devlet iktidarını yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayırır ve her bir iktidarı ayrı ellere verir . Bu şekilde her bir iktidar birbirini sınırlandırmış olur [9]. Kuvvetler ayrılığı teorisinin çok sağlam bir mantığı vardır: Bir nokta aralarında eşit açılar bulunan üç eşit kuvvet tarafından değişik yönlere çekilirse, o nokta hareket edemez, sabit kalır. Bu nokta devlettir. Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığı teorisi, yüksek bir ahlâkî ilkeden değil, basit bir matematik ilkesinden kaynaklanır. Kuvvetler ayrılığı teorisi, devlet iktidarını sınırlandırmak ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak amacıyla tasarlanmış bir mekanizmadan ibarettir.

Batı hukukunda 1748 yılında kuvvetler ayrılığı teorisi geliştirilirken, İslâm hukukunda aynı yıllarda acaba benzer bir teori geliştirilmiş midir? Hayır. Devlet iktidarının sınırlandırılması ve temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Batı hukukunun Montesquieu’sü var; İslâm hukukunun kimi var? İslâm hukukunda kuvvetler ayrılığı teorisi yoktur. Nüfusunun tamamının ve önemli bir kısmının Müslüman olduğu ülkelerde uygulamada da kuvvetler ayrılığına elverişli bir kültür bulunmaz. Bu teorinin kitabî olarak sisteme sonradan dahil edilen ülkelerde de, kuvvetler ayrılığı teorisi gerçekte uygulanmaz.

Halihazırda Batı hukukunun uygulandığı ülkemizde dahi kuvvetler ayrılığı ilkesi gerçek anlamda yerleşmemiştir. Neticede bu ilkeden, 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla çok büyük ölçüde vazgeçilmiştir. Bu konuda benim 13 Aralık 2016 tarihinde yayınladığım “Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa” başlıklı makaleme bakılabilir.

İslâm hukukunda kuvvetler ayrılığı teorisi yerleşmedikçe, İslâm hukukunun az ya da çok cari olduğu ülkelerde devlet iktidarının sınırlandırılması mümkün değildir. Kuvvetler ayrılığı teorisi uygulanmadıkça insan hak ve hürriyetleri koruma altına alınamaz. Bu teori benimsenmedikçe kişilerin can ve mal emniyeti sağlanamaz.

Bir hukuk sisteminde kuvvetler ayrılığı teorisinin uygulandığını söylemek için ise bu teorinin anayasada yazılı olması yetmez. Anayasal sistemin kendisinin kuvvetler ayrılığı prensibine göre tasarlanmış olması ve bu prensibi hayata geçirecek tedbir ve mekanizmaların getirilmiş olması gerekir. Bunların başında da yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı gelir. Yargının yasama ve yürütme karşısında bağımsız olmadığı ve hâkim teminatının bulunmadığı bir ülkede, kuvvetler ayrılığı olmaz; kuvvetler ayrılığının olmadığı bir ülkede de adalet olmaz, can ve mal güvenliği sağlanamaz.

Yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı ise, anayasaya “yargı bağımsızdır” ve “hâkimler teminatlıdır” yazıldı diye, kendiliğinden gerçekleşmez. Hâkimleri atayan kurullar, bağımsız olmadıkça o ülkede yargı bağımsız olamaz. Bir davada karar veren hâkim, verdiği karar yüzünden görevden alınıyor veya başka yere atanıyorsa veya iktidarın istemediği bir kararı vereceği tahmin edilerek dava devam ederken görev yeri değiştiriliyorsa, o ülkede hâkim teminatı yoktur; hâkim teminatının olmadığı bir ülkede kuvvetler ayrılığı olmaz; kuvvetler ayrılığının olmadığı bir ülkede de devlet iktidarının kötüye kullanılmasının önüne geçilemez.

Batı hukukunda çok eskiden beri yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı konusunda çok gelişmiş bir literatür vardır. İslâm hukukunda var mı? Batıda davaya bakan hâkimin görevden alınması büyük bir skandal olarak görülür; Türkiye’de davaya bakan hâkimlerin görevden alınıp başka yere atanması vaka-i adiyedendir. İslâm hukukunda “adalet” kavramı üzerinde çok gelişmiş bir literatür var. Ama adaleti gerçekleştirmenin şeklî ve organik unsurları konusunda yapılmış ne kadar çalışma var? Varsa bunlar ne kadar eski? İslâm hukukunda hâkimler yüceltilir. Ancak hâkimlerin nasıl seçileceği, atanacağı, görevden alınacağı, hâkimlerin bağımsızlığı, sahip olduğu teminatlar belli değildir. Bu konularda güzel sözler söylenir. Ama bunları pratikte hayata aktaracak, bunları koruyacak etkili mekanizmalar yoktur.

İslâm hukukunda devletin de şeriatla bağlı olduğu söylenir. Ama bu bağlılığın uygulamada nasıl müeyyidelendirileceği belli değildir. Nasıl olacak da şeriat, uygulamada devleti bağlayacaktır? Devletin işlemlerinin şeriata uygunluğu nasıl ve kim tarafından denetlenecektir? Şeriata uygun olmayan devlet işlemlerinin karşılaşacağı müeyyide nedir? Bunlar nasıl geçersizleştirileceklerdir? Bu soruların İslâm hukukunda açık cevapları yoktur. İslâm hukukunda bu soruların işaret ettiği meseleleri çözmek için geliştirilmiş mekanizmalar bulunmaz. Her şey, çok sıkı öğütlere bağlanmış olsa da, nihaî tahlilde hep yöneticilerin insafına bırakılmıştır. Bu açıdan Ebussuud Efendinin “nâ-meşrû nesneye emr-i sultânî olmaz” sözü çok değerli bir sözdür; ama bu söz orada kalmış ve daha ileriye götürülememiştir.

8. Sieyès: Anayasacılık Teorisi

Emmanuel Sieyès, 1789 yılında yayınladığı Qu’est-ce que le Tiers État isimli eserinde “kurucu iktidar” ve “kurulmuş iktidarlar” ayrımını yapmış ve böylece anayasaların kimin tarafından yapılacağı ve kimin tarafından ve nasıl değiştirilebileceği sorununu çözmüştür [10]. Emmanuel Sieyès, “kurucu iktidar” ve “kurulmuş iktidarlar” ayrımıyla “anayasacılık düşüncesi”nin temellerini atmıştır.

Anayasacılık (constitutionalism)” düşüncesinin özü şudur: Kanunların üstünde bulunan ve kanunlardan daha zor bir şekilde değiştirilebilen ve kendisine “anayasa” denen bir kanun olsun; bu kanunda temel hak ve hürriyetler tek tek sayılsın [11].

Böyle bir kanunda temel hak ve hürriyetler tek tek sayılırsa, bu temel hak ve hürriyetler yasama organına karşı dahi korunmuş olurlar. Artık yasama organı bir kanunla dahi anayasada sayılan bu temel hak ve hürriyetlere dokunamaz. Çünkü, Emmanuel Sieyès’in gösterdiği gibi yasama organı, bir kurucu iktidar değil, bir kurulu iktidardır ve dolayısıyla anayasada değişiklik yapamaz. Görüldüğü gibi anayasacılık teorisi, devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruyan bir mekanizmadır. Anayasada sayılan temel hak ve hürriyetlere ancak yine onun öngördüğü ve düzenlediği bir organ olan anayasayı değiştirme iktidarı, yani tali kurucu iktidar, yine anayasanın öngördüğü şartlar ve sınırlar dahilinde dokunabilir. Anayasalar bunun için yasama organının üçte iki çoğunluğu gibi ulaşılması güç koşullar belirlerler. Bunlara devlet başkanının onayı ve/veya halkın onayı gibi ek koşullar da getirirler. Böylece temel hak ve hürriyetlere oldukça etkili bir koruma sağlanmış olur.

İslâm hukukunda ise devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin korunması meselesi hakkıyla tartışılmamış, bu koruma için, “anayasacılık” gibi, etkili bir sistem geliştirilmemiştir. Teorik olarak bulunması da mümkün değildir. Çünkü Emmanuel Sieyès’in sistemi, aslî kurucu iktidar ile tali kurucu iktidar arasında ayrıma dayanır. Oysa İslâm hukukunda tek bir kurucu iktidar vardır; o da Allah’tır; aslî kurucu iktidar da odur. İslâm hukukunda tali kurucu iktidar kavramına bir kavram olarak dahi yer yoktur.

Nüfusunun tamamı veya çoğunluğu Müslümanlardan oluşan pek çok ülkede de anayasa yapılmıştır. Bazı ülkelerde İslâm hukuku teorisi anayasa kavramıyla bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu ülkelerde dahi, “anayasa (constitution)” kavramı olsa bile “anayasacılık (constitutionalism)” kavramı yoktur. Bir ülkede anayasa kavramının olması o ülkede anayasacılığın olduğunu göstermez. Bir anayasa, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak için değil, devlet teşkilatını düzenlemek için yapılıyorsa orada anayasacılıktan bahsedemeyiz. Anayasacılık kavramının olmadığı anayasalara, anayasa hukukunun genel teorisinde, “anayasacılıksız anayasalar (constitutions without constitutionalism)” ismi verilir [12].
* * *
Anayasacılık teorisi de, kuvvetler ayrılığı teorisi gibi biçimsel ve mekanik bir teoridir. Bu teorinin de özünde felsefe veya ahlâkî bir değer bulunmaz. Bu teorinin de özünde bir matematik düşünce bulunur. Bu teori der ki; bir ülkede, kendisine “anayasa” denen ve içinde temel hak ve hürriyetlerin sayıldığı bir kanun olsun ve bu kanunu değiştirmek kolay olmasın; örneğin kanun yapmak için yasama organının adî çoğunluğu yeterken, anayasa denen kanunu değiştirmek için yasama organının üçte iki çoğunluğu şart olsun. 1700’lerin ortalarında ortaya atılmış kuvvetler ayrılığı teorisinin amacı ne ise, 1700’lerin ikinci yarısında ortaya atılan “anayasacılık” teorisinin amacı da aynıdır: Devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak. Her iki teori de bunu, değerleri yücelterek yapmaz; her ikisi de bunun için matematik formüller, mekanizmalar önerir.

1700’lerde Batıda devlet iktidarının sınırlandırılması ve temel hak ve hürriyetlerin korunması sorunu çok ciddi bir şekilde tartışılmış ve bunu sağlayacak mekanizmalar geliştirilmiştir. Aynı yıllarda İslâm hukukunda bu sorun tartışılmamıştır. Gerçi günümüzde İslâm hukukunda bu sorun tartışılıyor. Ama hâlâ bu sorunu çözmek için matematik formüllerden ve mekanizmalardan yararlanmak yerine, yüksek ahlâkî değerlerden medet umuluyor.

9. Kelsen: Normlar Hiyerarşisi Teorisi

İki Dünya Savaşı arasında Hans Kelsen, normlar hiyerarşisi teorisini ve bu teorinin bir uzantısı olarak kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi sistemini ortaya attı. Bu teori, anayasa kavramını hayata geçiren, anayasanın üstünlüğü ve katılığı ilkelerini ve keza anayasacılık teorisini müeyyidelendiren bir teoridir. İslâm hukukunda, son yüzyılda, Hans Kelsen ayarında bir düşünür çıktı mı? İslâm hukukunda normlar hiyerarşisi teorisi var mı?

Eminim bu soruya, İslâm hukukunda zaten 1000 yıldır normlar hiyerarşisinin var olduğu cevabını verenler çıkacaktır. Doğrudur. İslâm hukukunun kaynakları arasında Kur’an, sünnet, icma ve içtihat şeklinde bir hiyerarşik sıralama vardır. Ancak bu bir “sıralama”dan ibarettir ve Kelsen’in normlar hiyerarşisi teorisini karşılamaktan uzaktır. Çünkü Kelsen’in normlar hiyerarşisi teorisi, normlar arasında basit bir sıralamadan ibaret değildir; bu teori, aynı zamanda normlar arasında bir geçerlilik ilişkisi kurulması anlamına gelir. Normlar hiyerarşisi teorisi, hem “norm sıralama”, hem bir “norm üretimi”, hem de bir “norm denetimi ve geçersizleştirilmesi” teorisidir. İslâm hukukunda normlar hiyerarşisi teorisinde ise sadece bir sıralama vardır; norm üretiminedenetimine ve geçersizleştirilmesine ilişkin hususlar işlenmemiştir.

Kelsen’in normlar hiyerarşisi teorisi dinamik bir teoridir. Norm normdan kaynaklanır. Normlar hiyerarşisinde norm, norm üretir. Normlar hiyerarşisinde normun norm üretmesinin şeklî ve organik şartları bellidir; muallakta kalan bir unsur yoktur [13]. İslâm hukukunda ise bu anlamda bir normlar hiyerarşisi teorisi yoktur. İslâm hukukunda normlar hiyerarşisinin en üst basamağında bulunan Kur’an, zaten mahiyeti gereği değişmezdir. Norm üretiminin konusu olamaz. Oysa Batı hukuk teorisinde, zor değiştirilse de belli şartlar ve sınırlar dahilinde, normlar hiyerarşisinin en yüksek basamağında yer alan norm da değiştirilebilen bir normdur. Sünnet ise Hz. Muhammed’in kendisinin koyduğu ve değiştirebildiği normlardır. Hâliyle sünnet sadece Hazreti Peygamberin hayatı boyunca dinamik norm idi. Geriye icma ve içtihat kalıyor. İcma yoluyla norm üretiminin artık mümkün olmadığı kabul ediliyor. İçtihadın ise ülke genelinde herkesi bağlayıcı bir kural koyma gücü zaten yoktur. Zira İslâm hukukunda “içtihat ile içtihat nakz olunmaz” kuralı caridir. (AS: Ayrıca İmam Gazali, 13. yy’da İçtihat kapısını kapatmıştır!)

İslâm hukukunda norm nasıl üretilecektir? Norm üretmeye kimler yetkilidir? Norm üretiminin şartları nelerdir? Normların üretim şartlarına uygunluğu ve keza normların içerik olarak üst normlara uygunluğunun yargısal denetimi, kim tarafından ve nasıl yapılacaktır? İslâm hukukunda bu soruların açık ve tartışmasız cevapları yoktur.
* * *
İlave edelim ki, normlar hiyerarşisi teorisi de aynen kendisinden önceki, kuvvetler ayrılığı ve anayasacılık teorileri gibi, içeriksel değil, biçimsel ve mekanik bir teoridir. Zaten Hans Kelsen, teorisini, değerlerden uzak, saf bir hukuk teorisi olarak takdim eder.
* * *
Batı hukukunun kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi teorileriyle çözdüğü sorunları çözmeden, İslâm hukuku, devlet iktidarının kötüye kullanılması, devlet iktidarının sınırlanması, devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin korunması sorunlarını çözemez. İslâm hukuku, bu üç büyük teoriyi benimsemedikçe veya bu teorilerin gördüğü fonksiyonu yerine getirecek özgün teoriler geliştirmedikçe, İslâm hukukunun az ya da çok cari olduğu ülkelere, bırakınız adalet ve barış getirmeyi, vatandaşlarının can ve mal emniyetini dahi sağlayamaz. Burada özellikle belirtmek isterim ki, Batı hukukunun İslâm hukukundan üstün olmasının sebebi, içerik olarak İslâm hukukundan daha iyi bir hukuk olmasından dolayı değil, devleti sınırlandıracak ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruyacak bu matematik formülleri, bu mekanizmaları bulmuş ve bunları uygulamış olmasından dolayıdır. Batı hukuku da kuvvetler ayrılığı, anayasacılık gibi bu formül ve mekanizmalardan uzaklaştığı an felakete sürüklenir. İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler dönemleri buna örnektir.

Burada altını çizerek ifade etmek isterim ki, bu makalede Batı hukuku kategorik olarak savunulmamakta, İslâm hukuku da kategorik olarak eleştirilmemektedir. Batı hukuku temel hak ve hürriyetleri koruyan kuvvetler ayrılığı ve anayasacılık gibi mekanizmalarını geliştirdiği için övülmekte, İslâm hukuku da bu mekanizmaları geliştiremediği için eleştirilmektedir. Bu mekanizmaların olmadığı dönemlerde Batı hukukunun savunulabilecek bir yanı yoktur. Ortaçağdaki engizisyon mahkemelerini hâliyle savunacak değilim.

10. Bir “İde” Olarak Hukuk ve Bir “Mekanizma” Olarak Hukuk Ayrımı

Hukuk, her şeyden önce bir “ide (fikir, idée)”dir. Hukukun “ide” olması, İslâm hukuku için de, Batı hukuku için de geçerlidir. Her hukuk düzeni, değerli olduğu ve kendisinin bağlayıcı olduğu ve kendisine uyulması gerektiği varsayımı üzerine kuruludur. İyi bir hukuk düzeni için de bunun böyle olması gerekir. Ancak bu ideal anlamda böyledir. Bir “ide” olarak hukuk olmak bakımından Batı hukuku ile İslâm hukuku arasında bir fark yoktur. Bir “ide” olarak her iki hukuk da aynı değerdedir. Bu iki hukuk arasındaki fark, “ide” olarak hukuk olmak bakımından değil, bir “mekanizma” olarak hukuk olmak bakımındandır.

Batı hukuku, ide olmakla kalmamış, kendisinin pratikte uygulanabilmesi için kuvvetler ayrılığı, anayasacılık, normlar hiyerarşisi gibi çeşitli mekanizmalar geliştirmiştir. (Bu mekanizmalar sadece bunlardan ibaret değildir. Daha hâkimlik teminatı, anayasa yargısı gibi pek çok tedbir ve mekanizma vardır). Yukarıda açıkladığımız gibi kuvvetler ayrılığı, anayasacılık, normlar hiyerarşisi teorileri birer içeriksel teori değildir; bunlar değerlerle ilgili değildir; bunlar içi boş, biçimsel teorilerdir. Bunlar devlet iktidarını sınırlandırmak ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak için düşünülmüş mekanizmalardır. Biraz abartarak, bunların Montesquieu, Emmanuel Sieyès ve Hans Kelsen gibi büyük mucitler tarafından tasarlanmış mühendislik harikası makineler olduklarını söyleyebiliriz.

İşte Batıda bu mekanizmalar sayesinde devlet iktidarı sınırlandırılabilmekte, bu mekanizmalar sayesinde devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetleri güvence altına alınabilmektedir. İslâm hukukunun cari olduğu ülkelerde ise bu mekanizmalar olmadığı için devlet kuvveti sınırsızdır ve kötüye kullanılmaya açıktır. Vatandaşların temel hak ve hürriyetleri de yöneticilerin insafına terkedilmişlerdir. İslâm hukuku mekanizma olarak fevkalade zayıf bir hukuktur. Fark buradadır. Yoksa İslâm hukuku bir ide olarak, Batı hukukundan daha değersiz bir hukuk değildir.

KUTU: Adalet Kavramı Örneği Üzerinden “İde” ve “Mekanizma” Arasındaki Fark.- Geçmişte de, günümüzde de en yüksek değerlerden biri “adalet”tir. Adalet idesine kimse karşı çıkmaz. Kimse “ben adil değilim” demez. Hiçbir devlet, hiçbir hukuk sistemi, adalete karşı olduğunu söylemez. Herkes, her devlet, her hukuk sistemi adil olduğu söyler.
Belki de bu beyanlarında samimidirler. Ne var ki adalet, beyanla gerçekleşen bir şey değil. “Ben adilim” deyince o kişi adil olmuyor. Bir devlet “ben adilim” deyince o devlette adalet kendiliğinden tecelli etmiyor.
Adaletin soyut bir değer olarak hiçbir pratik yararı yoktur. Yeryüzünde en büyük adaletsizlikleri yapmış rejimler dahi kendilerinin adil olduğunu düşünüyorlardı.
Adalet, “ben adilim” demekle veya adalete övgü düzmekle ve hatta adalete samimî olarak inanmakla gerçekleşmez.
Adaleti gerçekleştirmenin yargı bağımsızlığı, hâkim teminatı gibi biçimsel kuralları ve mekanizmaları vardır. Adaletin ölçüsü, adalete olan inanç değil, adaleti gerçekleştirmenin biçimsel kurallarına ve mekanizmalarına olan saygıdır. Bu kurallar ve mekanizmalara uyulursa adalet gerçekleşir.
Hâkim teminatının olmadığı, verdiği karardan dolayı görevden alınan veya başka yere naklen atanan hâkimlerin olduğu bir ülkede, siz istediğiniz kadar, adalet kavramına güzellemeler düzün, adalet olmaz.
İslâm hukukunun eksikliği, adalete değer vermemesi değildir. Tersine İslâm hukuku, adalet kavramına en fazla değer veren bir hukuktur. Ne var ki, günümüzde dünyada adaletsizliklerin en fazla yaşandığı ülkelerin başında İslam ülkeleri geliyor. Bunun sebebi, bu ülkelerde adalete değer verilmemesi değil; adaletin biçimsel kurum ve kurallarına saygı gösterilmemesidir.
Bir ülkede “ide” olarak adaletin bulunmasının, o ülkenin vatandaşlarına pratikte sağlayacağı bir yarar yoktur. Adalet idesinin vatandaşlara bir güvence sağlayabilmesi için, söz konusu ülkede yargı bağımsızlığı, hâkim teminatı, kuvvetler ayrılığı ilkesi, plüralist toplum yapısı, basın hürriyeti gibi mekanizmaların da olması gerekir. Bu mekanizmaların olmadığı bir ülkede, akşam televizyondan devlet başkanının adaletin kutsallığı ve yüceliği konusunda nutkunu dinleyen bir vatandaş, o gece sabaha karşı suçsuz yere tutuklanabilir ve malları müsadere edilebilir [14].

11. Bir “Görünüşte Hukuk” Olarak İslâm Hukuku

İslâm hukuku ide olarak ne kadar zengin ve değerli olursa olsun, bir mekanizma olarak son derece fakirdir ve ide olarak çok değerli olan normlarının pratiklikte uygulanma kabiliyeti fevkâlâde düşüktür. Bu nedenle İslâm hukukunun doğduğu, geliştiği, bu hukukun az ya da çok uygulandığı ülkelerde “kitaplardaki hukuk” ile “uygulamadaki hukuk” arasında korkunç bir uçurum vardır. Kitaplarda hak, adalet ve barış konusunda büyük ideler, en vurgulu, en ayrıntılı, en etkileyici şekilde anlatılır. Ne var ki bu kitapların yazıldığı ülkeler, çoğunlukla kan gölü içinde yüzerler; bu ülkelerde kitaplardaki idealleri bir yana bırakın, can ve mal emniyeti gibi en temel hürriyetler dahi yoktur.

Anayasa hukukunun genel teorisinde benzer durumda bulunan anayasalar için “nominal (sözel, lafzî, itibarî) anayasa (nominal constitution)” kavramı kullanılır [15]. Aynı anlamda “görünüşte anayasalar (façade constitutions)” veya “sahte anayasalar (fake constitutions)” ve hatta “tuzak-anayasalar (trap-constitutions)” kavramlarını kullananlar da vardır [16]. Biz de bu isimlendirmelerden ilham alarak, yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı İslâm hukukunu bir “nominal hukuk”, “sözde hukuk”, “görünüşte hukuk” olarak nitelendirebiliriz. Hatta modern hukukun yerine konulması isteniyorsa, bu hukukun “tuzak hukuk” hâline gelebileceğini de söyleyebiliriz.

12. Bir “Tabiî Hukuk” Olarak İslâm Hukuku

Aslında İslâm hukukunda çok ileri düzey bir tabiî hukuk anlayışı hâkimdir. İslâm hukuku bir şekil ve bir mekanizma değildir. İslâm hukuku birtakım yüksek değerler üzerine kuruludur. Hukukun genel teorisinde, değerler üzerine kurulu hukuk anlayışına, kendi içinde pek çok çeşidi de olsa, genel olarak “tabiî hukuk” ismi verilir. Tabiî hukuk anlayışında bir değer esas alınır. Bu değere uygun olan normun veya işlemin hukuken geçerli olduğu, bu değere uygun olmayan normun veya işlemin ise hukuken geçersiz olduğu söylenir.

Batı hukuku da geçmişte böyle bir tabiî hukuk anlayışı içinde bulunuyordu. Gerek Batıdaki tabiî hukuk, gerek İslâm tabiî hukuku fevkalade etkileyici ve insanları büyüleyici bir içeriğe ve dahası dile sahiptir. Tabiî hukuk, adeta hukukun edebiyatıdır. Hak ve adalet üzerine yüksek perdeden sözler söyler. İnsanları etkiler. Ancak edebiyat olarak mükemmel olan tabiî hukukun havası, pratikte devlet iktidarının nasıl sınırlandırılacağı ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin devlet karşısında nasıl korunacağı sorununa geldiğinde söner; bu soruna bir çözüm bulamaz. Tabiî hukuk akımının düşünürleri, insan hak ve hürriyetlerinin yüceliği konusunda çok üst seviyeden sözler söylemiş, yöneticilere öğütler vermiştir; ama uygulamaya gelince vatandaşların hak ve hürriyetlerini yöneticilerin insafına terk etmekten başka bir şey yapamamışlardır.

Tek başına değerlerin yüceliği üzerine söylem, bu değerlere uygulamada saygı gösterilmesini ve korunmasını sağlamıyor. İslâm hukuku dahil, tabiî hukukun durumu budur. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Devlet iktidarının sınırlanması ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin devlet karşısında korunması tabiî hukuk sayesinde değil, yukarıda açıkladığım kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi teorileri sayesinde olmuştur. Bu üç teori de tabiî hukuk teorisi değil, değerlerden uzak, biçimsel teorilerdir. Bunların üçü de içerik olarak nötrdür. Bunlar birer mekanizma, birer mühendislik tasarımıdır.

Bir “ide” olarak tabiî hukuk hiçbir zaman ölmez. Ölmesi de gerekmez. Ama bu anlayışın uygulamanın dışına itilmesi gerekir. Batı bunu başarmıştır. Bunu da yukarıda açıkladığım gibi, kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi gibi biçimsel teorilerle başarmıştır. Modern Batı hukuku, tabiî hukuk üzerine, birtakım ideler ve değerler üzerine değil, birtakım biçimler, birtakım mekanizmalar üzerine kuruludur. İslâm hukuku ise 1400 yıldır içinde bulunduğu tabiî hukuk döneminden henüz çıkamamıştır.

14. İslâm Hukukunun Diğer Yetersizlikleri

İslâm hukukunda kuvvetler ayrılığı, anayasacılık, normlar hiyerarşisi, yargı bağımsızlığı, hâkim teminatı, frenler ve dengeler sistemi, anayasa yargısı gibi pek çok mekanizmanın olmadığı gibi, bu hukukun başka yetersizlikleri de vardır. İki yetersizliğe dikkat çekmek isterim:

  1. a) İslâm hukukunda yapısal olarak çok büyük bir belirsizlik vardır.

Kur’an, sünnet ve icmada belirsizlik yoktur. Ama bunlardaki normlar sınırlıdır ve donmuşlardır. Asıl iş, Kur’an ve sünnete dayanarak, kıyas yoluyla norm üretmektedir. Kıyas, İslâm hukukunda çok can alıcı bir mevkie sahiptir. İslâm hukukunda kıyasa yapılmış aşırı bir yükleme vardır. Gerçi İslâm hukukunda kıyasın çok gelişmiş kuralları vardır. Ne var ki bu kurallarına rağmen, kıyas, neticede bir akıl yürütme yoludur ve bu yolla yapılan çıkarımlarda farklı sonuçlara ulaşılabilir. Zaten bu nedenle de İslâm hukukunda içtihat ile içtihat nakz olunmaz prensibi geçerlidir. Yine bu nedenle de İslâm hukukunda mezhepler vardır. Aslında İslâm hukukçuları, İslâm hukukundaki bu belirsizliğin farkındadırlar. Onu inkar etmezler. Ancak onlar, İslâm hukukundaki bu belirsizliği bir “zayıflık” olarak değil, “zenginlik” olarak görürler. Ne var ki, modern yaşam için hukukta bu derece belirsizliğin yeri yoktur.

  1. b) Diğer yandan, İslâm hukuku özel hukuk bakımından zengin bir hukuk olsa da, kamu hukuku bakımından fevkalade fakirdir. Devletin temel kuruluş ve işleyişine, devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkilere ve keza bir devlet ile diğer bir devlet veya devletler arasındaki ilişkilere ilişkin hükümler oldukça az sayıdadır. Bu hükümlerin modern hayatın ihtiyaçlarını karşıladığı da söylenemez. Yeni yeni İslâm anayasa hukukuna ilişkin bir literatür oluşuyor. Ancak mevcut hâliyle fevkalade yetersizdir ve yukarıda bahsettiğim üç temel teorinin benzerlerini üretebilmiş değildir.

İslâm idare hukuku ise son derece fakir bir hukuk dalıdır. Acaba İslâm idare hukuku literatürü, hacim olarak, Fransız idare hukuku literatürünün onda biri kadar mıdır? Yoksa yüzde biri kadar mıdır? Fransa’yı bırakalım; Türkiye’den örnek verelim: Benim İdare Hukuku (Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019) isimli kitabım, 2 cilt ve 3280 sayfadır. Türkçe olarak yazılmış pek çok İslam hukuku kitabı var. Bunlarda idare hukukuna tahsis edilmiş toplam sayfa sayısı nedir?

14. Bir “Tuzak Hukuk” Olarak İslâm Hukuku

Gerek Batıdaki tabiî hukuk, gerekse İslâm hukuku, etkileyici ve insanları büyüleyici bir içeriğe ve dahası dile sahiptir. Tabiî hukuk, adeta hukukun şiiridir. İnsanların duygularına hitap ederler. Modern hukuk ise değerlerden uzak, biçimsel ve nötr bir hukuktur. Modern hukuk, çekicilik açısından geleneksel tabiî hukukla da, İslâm hukukuyla da baş edemez. Mesela kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi teorileri gibi teoriler, yukarıda açıkladığımız gibi, değerlerden uzak birer matematik formülden ibarettirler. Bunlar bir makine gibi çalışırlar. Bunlar insanların duygularına değil, aklına hitap ederler. Bu nedenle pek cazip değillerdir.

İslâm hukuku bir ide olarak dört dörtlük hukuktur. Yüksek değerler üzerine kuruludur. Teori olarak fevkâlâde sofistike ve ayrıntılıdır. Söylem olarak oldukça etkileyicidir. Yer yer dinî referansları içerdiği için de yüksek bir cazibeden yararlanır. Bu nedenle İslâm hukuku modern hukukun yerine tamamen veya kısmen konulabilecek bir hukuk olarak takdim edilmeye başlanırsa, pek çok kişi etkilenebilir ve neticede İslâm hukuku insanlar için bir “tuzak hukuk” hâline gelebilir.

Türkiye’de uzun yıllardan beri, İslâm hukuku, sadece bir hukuk sistemi olarak değil, içerdiği değerler üzerinden, adeta şiirsel bir dil kullanılarak ve bu değerlere birtakım efsaneler de katılarak insanlara anlatılıyor. Türkiye’de uzun yıllardan beri çok yaygın ve etkili bir İslâm hukuku propagandası yapılıyor. Zannımca Türkiye’de İslâm hukukuna geçişin hazırlıkları da yapılmaktadır. Bunun alt yapısı da oluşturulmaya çalışılmıştır. Makalemin başında da değindiğim gibi, bugün Türkiye’de hukuk fakültesinden çok ilâhiyat fakültesi var. Yine bugün Türkiye’de hukuk öğrencisinden çok ilâhiyat öğrencisi; hukuk fakültesi öğretim üyesinden çok ilâhiyat fakültesi öğretim üyesi var.

Türkiye’de Roma hukuku anabilim dallarında sadece 24 adet öğretim elemanı varken [17], ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin “İslâm hukuku” veya “fıkıh” anabilim dallarında görev yapan tam 407 adet öğretim elemanı vardır [18]. Bu normal bir şey değildir. Bunun altında bir başta düşünce yatıyor olmalıdır. Eğer Türkiye’de yürürlükte olan modern hukukumuz İslâm hukuku ile değiştirilirse, İslâm hukuku Türkiye için tam bir “tuzak hukuk” olacaktır.

En başta İslâm hukuku ile yüksek değerlerin geleceğine inanan insanlar, kısa bir süre sonra yanıldıklarını anlayacaklardır. Bırakınız yüksek değerlere ulaşmayı, kendi can ve mal emniyetlerinin kalmadığını görecekler. Çünkü yukarıda açıkladığım gibi, İslâm hukuku, halen, çeşitli “ideler”den ibaret bir hukuktur. İslâm hukuku, ileri düzeyde sofistike teorisine ve etkili diline rağmen, devlet iktidarının sınırlandırılması ve vatandaşların devlet karşısında temel hak ve hürriyetlerinin korunması sorununa bir çözüm getirebilmiş bir hukuk değildir. İslâm hukukunda kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılık teorisi, normlar hiyerarşisi teorisi gibi, devlet iktidarının kötüye kullanılmasının önüne geçen vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin teminat altına alan temel teoriler veya bu teorilerin gördüğü fonksiyonu görecek İslâm hukuku tarafından geliştirilmiş özgün teoriler yoktur. İslâm hukuku mevcut gelişmişlik düzeyi itibarıyla yöneticileri sınırlandıracak ve vatandaşları koruyacak mekanizmalardan mahrumdur.

Türkiye’de modern hukuk, İslâm hukuku ile değiştirildiğinde, yöneticiler daha da sınırsız, vatandaşlar daha da teminatsız hâle gelecektir. Türkiye’de bir “tuzak hukuk” olarak İslâm hukuku tehlikesi var mı? Zannımca yukarıda açıkladığım sebeplerden dolayı var. Türkiye’de modern Türk hukukunu kısmen veya tamamen İslâm hukuku ile değiştirmeyi düşünen birileri varsa, onlara şunları söylemek isterim:

  • İslâm hukuku bu hâliyle modern bir devlette uygulanabilecek bir hukuk değildir.

Zira bu hukuk, modern insanın temel hak ve hürriyetlerini koruyacak mekanizmalardan mahrumdur. İslâm hukukunu uygulamak istiyorsanız, öncelikle bu hukuk sistemine kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi teorisini ithal ediniz. Bu teorilere antipati duyuyorsanız, siz kendiniz, bu teorilerin çözdüğü sorunları çözecek teoriler geliştiriniz. Bunları yapmadan İslâm hukukuna asla geçmeyiniz. Geçerseniz, sizinkiler dahil, bütün vatandaşların hak ve hürriyetleri tahrip olacaktır. Devlet iktidarının sınırlandırılması ve temel hak ve hürriyetlerin korunması sorununu çözmeden İslâm hukukunun modern bir ülkede uygulanmaya kalkışılması, bu ülkeye barış değil, kargaşa getirir; ülke kan gölüne döner.

Yukarıdaki yargımdan Türkiye’de İslâm hukukunu bilen pek çok samimî Müslümanı tenzih ederim. Türkiye’de pek çok dindarın, devlet iktidarının sınırlandırılması ve temel hak ve hürriyetlerin korunması ilkesine çok değer verdiklerini biliyorum ve onların Türkiye’de mevcut sosyal, siyasal ve kültürel yapı karşısında İslâm hukukunun uygulanma kabiliyetinin halihazırda olmadığını düşündüklerini tahmin ediyorum. Onların Türkiye’de emrivakiyle İslâm hukukunu getirmek gibi bir düşünceleri olduğunu da sanmam.

  • Ancak bu samimî Müslümanların dışında, Türkiye’de genellikle “siyasal İslâmcı” tabiriyle ifade edilen ve samimiyetlerinden şüphe edilen bir kesimin olduğu ve bunların Türkiye’ye İslâm hukukunu getirmek yönünde açık veya örtülü bir niyetlerinin olduğu da bir gerçek.

15. İslâm Hukukunun Türkiye’ye Özgü Yetersizlikleri-1:
Türkiye’de “İslâm Hukukçusu” Var mı?

Eğer yarın bir gün, olur da, ülkemizde İslâm hukuku uygulanmaya başlanırsa, bu hukuku uygulayacak yeterli sayıda ve kalitede “İslâm hukukçusu” var mı? Yukarıda ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin “İslâm hukuku” veya “fıkıh” anabilim dallarında toplam 407 adet öğretim elemanı bulunduğunu yazdım. Sayı nicelik olarak yeterlidir. Ama acaba Türkiye’de nitelik olarak yeterli İslâm hukukçusu var mı?

  1. a)Bu sorunun tartışmasız bir cevabı var. Hayır, yok. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde görev yapan ve kendisine “İslâm hukukçusu” ismini veren 407 adet öğretim elemanı var. Ne var ki, bunların beşi dışında geri kalanları hukuk fakültesi mezunu bile değil. Bunların hukuk alanında “lisans” düzeyinde dahi bilgisi yok. Bunlar ilâhiyat eğitimiyle yetişmiş kişiler. Bunların lisansları, yüksek lisansları ve doktoraları, hukuk değil, ilâhiyat alanındadır. Bu öğretim elemanlarının yüksek lisans ve doktora yaptıkları “İslâm hukuku bilim dalı”, hukukun bir alt dalı değil, “temel İslam bilimleri anabilim dalı”nın bir alt dalıdır. “Temel İslam bilimleri” de hukuk fakültelerinin değil, ilâhiyat fakültelerinin bir bölümüdür.

Bu kişilerin neden hukukçu sayılamayacaklarını 19 Mart 2019 tarihinde yayınladığım “İslâm Hukukçusu Kimdir?” başlıklı makalemde açıklamıştım. Burada sadece şunları söyleyeyim:

Bu kişiler kendilerinin hukukçu oldukları sansalar da, beşi dışında, hukukçu değillerdir. Formel bir hukuk eğitimleri yok. Hukuk bilgileri de sınırlı. Bu kişiler hukuk donanımına sahip değiller. Bu kişilere güvenip ülkede İslâm hukukuna geçilirse bu tam bir felaket olur. Hukuk, amatörlerin eline verilmiş olur.

Türkiye’de İslâm hukukuna geçmek isteyenlere şunu söylemek isterim : Bu işi doğru dürüst yapmak istiyorsanız, bu 407 kişiye güvenmeyin; onların beşi dışında geri kalanları hukukçu değil. Hukukçu, ilâhiyat fakültesinde değil, hukuk fakültesinde yetişir. Herhalde ilâhiyat fakültesinden çıkan “İslâm hukukçusu” yeryüzünde sadece Türkiye’de vardır. Önce hukukçularınızı ilâhiyat fakültesinde değil, Mısır’da, Ürdün’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da olduğu gibi hukuk fakültesinde yetiştirin ve ondan sonra bu hukukçulara “İslâm hukuku”nu emanet edin.

3 Aralık 2019 tarihinde yayınladığım “İlahiyatçı Hukuk Doçentleri Geliyor (mu?)” başlıklı makalemde gösterdiğim gibi Türkiye’de şu an sadece 6 hukuk fakültesinde İslâm hukuku anabilim dalı vardır. Bu fakültelerin hepsi de yeni kurulmuş fakültelerdir. Bu 6 fakültenin İslâm hukuku anabilim dallarında toplam 2 profesör, 0 doçent, 1 doktor öğretim üyesi ve 3 araştırma görevlisi vardır. Her iki profesör ve doktor öğretim üyesi de hukukçu değildir; bunlar, ilâhiyat fakültesi mezunudur; yüksek lisans ve doktoraları da, aynen ilâhiyat fakültelerindeki meslektaşları gibi “temel İslâm bilimleri” anabilim dalındandır.

Hukukçu hukuk fakültesinde yetiştirilir. İslâm hukukçusuna ihtiyacınız var ise bunun yetişeceği yer, hukuk fakülteleridir. Dünyada herhalde, Arap ülkeleri dahil, Türkiye’den başka bir ülkede ilâhiyat fakültelerinde hukukçu yetiştirmeye kalkmış bir ülke yoktur.

  1. b) İlave edelim ki, Türkiye’de sadece ilâhiyat fakültelerinin “fıkıh” veya “İslâm hukuku” anabilim dallarında çalışan öğretim üyeleri değil, ilâhiyat fakültelerinin kelam, tefsir, hadis, kıraat, Arap dili ve belagati, mezhepler, tasavvuf, İslâm felsefesi ve hatta İslâm sanatları gibi fıkıh ile ilgisi olmayan anabilim dallarındaki öğretim üyeleri dahi İslâm hukukuyla ilgili meseleler hakkında görüş açıklama hak ve ehliyetini kendilerinde görebiliyorlar. Örneğin sigarayı haram ilân eden Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın İslâm hukuku konusunda herhangi bir uzmanlığı yoktur. Kendisi dinler tarihi anabilim dalı öğretim üyesidir. Doktorası da “İlâhî Dinlerde Melek İnancı” konusundadır[19]. İlâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku anabilim dallarında görevli öğretim üyelerinin, hukukçu olmasalar da, İslâm hukuku meseleleri hakkında neden konuştuklarını anlıyorum; ama bir dinler tarihi öğretim üyesinin İslâm hukukuna dair bir mesele hakkında konuşma hak ve yetkisini kendisinde nasıl görebildiğine aklım ermiyor.
  2. c) Üçüncü olarak şunu söylemek isterim: Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinin “İslâm hukuku” anabilim dallarında çalışan öğretim elemanları, zaman zaman ülkenin hukuk sorunlarıyla ilgilenmiş, bu sorunları gözlemlemiş ve bu sorunlar hakkında fikrini söylemiş, eleştirilerde bulunmuş olabilirler. Bunlar, bu kişileri hukukçu yapmaz. Bu kişilerin hukuk sorunları hakkında yaptığı eleştiriler, futbol maçını tribünlerden izleyen seyircilerin yaptığı eleştiriler gibidir. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerindeki “İslâm hukukçuları”nın yaptıkları hukuk eleştirileri, tribündeki seyircilerin maçı yöneten hakem hakkında yaptıkları eleştirilerden daha değerli değildir[20]. Tribünden hakemi eleştirmek kolaydır; sahaya inip siz hakemlik yapmaya kalkarsanız, eleştirdiğiniz hakemden çok daha fazla hata yaparsınız. Olur da bir gün Türkiye İslâm hukukuna geçerse, sahaya hayatında maç yönetmemiş amatör hakemler çıkacaktır.

Sabri Şakir Ansay, Ali Himmet Berki, Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen gibi dönemlerinin hukuk fakültesinden (Medresetü’l-Kudât ve Mekteb-i Nüvvâb) mezun olan ve sahada gerçekten hakemlik yapmış İslâm hukukçuları artık yok. Türkiye’de “İslâm hukukçuları”nın “hukukçuluğu”, kendinden menkul bir hukukçuluktur.

16. İslâm Hukukunun Türkiye’ye Özgü Yetersizlikleri-2: “Türk Usûlü” İslâm Hukuku, Sahih Bir İslâm Hukuku mu? (İslâm Hukukunun Dinselleştirilmesi Hakkında)

Türkiye’de kendisine “İslâm hukuku” denen veya daha doğru bir ifadeyle “İslâm hukuku” olarak takdim edilen şeyin gerçekten de “İslâm hukuku” olup olmadığı dahi tartışmalıdır. Hatta bir “Türk usûlü” İslâm hukuku olduğu dahi iddia edilebilir. Buna “alaturka İslâm hukuku” ismini verebiliriz. Bu “Türk usûlü” veya diğer bir ifadeyle “alaturka İslâm hukuku”, yukarıda bahsettiğimiz kendinden menkul İslâm hukukçuları ve ilâhiyatçıların egemen olduğu bir ortamda, biraz onların katkısıyla, biraz da halkımızın hayal gücüyle üretilmiştir. Neticede İslâm hukuku, bir hukuk olmaktan çıkmış, dinselleşmiştir [21]. Oysa hukuk başka, din başkadır. İslâm hukuku başka, İslâm dini başkadır. Türkiye’de din ile ilgisi olmayan, saf hukukî kavram, kurum ve işlemler, dine gönderme yaparak açıklanmakta ve tartışılmaktadır. Böyle bir tartışmanın İslâm hukukuna da, İslâm dinine de verdiği büyük zararlar vardır [22]. Bu şekilde Türkiye’de İslâm hukuku saf hukukî özünden saptırılmıştır.

Bey (satım), istisna, ariyet, hibe, icar, karz, vedia, rehin, kefalet, havale, şirket akitlerinin dinle ne ilgisi var? Bunlar kişiler arasında belirli hukukî sonuçları doğurmaya yönelik olarak yapılmış irade açıklamalarıdır. Sonuçları da, hükümleri de bu dünyaya ilişkindir. Türkiye’de İslâm hukuku kavram ve kurumlarının dinselleşmesi sorununu “nikah akdi” örneği üzerinden açıklayalım. İslâm hukukunda nikah akdinin dinle bir ilgisi yoktur. İslâm hukukunda nikah akdi, iki şahidin huzurunda evlenecek kadın ve erkeğin irade açıklamalarıyla kurulur [23]. Başka bir şekil şartı da bulunmamaktadır. Akdin bir “din görevlisi”nin (!) huzurunda icra edilmesi, dua okunması gibi dinî bir şartı yoktur. Buna rağmen Türkiye’de İslâm hukukuna göre nikah akdine “dinî nikah” veya “imam nikahı” diyorlar ve nikah akdinin icrası sırasında birtakım dualar ve Kur’an’dan ayetler okuyorlar. Muhtemelen vatandaşlarımız da Türkiye’de olur da bir gün İslâm hukukuna geçilirse, artık nikahların belediye başkanları veya nikah memurları tarafından değil, imamlar tarafından kıyılacağını ve nikah akdinin birtakım ayetlerin okunmasıyla tekemmül edeceğini sanacaklar. Oysa böyle bir şey İslâm hukukunda yok. Böyle bir şey ancak “Türk usûlü İslâm hukuku”nda var!

  • Pek çok konuda “Türk usûlü İslâm hukuku”nun sahih bir İslâm hukuku olup olmadığı tartışmalıdır.

Türkiye’de, kendisine “İslâm hukukçusu” diyen 400 küsur öğretim elemanı olsa da, hâli hazırda ülkemizde sahih bir İslâm hukuku bilgisinin olduğunu sanmıyorum. Bunu 2019 yılının Şubat ayında yaşadığımız “sigara haram mı?” tartışmasında somut olarak gördük. Diyanet İşleri Başkanı sigarayı haram ilân etti. Oysa Kur’an’da ve hadislerde sigara hakkında hüküm yoktur ve sigara Kur’an’da ve hadislerde haram kılınmış başka bir nesneye de benzememektedir. Dolayısıyla sigara kıyas yoluyla da haram kılınamaz. O hâlde “eşyada aslolon ibahedir” prensibi uyarınca içilmesi serbesttir [24]. İslâm hukuku açısından durum bu kadar basit iken, 400 küsur “İslâm hukukçumuz”dan biri çıkıp, “Diyanet İşleri Başkanının söylediği şey doğru değil, İslâm hukukunda sigara haram değildir” diyememiştir.

17. Modern Hukukumuz Köksüz mü?

Türkiye’de İslâm hukukunu savunanların ileri sürdükleri çeşitli standart argümanlar vardır. Sıkça Türkiye’de uygulanan modern hukukun köksüz bir hukuk olduğunu, bu hukukun toplumda karşılığı olmadığını, “İsviçre kanunlarının Türkiye’de işlemediğini” ileri sürerler. Öncelikle belirtelim ki, belli bir kesimin sandığının aksine, Türkiye’de Batı hukuku Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye ithal edilmiş bir hukuk değildir. Türkiye’de Batı hukuku 1926 yılında iktibas edilmemiştir. 1926’ya gelindiğinde zaten, Mecelle dışında, temel kanunlarımızın hepsi Fransa’dan iktibas edilmiş kanunlardı. Başta 1924 Anayasasının ilga ettiği 1876 Anayasası, İslâmî bir anayasa değil, Avrupa anayasalarından örnek alınarak yazılmış bir batılı anayasaydı.

1926 yılında yeni Türk Ceza Kanununun kabulüyle yürürlükten kalkan kanun, bir İslâm ceza hukuku kanunu değil, 1858 tarihli Ceza Kanunname-i Hümayunu’ydu ki, bu Kanun, 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunundan iktibas edilmiş bir kanundu. Yine 1926 yılında yeni Ticaret Kanunu ile yürürlükten kaldırılan 1850 tarihli Kanunname-i Ticaret, 1807 tarihli Fransız Ticaret Kanunundan alınmaydı. 4 Nisan 1927 tarih ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanununun yürürlükten kaldırdığı 1879 tarihli Usûl-i Muhakeme-i Cezaiye Kanunu da, 18 Haziran 1927 tarih ve 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Usûlü Kanununun yürürlükten kaldırdığı 1881 tarihli Usûl-i Muhakeme-i Hukukiye Kanunu da Fransız Kanunundan alınmaydı [25].

Türkiye’de Batı hukuku iddia edildiği gibi köksüz bir hukuk değildir. Kökleri Tanzimat’a kadar gider. Türkiye’nin Batı hukuku konusunda 180 yıllık bir deneyimi vardır. Diğer yandan

  • Türkiye’de İslâm hukuku yeni bir hukuk değildir. Tarihimizde denenmiş bir hukuktur.
  • Bu hukukla başarı sağlanamadığı için bu hukuk terk edilmiştir.
  • Denenmiş ve başarısız olduğu sonucuna ulaşılan bir hukuka neden geri dönülsün?

18. İkili veya Çoklu Hukuk Sitemi Bir Çare mi?

Türkiye’de modern hukukun bütünüyle İslâm hukuku ile değiştirilmesi gerektiğini düşünenlerin olduğu gibi, “ikili hukuk” veya “çoklu hukuk” denen sistemlerin de uygulanmasını savunanlar veya en azından bunları tartışanlar vardır. Hukukta birlik, modern yaşamın bir gereğidir. Toplumlar kendi içinde bir nevi getto olan semt ve mahallelere bölünmeden, ikili veya çoklu hukuk sisteminin pratikte uygulanması imkansızdır. Tarihimizde çoklu hukuk sisteminin kısmen de olsa, belli alanlarda uygulandığı dönemler olmuştur. Bundan iyi bir sonuç alınamamıştır ki, bu sistem terk edilmiştir.

  • Modern yaşamın herkes için aynı olan, eşit bir şekilde uygulanabilen, hukuk kurallarına ihtiyacı vardır.

Modern hukukumuzun, kişilerin dinî inançları veya kültürleri doğrultusunda bir yaşam sürmelerini engelleyen bir yanı yoktur. Keza modern hukukumuz, herkes için geçerli olan ortak kurallara uyulduktan sonra, insanların dinî inançları gereği yapmayı arzu ettikleri işlem ve törenlerin yapılmasına, kamu düzeniyle çatışmadıkça izin verir. Örneğin medenî nikah yapıldıktan sonra isteyen herkes “dinî nikah” yaptırabilir (Aslında yukarıda da açıklandığı gibi İslâm hukukunda “dinî nikah” diye bir şey yoktur [26]). İsteyen anne-baba, yeni doğan çocuğuna dinî şekilde isim koyabilir; isteyen anne-baba da çocuğunu vaftiz ettirebilir. Hukukun aradığı tek şey, yeni doğan çocuğun ismiyle birlikte nüfusa kaydettirilmesidir.

Modern hukukumuz, kişilerin dinî inançlarını sınırlandırmaz. Anayasamız (m.24/1), dinî inanç hürriyetini sınırsız bir şekilde tanımıştır. İsteyen Müslüman, isteyen Hıristiyan, isteyen ateist olur. Bunların hepsi devletin güvencesi altındadır. Anayasamız (m.24/2) ibadet hürriyetini ise sınırlı bir şekilde tanımıştır. Çok genel olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de herkes kamu düzeniyle çatışmadığı ölçüde istediği her ibadeti yapabilir. Keza dindarların ihtiyaç duyabilecekleri diğer bütün hak ve hürriyetler, Anayasamız tarafından tanınmış ve güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla ne Müslümanların, ne de başka dinlerin mensuplarının modern hukuka karşı olmasını gerektirecek bir sebep yoktur.

Türkiye’de tek parti döneminde veya 28 Şubat sürecinde yaşadığımız talihsiz uygulamalar, modern hukukumuzun din ve ibadet hürriyetini tanımadığını göstermez. Bu talihsiz uygulamalar, İslâm hukukuna geçiş için bir sebep teşkil etmez. Bu talihsiz uygulamalar modern hukukumuzun kötü olduğunu, İslâm hukukunun ise iyi olduğunu göstermez. Tersine bunlar, kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar hiyerarşisi gibi mekanizmaların ne kadar önemli olduğunu, bunlar olmadıkça her hukukun temel hak ve hürriyetlere zarar verebileceğini gösterir.

19. Mevcut Hukukumuz Mükemmel mi?

Eminim bazı iyi niyetli okuyucular şu soruları soracaklardır: İyi güzel de mevcut hukukumuz mükemmel mi? Mevcut hukukumuz devlet iktidarını sınırlandırıyor mu? Hâlihazırda temel hak ve hürriyetlerimiz güvence altında mı? Benim bu makalem yürürlükteki hukukumuz üzerine değildir. Malum ben de yürürlükteki hukukumuzdan memnun birisi değilim ve bu hukukun hem mevzuattaki hâlini, hem de uygulamadaki hâlini şiddetle eleştiriyorum. Eleştirdiğim noktalar da devlet iktidarının kötüye kullanılmasına ve temel hak ve hürriyetlerin ihlâl edilmesine ilişkin hususlar. Bu hususlarda Türkiye’de her zaman problem olmuştur; bu problemler 2010’dan beri de geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde ağırlaşmıştır.

Türkiye’de 1839’da başlamış ve bugüne kadar, ağır aksak da olsa devam eden bir kuvvetler ayrılığı ve anayasacılık serüveni var. Bu serüvende belli bir yere geldik veya daha doğru bir ifadeyle gelmiştik. Tanzimat’tan bu yana Türkiye doğru yolda ilerlemektedir; bu yolda hataları ve yetersizlikleri olmuştur; ama gittiği yol doğru yoldur. Bu yoldan geri dönülmemelidir ve başka yola sapılmamalıdır. Bu yol İslâm hukuku yoluyla değiştirilirse, devlet iktidarının sınırlandırılmasında ve temel hak ve hürriyetlerin korunmasında bugün eleştirdiğimiz düzeyi dahi mumla arayacağımız günler gelecektir.

20. İslâm Hukuku, Modern Hukukumuzun Çözemediği Sorunları Çözebilir mi?

Modern hukukumuz toplumsal sorunları çözmekte yeterli mi? Modern hukukumuzun çözemediği toplumsal sorunları İslâm hukuku çözebilir mi? Modern hukukumuz sadece bireyleri devlet karşısında yeterli düzeyde koruyamadığı için eleştirilmiyor. Modern hukukumuz aynı zamanda bireyleri bireylere karşı koruyamadığı için de eleştiriliyor. Hukukumuz bireyler arasında adaleti sağlamakta da yetersiz kalıyor. Bu gerçek bir sorun. Ama bu sorunun İslâm hukuku tarafından çözülebileceği iddiası apayrı bir sorundur.

Hukukun çözümünde yetersiz kaldığı bu tür sorunların temelinde çok derin sosyal ve kültürel sebepler bulunur. Hukuk bu sorunların çözümünde bir unsurdur; ama bunları tek başına çözemez. Bu sorunların çözümünde modern hukuk tek başına nasıl yetersiz kalıyorsa, aynı şekilde İslâm hukuku da yetersiz kalır. Örneğin son yıllarda Türkiye’de “kadın cinayetleri” çok gündemde. Kocalar, çocuklarının gözü önünde eşlerini öldürüyorlar. Ve hukuk bu vahşetin önüne geçemiyor. Geçmişte de bir ara “töre cinayetleri” çok gündemdeydi. Babalar kızlarını, ağabeyler kız kardeşlerini öldürüyordu. Belki hâlâ da öldürüyorlar. Hukuk bu gibi sorunlarla mücadele etmekte yetersiz kalıyor. Bu tür sorunların çok derin sosyal ve kültürel sebepleri vardır. Bir kocanın karısına, bir babanın kızına kıydığı bir toplumda, hukuk nasıl etkili olsun?

Türkiye’de İslâm hukuku gelse, bu sorunu çözebilecek mi? Bırakınız İslâm hukukunu, dünyada başarısını kanıtlamış herhangi bir hukuk sistemi Türkiye’ye gelse, bu sorunun önüne geçebilecek mi? Türkiye’de Anglo-Sakson hukuku gelse, kadın cinayetlerine engel mi olacak? Türkiye’de İskandinav hukuku gelse bu sorunu tedavi mi edecek? Türkiye’de Alman hukuku uygulansa, bu sorun ortadan mı kalkacak? Benzer sorunlar, Almanya’da yaşayan Türkler arasında da yok mu?

Türkiye’de modern hukukun bu gibi sorunlar karşısındaki başarısızlığı, İslâm hukukunun Türkiye’ye ithalini meşrulaştıracak bir gerekçe olarak kullanılamaz. Türkiye’de modern hukukun başarısız olduğu bu gibi konularda İslâm hukuku da başarısız olur.

21. Hukukun Etkililiğine Dinin Katkısı Var mıdır? Türk Toplumu, Lâik Hukuka Göre İslâm Hukukuna Daha Kolay mı Uyar?

Türkiye’de ve Arap ülkelerinde din çok önemli. Din çok büyük bir prestijden yararlanıyor. İnsanların tek tek ne kadar dindar oldukları ayrı bir mesele; ama bu ülkeler din ile oturup din ile kalkıyorlar. Bütün meseleler dine gönderme yapılarak tartışılıyor. Türkiye’de lâik hukukun etkililik seviyesinin düşük olduğu, çünkü bu hukukun İslâm dini tarafından desteklenmediği, İslâm hukukunun ise din temelli olduğu için Müslümanlar tarafından kendiliğinden saygı duyulacağı ve kolayca uygulanacağı yolunda zaman zaman açık veya üstü örtülü düşünceler ileri sürülüyor.

Ben öyle düşünmüyorum. Şüphesiz Türkiye’de din çok önemli. İslâm dininin büyük bir saygınlığı var. Ancak bu saygınlığın hukukun uygulanmasına gelince anlamlı bir katkıda bulunacağını sanmam. Zira hukuka uymak bakımından önemli olan bireylerin Müslüman olmaları değil, ahlâklı ve dürüst olmalarıdır. Türk toplumunun %99’unun Müslüman olduğu söyleniyor. Ne var ki onların Müslüman olması onların suç işlemesini önlemiyor. % 99’u Müslüman olan Türkiye gerek suç işleme oranlarında, gerek dava sayısında gerekse hapishanelerdeki tutuklu ve mahkûm sayısı bakımından Avrupa Konseyi üye ülkeleri arasında en önde gelen ülkelerden biri.

22. Hukukun Dine mi, Ahlâka mı İhtiyacı Vardır?

Hukuka uymak bireysel bir şeydir. Bireyin ahlâkî vasıfları ve vicdanı, hukuka uymak bakımından dinî inançlarına göre çok daha önemlidir. Çünkü dinin müeyyidesi öbür dünyadadır. Öbür dünyada cehennem azabı çekme korkusu, şüphesiz pek çok kişiyi suç işlemekten alıkoyar. Ama ahlâkî ve vicdanî vasıfları düşük kişilerde, cehennem azabı çekme korkusu çok uzak bir korkudur. Çok kişi bu korkuyu, yaşı ilerlediğinde, ölmeye yaklaştığında hissetmeye başlar. Dinî inançların kişinin hukuka uymasını sağlayabilmesi için, kişinin dindar bir kişi olması ve cehennem azabı korkusunu aklından hiç çıkarmaması gerekir ki, bu sadece bir varsayımdır. Türk veya Arap toplumları böyle kişilerden mi oluşuyor? Sanmıyorum.

Kanımca hukukun uygulanması bakımından asıl sorun ateistler ile dindarlar arasında veya dindarların kendi arasında, yani Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki ayrım değildir. Hukukun uygulanması bakımından asıl ayrım, ahlâkî vasıfları yüksek toplumlar ile düşük toplumlar arasındaki ayrımdır. Ahlakî vasıfları yüksek toplumlarda, bunlar hangi dinden olurlarsa olsunlar veya ateist olsunlar, hukuka çok büyük ölçüde kendiliğinden uyulur ve bu toplumlarda hukuku uygulamak çok kolaydır.

Toplumların ahlâkının neye göre ölçüleceği ve hangi toplumların ahlâkî vasıflarının yüksek, hangilerinin düşük olarak kabul edileceği hâliyle tartışmaya açıktır. Ben bu konuda Montesquieu’nün yazdıklarının doğru olduğunu düşünüyorum. Montesquieu’ye göre kuzey ülkelerinin halkları, güney ülkelerin halklarına göre daha ahlâklıdır. Montesquieu’ye göre, güneye inildikçe ahlaksızlık artar. Montesquieu,

“kuzey iklimlerinde, kötülüğü az, erdemi yüksek ve samimî ve dürüst halkları bulacaksınız. Güneye yaklaşınız, bizzat ahlâktan uzaklaştığınızı hissedeceksiniz” [27]

diye yazar. Montesquieu’ye göre güneyde, meraksız, tembel, teşebbüs gücünden mahrum insanlar yaşar; ama bunların hayalleri ve tutkuları güçlüdür. Yine bu insanlar korkak, ama kurnazdırlar. Herkes diğerinin üzerinden avantaj elde etmeye çalışır. Neticede bu insanların tutkuları onları suça iter [28]. Kuzey ülkelerinde hukuk öylesine kolay uygulanır ki, buralarda yazılı hukuk kurallarına ihtiyaç dahi duyulmaz. Oysa güneyde durum tam tersinedir. O nedenle güneyin yazılı ve sert kanunlara ihtiyacı vardır.

Kuzey ile güney arasındaki tarihsel sınır Fransa’nın ortalarından bir yerden geçer. Yazılı hukuk ile yazısız hukuk arasındaki sınır da aynı yerden geçer. Bu sınırın kuzeyinde hukuku uygulamak çok kolaydır. Asıl iş bu sınırın güneyinde hukuku uygulamaktır. Maalesef Türkiye’de bu sınırın epey güneyinde kalır ve Türkiye’de de hukuku uygulamak çok zordur. Türkiye’de çok güçlü bir din söylemine rağmen, ahlâkî vasıfların pek de yüksek olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle de Türkiye’de hukuka kendiliğinden uyma oranı düşüktür. Keza aynı sebepten dolayı hukukun etkili bir şekilde uygulanması da fevkâlâde zordur. Bu zorluk lâik hukuk için geçerli olduğu gibi İslâm hukuku için de geçerlidir. Ne demek istediğimi anlatmak için birkaç can alıcı örnek vermek isterim:

Örnek 1: Almanya’da Gazete Kutuları vs. Türkiye’de Camide Çelik Yardım Kasaları. – Geçmişte Almanya’da en çok şaşırdığım şey şu olmuştur: Bavyera bölgesinde bir şehirde sokakta bir kutu içinde gazeteler duruyordu. Kutunun bir kumbarası vardı ve üzerinde gazete fiyatı yazılıydı. İnsanlar kumbaraya parayı atıp, kutudan bir gazete alıyorlardı. Kutunun kapağını koruyan bir otomat sistemi de yoktu. İsteyen kişi, para atmadan, kutunun kapağını kaldırıp kutudan bir gazete alabilirdi. Hatta gazetelerin hepsini veya kumbarasıyla birlikte kutuyu da alıp götürebilirdi. Ama kimse bunu yapmıyordu ve bu sistem yıllardır işliyordu. Aynı sistemin hâlâ o şehirde işleyip işlemediğini ve bu sistemin Almanya’nın başka şehirlerde olup olmadığını bilmiyorum.

Türkiye’de böyle bir sistem, hiç olmazsa bir gün için bile işleyebilir mi?

Malum Türkiye’de pek çok camide yardım toplamak için kutular var. Bu kutular çalındığı için bunları zincirliyorlar. Zincir de yetmiyor, bunların yerine çelik kasa koyuyorlar. Maalesef camilerden bu çelik kasaların da çalındığı yolunda pek çok haber çıkıyor [29].

  • Cami için toplanılan yardım paralarını camiden çalanların bulunduğu bir ülkede İslâm hukuku ne yapsın?

Örnek 2: Pippa Bacca Anadolu’da Kaç Km İlerleyebildi?
2008 yılında 34 yaşında Pippa Bacca isimli İtalyan kadın “Barış Gelini” projesi kapsamında, bir beyaz gelinlik giyerek Milano’dan Tel-Aviv’e otostopla gitmek için yola çıktı. Amacı dünyanın bir gelin için bile güvenli olduğunu ispatlamak ve geçtiği ülkelere barış ve güven mesajı vermekti. Milano’dan başlayan yolculukta, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek Türkiye’ye ulaşmıştı. 31 Mart günü Kocaeli’nin Gebze ilçesine gelen Pippa Bacca, Gebze yakınlarında tecavüze uğradı ve vahşice öldürüldü [30]. Hukuku İtalya’da, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’da ve belki bir ölçüde Türkiye’nin Trakya’sında uygulamak kolaydır. Ama Anadolu’ya geçince iş değişir. Pippa Bacca, Anadolu’da ancak 50 km ilerleyebildi ve hepimiz büyük bir utanca boğulduk! Şüphesiz bir kişinin suçu bir topluma mâl edilemez. Ama bunun böyle olması, Türkiye’de hukukun tek başına otostopla yolculuk yapan bir kadına ırz ve can güvenliği sağlayamadığı vakıasını değiştirmiyor [31]

Örnek 3: Türkiye’de “Take Home Exam” Mümkün mü? ABD’de ortalama bir üniversite öğrencisinin dürüstlüğüne güvenilir. “Eve götürülüp cevaplanan sınavlar (take home exams)”ın genel olarak kötüye kullanılmadığı söylenir (Bu sınavlar evde cevaplansa da, bunlarda da başkalarından yardım almak yasaktır). Türkiye’de böyle bir şey yapılabilir mi? Türkiye’de bırakınız, sınav kağıdını eve vermeyi, sınav salonundan hoca bir dakikalığına çıksa öğrenciler birbirinden kopya çeker. Neyse o kadar ümitsizliğe kapılmayalım. Türk öğrencisi kopya çeker; ama en azından hocaya rüşvet vermeye kalkmaz. En azından ben Türkiye’de bir öğrencinin hocaya rüşvet verdiğini duymadım. Ancak kardeşlerimizin yaşadığı Türkî Cumhuriyetlerindeki üniversitelerde rüşvetin çok yaygın olduğu, rüşvet karşılığında notların satıldığını hepimiz duyuyoruz!

Örnek 4: Türkiye’de Meslekî Sebeplerle İntihar Eden Mühendis Var mı? 2015 yılında dört yıl kadar önce İzmit Körfezinde Osmangazi Köprüsünün inşaatı sırasında halatın kopmasından kendini sorumlu tutup intihar eden Japon mühendis olayını sanıyorum hepimiz hatırlıyoruz. Bu mühendis yerine bir Türk mühendis olsa intihar eder miydi? (Bu arada belirtelim ki daha sonra halatın kopmasına yol açan kusurlu malzemenin bir Türk firması tarafından üretildiği yolunda haberler çıktı [32]). Türkiye’de yıkılan ve onlarca kişinin öldüğü binalar var. Bunların sorumluluğunu üstlenen birileri çıktı mı? Türkiye’de insanların sorumluluk duygusu fevkalade zayıftır. Türk insanın önemli bir kısmı, yanlış yaptığında bunu kabul etmez ve bunun bedelini ödemeye yanaşmaz. Kendisine karşı dava açıldığında da sorumluluktan kaçmak için elinden gelen her şeyi yapar. Böyle bir toplumda hukuk nasıl başarılı olsun? Modern hukukun yetersiz kaldığı bu konuda İslâm hukuku nasıl olup da başarı sağlayacak?

  • Hukukun dinden çok ahlâka ihtiyacı vardır.
  • Türkiye’deki hukuk sorunu, Türkiye’de dinin olmamasından veya Türk hukukunun dine uygun olmamasından değil, Türkiye’de ahlâk düzeyinin arzu edilen seviyede olmamasından kaynaklanmaktadır.

23. Sonuç

Yukarıda açıklandığı gibi, İslâm hukuku, değerler ve ideler üzerine kurulu bir hukuktur.

  • İslâm hukukunda devlet iktidarını sınırlandıracak ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruyacak kuvvetler ayrılığı, anayasacılık, normlar hiyerarşisi gibi “mekanizmalar” yoktur.
  • İslâm hukuku bir “görünüşte hukuk”tur. Türkiye’de uygulanmaya kalkılırsa bir “tuzak hukuk” hâline dönüşecektir.

Diğer yandan, İslâm hukukunun Türkiye’ye özgü yetersizlikleri de vardır. Örneğin Türkiye’de kendisine “İslâm hukukçusu” diyen 400 küsur öğretim elemanı gerçekte İslâm hukukçusu değildir. Ayrıca “Türk usûlü” İslâm hukuku, saf hukukî özünden de koparılmış, dinselleştirilmiş bir hukuktur.

Türkiye’de modern hukukumuzu, İslâm hukuku ile değiştirmek isteyen birileri var ise onlara şunu söylemek isterim:

  • 400 tane mühendis, usta ve işçi bulmuş olsanız da Türkiye’de bir “İslâm hukuku binası” kurmaya kalkmanız büyük bir felaket olacaktır.

Üç nedenden dolayı  :

Bir kere, bulduğunuz 400 mühendis, usta ve işçi bina inşa etmeyi bilmiyorlar; hayatlarında da bir bina inşa etmiş değiller. Bunların zaten mühendislik ve ustalık diplomaları da yok.

İkinci olarak, binanızın projesi de yanlış. Binanızın odaları, oturanlara hareket imkânı vermeyecek kadar dar. Pencerelerinin mekanizmaları çalışmıyor; her rüzgarda açılacak. Binanızın çatısındaki kiremitler de kırık. Her yağmurda içeri su akacak. Dahası, binanızın giriş kapısının kilidi de yok. Leviathan denen canavar istediği her zaman binanın içine girip, ev halkından istediğini yiyecek.

Üçüncü olarak binayı zemin olarak yanlış yere kuruyorsunuz. Bu topraklarda kurmayı düşündüğünüz bina geçmişte kurulmuştu, ama yıkıldı. Bu bina geçmişte de sağlam değildi. Kalıntılarını hafriyatta görmeniz, böyle bir binanın bir zamanlar sağlam bir bina olduğunu göstermez.
* * *
Türkiye’nin bir hukuk sistemi sorunu yoktur. Türkiye tercihini bundan 180 sene önce yapmıştır. Hâlâ o tercih doğrultusunda yaşıyoruz ve ilerliyoruz. Türk hukuku sorunsuz bir hukuk değildir. Gerek kamu hukukumuzda, gerekse özel hukukumuzda fevkalade ağır sorunlar vardır. Ancak bu sorunlar, ülkemizdeki hukuk sistemimizden değil, çok büyük ölçüde, çeşitli sosyal ve kültürel sebeplerden kaynaklanmaktadır. Hukuk sistemi değiştirilerek bu sorunlar çözülemez. Özellikle İslâm hukuku bu sorunları çözemez; tersine ağırlaştırır.

Türkiye’nin bildiği hukuk, Batı hukukudur. Olanı değiştirmek zordur. Beka iptidadan esheldir. Türkiye hükûmet sistemini değiştirerek çok ciddi bir bedel ödedi ve ödemeye devam ediyor.

  • Türkiye’de hukuk sistemini değiştirmeye asla teşebbüs edilmemelidir. Bu Türkiye’yi bitirmenin mükemmel bir yolu olacaktır.

============================
17 Aralık 2019
İZLEYEN MAKALE, BU MAKALENİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR:
Kemal Gözler, “İslâm Hukukunun Değeri-2: Lâik Hukukun Kemirilmesi, İslâm Hukukunun Eleştirisi ve Savunulması”, www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku-2.htm (Yayın Tarihi: 8 Ocak 2020).

DİPNOTLAR
(Geri dönmek için dipnot numarasının üzerine tıklayınız).

[1] Sayıların kaynakları için bkz.: Kemal Gözler, “İlâhiyat Nereye Gidiyor? Hukukun Sefaleti ve İlahiyatın Zenginliği Üzerine Gözlemler (Bırakın Sayılar Konuşsun!)”, www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm (Yayın Tarihi: 3 Kasım 2019).
[2] Sayı https://istatistik.yok.gov.tr  > Öğretim Elemanı İstatistikleri > Öğretim Elemanı Sayıları > Anabilim Dalı İsmine Göre Öğretim Elemanı Sayıları > Anabilim Dalı Seçiniz > “İslâm Hukuku” + “Fıkıh” filtreleri kullanılarak elde edilen rapordan alınmıştır. Rapor 10.11.2019 tarihinde tarafımızdan oluşturulmuştur. Liste için bkz.: anayasa.gen.tr/docentlik-ek-2.pdf.
[3] Bu konuda bkz.: Gözler, “İlâhiyat Nereye Gidiyor?”, op.cit., www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm. Roma hukuku öğretim elemanı sayısı için bkz.: anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat-ek-24.pdf.
[4] “Fıkıh” kavramının kapsam bakımından “İslâm hukuku” kavramına göre daha geniş olduğu, İslâm hukukunun sadece insanlar arasındaki ilişkileri, fıkhın ise, buna ilave olarak insan ile Allah arasındaki ilişkileri de incelediği söylenebilir (Bu konuda bkz.: Talip Türcan, “Fıkıh, Hukuk ve İslâm Hukuku”, in Talip Türcan (ed.), İslâm Hukuku, Ankara, Grafiker, 7. Baskı, 2018, s.38).
[5] “İslâm hukuku” terimi Avrupa’da 1850’lerde kullanılmaya başlanmıştır. Bizde de 1900’lerin başlarından beri kullanılıyor. Bu konuda bkz.: Kemal Gözler, “’İslâm Hukuku’ Terimi Kaç Yaşında? ‘Fıkıh’ Yerine Ne Zamandan Beri ‘İslâm Hukuku’ Terimi Kullanılıyor?”, www.anayasa.gen.tr/…kac-yasinda.htm, 3 Ağustos 2019.
[6] Bu konuyu inceleyen anabilim dalları, ilâhiyat veya İslamî bilimler fakültelerimizin 75’inde “İslâm hukuku” ismini taşırken sadece 17’sinde “fıkıh” ismini taşımaktadır. Hukuk fakültelerinin sadece 6’sında bu konuda anabilim dalı vardır. Onların hepsi de “İslâm hukuku” ismini taşıyor. “İslâm Hukuku” anabilim dalı sayısını şu şekilde elde ettim: https://istatistik.yok.gov.tr > Öğretim Elemanı İstatistikleri > Anabilim Dalı İsmine Göre Öğretim Elemanı Sayıları Raporu > Seç > “İslâm Hukuku” > Raporu getir. Raporlama 10.12.2019 tarihinde yapılmıştır. “Fıkıh” anabilim dalı sayısını şu şekilde elde ettim: https://istatistik.yok.gov.tr > Öğretim Elemanı İstatistikleri > Anabilim Dalı İsmine Göre Öğretim Elemanı Sayıları Raporu > Seç > “Fıkıh” > Raporu getir. Raporlama 10.12.2019 tarihinde yapılmıştır.
[7] Burada belki kestirmeden “İslâm ülkeleri” demek dilde pratiklik bakımından daha doğru olurdu. Ancak bu durumda, “İslâm ülkesi nedir”, “İslâm ülkesi, İslâm dininin benimsendiği ülke mi demektir”, “yoksa İslâm hukukunun uygulandığı ülke mi demektir”, “Suudi Arabistan İslâm ülkesi midir” gibi sorularla karşılaşacaktım. Bu nedenle bu makalede “İslâm ülkeleri” terimi yerine yer yer “nüfusunun tamamı veya çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkeler” gibi yuvarlak ibareler kullanmayı tercih ettim.
[8] Burada belki dilde pratiklik bakımından doğrudan doğruya “İslâm hukukunun uygulandığı ülkelerdemek daha doğru olurdu. Ancak bu terimi kullanmak istemedim. Çünkü böyle dersem, derhal, bana “dünyada İslâm hukukunun uygulandığı bir ülke yoktur; zaten uygulanmış olaydı, vahşet olmazdı” gibi cevaplar verilecektir. İslâm hukuku, hep bir “olması gereken hukuk”, bir “ideal hukuk” olarak algılanıyor ve böylece İslâm hukuku bütün eleştirilerden muaf hâle getiriliyor. Neticede İslâm hukuku üzerinde rasyonel bir tartışma yapma imkânı da kalmıyor.

İslâm hukukunun yüzde yüz uygulandığı bir ülkenin olup olmadığını bilemem; ama İslâm hukuku bu yeryüzünde hiç uygulanmayan bir hukuk değil. Bu yeryüzünde olup bitenlerin bir kısmından da bu hukuk sorumludur. İslâm hukukçularında bir nevi sorumluluktan kaçma olgusu görülmektedir. “Şu İslâm ülkesinde şöyle bir sorun var” dediğiniz de size “iyi güzel de o ülke İslâm hukuku ülkesi değil ki” diye cevap veriyorlar. Onlara göre Suudi Arabistan da, İran da bir İslâm ülkesi değil. İslâm hukukçularına “İslâm hukukunda şöyle bir sorun var” dediğinizde, size “iyi güzel de, İslâm hukuku gerçekten uygulansaydı öyle bir sorun olmayacaktı” cevabını veriyorlar. Kanımca bu tavır, entelektüel sorumluluktan kaçma tavrıdır. Kavramların veya uygulama sorunlarının arkasına sığınmadan sorunları cesurca görmek ve tartışmak gerekir. Aksi hâlde her şey tartışılmaz hale gelmektedir.

[9] Montesquieu, De l’esprit des lois, 1748, Deuxième Partie, Livre XI, Chapitre VI (Oeuvres de Montesquieu, Paris, A. Belin, 1817, s.129-139 (books.google.com.tr/…). Teorinin açıklaması için bkz.: Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa, Ekin, 11. Baskı, 2019, s.219-221.
[10] Emmanuel Sieyès’in teorisi hakkında bkz.: Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esaslarıop.cit., s.103.
[11] Anayasacılık düşüncesi konusunda bkz.: Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esaslarıop.cit., s.69-71.
[12] H.W.O. Okoth-Ogendo, “Constitutions without Constitutionalism: Reflections on an African Political Paradox”, in Douglas Greenberg et al., Constitutionalism and Democracy: Transitions in Contemporary World, 1993, s.65. Bu parça Vicki C. Jackson ve Mark Tushnet, Comparative Constitutional Law, New York, Foundation Press, 1999, s.222-233’te bulunmaktadır. Bu konuda bkz.: Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esaslarıop. cit., s.72.
[13] Kemal Gözler, Hukuka Giriş, Bursa, Ekin, 16. Baskı, 2019, s.208-214; Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş, Ankara, US-A Yayıncılık, 1998, s.101-119.
[14] Söz adaletten açılmış iken şunu da ilave etmek isterim: Gerek Türkiye’de, gerekse İslâm ülkelerinde gerek adalet, gerekse diğer hukuk ide ve değerleri, rasyonel bir tarzda açıklanmaz. Bunlar masallar, kerametler, menkıbeler, efsaneler ve hurafelerle içe içe bulunur. Hâliyle bunların İslâm hukuku ile bir ilgisi yoktur.

İslâm ülkelerinde adalet için oğlunu astıran İran Şahı Nuşirevan’ın hikayesi anlatılır. Bir devlet başkanını adalet için kendi oğlunu astırması nasıl bir adalettir?  Yine Türkiye’de Fatih Sultan Mehmet ile bir Rum mimar arasında Kadı Hızır Çelebi’nin önünde görülen dava her gün, her yerde, gazetelerde, radyoda, internette karşımıza çıkar. Fatih Sultan Mehmet, sipariş ettiği sütunları üç arşın kısa yapan Rum mimara kızıp, onun ellerini kestirir. Rum mimarın, Fatih Sultan Mehmet’e karşı açtığı davada Kadı Hızır Çelebi, duruşmada Fatih Sultan Mehmet’in oturmasına izin vermez, diğer taraf gibi ayakta durmasını emreder; ona iltimas geçmez; davayı da onun aleyhine hükme bağlar. Fatih, kadının hükmüne razı olur ve böylece adalet tecelli etmiş olur. Dava bittikten sonra Fatih, Kadı Hızır Çelebi’ye “bana iltimas geçseydin, şu kılıçla başını koparırdım” der; Kadı Hızır Çelebi de Fatih’e minderin altındaki demir topuzu göstererek “siz de Padişahlığınıza güvenerek hükmüme razı olmasaydınız bu topuzla kafanızı ezerdim” der.

Adaletle karar vermeyen hâkimin başının kılıçla koparılması nasıl bir adalettir? Hâkimin hükmünü tanımayan devlet başkanının kafasının topuzla ezilmesi nasıl bir adalettir? Dahası söz konusu olayda Fatih’in sipariş ettiği mermer sütunları kısa yaptığı için mimarın ellerini kestirdiği kabul edilir. Yani hukukî terimlerle söylersek “istisna akdi (eser sözleşmesi)” nin müeyyidesi olarak el kesme cezası uygulanmıştır! Bu hangi hukuka sığar? Böyle bir şey adalet midir? Nedense bu hikaye de bu husus hiç eleştirilmez!

Bu hikayelerin ne derece doğru olduğu bilinmez; ama vakıa, ülkemiz dahil, İslâm ülkelerinde bunlara inanılıyor. Bu vesileyle belirtelim ki, ülkemizde ve İslâm ülkelerinde çok yaygın bir mistisizm ve irrasyonalizm vardır. Bu mistisizm ve irrasyonalizm, gerçeklikte, hukukun uygulanması ve adaletin tecellisi önünde büyük bir engeldir. Aklın işlemediği yerde adalet de işlemez.

[15] Karl Loewenstein, Political Power and the Governmental Process, Chicago, University of Chicago Press, 1957, s.147, 149. Bu konuda bkz. Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esaslarıop. cit., s.73.
[16] Giovanni Sartori, “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, American Political Science Review, 1962, Cilt 56, s.853-862, 861. Bu konuda bkz. Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, op. cit., s.73.
[17] Bu konuda bkz.: Kemal Gözler, “İlâhiyat Nereye Gidiyor? Hukukun Sefaleti ve İlahiyatın Zenginliği Üzerine Gözlemler (Bırakın Sayılar Konuşsun!)”, www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm (Yayın Tarihi: 3 Kasım 2019). Roma hukuku öğretim elemanı listesi için bkz.: anayasa.gen.tr/…-ek-24.pdf.
[18] Sayı https://istatistik.yok.gov.tr > Öğretim Elemanı İstatistikleri > Öğretim Elemanı Sayıları > Anabilim Dalı İsmine Göre Öğretim Elemanı Sayıları > Anabilim Dalı Seçiniz > “İslâm Hukuku” + “Fıkıh” filtreleri kullanılarak elde edilen rapordan alınmıştır. Rapor 10.11.2019 tarihinde tarafımızdan oluşturulmuştur. Liste için bkz.: anayasa.gen.tr/docentlik-ek-2.pdf.
[19] diyanet.gov.tr/…10343 (Erişim Tarihi: 13.12.2019).
[20] Tribündeki seyirci ve sahadaki hakem metaforunu H. Yunus Apaydın’ın “oyunda olmayan oyuncu” metaforundan esinlenerek geliştirdim. Yunus Apaydın şöyle yazar: “[M]odern dönemde fıkıh merkezi önemini kaybetti, tabiri caizse oyun alanının dışına itildi veya oyun alanının dışında kaldı. Oyunda olmayan oyuncunun topu kaleye göndermesinin bir değeri olmadığı gibi, hukuk ortamını kaybeden fıkhın ve oyunun dışında kalan fukahanın da skor yapması mümkün olmayacaktı” (H. Yunus Apaydın, “Fıkhın Güncellenmesi Meselesi”, Fikriyat, 15 Nisan 2019 (www.fikriyat.com/…-meselesi, Erişim Tarihi: 12.12.2019).
[21] “Fıkhın dinselleştirilmesi” konusunda bkz.: H. Yunus Apaydın, “Fıkhın Güncellenmesi Meselesi”, Fikriyat, 15 Nisan 2019 (www.fikriyat.com/…-meselesi. Erişim Tarihi: 12.12.2019).
[22] Bu konuda bkz.: Apaydın, op. cit..
[23] Bu konuda bkz. Sabri Şakir Ansay, İslâm Hukuku, Ankara, Turhan, 4. Baskı, 2002, s.215-217.
[24] Kemal Gözler, “Sigara Haram mı?”, www.anayasa.gen.tr/sigara-haram-mi.htm.
[25] Bu konuda bkz. Kemal Gözler, Hukuka Giriş, Bursa, Ekin, 16. Baskı, 2019, s.262-264, 266-268.
[26] Yukarıda da açıklandığı gibi İslâm hukukunda nikah akdi kadın ve erkeğin evlenme yolunda iradelerini karşılıklı olarak beyan ettikleri an inikat eder. Bu beyanın sıhhat şartı olarak iki şahit huzurunda yapılması gerekir. Beyanın bir imamın huzurunda yapılması vs. şart değildir. Bu konuda bkz. Sabri Şakir Ansay, İslâm Hukuku, Ankara, Turhan, 4. Baskı, 2002, s.215-217. Dolayısıyla, resmî nikah akdi de nikah akdinin unsurları bakımından İslâm hukukuna göre geçerli bir nikah akdidir. Çünkü resmî nikah anında taraflar evlenme iradelerini iki şahit ve resmi memur huzurunda beyan ederler. Dolayısıyla, evlenme engelleri dışında, Türkiye’de kıyılan her resmî nikah, aynı zamanda İslâm hukuku bakımından da geçerli bir nikahtır.
[27] “Vous trouverez dans les climats du nord des peuples qui ont peu de vices, assez de vertus, beaucoup de sincérité et de franchise. Approchez des pays du midi vous croirez vous éloigner de la morale même; des passions plus vives multiplient les crimes, chacun cherche à prendre sur les autres tous les avantages qui peuvent favoriser ces mêmes passions” (Montesquieu, De l’esprit des lois, Livre 14, Chapitre 2 (Paris, Garnier, 1871, s.209; books.google.com.tr/…).
[28] Montesquieu, De l’esprit des lois, Livre 14, Chapitre 2 (Paris, Garnier, 1871, s.209; books.google.com.tr/…).
[29] www.cnnturk.com/…978850 (Erişim Tarihi: 13.12.2019).
[30] www.hafizakaydi.org/…/pippa-bacca (Erişim Tarihi: 13.12.2019).
[31] Şüphesiz her ülkede her zaman en ağır suçların işlendiği olur. Batıda yollarda vahşice öldürülmüş otostopla seyahat eden kadın veya kadınlar pek muhtemelen olmuştur. Ancak Türkiye’de durum bu değildir. Birçok Avrupa ülkesini gördüm. Bulgaristan yolları dahi yalnız yolculuk yapan kadınlar için güvenlidir. Bulgaristan’da şehirlerarası yollarda, hatta köy yollarında tek başına bisikletle yolculuk yapan genç kızlar ve kadınlar gördüm. Türkiye’de gören var mı? Sizce Türkiye’ye Edirne’den girip tek başına otostopla yolculuk yapan genç bir kadının Şırnak’a sağ salim ulaşma ihtimali yüzde kaçtır?

Bazı olaylar, bir topluma mâl edilemese de, dibin dibidir ve o ülkedeki hukuk medeniyetinin seviyesini gösterir. Geçen yıl Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul Suudi Arabistan Konsolosluğunda vahşice öldürüldüğünü hepimiz hatırlıyoruz. Konsolosluk’tan randevu alan Kaşıkçı’yı öldürmek için Suudi Arabistan’dan içlerinde adlî tıp uzmanı da bulunan, kamu görevlilerinden oluşan 15 kişilik bir özel cinayet timinin İstanbul’a geldiği geldiği ortaya çıktı. Kaşıkçı’nın Konsoloslukta vahşice öldürüldüğü anlaşılıyor. Cesedi hâlâ bulunabilmiş değil. Cesedinin parçalara ayrılarak yok edildiği veya asitle eritildiği yolunda pek çok haber çıktı. Kaşıkçı olayı kanımızı dondurdu. Şimdi Suudi Arabistanlılar bize “bunu abartmaya gerek yok, dünyanın her ülkesinde cinayet işlenir” dese buna hak mı vereceğiz? Bu olayı sıradan bir adlî vaka olarak mı göreceğiz?

[32] https://t24.com.tr/…291470 (Erişim Tarihi: 13.12.2019).

(c) Kemal Gözler, 2019.

İKTİBAS KONUSUNDA UYARI:

Makalemin tam metin olarak başka internet sitelerinde, gazete veya dergilerde yayınlanmasına rızam yoktur. Makalemden ancak miktar olarak yarısını aşmamak, ismimin zikredilmesi ve www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm adresine link verilmesi şartıyla alıntı yapılabilir.

BU YAZIYA AŞAĞIDAKİ ŞEKİLDE ATIF YAPILMASI ÖNERİLİR:
Kemal Gözler, “İslâm Hukukunun Değeri: İslâm Hukuku, Batı Hukukuna Alternatif Olabilir mi?”, www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm, (Yayın Tarihi: 16 Aralık 2019).
İZLEYEN MAKALE, BU MAKALENİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR:
Kemal Gözler, “İslâm Hukukunun Değeri-2: Lâik Hukukun Kemirilmesi, İslâm Hukukunun Eleştirisi ve Savunulması”, www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku-2.htm (Yayın Tarihi: 8 Ocak 2020).
BU MAKALE İLGİNİZİ ÇEKTİYSE İZLEYEN MAKALELERİM DE İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:
1. Kemal Gözler, “Sigara Haram mı?”, www.anayasa.gen.tr/sigara-haram-mi.htm, 20 Şubat 2019.
2. Kemal Gözler, “Hukuk-Fıkıh İlişkisi: İslam Hukukçusu Kimdir?”, www.anayasa.gen.tr/hukuk-fikih.htm, 19 Mart 2019.
3. Kemal Gözler, “İlâhiyat Nereye Gidiyor? Hukukun Sefaleti ve İlahiyatın Zenginliği Üzerine Gözlemler (Bırakın Sayılar Konuşsun!)”, www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm (Yayın Tarihi: 3 Kasım 2019).
4. Kemal Gözler, “İlâhiyat Nereye Gidiyor? (2) İlahiyatta Yüksek Lisans ve Doktora Sayıları Hakkında Gözlemler”, www.anayasa.gen.tr/ilahiyat-yl-doktora.htm (Yayın Tarihi: 7 Kasım 2019).
5. Kemal Gözler, “İlahiyatçı Hukuk Doçentleri Geliyor (mu?) Hukuk Temel Alanında Doçentliğe Başvuru Koşulları Neden Değişti?”, www.anayasa.gen.tr/docentlik.htm (Yayın Tarihi: 3 Aralık 2019).

BU MAKALE İLGİNİZİ ÇEKTİYSE İZLEYEN KİTABIM DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:
Kemal Gözler, Fıkıh-Hukuk İlişkisi Üzerine, Bursa, Ekin, 1. Baskı, 2019, XVI+152 s.

Prof. Öztrak: Ekonomimiz ağır hasta

Prof. Öztrak: Ekonomimiz ağır hasta

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak,
– “İşsiz sayısı son 7 aydır her ay 900 binin üzerinde artıyor. İşsizlik milletin canını gerçekten çok yakıyor.” dedi.
[Haber görseli]
Öztrak, parti genel merkezinde düzenlediği basın toplantısına, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli sanatçılardan Tarık Akan‘ı ölümünün 3. yılında anarak başladı. Bu sabah haziran ayı işsizlik rakamlarının açıklandığını anımsatan Öztrak, sözlerini şöyle sürdürdü :
“Ekonomi sağlıklı mı, yurttaşlarımız mutlu mu, milletimizin karnı tok, sırtı pek mi bunu en iyi işsizlik rakamlarından anlarız. Eğer bir ülkede milletin işi varsa, gençler üniversiteden mezun olduğunda hemen iş bulabiliyorlarsa o ülkede işler yolundadır, ekonomide çarklar dönüyordur ama bugün açıklanan işsizlik rakamları bir kez daha şunu gösterdi; ekonomimiz ağır hastadır. İşsizlik haziranda % 13’e yükselmiş. Geçen yıldan bu yana artış 3 puan olmuş.
– İşsiz sayısı 938 bin kişi artmış, 4 milyon 253 bine çıkmış.
– Gerçek işsiz sayımız ise son bir yılda 1 milyon 120 bin kişi artarak 7 milyon 724 bine ulaşmış.”
Son bir yılda çalışma çağındaki nüfusun 800 bin kişi artmasına karşın bunlardan salt  137 bininin iş gücüne katıldığına dikkati çeken Öztrak, bugüne dek böyle düşük düzeyde iş gücüne katılım olmadığını söyledi.
Öztrak, TÜİK‘in açıkladığı rakamları eleştirerek, “Anlaşılan TÜİK’in başında oturan damadın arkadaşı yine kalemi eline almış kimi düzeltmeler yapmış. Verilerle oynayarak gerçekleri gizleyemezsiniz. Artık mızrak çuvala sığmıyor.
İnsanlar işsizlikten inim inim inliyor. İşsizlik milletin canını gerçekten çok yakıyor.” ifadesini kullandı.
“GENÇ İŞSİZLİK ARTIYOR”
Bütün düzeltmelere karşın genç işsizliğinin son bir yılda 5,4 puan arttığının altını çizen Öztrak, iş arayan her 4 gençten birinin iş bulamadığına değindi.

Son bir yılda işini yitiren vatandaşların sayısının 802 bin kişi olduğuna dikkat çeken Öztrak, “Çalışanların sayısındaki azalma 8 aydır sürüyor. Bu denli yapışkan bir işsizliği ekonominin %4,7 daraldığı 2009 krizinde bile görmedik.” diye konuştu.

Öztrak, 802 bin kişi işini kaybetmesine karşın, İşsizlik Sigortasından yararlananların sayısının 657 binde kaldığını belirterek, İşsizlik Fonu‘nun başka amaçlar için kullanıldığını ileri sürdü.

“Hatırlayın, bu ülkede bir yazar kasa atıldı diye iktidar düşmüştü ama bugün insanlar Ankara’nın göbeğinde kendini yakıyor.” ifadesini kullanan Faik Öztrak, “borçlarını ödeyemediği gerekçesiyle kendini yakan” emekli Recep Peker’in fotoğrafını gösterdi.

“Bu vatandaşımızın gözlerindeki çaresizliğe sarayın bakmasını istiyorum. Aslında bu fotoğraf 17 yıl sonunda bu iktidarın bu ülkeyi nereye getirdiğini açık seçik gösteriyor.” değerlendirmesini yapan Öztrak, borcun milletin kemiğine dayandığını söyledi.

“ÜLKE YÖNETİLMİYOR”

Protestoya düşen senet tutarının, karşılıksız çeklerin, bankaların tahsil edemediği borçların arttığını, milletin yuvasının yıkıldığını anlatan Öztrak, şöyle konuştu:

“Milletin sesini ne saray sosyetesi ne de havuz medyası işitiyor. Onların işi tıkırında. Kanatlı, kanatsız, tekerlekli, tekerleksiz, yüzen, yüzmeyen her cins sarayları var, oralarda oturup milleti unuttular. Daha yeni Almanya’dan her biri 20 milyon liralık 4 tane lüks araç almışlar. Niye almışlar? ‘Millet bu kadar sıkıntı içinde niye tasarruf yapmıyorsunuz?’ dediğinizde yanıt hazır, ‘Sarayın itibarından tasarruf olmaz.’ Biz, boşuna söylemiyoruz, ülke yönetilmiyor, ülke savruluyor. Bunlar israfın, debdebenin, şatafatın doruklarında gezerken milletten iyice koptular.”

Faik Öztrak, esnafın, çiftçinin perişan olduğunu, ayçiçeği üreticisinin malını nereye satacağını bilemediğini belirterek, elektrikten doğalgaza, sigaradan çaya zam yağmuru altında milletin sırılsıklam olduğunu dile getirdi.

İktidarın, “yandaş borçlarını” yapılandırmaya öncelik verdiğini, çiftçinin, esnafın, memurun, işçinin, sanayicinin derdine çare aramadığın söyleyen Öztrak, “Damat bir yandan gidiyor yabancı haber ajanslarına ‘Türkiye’nin güçlü mali tabloları güven veriyor‘ diye dil döküyor, öbür yandan kendine bağlı Borçlanma Genel Müdürlüğü kuruyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demezler mi adama? Mali dengeler bu denli güçlüyse, Borçlanma Genel Müdürlüğü’ne neden ihtiyaç duydunuz?” dedi.

“HER GÜN 77 MİLYON DOLAR FAİZ ÖDENDİ”

AKP iktidarlarında, Türkiye’nin dış borcunun 3,5 kat artarak 453 milyar dolara yükseldiğini, iç borcunun ise 700 milyar lirayı aştığını savunan Öztrak, “Milletin kesesinden tek kuruş çıkmayacak deyip yaptıkları kamu özel iş birliği projeleri bugün tam bir kara delik olmuş. Milletin yatmadığı hastane, geçmediği köprü ve yollar için dolar ve avro ile milyarlık garantiler vermişler.” değerlendirmesinde bulundu.

Öztrak, 50 milyon $ için Türkiye’nin en stratejik fabrikalarından Tank Palet Fabrikası’nın Katar’a satılmak istendiğini belirterek, “Dün Genel Başkanımız, ‘Tank Palet Fabrikası’nın Katar ordusuna peş keş çekilmesine zemin hazırlayan 1105 sayılı karar neden Resmi Gazete’de yayımlanmadı?’ diye sordu. Saraydan ‘çıt’ yok. Madem saraydan ‘çıt’ yok, milletimizin stratejik savunma sanayini Katar ordusuna peş keş çeken bu kararnameyi açıklamak sarayın ortağı Sayın (Devlet) Bahçeli’ye düşer.” diye konuştu.

Bu yıl ilk 7 ayda bütçeden yapılan faiz ödemesinin yaklaşık 11 milyar dolar olduğuna işaret eden Öztrak,

  • 2003’ün ilk günlerinden 31 Temmuz 2019’a kadar bütçeden faiz için ödenen tutarın 467 milyar dolar olduğunu anlattı.
  • CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztrak, AKP’nin iktidarda olduğu 16,5 yılda her gün faize 77 milyon dolar ödendiğini söyledi.

“AKILLARA DURGUNLUK VEREN LAFLAR”

Harcamalar artarken, bütçenin zamlarla ve 1 kezlik gelirlerle toparlanmaya çalışıldığına değinen Öztrak, bunun sürdürülebilir bir durum olmadığının altını çizdi.

  • “Ekonomi tel tel dökülüyor ama saray aspirinle, milletin kefen parasına el koyarak, TÜİK Başkanına verileri makyajlatarak, bir de gündem değiştirerek durumu idare etmeye çalışıyor.” diyen Öztrak, iktidarın, milletin boşalan tenceresini, cüzdanını biran önce doldurması gerektiğini söyledi.

Öztrak, açıklamasının ardından basın mensuplarının sorularını yanıtladı.

“AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan ‘Halkımız, bize Erdoğan ile olun diye oy verdi. Erdoğansız Bülent Turan, Çanakkale’de bir hiçtir. Erdoğan ile yürürsek kıymetimiz var.’ dedi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna Öztrak, şu yanıtı verdi:

“Şaşkınlık içindeyim. Bunu söyleyen Meclis Grup Başkanvekili. Kuvvetler ayrılığı, şu, bu bir sürü laflar söylemişlerdi. Bu iş artık Osmanlı dönemindeki biat siyasetini geçti, Hitler dönemi siyasetini de geçti, bugün gördüğümüz Putin’in dönemindeki siyaseti de geçti, bu açıkçası Kuzey Kore siyasetinin aynısı. Kuzey Kore’de yöneticiler, milletvekillerinin Kuzey Kore diktatörüne nasıl yapmadıkları kalmıyorsa, bu laflar Türkiye’de de işin o noktalara doğru gittiğini gösteriyor. Bunların hiçbiri doğru değildir. Bu laflar son derece tehlikeli ve akıllara durgunluk veren laflardır. Siz, millet yoksa hiçsiniz, o veya bu kişi değil. Tek bir sorumluluğunuz var, millete hesap vermek.”

“HER ŞEYDEN BİR ŞEY ÇIKARMAYA ÇALIŞIYORLAR”

“AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan, ‘Biz, FETÖ‘cü olan 15-20 milletvekilini partiden gönderdik.’ diyor. Bu milletvekilleriyle ilgili bir şey yapılmış mı, soruşturma var mı? Değerlendirmeniz nedir?” sorusu üzerine Öztrak, şunları söyledi:

“Bir, FETÖ’cü milletvekilleri hakkında ne yaptınız? İki, o FETÖ’cü milletvekillerini, milletvekili olmak için atayanlara ne yaptınız? Yazıktır, günahtır. Bu memlekette cebinde dolarları olan, zengin olan FETÖ’cüler protokollerde geziyor. Eski milletvekiliysen hakkında hiçbir şey yapılmıyor ama mahkemelerde beraat etmiş, suçsuzluğunu kanıtlamış insanlar hala daha devlete geri dönemiyorlar.” (AS : AKP’nin utanç veren, ibretlik FETÖ bağlantılarını kendi ses ve görüntüleri ile izleyin : https://youtu.be/KKxkccTS1DI)

“İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “anahtar partiyiz” açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Akşener’in bu çıkışı bir rota değişikliği mi?” sorusuna Öztrak, “Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti Genel Başkanı Akşener’in oluşturduğu Millet İttifakı geçtiğimiz yerel yönetimler seçimlerinde çok büyük başarı elde etmiş ve Türkiye’nin otoriter bir rejime doğru kayışını durdurmuşlardır. Ciddi bir demokrasi mücadelesi verilmiştir. Bunun dışında ben, Sayın Genel Başkan hakkında yorumda bulunma konusunda kendimi yetkili görmüyorum.” karşılığını verdi.

“Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen ‘Biz tatile çıkmadık, çalıştık’ şeklinde ilçesinde afişler astırdı. Bu mesajın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik olduğu iddia edildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusunu Öztrak, “Türkiye’de havuz medyasına dönüp baktığınız zaman öküzün altında buzağı arama konusunda son derece mahirler. Dolayısıyla her şeyden bir şey çıkarmaya çalışıyorlar. İki belediye başkanımız da ihlas ile çalışıyorlar, gerekenler yapıyorlar.” biçiminde yanıtladı.

“CHP’den ihraç edilen eski Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka‘nın Parti Meclisi (PM) toplantısında affedilmesinin” sorulduğu Öztrak, bu konuda herhangi bir tartışmanın yaşanmadığını, PM’nin gizli oylamayla takdirini ortaya koyduğunu sözlerine ekledi.

Anayasa değişikliğinin “Evet”çilerden bile saklanan içeriği

Anayasa değişikliğinin
“Evet”çilerden bile saklanan içeriği

Özge Ozan
http://sendika14.org/2017/01/madde-madde-anayasa-degisikligi-evetcilerden-bile-saklanan-icerik-ozge-ozan/
Halkın çoğunluğu bu Anayasa değişikliğinin ne anlama geldiğini, içeriğini bilmiyor.
Birçok AKP’li gazeteci bile “Niye bu kadar aceleye getirildi, niye içerik tartışılmadı” diyerek gerçeklerin halktan gizlendiğini itiraf ediyor. O zaman iş başa düşmüştür.
Anlatacağız. Bu ülkenin gördüğü en büyük “konuşma seferberliği”ni yapacağız.

Anayasa değişikliği teklifi Meclis’ten geçti. Şimdi sıra referandumda. Anketlerde Anayasa değişikliğinin içeriğini “hiç” bilmeyen, “çok az” ya da “biraz” bilenlerin oranı %78.
Nasıl bilinsin? Düşünce, ifade özgürlüğü ve gösteri hakkının dahi kısıtlandığı, muhalif medyanın kapatma kararları ile susturulduğu bir Olağanüstü Hal döneminde, kapalı kapılar ardında hazırlanıp, kavga dövüş Meclis’ten geçirilen bir teklif bu.

Ülkenin nasıl yönetileceğini belirleyen bir Anayasa değişikliği, hakkındaki Meclis görüşmelerinin canlı yayımlanmadığı, haber bültenlerinde görüntülerin kırpılarak kendine yer bulduğu, tartışma programlarında az doğru çok yanlış “bilgi”nin halkın üzerine boca edildiği, “Hayır” diyenlerin ekranlarda yer bulamadığı bir süreçle Meclis’ten geçirildi.

Üniversitelerin, akademisyenlerin, gazetecilerin, hukukçuların, sendika ve demokratik kitle örgütlerinin, meclis dışı siyasi partilerin, halkın özgürce Anayasa değişikliğini tartışmasına izin verilmeyen, hızıyla insanları serseme çeviren bu süreçte herkesin hemfikir olduğu bir şey var, halkın çoğunluğu bu Anayasa değişikliğinin ne anlama geldiğini, içeriğini bilmiyor. O zaman iş başa düşmüştür. Anlatacağız. Bu ülkenin gördüğü en büyük “konuşma seferberliği”ni yapacağız.

“Kararsızım” diyen, “İçeriğini bilmiyorum ama ‘güçlü Türkiye’ için evet diyeceğim” diyen yurttaşlara seslenelim: “Sadece bu Anayasa değişikliğini önerenleri değil, “hayır” diyenlerin gerekçelerini de dinleyin”. Gerçekten dinlediğinizde neden “#TekAdamRejimineHayır” dediğimizi anlayacaksınız…

Maddelere boğulmadan işin özetini versek yeterlidir, mesele “Güçlü Türkiye” değil tüm gücün bir “Tek Adam”da toplanmasıdır… Ayrıntı isteyen için ise durum aşağıdaki gibidir…

Anayasa değişikliği ne getiriyor?*

Kısaca özetlersek, “cumhurbaşkanlığı sistemi” diye sunulan Anayasa değişikliği teklifinin asıl hedefi dünyadaki örneklere benzer bir “başkanlık sistemi” kurmak değil kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp “kuvvetler birliği” sistemi kurarak tüm yetkiyi “Tek adam”a devretmektir. Yasama ve yürütme kuvvetlerini “Tek Adam’da birleştirmektir.

Anayasa değişikliği ile bildiğimiz parlamenter sistem ortadan kalkıyor. Başbakan ve Bakanlar Kurulu ortadan kaldırılıyor.

Yasama organı olarak Meclis’in ana işlevlerinden biri olan yürütmeyi dengeleme ve denetleme imkanı tamamen ortadan kaldırılıyor. Devlet organlarının kanunla düzenlenmesi kuralının terk edilmesi gibi birçok alanda Meclis’in yasa yapma yetkisi elinden alınıyor.

Tek bir kişiye, oylarımızla seçtiğimiz Meclis’i feshetme, ülkeyi sürekli olağanüstü halle, kanun hükmünde kararname ile yönetme yetkisi veriliyor.

Bu sistemin dünya üzerinde başka bir örneği yok.

Bu sistemde tüm yetkiler bir kişinin/ Tek Adam’ın elinde toplanacak. Nasıl mı? Madde madde anlatmaya çalışalım…

Tek Adam karşısında hükümsüz Meclis

  • Anayasa değişikliğinin getirdiği sisteme göre tüm yetkileri elinde toplayacak “Tek Adam” TBMM seçimleri ile birlikte yapılacak “cumhurbaşkanlığı” seçimleri ile seçilecek. Genel seçimler 4 yıldan 5 yıla çıkarılacak. Ve Tek Adam ile Meclis’in görev süreleri mutlak biçimde birbirine bağlanacak. İki seçimin aynı anda yapılması ile Cumhurbaşkanı ile Meclis çoğunluğunun aynı siyasi partiden olması yani yasamanın yürütme güdümünde oluşması hedeflenecek.
  • Meclis çoğunluğu, Tek Adam’ın partisinde değil de başka parti veya partilerin milletvekillerinden olsa dahi mevcut sistemde olduğu gibi bakanlar kurulu ve başbakanı seçemedikleri için, milletvekili seçimlerin yapılmasının anlamı da kalmayacak. Asıl olan tek seçim Tek Adam’ın seçilmesi olacak. Milletvekili sayısı 600’e çıkarılacak ama ana işlevleri “maaşlarını” düzenli alıp, ayrıcalıklarını korumak olacak.
  • Tek Adam, partisinin başında yer alabilecek. Yani “cumhurbaşkanı” partili olacak, partisinin genel başkanı olabilecek. “Tarafsız” ve “bağımsız” olmayacak.

Meclis’i millet değil Tek Adam seçecek

  • Tek Adam, partisinde de egemen olduğu ve hangi milletvekillerinin seçileceğine karar vereceği için seçimleri partisi kazandığında Meclis çoğunluğu da Tek Adam tarafından belirlenmiş olacak. Meclis’in Cumhurbaşkanı karşısında bir bağımsızlığı kalmayacak.

Hiç seçmediğiniz Bilal’i o koltukta görmek ister misiniz?

  • Tek Adam, tüm bakanları ve yardımcılarını kendisi belirleyecek. Örneğin Tek Adam oğlunu cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atayabilir. Değişiklik teklifine göre cumhurbaşkanlığı makamının geçici/sürekli boşalması halinde yenisi seçilene kadar Tek Adam tarafından atanan Cumhurbaşkanı yardımcısı cumhurbaşkanının tüm yetkilerini kullanabilecek. Oğul örneğinden gidersek böyle bir durumda tüm bu yetkiler seçim olmaksızın babadan oğula devredilebilecek. Gözünüzün önüne oğlu getirmek bile yeniden düşünmek için bir neden olabilir (!)

Millet bakacak, Vekilleri bakacak, Tek Adam’ın adamları yönetecek

  • Sayısı belli olmayan bu söz konusu bakan ve cumhurbaşkanı yardımcılarının maaşlarını biz vergilerimizle ödeyeceğiz ancak onlar Meclis’e dolayısı ile halka karşı değil Tek Adam’a karşı sorumlu olacak. Onun ağzından ne çıkarsa onu yapacak. Tek Adam atadıklarını istediği zaman görevden alabileceği için, ona itiraz etmeleri de mümkün olmayacak. Tek Adam’ın yaptığı atamalar Meclis ya da başka bir organın denetimine ve onayına bağlı olmayacak.
  • Tek Adam, üst kademe kamu görevlilerini atayabilecek, görevlerine son verebilecek, atamalara ilişkin esaslar yine tek adamın çıkaracağı kararname ile belirlenecek. Tüm bürokrasi sadece Tek Adam’a karşı sorumlu olacak.

Tek Adam sorgulanamayacak, soru bile sorulamayacak

  • Halk yine oy verip Meclis’teki milletvekillerini seçecek ancak halkın seçtiği Meclis’in yürütme organını-Tek Adam’ı denetlemesi mümkün olmayacak. Meclis’e karşı sorumlu bir hükümet (yürütme) oluşmayacak, güven oylaması kalkacak. Doğalında milletvekilleri ortadan kaldırılan bakanlar kurulu için gensoru veremeyecek. Düzenleme ile sözlü soru ortadan kaldırılacak. Mevcut sistemde yürütmenin başı olan başbakana yazılı soru sorabilirken değişiklik referandumdan geçerse milletvekilleri Tek Adam’a soru bile soramayacak. Ancak yardımcıları ve bakanlarla muhatap olabilecek. Üstelik değişiklikte yazılı sorular cevaplanmazsa ne olacağı yazmadığı için bu uygulamanın da hiçbir etkisi olmayacak.

Tek Adam sevmediği Meclis’i feshedebilecek

  • Bugünkü gibi Mecliste basit çoğunlukla (Meclis’teki vekil sayısının yarısı) erken seçim kararı alınamayacak. Meclis’in beşte üçü bu kararı verebilecek. Seçim kararı verildiğinde “Tek Adam” seçimi de birlikte yapılacak. Ancak hazırlanan sistemde Meclis çoğunluğu Tek Adam’ın partisinden olduğunda o istemediği sürece yasal süre dolmadan ülkeyi seçime götürmek mümkün olmayacak. Tabi Tek Adam isterse her şey çok “kolay” olacak.
  • Tek Adam Meclis seçimlerinin yenilenmesini istediğinde. Meclis’i feshedebilecek. “Ben yaptım oldu” demesi yeterli olacak. Tek Adam’a oy vermeyenlerin de temsil edilmesi gereken Meclis sadece Tek Adam’ın kararı ile yenilenecek. Halkın kolektif çıkarı değil Tek Adam’ın siyasi çıkarı belirleyici olacak. Seçim tehdidi Tek Adam’ın elinde Meclis’in üzerinde salladığı bir kılıca dönüşebilecek.

Tek Adam koltuğu bırakmak istemezse…

  • Peki ya Tek Adam koltuğu bırakmak istemezse? Değişikliğe göre cumhurbaşkanının iki kez seçilme hakkı var. Ancak ikinci dönemde yasal süre bitmeden Tek Adam Meclis’i feshedip yeniden seçime giderse iki kez sınırına takılmadan bir kez daha aday olabilecek.
  • Tek Adam’ın yürütmeye ilişkin konularda kararname çıkarma yetkisi olacak. Ülkeyi Meclis’e hiç sormadan çıkardığı kararnamelerle yönetebilecek. Mevcut sistemde KHK çıkarma yetkisi parlamentonun kabul edeceği ve konu, amaç ve süre gibi unsurlar açısından sınırlandırılmış bir yetki yasasına dayanır ve sonrasında da parlamentonun KHK’yi onay yoluyla denetlemesini içerirken, yapılan değişiklikle TBMM’nin denetim olanakları tümden ortadan kaldırılacak.
    Tek Adam yetkisini doğrudan Anayasa’dan almış olacak.

Tek Adam’ın partisi Meclis’i kilitleyecek

  • Anayasa’ya göre yasama yetkisi devredilemez, ancak Anayasa değişikliği referandumdan geçerse Tek Adam’a kanunla düzenlenmeyen bir konuyu kararnameyle düzenleme, yasal boşlukları kararnameyle doldurma yetkisi verilecek. Tek Adam, eğer yasayla düzenlenmiş bir alan varsa o konuda kararname çıkaramayacak. Ve eğer çıkardığı kararname yasa ile çatışırsa o yasa uygulanacak, ancak Meclis çoğunluğu da Tek Adam’ın partisindeyse Meclis’in kanun çıkarması engellenerek “yasal boşluk” alanlarında at koşturabilecek.
  • Tek Adam, “cumhurbaşkanlığı kararnamesi” ile Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görev ve yetkileri, teşkilat yapısı, merkez ve taşra teşkilatlarının kurulmasını sağlayabilecek. Örneğin Aile Bakanlığı ya da örneğin Çevre ve Şehircilik bakanlığı bir gecede kapatılabilecek, bu kamu kurumlarında halkın yararına işletilebilecek tüm mekanizmalar Tek Adam’ın bir sözü ile kaldırılabilecek.

Devlet Denetleme Kurulu bile Tek Adam’ın oyuncağı olacak

  • Tek Adam örneğin Atatürk Kültür, Dil, Tarih Yüksek Kurumu, TRT, YÖK, Kredi ve Yurtlar Kurumu, Üniversiteler, Devlet Tiyatroları, Türk Patent Enstitüsü, Sosyal Güvenlik Kurumu gibi…“kamu tüzel kişiliği” kurma konusunda da kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahip olacak. Yine Devlet Denetleme Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gibi kritik kurumların tüm işleyiş ve teşkilat yapılarında kararname ile değişiklik yapabilecek.
  • Tek Adam, yönetmelik de çıkarabilecek.

Tek Adam’ın canı sıkılırsa OHAL ilan edecek

  • Tek Adam, olağanüstü hal (OHAL) ilan edebilecek. Üstelik kendi bakanlarından bile görüş almasına gerek yok. Bir sabah uyanıp olağanüstü hal ilan edebilir. Yapılan değişiklikle olağanüstü hal ilan nedenleri de artırılıyor. Savaş, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, seferberlik, ayaklanma, doğal afet, salgın hastalık ve ağır ekonomik bunalım gibi birbiri ile ilişkisiz konular OHAL ilanına gerekçe yapılıyor.
  • Değişiklikte olağanüstü halin kaç kez uzatılabileceği konusunda bir sınır getirilmediği için, örneğin Tek Adam görevde bulunduğu süre boyunca ülkeyi sürekli olağanüstü halle yönetebilecek.
  • OHAL ilan ettiğinde OHAL kararnamesi çıkarabilecek ve çıkardığı kararnameler “kanun” hükmünde kabul edilecek. Anayasaya uygunluk denetimi dışında bulunan bu kararnameler ile Tek Adam bu kararnamelerle Anayasa hükümleri de dahil olmak üzere hukuk düzeninde kalıcı değişiklikler yapabilecek. Yani olağanüstü ilan ettiği dönemde Anayasayı da fiilen askıya alabilecek.

Tek Adam istediği suçu işleyecek, yargılanamayacak

  • Bu kadar yetkiyi elinde toplayan Tek Adam nasıl mı yargılanacak? Bekir Bozdağ diyor ki şimdiye kadar Cumhurbaşkanı yalnız vatana ihanetten yargılanabiliyordu, değişiklikle siyasi sorumluluk veriliyor, cezai sorumluluk getiriliyor. Elbette Bozdağ tüm yürütme yetkisini Tek Adam’ın elinde topladığını, bahsedilenin aynı “cumhurbaşkanı” olmadığını söylemediği gibi, ceza almasının neredeyse imkansız olduğundan da bahsetmiyor. Şöyle ki Tek Adam hakkında ancak 600 vekilin salt çoğunluğu yani 301 vekil soruşturma açılmasını teklif edebilecek, ancak beşte üçünün onayıyla (360) bu teklif kabul edilecek ve yine ancak 400 vekil “evet” derse Yüce Divan’a gönderilebilecek. Yani Tek Adam Meclis çoğunluğunu elde tutan bir partinin genel başkanı olursa kendi partisi istemediği sürece yargılanamayacak. Tek Adam iktidarı bittikten sonra da eğer Meclis’in nitelikli çoğunluğu “evet” demezse yargılanmayacak.
  • Hadi diyelim olmayacak şey oldu. Tek Adam Yüce Divan’a gönderildi. Yani Meclis’in üçte ikisi Tek Adam suçludur diye düşündü. Tek Adam’ın yargılanmak için gideceği yer Anayasa Mahkemesi yani üyelerinin büyük bölümünü atadığı yer. Hadi diyelim burada da olmayacak şey oldu. Tek Adam mahkum oldu. Eğer mahkumiyet “cumhurbaşkanı seçilmeye engel” bir suçtan değilse Tek Adam görevde kalmaya devam edecek.

Tek Adam istemezse kimse yargılanamayacak

  • Tek Adam’ın atadığı bakanlar ve cumhurbaşkanı yardımcıları eğer suç işlerlerse, yani aşina olduğumuz o “dörtlü” gibi hırsızlık, yolsuzluk yaparlarsa, rüşvet alırlarsa ne olacak? Onların da Yüce Divan’a sevk edilmeleri için yine üçte iki (400) oy gerekecek. Yani Tek Adam istemediği sürece hiçbir bakan ve yardımcısı yargılanamayacak. Görevleri bittikten sonra da yargılanmaları için aynı oran gerekecek.

“Bağımsız yargı” yok, “Tek Adam’a bağımlı yargı” var

  • Peki ya yargı? Tek Adam, Anayasa değişikliği ile yeni adı HSK (Hakimler ve Savcılar Kurulu) şeklinde değişecek olan HSYK’nin, neredeyse yarısını kendisi seçecek. HSK Başkanı, Tek Adam tarafından atanan Adalet Bakanı olacak. Tek Adam tarafından atanan Adalet Bakanlığı müsteşarı ise doğal üye olacak. Sayısı 13’e indirilen üyelerden 4’ünü Tek Adam kendisi atayacak. Tek Adam’ın atadığı HSK üyelerinin göreve başlaması için Meclis’ten onay aranmayacak. Kalan üyeler TBMM’de, yani hâkim Meclis çoğunluğu yani iktidar partisi ve değişikliğe destek veren parti tarafından belirlenecek. Yani Meclis çoğunluğu Tek Adam’ın partisindeyse HSK’nın tüm yapısını o belirleyecek. Yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kaldırılacak.

Dosta düşmana O karar verecek,
sonra ”kandırılmışım” deyip işin içinden çıkacak

  • Tek Adam ülkenin “milli güvenlik siyaseti”ni belirleyecek. “Milli Güvenliğin sağlanması ve TSK’nın yurt savunmasına hazırlanmasından” Meclis’e karşı Tek Adam sorumlu olacak. Yani istediğini düşman istediğini dost ilan edebilecek. Ülkenin savaşa sürüklenmesine ya da ülkedeki bir toplumsal kesimin “iç düşman” olarak belirlenmesine tek başına karar verebilecek, sorun çıktığında “kandırıldım” deyip işin içinden çıkabilecek.
  • Tek Adam, TSK başkomutanı olacak. Askerleri istediği gibi savaşa sokup çıkarabilecek. Zorunlu askerlikle TSK’ya katılan gençler Tek Adam’ın ağzından çıkan söz ve aldığı kararla ölüme gönderilebilecek. Genelkurmay Başkanı Tek Adam’a karşı sorumlu olacak.

Memleketin kasası Tek Adam’a

  • Biraz da “paradan” haber verelim. Yapılan Anayasa değişikliği ile Tek Adam bütçeyi de kendisi oluşturacak, Meclis’e kendisi sunacak. Halkın parasının nereye aktarılacağına, eğitime, sağlığa, savaşa ne kadar bütçe ayrılacağına kendisi karar verecek. Dünyadaki “başkanlık sitemlerinde” Meclis’in elindeki en önemli koz “başkanın” bütçesi üzerindeki onay yetkisiyken “Türk tipi başkanlık” diye sunulan Tek Adam sisteminde bu denetleme/denge unsuru da ortadan kaldırılacak. Tek Adam bütçesi Meclis tarafından onaylanmazsa, geçici bütçe kanunu çıkarılacak o da çıkarılamazsa eski bütçe yeniden değerlenme oranına göre artırılarak yürürlüğe girecek. Meclis tamamen işlevsizleşecek. Tek Adam Meclis onayı dahi olmadan harcama yapabilecek.

Maddeleri de örnekleri de çoğaltmak mümkün.
Ama bu kadarı da referanduma götürülen Anayasa değişikliğinin temel özelliğini anlatmaya yetiyor.
80 milyonun iradesi, bu memleketin bugünü ve geleceği tek adama teslim edilebilir mi?

HAYIR!

* Yazıda Önce Demokrasi’nin “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerine teknik ve bilimsel rapor” metninden, mecliste.org’ta yayımlanan uzman görüşlerinden yararlanılmıştır.