Etiket arşivi: Kurumsallaşma

Depremlerin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak?

Selva Demiralp (@SelvaDemiralp) / Twitter

Prof. Dr. Selva Demiralp
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
Twitter,
üncelleme 20 Şubat 2023)
Kahramanmaraş depremlerinin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak? – BBC News Türkçe

6 Şubat 2023 acının, çaresizliğin, umudun, öfkenin, suçluluk ve dayanışma duygusunun aynı anda hissedildiği, geleceğe yönelik milat olmasını umduğum bir tarih olacak.

Türkiye saatiyle 04:17’de ve 13:24’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki, Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal afeti olan depremlerde enkaz altında kalan akrabalarımız, dostlarımız, öğrencilerimiz var.

Bu yazı yazıldığında ölü sayısı 40 bine yaklaşırken, enkaz altında kalanlara ilişkin kesin bir rakam verilemiyordu.

Ancak durum her halükarda korkutucu boyutta. Kalplerimiz bu taşınmaz yük karşısında ağırlaştı.

1999 depremi sırasında doktora öğrencisiydim ve tezimi Adapazarı-Yalova-Gölcük depreminde hayatını yitirenlere ithaf etmiştim

Bu şekilde kendi çapımda yitip giden canlardan özür dilemek istemiş; o büyük felaketin unutulmamasına, dersler çıkarılmasına, böyle bir felaketin tekrar etmemesine küçücük de olsa katkı vermeyi ummuştum.

Aradan geçen 24 yıldan sonra aynı acılarla bir kez daha yüzleşmek; aynı sahneleri, “Biz uyarmıştık” diyen bilim insanlarını yaşlı gözlerle izlemek; aynı ağırlığı ve çaresizliği hissetmek dayanılmaz bir acı.

İleriye bakarken 24 yıl öncesi kadar iyimser değilim belki. Dönüşümün kolay olmayacağını, bir sonraki büyük depreme hazır bir Türkiye için yoğun bir mücadele gerekeceğini biliyorum.

Ancak bu topraklarda yaşayacak gelecek nesillere bilim temelleri üzerine inşa edilmiş, sarsılsa da yıkılmayacak bir Türkiye bırakmamız gerektiğinin de farkındayım.

Yapılması gereken dönüşümün zorluğu bir yandan yıldırıcı görünüyor. Diğer yandan ise deprem sırasında ülke çapında gözlemlediğimiz inanılmaz dayanışma örneği bu dönüşümün mümkün olduğuna dair inancımı artırıyor.

Depremde yitirdiğimiz canlarla vedalaştıktan sonra düşünmemiz gereken soru, depremin getirdiği ekonomik yıkım ve bu yıkımla nasıl başa çıkılacağı.

Şüphesiz ki 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki deprem çok ağır bir doğa felaket ve dünyanın neresinde olsa bu çapta depremlerin hasar yaratması kaçınılmazdı. Ancak sormamız gereken sorular şunlar: Bu hasarda bizim sorumluluğumuz nedir? Doğru tedbirler alınsaydı hasar hafifletilebilir miydi?

Yaşadığımız maddi ve manevi kayıpların daha az olacağını, alanım iktisat da olsa net şekilde söyleyebiliyorum.

Zira güçlü bir ekonominin temeli olan kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin ihmal edilmesi nasıl ki ağır ekonomik kayıplara neden oluyorsa, aynı sebepler deprem sonrası yaşanan büyük kayıpları da önemli ölçüde açıklıyor. 

Söz konusu ilkelere (kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık)
sahip çıkıp koruyabilseydik, bugün bir yandan sürdürülebilir büyüme
ve düşük enflasyonla yolumuza devam ederken; öte yandan depreme dayanıklı binalarda yaşayıp deprem sonrası hızla organize olabilir, can ve mal kaybını asgaride tutabilirdik.

O halde depremin yarattığı maliyetleri gözden geçirip bir daha bu maliyetleri ödememek için çok dikkatli bir yol haritası belirlememiz gerek.

Depremzedelerin sırtlanacakları ekonomik maliyetler

Can kayıplarına paha biçilemeyeceği için onu bir kenara koyarsak, depremin ekonomik maliyetlerini iki boyutta değerlendirmek mümkün olabilir.

Birincisi depremde yaşadığı şehri, iş imkanlarını, evini, barkını, ailesini yitiren depremzedelerin katlanacakları bedel.

Bu insanlarımız maalesef ekonomik olarak çok talihsiz bir zamanda bu zorluklarla yüzleşiyorlar.

  • Türk-İş yüksek enflasyonun sonucu 30 Ocak itibarıyla (AS: Ocak sonunda) yoksulluk sınırını 29 bin 875 TL olarak hesapladı.
  • Asgari ücret 8 bin 506 TL. Açlık sınırı ise 8 bin 865 TL.
  • Tüketici Hakları Derneği, Ekim 2022 itibarıyla (AS: Ekim 2022 sonunda) tüketicilerin %56’sının açlık sınırı altında yaşadığını açıklamıştı.

İşte depremler bu ağır koşullarda meydana geldi.

Bölgede, yaşamını yitirtmese de, yaşam boyu yaptığı sınırlı birikimlerini bir gecede kaybeden talihsiz vatandaşlarımızın içinde bulundukları yıkımı tahayyül edebilmek güç, rakama dökmek ise imkansız.

Yerle bir olan bölgenin yeniden yaşanır hale gelmesi, iş yerlerinin çalışmaya başlaması, kaybolan servetlerin tekrar oluşması şüphesiz zaman alacak.

Genel ekonomik maliyetler

Depremlerin yarattığı hasarın tespitine dair eldeki bilgiler sürekli güncellendiği için bu maliyetleri hesaplamak kolay değil.

Ancak kaba hesaplarla genel bir fikir edinmeye çalışıyoruz.

Depremlerin genel maliyetlerini iki kaleme ayırabiliriz.

Birinci kalem; hasar gören binaların, şehirlerin yeniden inşasının getireceği maliyet.

İkinci kalem ise depremlerde kaybolan üretim kapasitesinin getireceği maliyet olacak.

Birinci kalemde 17 Şubat itibarıyla yıkık ya da ağır hasar gördüğü tespit edilen yaklaşık 333 bin konut sayısını baz alırsak bu hanelerin salt yeniden inşası kabaca 20 milyar dolar civarında (dolayında) bir kaynak gerektirebilir.

Şayet (eğer) yerleşim merkezleri fay hattından uzak bölgelere taşınırsa hem konut sayısı ciddi şekilde artacak hem de ilave (ek) altyapı harcamaları devreye girecektir.

Burada bir parantez açıp uzmanların uyarılarına dikkat çekmek, şehirlerimiz yeniden kurulurken acele etmeden bilim insanlarımızın tavsiyelerine uygun hareket etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim.

Depremde evleri hasar görmüş yaklaşık 1 milyon kişinin bir yıl barınma ve yaşama ihtiyacı için 3-5 milyar dolar, yeniden yapılacak konutlar için de asgari 20 milyar dolar olacak şekilde kısa vadeli acil ihtiyaçlar için yaklaşık 25 milyar dolarlık bir maliyet öngörebiliriz.

İkinci kalemde ekonomi genelinde üretimdeki aksamayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Deprem felaketine maruz kalan ve 13,5 milyondan fazla bir nüfusu kapsayan bölge, ekonomik pastadan nasibini alamamış bir coğrafya.

Bölgesel GSYH dağılımına ait son TÜİK verilerini incelediğimizde 2021 itibarıyla bu bölgedeki şehirlerin GSYH’den aldıkları payın ağırlıklı olarak yüzde 1’in altında kaldığını üzülerek görüyoruz.

Karşılaştırma yaparsak, 1999 depremi sonrası Dünya Bankası, söz konusu depremin maliyetlerini yaklaşık 5 milyar dolar ve GSYH’nin yaklaşık %2,5’i olarak hesaplamıştı.

Bu oranı bugünkü GSYH rakamlarına uyarlarsak kabaca 20 milyar dolara yakın bir tutar elde ediyoruz.

Ancak 1999 depremi GSYH’nin yaklaşık %30’unu üreten bir sanayi bölgesini vurduğu için, üretime yansıyacak maliyetinin de görece daha yüksek olması muhtemel.

1999 depremi sonrası turizm gelirleri % 40 azalmıştı.

Turizm gelirlerinin GSYH’nin yaklaşık %5’ine karşılık geldiğini düşünürsek, benzer bir düşüşün yaşanması durumunda sadece (yalnızca) turizmden kaleminden birkaç puanlık ek bir maliyet yüklenmek zorunda kalabiliriz.

Özet

Tüm belirsizliklerin altını bir kez daha çizerek bugünkü rakamlarla asgari acil ihtiyaçlarımızın GSYH’nin yaklaşık %2-3’ü dolayında olacağını, genele yayılan maliyetlerin de buna yakın olacağını söyleyebiliriz.

Yukarıda telaffuz edilen rakama uzun vadede (erimde) enkaz altında kalan servetler, yeniden inşası gereken havalimanları, liman ve yollar, eğer şehir merkezleri taşınacaksa gerekli altyapı harcamaları ve tabii ki kaybolan fırsat maliyetleri (opportunity cost) eklendiğinde fatura elbette hızla kabaracaktır.

Depreme ait hasar tespiti henüz tamamlanmadığı ve yeniden inşa edilecek şehirlere dair bir yol haritası henüz açıklanmadığı için bu rakamların da değişme ihtimali yüksek.

Bununla birlikte halihazırdaki rakamlar ve dışarından gelmesi beklenen yardımlar kısa dönemde bir döviz likidite krizi alarmı vermiyor.

Yolun bundan sonrası

Önümüzdeki yıldırıcı zorluklara rağmen Türkiye’nin ne kadar dirençli bir ekonomik yapıya sahip olduğunu; zorluklara, krizlere ne kadar çabuk adapte olabildiğini vurgulamak lazım.

Doğru planlama ve organizasyonla hem yaralarımızı saracak hem de ileriye yönelik önlemleri alabilecek güçteyiz.

Bu dünya çapında felakette bize destek olacak uluslararası yardım ve krediler, depremzedelerimize destek olabilmemize ve yeniden yapılanmanın getireceği maliyetleri daha uzun vadeye yayabilmemize imkan sağlayacaktır.

Bu yıkımdan çıkıp Türkiye’yi yeniden inşa edebilmek için depremi unutmamalı, unutturmamalı ve böyle bir bedeli bir kez daha ödememek için depremler sonrası gösterdiğimiz dayanışmayı korumalıyız.

Dinler nereye gidiyor?

Ayşe Sucu - Sözcü GazetesiAyşe Sucu
aysesucu@sozcum.com
SÖZCÜ, 07 Kasım 2022

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Kurumsallaşma dinlerin en büyük handikaplarıdır. Zira sürekliliklerinin ve korunmalarının bir gereği olarak kabul edilen kurumsallaşma zorunluluğu, dinlerin özlerinden uzaklaşma sürecini de beraberinde getirmiştir. Tümüyle insan inşası olan bu güçlü yapılar, insanı kuşatmakla kalmaz baskısı altına da alır. Her kurum, hiyerarşisini ve iktidarını bir türlü doğurur çünkü. Böylece iktidarlarını kurmuş kurumsal dini yapılar, yasalarını oluştururken bir nevi kendilerini de koruma altına alırlar. Sorun tam da burada başlar; kul ile Allah arasına kimse giremez anlayışı, iyi niyetlerle başlanan yolculukta, bile-isteye göz ardı edilir ve kurumlar dinlerin kendisi haline gelir. Kurumsallaşmış-hiyerarşik bu yapılar eleştirel düşünceden uzak, algıyı aşan, esası öteleyen, dolayısıyla kişinin kendi oluşumunun önünde engel teşkil eden ve böylece derinleşme imkânı bulamamış bireylerden oluşan yığınlar yaratır. Nitekim büyük fotoğrafa bakıldığında, tüm dinlerin verdiği görüntü bundan ibarettir. Sorgulamamış, içselleştirmemiş, verileni olduğu gibi kabul etmiş, ‘sen anlamazsın tabi ol’ denildiğinde sesini çıkaramamış …

  • … kalabalıklardan, erdemin-iyiliğin-doğruluğun hâkim olduğu bir ahlak dindarlığı beklemek hayaldir.

Dini yapılar, gelişen dünyanın taleplerine kendilerini kapatarak, dinden ziyade yapıyı yani dönemsel anlayışı muhafaza etme eğilimindedir. Kanonik eserlerin büyük çoğunluğu, dönemlerinin sosyolojik gerçekleriyle örtüşen bir diskura sahiptir. Bireyin düşünceleri o günün toplumundan ve sisteminden bağımsız değildir. Söyleneni olduğu gibi kabul etmek dönemin tabiatındandır. Kral, sultan ya da padişah ne derse o doğrudur o yapılır, itiraz edilemez anlayışı, dini yapılar için de geçerlidir.

Oysa coğrafi gelişmeler, bilimsel, zihinsel ve teknolojik devrim günümüz insanını bambaşka bir evreye taşıdı. Artık birey ‘kendisi’ olmak istiyor. Toplumcu kültür ya da kurumsal din, gelenekçi tutumunu gözden geçirmediği sürece günümüz insanıyla barışık bir tutum oluşturma ihtimalini yitirdi. Yansımalarını tüm dünyada görüyoruz.

ZİHİNSEL DÖNÜŞÜMÜN İNANCA ETKİSİ

Kırılmanın ve değişimin baş döndürücü bir şekilde gerçekleştiği bu dönemde, boş bir direnç ve gülünç itirazlar yapma yerine, olgunun ve gelişmelerin farkına varmak ve temelde yatan sebepleri soruşturmak, meselenin muhataplarının birincil görevi. Ancak şu sorular mühim;

  • dünyadaki gelişmeleri algılayıp-yorumlayacak pozisyonda mıyız?
  • İnsanlığa söyleyecek sözümüz var mı?
  • Evrene-evrensele ne kadar talibiz?

Benzer sorular muhataplarını arıyor.
Dinlerin geleceği bu soruların cevaplarına bağlı.

Umursamaz bir iyimserlik içinde olanlara şunu da hatırlatalım:

  • Her şeyi olduğu gibi kabul edecek nesilleri beklemek artık rüyada olur.
  • Günümüz insanı daha doğrusu özgür birey, gerçekçilik istiyor.
  • Büyük annelerimizin büyük babalarımızın anlayışını değil, zihnini tatmin edecek cevaplar arıyor.

Nirengi noktası tam da burası.

  • Bir nesil sonra bu sorgulamalar daha da genişleyecek.
  • Örneğin yüz yıl önce, kadınların yarım şahitliği, mirastan yarım pay alması,
  • üç kez boş olsun ifadesiyle veya annesinin sırtına benzetmesiyle erkeğin karısını boşaması,
  • kadının hakim-yönetici olamaması

vb. hususlar sorgulanıyor muydu?
Hayır. Peki, neden? Çünkü kadın algısı, kadın imgesi değişti.

Fıkıh kitaplarında suyun temizliğinin şartlarını günümüz Müslümanı nasıl bugüne taşımıyor ve teknolojinin gereklerini kullanıyorsa; birey, inancı ile ilgili her hususta zamanın ruhuna uygun cevaplar arıyor.

Kurumsalı kutsayanların görmek istemedikleri nokta bu. Kaldı ki, itikadi konularda dahi algıdaki değişiklikler tefsir hocaları tarafından dile getiriliyor. İslam’ın erken dönemlerinde, üç yüz yıl boyunca süren “Allah gökyüzündedir” anlayışı (aksini söyleyenler öldürülüyordu) fukahanın söylemini değiştirmesiyle “Allah her yerdedir” hâkim anlayışına dönüştü.

Demek istediğim, zihinsel ve kültürel yansımalardan kaynaklı dini düşüncenin kendi içinde yaşadığı sorunlar bir vakıa. Ancak son yüzyılda insanlığın kat ettiği aşama, önceki asırlarla mukayese edilemeyecek kadar bireyi değiştirdi ve dönüştürdü. Bu değişim ve dönüşüm hayatın bütün yönlerini içine aldı ve almaya da devam edecek.

Bir nevi hayatın her alanı yeniden tasarlanıyor.

İtiraz edeceklere peşinen söyleyeyim, ben fotoğraf çekiyorum, çözümleme yapıyorum.

Deve kuşu misali başlar yere gömülerek sorunlar bertaraf edilemez. Yerim doldu; haftaya devam edelim.
=========================
Bizim kısa katkımız..

Sonuç :
İslam’da reform ka – çı – nıl -maz… hem de hızla.
– Tersi durumda İslam Ortaçağı uzadıkça Müslüman halklar ve ülkeleri giderek daha da sömürgeleşecekler ve İslam dini yeryüzünden daha köktenci biçimde tarihe karışacak..
İmam Gazali, Allah’ın İslamı’nı donduran mühür mü vurdu? Gordion’un / İmam Gazali’nin kördüğümünü kılıçlayacak aklı başında aydın – çağcıl Müslüman hiç yok mu??!
– DİB ve Türkiye’deki, tarikat – cemaatlar, İlahiyat fakülteleri… kaçınılmaz eytişimin (diyalektiğin) ayrımında mı?? Bu tarihsel körlük / inat daha ne denli sürdürülebilir??

Sevgi ve saygı ile. 15 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik