Etiket arşivi: “Kurtlar Vadisi”

Şiddet sarmalı

BİRGÜN, GÜNCEL08.07.2022

Şiddetin tanımını, sözlüklerdekinden değişik şekilde yapmaya kalkışırsak, “Olağan ve barışcıl yollardan yapamadığını ve beceremediğini ya da yapmayı tercih etmediğini gerçekleştirmek için başvurulan yol-yöntem” diyebiliriz.

Biraz da kişilerin ve toplumların eğitim ve olgunluk düzeyleri ile bağlantılı, doğru orantılı şekilde yaygınlık gösterir. Çarşamba günü Konya’da bir saldırganın silahından çıkan kurşunlara hedef olan bir hekim ve sekreteri ile İstanbul’da ayrı ayrı mekanlarda yine silahlı şiddete kurban giden bir avukat ve müvekkili, bu toplumun maalesef damarlarına ve iliklerine kadar nüfuz etmiş “şiddet eğiliminin” bedelini ödemişlerdir. Kendileri gibi yüzlerce, binlerce başka insan gibi.

Sadece siyasi amaçlı şiddetin değil, aynı zamanda toplumsal boyutta, sokakta, çarşıda pazarda, trafikte, işyerinde ve evlerde yaşananlardan bağımsız değil, “hastane koridorunda, poliklinikte, acil serviste, avukat yazıhanesinde” işlenen cinayetler.

  • Doktora ve sağlık çalışanına yönelik şiddeti, tabii ki ayrı ve özel bir başlıkta konuşuyor ve tartışıyoruz. Neticede, hepimizin canını korumak ve gözetmek, hayatımızı kurtarmak, kritik bir durumda hayata döndürmek gibi kutsal bir görevi olan insanların korunması özel bir önem taşıyor.

Üstelik de belki de hekimliğin tarihi kadar eski bir “Yakınımın ölümünden sorumludur” düşüncesiyle işlenen intikam kokulu cinayetler, uygar bir toplumda asla kabul edilmemesi gereken tepkilerdir. Hiçbir hekim “yüzde yüz yaşam garantisi” ile tedavi hizmeti veremez. Velev ki, hekim ya da başka sağlık personeli hata yapmış olsun, tıp alanında malpractice(sağlık hizmetinde hata sonucu ölüm veya sakatlığa yol açma) diye bilinen ihmal ya da kazaların bedeli “cinayet” olamaz.

Ancak, şunu da unutmayalım, daha küçücük çocuklarına evde parmak sallarken “Öldürürüm seni!..” sözcüklerini cömert biçimde kullanan, kadınlarına ve kız çocuklarına yönelik şiddeti “sıradan ve doğal bir hak” gibi gören bir toplumdan söz ediyoruz. Evden başlayarak okulda, işyerinde, kışlada, karakolda ve hatta parlamento çatısı altında, tekmeyi yumruğu, sopayı veya “eline ne geçerse onunla” şiddeti “olağan biçimde kabullenmiş” bir toplumuz.

Bu arada, çok ilginç bir detayı da atlamamak için hatırlatmak zorundayım.

Çarşamba günü Konya’da işlenen cinayetten sadece 24 saat önce, İstanbul’da bir özel hastanede, bir mağdur hasta yakınının haklı ve anlaşılabilir tepkisini ulusal çapta alkışlayan pek çok insan “Vallahi ben olsam…” diye şiddeti savunan muhabbetler yapmamış mıydı?

Anlatımlara bakarsak, 56 yaşındaki babasının “Anjiyografiye geç alınması, çeşitli aşamalarda ihmal sonucu geç müdahale edilmesini ve belki de bu ihmaller zinciri sonucu hayatını yitirmesini” haklı bir feryatla protesto eden aile, görünümlerine bakılırsa “görece medeni sınırlarda” tepki gösteriyorlardı. Ama pek çok insan, öyle bir durumda “Eline ne geçirirse, gidip doktor odası basmayı” aklından geçirmiyor mu bu ülkede?

Anlatmak istediğim şey, bu işin (yine haklı olarak hepimizin dillendirdiği üzere) sadece Sağlık Bakanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın, genelde devletin hâlâ ciddiye almadığı ve yeterli önlem almama aymazlığı içinde olmasının çok ötesinde bir geri planı var. Dün öğle saatlerinde İstanbul’da hekimlerin yapmaya çalıştığı yürüyüşü şiddetle bastırmaya çalışan da aynı devlettir. Copla vurarak, kalkanlarla itip kakarak, biber gazı sıkarak protestoyu engelleyen devlet, poliklinikteki silahlı zorbaya bir şey yapamayan devletle aynı devlet.

Haklı taleplerinin yerine getirilmemesini protesto edip “başını alıp başka diyarlara göç etmek isteyene” hitaben “Giderlerse gitsinler be!..” diye sıkılmadan – utanmadan kapıyı gösteren de aynı devlet. Benzer her konuda olduğu gibi bu konuda da ilaç, yani bu zehrin karşılığı olan “panzehir” belli. Toplumun tüm bireylerini ve kesimlerini, bugünkünden çok daha ileri bir eğitim ve bilinç düzeyine getirecek politikalar.

Yukarıda da ayrıntılı biçimde dikkat çektiğim gibi, aileden yani çocukluktan başlayarak, “meselelerini şiddetle değil, konuşarak-tartışarak çözme odaklı” bir toplum yaratabilmek. En ufak bir yol verme, “sen geçtin, ben geçtim” tartışmasında, sopaya silaha davranan bir toplum olduğumuz ve en basit bir siyasi münazarada küfür etmeden konuşamadığımız, TV’lerde her gece “Aslında şuna bir uçan tekme atmak geçiyor içimden” üslubu ile tartışamadığımız gerçeğini, aynaya baktığımızda hepimiz görüyoruz değil mi?

Bu sarmaldan çıkamadığımız müddetçe, yani “şiddet genini değişime uğratamadığımız, damarlarımızdaki kanın şiddet içeren alaşımını dönüştüremediğimiz, Kurtlar Vadisi, Eşkıya bilmem nesi filmlerine özenmediğimiz” müddetçe, bu tür cinayetleri ve cenazeleri daha çok yaşayacağımızdan emin olabilirsiniz. Bu acı gerçeği hatırlamaz ve hatırlatmazsak, dün yaşananlar gibi kısır bir “Deja vu” döngüsünde debelenip duracağız.

İtiraf edin, yaklaşık bir yıldır bir mafya liderinin kullandığı “Ulan hepinize kan kusturacağım lan!..” üslubunu alkışlayıp, bazı siyasetçilerin “lütfen’li, sayın’lı, rica ederim’li” üslubunu ‘fazla ince bulup’ küçümseyen bir toplum değil miyiz?

İtiraf edin… Bu sarmaldan çıkmamız lazım.

YAŞAMIMIZ DİZİ


YAŞAMIMIZ DİZİ

erdem_akyuz

 

Av. Erdem AKYÜZ
Hukuku Egemenliği Derneği Başkanı
erdemak@gmail.com

 

 

Yaşamımız adeta bir dizi film.

Hepimiz bu dizinin içinde figüran gibi oynuyoruz, daha doğrusu oynatılıyoruz.

Yakın geçmişte gözde olan dizi filimler “Küçük Ev” veya “Dallas” Gibi dizilerdi.

Küçük Ev”de bir çiftlikte yaşayan ve kötü insanlar arasında ailesini korumak için çalışan bir çiftçinin öyküsü anlatılmakta idi.

Dallas” dizisinde hileci ve üç kağıtcı “J. R. – Ceyar” ile kardeşinin karısı “Sue Ellen” arasında kalmıştık.

Uzay Yolu”nda “Kaptan Kirk” ve “Mr. Spark” ile uzayın derinliklerine,
Aşk Gemisi”nde okyanuslar arası aşk hilelerine dalardık.

Buruşuk, kirli pardesüsü içinde dolaşan Komiser Kolombo çok saf görünür
ama tam kapıdan çıkarken dönüp aniden sorduğu sorular ile suçluyu faka bastırırdı.

Kaçak” dizisinde karısının, tek kollu gerçek katilini ararken, komiser “Gerald” tarafından katil diye kovalanan doktor “Richard Kimble ile nefes nefese kalırdık.

“Kurtlar Vadisi”nde çoğumuz bir “Polat Alemdar” veya “Abdi Bey” idik.
Onların yediği kurşunlarla sarsılır, başarıları ile mutlu olurduk

Daha sonraları “Zengin Kız Fakir Oğlan” gibi diziler gözde oldu. Zengin iki kız kardeşten birinin nişanlısı dürüst ama şaşkın bir oğlan, diğeri ise, soyguncu bekçinin deyimi ile
üç kağıtçı ve hovarda “Zarp Bey”.

Say sayabilirsen…

Dizi uzadıkça sakalı uzayan ve nereye kadar uzayacağı belli olmayan
Muhteşem Süleyman, “Osmanlı Tokadı, Elveda Rumeli, Yalan Dünya, Galip Derviş, Boynu Bükükler, Akasya Durağı, Umutsuz Ev Kadınları, Fatih Harbiye, Huzur Sokağı,
Bu Günün Saraylısı, Bir Yusuf Masalı, Şafaktepe, Güneşi Beklerken, Seksenler, Doksanlar
” ve daha niceleri…

Daha da sonraları diziler, daha da bir yaşamın içinden yer almaya başladı.

Allah’a şükür”; yerli dizilerimiz, yerli senaryolarımız ve gerçek dizi kahramanlarımıza kavuştuk.

Yatak odalarında kasalar,
tuvaletlere kadar taşınan para sayma makineleri
,
kundura kutularına doldurulan Dolarlar – Euro’lar.

Eskiden “kundurama kum doldu, atmaya kürek ister” diye şarkılar vardı,
şimdilerde

“kundurama dolar doldu, saymaya yürek ister” diye

türküler yakılmaya başlandı.

Önceki dizi filmlerde “mubah” sayılan “dinleme, izleme, tape, CD, tutuklama,
el koyma, gizli çekim, açıktan suçlama
” gibi teknikler şimdilerde “günah” sayılıyor.

Güncel bir dizi film de “Açılım” adı ile vizyona konuldu.
Kimi kanallarda bunun adı Demokratikleşme Paketi olarak geçiyor.

İlk tanıtıcı jeneriği “Yakında iyi şeyler olacak” diye anons edilmişti.

Dizi gösterime girdi. Paket açıldı ama içinden bambaşka şeyler çıktı :

Türkçe dışında” farklı dil ve lehçede eğitim, Türkçe dışında siyasal propaganda, köylere Cumhuriyet öncesi farklı ve yabancı adların verilmesi, çok düşük oy alan siyasal partilere bile “Hazine Kapısı”nın açılması, Şapka Kanunu’nun kaldırılarak başlara
fes, takke, külah” giyme yolunun açılması.. yani kafanın içine sansür, tepesine özgürlük.

Dizilerden dizi beğen. Eh, tabii yaşamımız dizi film olunca.

Bizler de birer figüranız. Hangi rolü layık görürlerse;

O dizinin içinde, O rolü oynayacağız. Perde kapanana dek !…

RİFAT SERDAROĞLU : HESAPLAŞMA

RİFAT SERDAROĞLU

portresi3

HESAPLAŞMA

Dışişleri Bakanı Davut oğlu, AKP iktidarının beyni gibidir. O’nun bildiklerinin
kırkta birini Tayyip Bey bilmez. Davut oğlu, öylesine zekice planlar yapar ve uygulatır ki, Tayyip Bey “yeterli bilgi derinliği” olmadığı için bunlara inanır ve kendi planını uyguladığını zanneder.

Hâlbuki Dünya ve Türk tarihini inceleyenler ve devletlerarası ilişkileri bilenler
görüyorlar ki, Davut oğlu, gerçekleşmeyen senaryolar yazan bir “Hayal Taciridir.”

T.C. Dışişleri Bakanı, “Kurtlar Vadisi” dizisinin senaryosuna benzeyen konuşmasında üçayaklı bir restorasyona ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Diyarbakır’da söylediklerine tek-tek bakalım;

*İnsanoğlunun ve kendi insanlarımızın restorasyonu,
*Ekonomik restorasyon,
*Demokrasinin restorasyonu.

Davut oğlu, önce Türkiye Cumhuriyeti Tarihdaşlarını(Vatandaş yerine bunu kullanıyor!) restore edecek, sonra da tüm insanlığı restore edecek!
Bu balonu patlatacak kelime şudur; Nasıl?
Senin, Kadim Kültürün (Kadim Arapça bir kelimedir, başlangıcı olmayan, ezeli anlamındadır) nasıl olacak da, tüm insanlığı bir restorasyona razı edecek?
Herkes senin Kadim kültürün gibi düşünmek zorunda mı?
Restorasyon aracı olarak, dinlerarası diyalog safsatasında iddia edilen ve
Cemaatin de istediği “Tek Dünya Dini” ve “Tek Dünya Devleti” mi kullanılacak?

Davut oğlu, Ekonomik restorasyon olarak, Başbakan’ın kendilerine koyduğu hedefi söyledi.
Bugün, iktidar yalakası olmayan gerçek ekonomistler çok iyi biliyorlar ki,
Türkiye Ekonomisi, uluslararası tefecilerin elinde ve onların pompaladığı
“Sıcak Para” sayesinde ayakta duruyor görünmektedir. 11 yıl tek başına iktidarda olacaksın ve hala sıkılmadan Ekonomik restorasyondan bahsedeceksin!

Demokratik restorasyona gelince    ;

11 yılda demokrasimize restorasyon değil, operasyon yaptılar. Tıpkı organ nakli yapar gibi. Çağdaşlığı ve Özgür Düşünceyi söküp, Cemaatleri-Tarikatları demokrasiye eklemeye kalktılar. Her türlü Milliyetçiliği ayaklar altına aldılar.
Kuvvetler Ayrılığını-Yargıyı-TBMM’yi ayak bağı gördüler.

  • Kendilerinin ve ailelerinin çılgınca artan servetlerinin hesabını vermediler.

Hesap vermekten hep kaçtılar. Sadaka dolandırıcılarını adaletin elinden kaçırdılar.
Bunlar senin Kadim Kültüründe var mı idi?

Davut oğlu; “Edirne niye çıkmaz sokak olsun, ta Saraybosna’ya kadar niye açılmasın?” diyor!

Ne kadar dar bir görüş! Korkma yürü, al Mehteran’ı önüne, Viyana’dan gir Paris’ten çık. Paris ne ki, Londra’dan denize gir New York’tan çık.
Bin Kadim Kültürüne, New York’tan başla tüm dünyayı dolaş!…

Şimdi, Davut oğlu bunları niçin yapıyor, onu kısaca özetleyelim;

MS 70 yılında Roma Egemenliğine geçen Yahuda Devletinden arda kalan bir bölüm İsrail oğlu, İspanya’ya yerleşmişlerdi. Burada Yahudi Bilge Hahamlardan oluşan “Yetmişler Meclisi”nin yönetiminde 1492 yılına kadar bu ülkedeki her şeyi ile elde ettiler. Aynen bugünkü Amerika’da olduğu gibi, İspanya Sarayına ve Devlet Yönetimine
hâkim oldular.

İşte bu dönemde Yahova’nın krallığında Kudüs merkezli, Süleyman Tapınağının inşası ile Tevrat eksenli Nil’den Fırat’a kadar olan bölgede Yahudi Dünya Egemenliğini gerçekleştirme projesini hazırladılar ve adına Mesih Planı dediler.
Bu plan 3 bölümden oluşuyordu;

1)1492-1897 Avrupa Baharı Dönemi;

Yaklaşık 400 yıl süren bu dönemde Avrupa’da din asıl, medeniyet türev iken
durum tümüyle tersine çevrilmiş; medeniyet asıl, din türev haline getirilmiştir.

Katolik hâkimiyetini yıkmak üzere başlatılan Protestanlık ve Calvinizm hareketi,
Avrupa ve İngiltere’yi Püritenleştirdi.

İngiltere’den Amerika’ya kuruluşundan başlayarak geçen Püritenlik,
günümüzde Evanjelizm olarak Beyaz Saray’ın egemen dini oldu.

Reform ve Rönesans hareketleri olarak yürütülen dönüşüm nedeniyle başlayan
din savaşları sonunda “Avrupa Baharı”nda yalnızca Fransa’da 18 milyon insan öldü. 400 yıl süren bu sürecin sonunda, başta planlandığı gibi Yahudilik ve Hıristiyanlık, Müslümanlığa karşı tek yumruk halinde birleştirildi.

2) 1897-1948 İsrail Devletinin Kurulması;

Bu dönem, 1897 yılında İsviçre’nin Basel Kentinde, 1. Siyasal Siyonizm Kongresi‘nde “50 Yıl sonra İsrail Devletinin” kurulması kararının alındığı toplantıyla başlar ve 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devletinin kurulmasıyla sonuçlanır. (Planlanandan birkaç aylık bir sapma ile kuruldu)

Bu dönemde Türklük ve Müslümanlık bitirilmek üzere hedefe oturtuldu.
İlk olarak Osmanlı İmparatorluğu sona erdirildi.

3) Yalta Konferansıyla Başlayan ve Arap Baharı ile Devam Eden, Büyük İsrail Projesi;

Yalta’da Roosevelt-Churchill-Stalin’i bir masa etrafında toplayanlar,
İngiltere’nin sömürgelerinden çekilirken yerine ABD’nin geçmesini kararlaştırdılar.
1990’a kadar sürecek “Soğuk Savaş” dönemi başlatıldı. Daha sonra süreç
Yeni Dünya Düzeni , Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Arap Baharı adlarıyla sürdürülmektedir.

  • Varılmak istenen nokta, “Mesih Planında” kararlaştırılan
    Nil’den-Fırat’a yerleşecek olan “Büyük İsrail” devletidir.

Hedefe adım-adım gidilmektedir. Irak’ın Kuzeyi ile Suriye’nin Kuzeyi temizlenmiş,
sıra Türkiye’nin yıllar içinde “Özerklik-Federasyon” yoluyla bölünmesine ve
diğerlerine eklemlenmesine gelmiştir. Önce “Büyük Kürdistan Devleti” kurdurulacak
ve bölgede 2. İsrail olarak görev yapacaktır. “Eşbaşkanlık” görevi budur.

Davut oğlu, Eşbaşkan’ının emri ve Hazar Yahudileri ile yakınlığından dolayı
bu şekilde konuşmaktadır.

Dünya yeni bir uygarlık ve barış ihtiyacında iken, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun
neden bu uygulamalara maruz bırakıldığı Mesih Planı ile çok net anlaşılmaktadır.

Şalom Davut oğlu!

Not; Katkıları için Sayın Sedat Şenermen’e çok teşekkür ederim.

Sağlık ve başarı dileklerimle.
20 Mart 2013

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11