Geçtiğimiz pazar günü BirGünGazetesi’nde İsmail Arı önemli bir habere imza atarak müteahhitlerin ekonomideki kötü gidiş nedeniyle bazı kamu ihalelerine katılmadıklarını rakamlarıyla ortaya koydu. Buna göre son üç ayda, katılım olmaması nedeniyle iptal edilenler en çok Sağlık Bakanlığı projeleri. Hastane yapımı, tadilatı ve inşaat tamamlamayla ilgili 102 ihale katılım olmadığı için iptal edildi. Ayrıca çok sayıda aile sağlığı merkezi, diyaliz merkezi yapımı, ek hizmet binası yapımı ve 112 merkezi gibi inşaat ihalelerine de şirketler katılmadı. Bakanlığın 24 ihalesi de bütçe yetersizliği nedeniyle iptal edildi.
Bu ihaleler yeniden açıldığında daha yüksek maliyetlerle karşılaşılacak, halkın cebinden daha çok para çıkacak. Peki sağlıkla ilgili pek çok proje aksarken ödemesi sekmeyen hangileri dersiniz? Tabii ki hizmet alma ve kira ödeme garantili şehir hastaneleri.
ÖDEMELER KATLANIYOR
Bir başka önemli gelişmeyi de hemen ertesi gün SÖZCÜGazetesi’nde Çiğdem Toker’den öğrendik. Orta Vadeli Program’dan görebildiğimiz kadarıyla şehir hastaneleri ödemeleri önümüzdeki yıl ikiye katlanacak. “İki haberin birbiriyle ne ilişkisi var?” derseniz, şu gerçeği görmek gerekir: Sağlık gibi yaşamsal bir konuda kamu kaynaklarından aslan payı, yüzde 70,4’ünü dört şirketin kontrol ettiği şehir hastaneleri piyasasına teslim ediliyor. Açık bir siyasal tercihten söz ediyoruz. Mevcut devlet hastanelerinin kapatılmasıyla da kamu sağlık hizmetlerinin tasfiyesinde yeni bir aşamaya geçildi. Bazı hizmetlerin yabancılara devri ve imtiyazları da içeren oldukça etkili bir özelleştirme politikasını “cebimizden beş kuruş çıkmayacak” diyerek halka nasıl yutturduklarını görüyor musunuz?
Bu yıla kadar Sağlık Bakanlığı’nın mali tablolarında kamu özel işbirliği ile yapılan şehir hastanelerinin hizmet ve kira ödemeleri toplam halinde her ay veriliyordu. Artık açık yazılmıyor. Sözleşmeler gizli tutuluyor, hastaneler için döviz ve enflasyon üzerinden 25 yıl garantili kira ödemeleri var. Kiralar “gayrimenkul sermaye üretim giderleri”, hizmet ödemeleri ise “hizmet alımları” içinden takip edilmeye çalışılıyor. Sağlık Bakanlığı’nın sermaye giderleri içinde büyük oranda şehir hastaneleri harcamaları var. Tutarının bu yıl için planlanan 27 milyar 840 milyon TL’den önümüzdeki yıl 60 milyar 405 milyon TL’ye çıkması bekleniyor. Öte yandan bir yıl önce 2023 için yapılan tahmin 31,3 milyar TL idi. Bir yılda tahminler neredeyse iki katına çıkacak kadar sapma gösteriyor. Sapmanın içinde kim bilir neler var!
NE KADAR ÖDENİYOR?
Ödemeler çok yüklü. Temmuz sonu itibarıyla bu yıl gayrimenkul sermaye üretim gideri olarak 17 milyar 520 milyon TL, hizmet alımı için de 14 milyar 749 milyon TL ödeme yapılmış. Büyük oranda şehir hastaneleri için yapılan ödemeler bunlar, ama tam rakamları bilemiyoruz. Şu ana kadar açılan 13 hastane için yapılan ödemeleri hesaplamaya çalışıyoruz. Yapımı devam eden beş hastane daha var, onlar da eklenince, yüksek enflasyon ve döviz fiyatları ile birlikte ödemelerin daha da artacağı çok açık.
Hangi hastaneye, hangi kalemde ne ödemesi yapıldığının kamuoyuna açıklanmadığı bir süreçten, toplam ödemelerin de açıklanmadığı bir noktaya geldik. Halkın parasının nereye, ne kadar harcandığını takip dahi edemiyoruz. Yapılan yüksek ödemelerin her yıl daha fazla Sağlık Bakanlığı bütçesini işgal ettiğini, başta koruyucu hekimlik hizmetleri olmak üzere pek çok yaşamsal hizmetten kaynak çalan bir hale dönüştüğünü görüyoruz. Öyle ya, ihaleler ödenek yetersizliğinden ya da katılım olmadığı için iptal edildiğine göre, şehir hastaneleri dışındaki yatırımlarda ciddi sorunlar yaşandığı ortada. Yapımı devam eden şehir hastanelerinin açılışlarının beş yıldır sürekli ertelendiğini hatırlarsanız orada da işlerin sıkıntılı olduğu görülüyor. Neresinden baksak çatırdayan bir sağlık sisteminin içine düşürüldük.
Torunlarımızı bile borçlandırarak yapılan şehir hastaneleri modelinden, daha fazla zarar görmeden, kamunun yararına olacak bir formülle çıkılması gerekiyor.
20 Mart 2020 tarihinde TUİK tarafından yayınlanan “İşgücünün Genel Profiline” göre 28 milyonu istihdamda, 4.5 milyonu işsiz olmak üzere toplam işgücü 32.5 milyon. İş aramayıp, çalışmaya hazır olanları, mevsimlik çalışanları katarsak doğru toplam işgücü sayısının 35 milyondan daha az olmadığını, işsiz sayısının en az 7 milyon olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yani en iyi ihtimalle işsizlik oranımız %20,
Koronavirüs salgınının neden olduğu ekonomik daralma sonucu 3 milyon kişinin daha işsiz kalmasıyla bu sayı 10 milyona, işsizlik oranın %30’a ulaşması muhtemel.
Sorun, bu 10 milyon gelirden yoksun, işsiz insana en az ay dört ay boyunca yaşamlarını kolaylaştıracak bir asgari gelir ve gıda güvenliğini sağlamak olmalıdır. Bunun yanında, zor durumda olan sektörlere, başta sağlık olmak üzere, onları ayakta tutacak asgari kaynakların aktarılması önem taşımaktadır. Bu geliri sağlayacak kaynaklar fazlasıyla mevcuttur, ancak bu kaynak seçeneklerini değerlendirmeden önce, ne kadar kaynağa ihtiyaç olduğu belirlenmelidir.
KORONAVİRÜS SALGINININ EKONOMİK ETKİLERİNİ EN AZA İNDİRMEK İÇİN GEREKLİ KAYNAK MİKTARI
Salgından dolayı bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de – ekonomi daralacak, – işsizlik artacak, – şirketler zor durumda kalacak, – vergi gelirleri azalacak, – bütçe açıkları büyüyecek, – tarımın ve gıda güvenliğinin önemi artacaktır.
Bu alanlara acil müdahale desteği gerekecektir:
1) İşşizlik Ödeneğinin Yaygınlaştırılması
İşsizlik ödeneğinin, İşsizlik Fonundan mevcut yararlanma koşullarını yerine getirmeyenleri de kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması sosyal devlet olmanın gereğidir. Yukarda belirtildiği gibi yedi milyon işsizin hiçbir geliri yoktur, bu insanlara temel ihtiyaçlarının karşılanması için kaynak aktarılmalıdır. Yedi milyon işsize ayda 1500 TL’lik bir ödeme yapılması, onların su, elektrik, doğalgaz, yiyecek gibi zorunlu giderlerinin bir kısmının karşılanmasına yardımcı olacaktır.
Yedi milyon kişiye ayda 1500 TL verilmesinin aylık toplam tutarı 10.5 milyar TL, dört aylık toplam tutarı ise 42 milyar TL’dır.
2) Kısa çalışma ödeneği uygulamasının genişletilmesi
Kısa çalışma ödeneği; genel ekonomik, sektörel, bölgesel kriz veya zorlayıcı nedenlerle işverenin haftalık çalışma sürelerinin en az üçte bir oranında azaltması, faaliyetini tümüyle ya da en az dört hafta süreyle durdurması hallerinde devreye alınıyor. Salgın hastalık da kısa çalışma ödeneğine giren zorlayıcı sebep arasında sayılıyor. Uygulama ile işverene, çalıştırdığı sigortalılar için gelir desteği veriliyor. Bugün için destek süresi üç ay ancak Cumhurbaşkanı kararı ile bu süre 6 aya kadar uzatılabiliyor.
Koronavirüse karşı önlem olarak açıklanan Ekonomik İstikrar Kalkanı Paketi kapsamında ekonomik sorun yaşayan işverenler kısa çalışma ödeneğinden yararlanabilecekler. Kısa çalışma ödeneği ile işçilere çalışma ödeneği ödeniyor hem de genel sağlık sigortası primleri karşılanıyor. Bunun için işsizlik fonu devreye giriyor. İşyerinin bu ödenekten yararlanması için İŞKUR’a başvurması gerekiyor. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanmak için gereken süreçlerin kolaylaştırılıp, hızlandırılması gerekiyor. Böylece faaliyetine ara veren işyerlerindeki işçilere geçici gelir desteği sağlanırken, işverenlerin de maliyeti azaltılacak. Bu aşamada aranan şartların başında, çalışanın kısa çalışma ödeneğinden yararlanmadan önce 120 gün çalışıyor olması ve son üç yıl içinde de 600 gün süreyle işsizlik sigortası primi ödemiş olması geliyor. Bu koşullar 60 gün ve 450 güne indirildi. Kısa çalışma ödeneği kapsamında çalışana, aylık prime esas kazancının günlük brüt tutarının %60’ı ödeniyor. Kısa çalışma ödeneği miktarı aylık asgari ücretin brüt tutarının %150’sini geçemiyor ki, bu rakam 4,414 lira. Yani çalışan ne kadar maaş alırsa alsın ödenecek en yüksek kısa çalışma ödeneği 4,414 lirayı geçmeyecek. Asgari ücretli bir çalışan 1752 lira ödenek alabilecek. Eğer üç milyon çalışana ayda ortalama 3000 TL ödeme yapılacağı varsayılırsa, aylık maliyet 9 milyar TL, dört aylık maliyet 36 milyar TL’ye ulaşacaktır
3) Tarımsal Üretimin Desteklenmesi
Koronavirüs salgını gıda güvenliğinin önemini ortaya çıkarmıştır. Dünya Bankasının doğrudan gelir desteği gibi programlarından vazgeçerek, üretmeyen değil üreten desteklenmelidir. Tohumundan, gübresine, ilacına kadar yerli üretime geçilmelidir. Özellikle işsiz üniversite mezunlarına faizsiz kredi sağlanarak, kooperatifler yoluyla örgütlenmeyi teşvik ederek akıllı tarım teşvik edilmelidir. İlk aşamada 50 milyar TL’lik bir destek ile başlanmalıdır.
4) Salgından Doğrudan Etkilenen Sektör ve Kuruluşlara Destek
Başta sağlık olmak üzere ulaşım ve turizm gibi faaliyetler salgından doğrudan etkilenecek sektörlerin başında gelmektedir. Özellikle havayolları, konaklama, ağırlama, yiyecek, içecek sektörlerinin ayakta kalması için minimum nakdi destek hemen verilmelidir. Bu sektörler hem emek-yoğun olmaları dolayısıyla istihdam hem de döviz kazandırmaları dolayısıyla ekonomide önemleri olan sektörlerdir. Bu miktar 20 milyar TL’sı hemen sağlık sektörüne, 20 milyar TL’si diğer sektörlere olmak üzere toplam 40 milyar TL olarak düşünülmektedir.
5) Kamu-Özel İşbirliği Projelerinin Kamulaştırılması, Şehir Hastanelerinden Vazgeçilmesi
Geçiş garantili otoyol ve köprüler mahsuplaşılarak kamulaştırılmalı,
Şehir hastanelerinden vazgeçilmelidir.
Bu sene için zaten 20 milyar TL’ye yakın bir miktar bütçeye konulmuştur. Mahsuplaşmanın ilk adımı olarak 20 milyar TL daha koyulabilir. Örneğin, Osmangazi Köprüsünün maliyeti 1 Milyar $ dolayındadır, Dolar üzerinden %20 bir kâr marjı konursa devlet için maliyet 1.2 milyar dolara gelir. Şirketin köprü geçişlerinden bugüne kadar aldığı miktar + devletin garanti ücret olarak ödedikleri 1.2 milyar dolardan az ise bir takvim içinde şirkete ödenir, eğer fazla ise şirketten tahsil edilir.
İş adamlığı, siyasiler ile işbirliği yaparak halkı soymak değil, dünya standartlarında makul bir kazanç karşılığında hizmet yapmak veya üretmektir.
Bu alanlar için öngörülen miktar toplamı 188 milyar TL’ye gelmektedir, bu miktar burada öngörülmeyen durumlar, (örneğin sürenin uzaması, işsiz sayısının ve sektörlerin artması gibi) göz önüne alınarak 250-300 milyar TL’ye kadar çıkabilir. Bunun yanında devletin vatandaşların geçimlerini kolaylaştırmak için elektrik, doğalgaz faturalarını ertelemek gibi anlamlı olmayan öneriler yerine, petrol fiyatlarındaki çöküşü de göz önüne alarak, fiyatlarda ciddi indirime gitmesi, bu yıl eğitimi tamamlamayan özel okulların, vakıf üniversitelerinin gelecek yıl ücretlerini %20 düşürmeleri, bu yıl mezun olacaklara %20 geri ödeme yapmalarının sağlanması gibi önlemler de alınmalıdır.
DEVLETİN KULLANABİLECEĞİ GELİR KAYNAKLARI
Bugünler için düşünülmüş İşsizlik Fonunun hareket geçirilmesi, İşsizlik Fonunda Şubat 2020 sonunda 131, 5 milyar TL olduğu görünmektedir.
Bütçede israf niteliği taşıyan gereksiz cari ve yatırım harcamalarından, yurt dışına yardım ve hibelerden vazgeçilmeli, Suriye ile zaman geçirmeden anlaşılarak savaşa son verilmeli yerlerinden edilen Suriyelilerin vatanlarına dönmesi sağlanmalıdır. Buradan 50 milyar TL’lik kaynak sağlamak mümkündür.
Kamuyu bir hizmet alanı olmaktan ziyade zenginleşme aracı olarak gören hem merkezi hem yerel kimi kamu görevlilerinin 1’den çok aylık almasının önüne yasal olarak geçilmeli, şatafat ve makam saltanatına son verilerek elde edilecek kaynaklar kamuya kazandırılmalıdır.
TOBB, Odalar, Birlikler, Sendikalar gibi üyelerinden yasayla topladıkları aidatlarla oluşmuş fonları üyelerine ihtiyaçları doğrultusunda dağıtmaları. Örneğin Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ilk aşamada üyeleri ve çalışanları için 500 milyon TL’lik bir destek paketi açıklamıştır. TOBB’un elinde birikmiş 100 milyar TL’den fazla kaynak olduğu söylenmektedir, TOBB’un bu konuya açıklık getirmesi gerekmektedir.
IMF kredisi. IMF koronavirüs salgının olumsuz ekonomik etkilerini azaltmak için üyelerine bir trilyon dolarlık kredi kullandıracağını açıkladı. Bu kredinin koşullarının IMF’nin klasik daraltıcı politikalar yerine genişletici politikaları desteklemesi beklenir. Türkiye’nin 20 milyar dolarlık bir kredi dilimi kullanması hem döviz kuru üzerindeki baskıyı azaltacak, bunun enflasyon üzerinde düşürücü etkisi olacak hem de kamunun kullanabileceği kaynakları 125-130 milyar gibi artıracaktır. Böyle bir kredi kullanımı aynı zamanda Türkiye’nin güvenilirliği artırarak sermaye çıkışını azaltarak, ülke risk priminin düşmesine ve döviz kurunda istikrar sağlanmasına yardımcı olacaktır.
Bu yıl Türkiye’nin milli gelir büyüklüğünün yaklaşık 4.5 trilyon TL olacağını varsayarsak, kamunun elinde kullanabileceği miktarın milli gelirin % 8’ne (360-380 milyar TL) kolaylıkla yaklaşabileceğini tahmin edebiliriz. Hesaplamalarımız milli gelirin %5 lik bölümüne denk gelen bir tutarın destek olarak verilmesinin yeterli olabileceğini göstermektedir. İşsizliğin %30’aulaşacağı, bütçe açığının en az %6 (AS: ulsal gelirin!) olacağı bir ortamda hemen hareket geçmek ekonomik daralmanın etkilerini en aza indirmek için yaşamsal bir nitelik taşımaktadır.
Burada sorun kamudaki ve özel sektörde alışkanlıkların değişmesi gereğidir. Bu alışkanlıklar değişmeden hiçbir sonuç almak mümkün değildir.
İsraf, savaş, verimsiz yatırımlar, şatafat, rant ve yolsuzluklardan kurtulmadan, hukuk olmadan çıkış yolumuz olmadığının anlaşılması en önemli noktadır.
PARA BASMA FANTEZİLERİ
Devletin kullanabileceği kaynaklar olduğu halde para basılması gibi fanteziler ortaya atılmıştır.
Para basmak ise düşünülmemesi gereken, hiç faydası olmayacak çok tehlikeli bir tercihtir.
Türkiye gibi çift paranın kullanıldığı ve üretimi ithalata bağımlı ülkelerde para basılırsa, dövize kaçış başlar, döviz girişi olmadığı için de döviz fiyatları spekülatif olarak yükselir. Döviz borçlu kişi ve şirketler iflas eder. Ücretliler, emeklililer gibi sabit gelirliler ve TL’deki tasarruf sahipleri kaybederler. Daha da fazla para basmak zorunda kalınır. Hiperenflasyonsüreci başlar, TL’ye olan güvensizlik daha da artar, ekonomi yönetilemez duruma gelir. Üretim kapasitesi de çökertildiği için ekonomiyi tekrar ayağa kaldırmak çok zorlaşır.
PARA BASMAYI ÖNERENLER YAKIN GEÇMİŞTE EKONOMİYİ KRİZE SOKANLAR
Türkiye’yi 2001 krizine sokanlar, şimdi para basalım diyorlar. Halbuki 1999 sonrasında izlenen IMF politikalarıyla ekonomi ithalata ve borca bağımlı hale getirilmiştir. Biz açık olarak, 15 Aralık 1999 IMF programının ekonomiyi bir yıl içinde çökerteceğin söylerken, şimdi para basma fantezisini seslendirenler, Hazine ve Merkez Bankasında görevdeydiler. 2000 Kasım’ında o dönemki hükümetin politikalarına güvenerek devlet borçlanma kağıdı alan Demirbank’ın 150 milyon dolarlık nakit ihtiyacını Merkez Bankası ve Hazine karşılamayarak krizi tetiklediği halde, şimdi yapısal olarak çok daha kötü durumda olan bir ekonomide para basmayı neden öneriyorlar? O dönem yalnızca krizi tetiklemekle kalmadılar, küresel finans sermayesinin Türkiye komiseri Kemal Derviş başkanlığında sözde “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile ekonominin ve siyasetin yapısal olarak çökertilmesinde rol aldılar;
2001 krizinden sonra izlenen “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” kısa dönemli faizleri kullanarak enflasyonu düşürme politikası (enflasyon hedeflemesi) ile 2014 yılına kadar TL’nin aşırı değerli kalmasına:
Ara malları üreten yerli sanayinin çökertilmesine, sanayinin ara mal ithalatı bağımlılığının artmasına;
Finansal olmayan şirketlerin döviz borçlarının artmasına;
Tüketimin aşırı artmasına, tasarruf açığının ciddi boyutta düşmesine göz yumdular.
Dünya Bankasının doğrudan gelir politikalarıyla tarımın çökertilmesine, tohum, gübre, ilaç dahil her şeyi ile ithalata bağımlı duruma getirilmesine ses çıkarmadılar.
Çift paralı sistem yapısallaştı, mevduatın yarısı dövizde tutulmaya başlandı.
“15 günde 15 yasa” sloganı ile verimli kamu işletmelerinin peş keş çekilmesinin önü açıldı.
20 MART HAFTASINDA DÖVİZ MEVDUATINDAN ÇIKIŞA DİKKAT
20 Mart 2020 ile biten haftada MB verilerine göre, döviz mevduatından 2,5 milyar dolarlık (6,5 TL’den 16.25 milyar TL) bir çıkış oldu. TL mevduat ise yalnızca 2 milyar TL arttı. Bunun anlamı, çıkan döviz yastık altına ve/veya altına gitti. Bu, ülkeyi yönetenlere ve ekonomi politikalarına güvensizliğin işareti gibi görünüyor. Bu rakamları önümüzdeki haftalarda dikkatle izlemekte yarar var.
Mersİn Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi, kamu-özel işbirliğiyle şehir merkezinden uzağa kurulan sekiz hastaneden YALNIZCA biri. Yakın zamanda 13 şehir hastanesinin daha açılması planlanıyor. “Ne kadar hasta, o kadar kâr” İLKESİYLE işletilen bu dev kompleksler kamu bütçesinde karadelik açmakla kalmıyor, hastanelerde hastalar binbir güçlükle yüzleşiyor, hekimler nitelikli hizmet veremiyor, çalışanların örgütlenmesi köstekleniyor, ruh ve beden sağlıkları bozuluyor. Mersin Şehir Hastanesi hekimlerinden, Mersin Tabip Odası üyesi Uzman Doktor Ayşe Jini Güneş’le, halk sağlığını tehdit eden şehir hastanelerini mercek altına alıyoruz.
Ne zamandır hekimlik yapıyorsunuz?
Dr. Ayşe Jini Güneş: 18 yıllık hekimim. Tıp fakültesinde dahiliye ve nefroloji okudum. Kafamda idealize ettiğim hekimlikle pratikte yaşananların uyuşmadığını görünce sağlık politikalarıyla ilgilenmeye başladım. Öğrenciliğimden bu yana Türk Tabipleri Birliğinde örgütlüyüm.
Ekonomik kriz sağlık hizmetlerine nasıl yansıyor?
Kamusal ekonomi açısından bütün devletlerde sağlık her zaman negatif bilançodur. Türkiye’de de devlet bu gider ayağını üzerinden atmak ve sermayeye yeni birikim alanı açmak için sağlığı kâr amaçlayan bir metaya dönüştürdü. Bu politikaların temelleri mevcut iktidardan önce atılmıştı. AKP Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı (SDP) 2003’te uygulamaya koydu. Koruyucu değil, tedavi edici hekimlik ön plana çıkarıldı. “Ne kadar hasta, o kadar kâr” ve “paran kadar sağlık hizmeti” şiarı öne çıktı. Bu sistem hasta üretir. Koruyucu hekimlik tümüyle ortadan kalktı. Bu da yoksulları, en çok da kadınları etkiledi. Çünkü toplum sağlığının üzerine oturduğu temel ayaklardan biri kadın sağlığıdır. Bir ülkenin sağlık politikasının ne kadar başarılı olduğunu anlamak için kadının nasıl bir hayat yaşadığı, sağlık durumu, çocuğuna ne kadar sağlıklı bir ortam sunabildiği ve onu ne kadar sağlıklı yetiştirebildiğiyle ilgili parametreler vardır.
Sağlık en temel insan haklarından biri. İşleyiş “paran kadar sağlık hizmeti”ne döndüğünde tedaviye ulaşımı kişinin ekonomisine bağlıyorsunuz. Bu başlı başına bir adaletsizlik. Böylece yoksulluk ve ekonomik kriz bir halk sağlığı sorunu haline gelir. Çünkü hem sağlıklı ortama hem de ihtiyaç duyduğunuzda sağlığınızı düzeltecek araçlara ulaşım hakkınız engellenir. Sağlık hane ekonomisinde tasarruf edilebilir bir alana dönüştüğünde bundan ilk etkilenen yine kadınlar olur. Örneğin devlet şu an yaşlı hastalar için nakdi bakım desteği veriyor. Çünkü devletin yapmadığı bakım hizmetini kadınlar evde veriyor. Bununla ilgili tanıklık ettiğim çok sert bir öykü var: Bir genç kadının babasını yoğun bakıma yatırmıştım. Kadın her sabah yedide beni hastanenin kapısında karşılıyor ve bütün gün “Babam nasıl?” diye peşimden ayrılmıyordu. Başta kaygısını anlıyordum, fakat iki haftanın ardından biraz gerildim. “Beni bu şekilde takip etmene gerek yok” diye çıkıştım. Kadın ağlayarak engelli bir çocuğu olduğunu, eşinden ayrıldığını, babasına ve annesine baktığı için çalışamadığını, evin tüm gelirinin babasının maaşı ve bakım parasından ibaret olduğunu açıkladı. Bu çok vahşi bir varoluş. Kadın, babasının sağlığı için duyduğu kaygıdan ve onu yitirecek olmanın vereceği acıdan ziyade ailesinin geçimini öncelemek zorunda bırakılıyor. Benzer başka bir örnek de Gaziantep’te öldürülen hekim arkadaşımız Ersin Arslan. Sorunun kaynağı yine aynı: Hastanın ailesi, bakım parasını alamayacaklarını öğrenince çok sinirleniyor.
Hekim olarak tedaviye karar verirken hastadan minimum giderle maksimum gelir elde etmenin hesabını yapmak zorunda bırakılıyoruz. Şehir hastanelerinde başhekimler bunu yönetiyor. Bu da hekimlerin sağlık hizmeti sunarken özerkliklerini kaybetmesi anlamına geliyor.
Merkez ilçelere otuz kilometre uzaklıkta, 374 bin metrekare kapalı alanlı, 1294 yataklı devasa Mersin Şehir Hastanesi’ne geçişiniz nasıl gerçekleşti?
Kent merkezindeki Mersin Devlet Hastanesinden buraya geçtim. Seçim gündeminde, tamamlanmamış bir hastane için “bu hafta hemen taşınıyoruz” dediler. Oysa sözleşme süresinin tamamlanmasına daha çok vardı. İnşaat peyder pey sürerken sağlık hizmeti vermeye, daha doğrusu verememeye başladık. Mersin Şehir Hastanesi, bütün şehir hastaneleri gibi şehir dışında. Personelin ve vatandaşın ulaşıma harcadığı süre çok arttı.
Şehir hastanelerinin ekonomik modeli nasıl?
Kamu-özel işbirliğine göre işliyorlar. Fakat bütün şehir hastaneleri aslında özel kurum. Kamuya ait tek şey, hizmeti alanlar ve nitelikli sağlık personeli. Vatandaş burada katılım payı hariç para ödemiyor gibi gözüküyor, ama aslında Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) özel işletmelere para aktarıyor. Yani giderler vergilerimizden ödeniyor.
Özel şirketlere “yatan hasta sayısı % 70’in altında kalsa bile sana % 70 doluluk varmış gibi ücretlendirme yapacağım” deniyor. Ne kadar çok hasta yatarsa şirket o kadar para kazanıyor. Bu açıdan hastanelerin işleyişi üçüncü köprü gibi büyük rant projelerine benziyor.
Hizmetleri yürütme, sunma işi kamudayken hemşire ve yardımcı personel sayısı yatak başına, kliniklere göre dağıtılırdı. Ayrı bir yönetmelikle sayı belirlenirdi. Zaten tıp çok standartlaşmıştır ve istatistikler üzerinden ilerler. Duyulan ihtiyaca göre bir politika izlenir. Ama sağlık reformlarıyla birlikte, özellikle 2017’den sonra sayısal yeterlilikler kalktı. Şimdi hastanenin personel dağıtım cetveli var. Artık işi yüz kişiyle sağlık kriterlerine göre değil, o cetvele göre dağıtmak zorundayız. Yardımcı hizmetler yönetmeliğinde özel şirketin ihale edilen işi kaç çalışanla karşılayacağı belirtilmemiş, salt hizmetleri karşılayacağı yazılmış. Yani “klinik olarak bu personel bana yetersiz” deme şansım yok. Hatta eğer “bu kadar kişiyle iş yürümüyor” dersem, “o zaman senin performans puanını düşürürüm” diyorlar. Tam bir kısır döngü. Bunun içinde hasta memnuniyeti, yani hastaya sunulan hizmetin hasta tarafından algılanan kısmı, ciddi bir puan teşkil ediyor. Halbuki toplum, sağlık hizmetinin yeterliliğini ölçemez. Bu ancak bilimsel verilerle ölçülebilir.
Bu yapıların çoğunun inşaatını uluslararası sermaye ortaklıkları yapıyor. İşletmeleri özel şirketlere ait. Devlet binanın kullanımı, hizmet birimleri için nasıl bir ödeme yapıyor?
Özel şirkete kiranın yanı sıra sterilizasyon, temizlik, görüntüleme, diyaliz gibi hizmet birimleri karşılığında SGK tarafından para ödeniyor. Kamunun doğrudan yaptığı tek hizmet ödemesi hekimlerin ve hemşirelerin maaşları. Biz hâlâ 657 sayılı yasaya bağlıyız. Bu tablo ortaya korkunç bir israf çıkarıyor. Özel şirket hizmetler üzerinden kâr yapıyor. Bu yüzden de şehir hastanelerinin hep daha çok hastaya ihtiyacı var. Devlet özele yüksek oranda doluluk garantisi veriyor. Normalde, nüfusa oranla, belirlenen ölçütlere göre dünyanın her yerinde %50-60 arasında bir doluluk oranı öngörülür, ama bu aranmaz. Zaten bundan daha çok yatma ihtiyacı duyan hasta varsa, bilin ki sağlık politikanızda bir bozukluk vardır.
Her katta yalnızca 1 ya da 2 temizlik personeli var. Toplam 66 yataklı üç blokta hastaları bir yerden bir yere taşıyacak yalnızca 2 sağlık personeli var. Nöbet koşullarında bu sayı 1’e, kimi zaman 1’den çok kata tek personele düşüyor. Hemşirelik hizmetinde de sayı çok yetersiz. Şehir hastanesinde önemli bir sorun mekânın büyüklüğü. Bir hemşire gün içinde 22 hastanın tansiyonunu ölçmek zorundaysa, mekânı büyüterek onun harcayacağı zamanı artırıyorsunuz. Devlet hastaneleri için geçerli ölçütler şehir hastanelerinde geçersiz. Vatandaşa yol göstermek için valeler var. Ancak hastane açıldığında her köşe başında gördüğünüz valelerin sayısı üç ay sonra giderleri kısmak için azaltıldı. Vatandaşlar sağlık hizmetine ulaşmak için çok çaba gösteriyor, ulaştığında da kendisine hizmeti için ayrılan zaman çok azalmış oluyor.
Sorun hastaneye ulaşmakla bitmiyor. Hastane içi ulaşım da hem çalışan hem vatandaş için büyük bir sorun. Yoğun bakımdan polikliniğe dönmem bazen kırk dakika sürüyor. Acil çağrıldığımda hastalara yetişmem neredeyse olanaksız. Daha çok efor sarfediyor, fakat daha az kişiye hizmet verebiliyorum.
Doktorlara uygulanan performans sistemine şehir hastaneleri ne gibi sorunlar ekledi?
Aslında hekimlerin sabit bir mesaisi yoktur. Bir hastanız kötüleştiğinde mesainiz uzar. Fakat şehir hastanelerinde sağlık hizmetinin üretim biçimi baştan aşağı değişti. Eskiden hekimin tedavi planıyla, hastayı ne zaman göreceğiyle ilgili özerkliği vardı. Her klinik bunları iç disiplinine göre planlardı. Şehir hastaneleri ise verimliliği fabrika tipi tanımlayan ve niteliği de bu verimlilikle ölçen bir kurum. Sorun yalnızca hastaneye ulaşmakla bitmiyor. Hastane içi ulaşımın kendisi de hem çalışan hem vatandaş için bir sorun. Zamanın çoğu ulaşıma gidiyor. Hekimlerin hem yatan hem yoğun bakım hastaları var, hem de başka klinikler sizi konsültasyon için çağırıyor. Bu arada vermek zorunda olduğunuz poliklinik hizmeti de var. Yataktaki hastayı ziyaretim veya konsültasyonu yapıp polikliniğe dönmem kırk dakika sürüyor. O süre boyunca hastalarımı da bekletiyorum. Sistem bana “kalite değerlendirmesi için hastayı şu kadar sürede görmek zorundasın” diyor. Bunun denetimi bilgisayara düştüğüm notlar üzerinden yapılıyor. Siz değerlendirmeyi girmedikçe cep telefonunuza yarım saatte bir “hastayı hâlâ değerlendirmediniz” mesajı geliyor. Buna taciz diyoruz biz.
Acil olarak çağrıldığımda hastalara yetişmem neredeyse imkânsız.
Eskiye oranla daha çok çaba gösteriyor, ama daha az kişiye hizmet verebiliyorum. Bu da hem yorgunluk, gerginlik yaratıyor hem de muayeneye ayırdığımız süreyi çok kısaltıyor. Nitelik doğrudan düşüyor.
Bir hastaya bana hakaret ettikten sonra ona iyi bakacağımdan nasıl emin olduğunu sorduğumda “çünkü bakmak zorundasın” dedi. Bu tam bir hiçleştirme. Karşınızdaki yaptığınız işin değerini, zorluğunu, gerektirdiği zamanı algılamıyor. Bir efendi-köle denklemi kuruyor.
Bir kadın hekim olarak cinsiyet ayrımına uğruyor musunuz?
Türk Tabipleri Birliğinde büyük emekle oluşturduğumuz bir kadın hekimlik kolumuz var. Hekimlikte “hepimizin sorunları aynı” diye üstbaşlıklar atılır. Halbuki kadın hekim olmanın birçok dezavantajı var. Eğer kadınsanız hekimliğin bakım, hizmet ya da bunlara daha yakın alanlarında çalışmanız, örneğin çocuk doktoru olmanız bekleniyor. Cerrahi, ortopedi branşları gibi teknik beceri isteyen alanlara yakıştırılmıyorsunuz. Hem eğitim hem de icra sürecinde sürekli vazgeçmeniz söyleniyor. Hasta ilişkilerinde de kadınların hep daha kırılgan olduğu varsayılır.
Israrcı kişi hakaretten sonra ne yaptı?
Hakareti edip gitse anlaşılır, ama o hâlâ ısrar ediyor. Bunca hakaretten sonra ona iyi bakacağımdan nasıl emin olduğunu sorduğumda ise “çünkü bakmak zorundasın” diyor. Bu tam bir hiçleştirme. Karşınızdaki yaptığınız işin değerini, zorluğunu, gerektirdiği zamanı algılamıyor. Bir efendi-köle denklemi kuruyor. Ayrıca bir erkek doktora “bana randevusuz bakacaksın!” dayatması yapamazlar. Biz kadın hekimler şiddete daha açık hale geliyoruz. Bunu yapan hasta erkek de, kadın da olabiliyor. Şu en sık karşılaştığımız söylemlerden biri: “Benim vergilerimle varsın, bana bakmak zorundasın!” Bunlar çok yıpratıyor, bir yerde kırılma yaşıyorsunuz. Performans sistemiyle başlamış bu sıkıştırılmıştık hali şehir hastaneleriyle korkunç bir boyuta ulaştı. Şehir hastaneleriyle birlikte sağlık çalışanları kendi polikliniklerine gömüldü. Kimse birbiriyle telefon dışında temas edecek, sohbet edecek vakit bulamıyor. Eskiden bir hastayı üç-beş hekim ortak değerlendirip tartışabilirken artık bu mümkün değil. Zaten sağlık personeline özel mekânlar ayrılmadığı için bir araya gelme gibi bir olanak yok. Burada ortak bir akıl, ortak bir çözüm çıkmasının zorluğu bir yana, yalnızca hemhal olmak, dertleşmek ve az biraz rahatlamak da mümkün değil.
Şehir hastanelerinde sağlık çalışanları kendi polikliniklerine gömüldü. Kimse birbiriyle telefon dışında temas edecek, sohbet edecek vakit bulamıyor. Eskiden bir hastayı üç-beş hekim ortak değerlendirip tartışabilirken artık bu mümkün değil. Sağlık personeline özel mekânlar ayrılmadığı için bir araya gelme gibi bir imkân yok.
Özlük haklarınız ne durumda?
Mesai dışı diye bir kavram kalmadı. Örneğin görüntüleme yöntemleri size mesai dışı whatsapp üzerinden gönderiliyor veya eve iş götürmek zorunda kalıyorsunuz. Bir de icap nöbeti var. Nöbet tutmayan hekimler arandıkları anda hastaneye teşrif etmek zorunda. İcap nöbeti aslında acil durumlar için. Fakat tüm gece süren aramaların neredeyse hiçbiri acil değil. Vatandaşlarda “7/24 emre amade sağlık hizmeti” gibi bir algı oluştu. Vatandaş acile başvurduğu anda kendini acil addediyor. Mesela sızlayan bir nasırınız var, gece on birde acile gelmeye karar verdiniz. Hasta acilde “Beni bir uzman görecek!” diyor, talebi karşılanmayınca tartışma başlıyor. Sonunda bir olaya sebep vermemek için o uzman aranıyor, hatta bazen çağrılıyor. Biz hekimler buna karşı baştan sıkı mücadele vermeliydik. Kazancımızın performans sistemine bağlanmasına yeteri kadar ses çıkarmadık. Gece poliklinik hizmetleri verilmeye başlanması da buna bir örnek. Mesai dışı, gece on birlere kadar poliklinik hizmeti vermenin sağlık açısından hiçbir anlamı yok. Bu aslında sadece ekstra müşteri ve kazanç demek.
Kâr amacıyla hastalardan daha fazla tetkik, görüntüleme istemenizi talep etmeleri gibi, tasarruf amacıyla tetkikleri azaltmanızı istemeleri de bir sorun mu?
Evet. Zaten ileri, pahalı teknolojik yöntemlerle yapılan tetkiklerle özel işletmecinin kazancı artıyor. Biz hekimlerin “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” diye adlandırdığı bir durum söz konusu. “Hastanemize şu şu teknolojide cihazlar gelmiştir” diye tanıtım yapılıyor. Reklamları gören hastaneye koşuyor. Ya da check-up’ı ele alalım. Nüfus içinde belli kesimler için tanımlanmış rutin tarama programları, bu programları uygulayacak aile hekimlikleri vardır. Yani aslında check-up diye bir şey yok. Menopoz, kemik erimesi, yaşlılık gibi yaşamın doğal süreçleri bir tedavi olanağı varmış gibi gösteriliyor. Böylece hastalık olarak algılanmaları sağlanıyor. Artık toplum bize derdine deva bulmak için değil, zihninde ne uyandırıldıysa onu yaptırmak için geliyor. Hekimin kararlarının hiçbir önemi kalmıyor. Hatta gereksiz tetkik yapmak istemediğinizde toplumun gözünde bir engel, bazen de işini bilmeyen biri olarak nitelendirilebiliyorsunuz. Bunlar da şiddet ortamını besliyor.
Mersin Şehir Hastanesi’ne ilişkin başka ne gibi sorunlar var?
Kreş yok. Bu son on yılın genel sorunu, ama kentten bu kadar uzakta bir hastanede kreş ihtiyacı daha da arttı. Bir başka önemli sorun da hekimlerin polikliniklerde sekretersiz ve hemşiresiz çalışmak zorunda bırakılması. Neredeyse temizliği de biz yapacağız. Tüm bunlar muayeneden çalınmış zamanlar. Hastanın yüzüne bakmadan bilgisayara veri giriyoruz. Bu yüzden aramızdaki iletişim hiç tatmin edici değil. Hasta kendini değersiz hissediyor ve buradan başka gerilimler doğuyor. Örneğin yine yaşadığım bir olay, serviste yatan hastalardan biri “doktor ve hemşireler bize bakmıyor, bilgisayarda oyun oynuyor” diye şikâyet etmiş. Bir yanıyla haklılar, çünkü vizite ve muayeneye ayırdığımız zamandan daha fazlasını bilgisayarlara veri, tedavi ve rapor girişi yapmak için harcıyoruz. Ayrıca tedavide yetersizlikler var.
Hekimler polikliniklerde sekretersiz ve hemşiresiz çalışmak zorunda bırakılıyor. Neredeyse temizliği de biz yapacağız. Tüm bunlar muayeneden çalınmış zamanlar. Hastanın yüzüne bakmadan bilgisayara veri giriyoruz. Hasta kendini değersiz hissediyor ve buradan başka gerilimler doğuyor.
Diyelim ki bir hastaya ilacının ikinci dozunu vermem gerekiyor. Öncelikle ilacı sisteme girmem gerekiyor. Bunun için bilgisayarda elli tane sorgulamadan geçiyorsunuz. Ardından hemşirenin onaylaması, eczanenin sistem üzerinden kabul etmesi ve sonunda personelin ilacı alıp getirmesi gerekiyor. İlacın gelmesi bir saati geçiyor. Sistemin asıl amacı ilaç tüketimini kontrol etmek; çünkü ilaç, hastanın tedavisi ya da yatışı için ödenen paraya dahil. Kısacası, çok ilaç yazarsam hastanenin kârını azaltmış oluyorum. Bu sistem özellikle acil müdahalelerde sıkıntı yaratıyor.
Şehir hastanelerinde ilaç nasıl tedarik ediliyor?
Öbür hastaneler kendi ekonomilerini kendileri döndürüyor. Mesela bir üniversite hastanesinin döner sermaye sistemi var. Bütün bütçesini SGK’dan alıyor ve alım-satımlarını kendi yapıyor. O yüzden de sistemi iyi yönetmek zorunda. Şehir hastanelerinin bütçesine ise sürekli bir para akışı var. Tüm açıklar kamu bütçesinden kapatılıyor. Çünkü en azından öbür şehir hastaneleri projeleri yaşama geçene dek modeli ayakta tutmak zorundalar. Öte yandan, hastanelerde üretilen hizmetin esası sağlık personeline aittir. Biz hiçbir şey yapmazsak sistem çöker. Bu çok önemli, ama kullanılmayan bir güç. Isparta Şehir Hastanesi hekimlerinin eylemi bu güce iyi bir örnek.
Ameliyathanelerin işletmesinin özel idarede olduğuna dair haberler doğru mu?
İşletmesi değil, ama ameliyat malzemelerinin sterilizasyonu –ki bu ameliyathane için neredeyse her şey demektir–, taşıma ve temizlik personeli özel hizmet alımıyla gerçekleşiyor. Devlet hastanelerinde sterilizasyon için ihtiyaca göre paket setleri oluştururduk. Şimdi o paketleri ihaleyi alan şirketler hazırlıyor. Paketlerin birim fiyatı çok yüksek. Bazen ameliyat ücretini aşan meblağlar ortaya çıkıyor. Özel şirkete idare amirliğimiz aracılığıyla “kamu kaynaklarını gereksiz harcıyoruz” diye bildirdiğimizde “sözleşme böyle” diyorlar. Asıl amaç sermayenin kâr marjını artırmak.
Mersin Şehir Hastanesi bünyesinde, Mersin Devlet Hastanesi, Mersin Kadın Doğum Hastanesi ve Mersin Çocuk Hastanesi birleştirildi. Şehir hastanesine niye “eğitim ve araştırma” hastanesi deniyor?
Yönetmelikle adı değiştirilip “eğitim ve araştırma” hastanesi yapıldı, ama şu an akademik kadrolar boş. Böyle bir altyapı da yok. Acelenin nedeni muhtemelen ödeme sisteminin değiştirilmesi. Devlet hastanelerinde kamu sağlık harcamalarından ayrılan pay puanlama sistemiyle yapılıyor. Eğitim ve araştırma hastanelerinin puanlama kat sayısı fazla. Böylece kamudan daha çok para aktarılıyor.
Şehir hastanelerine yabancılar, sağlık turizmi yapan uluslararası kurumlar aracılığıyla geliyor. Türkiye’yi seçmelerinin önemli sebeplerinden biri iyi otelcilik ve personel hizmeti almak. Sağlık turizmi ile kâr amacı güden mercilerin teknik elemanlarına dönüştürülüyoruz.
Meslek örgütleri olarak merkezdeki devlet hastanelerinin kapanmaması gerektiğini her fırsatta söylüyorsunuz. Neden kapatılıyor bu hastaneler?
Şehir hastaneleri, kapatılan hastanelerin yatak sayısının toplamı kadar yatak kapasitesine sahip olmak zorunda. Dolayısıyla mevcut hastaneler varken yeni hastane açılamayacağı için merkezi tek bir hastane açılıyor. İstatistikler bir yana, çevredeki hastaneleri kapatmadan şehir hastanelerine hasta akışını sağlamaları mümkün değil. Kimse mahallesinde ilacını yazdırabileceği bir polikliniği varsa otuz kilometre uzaktaki hastaneye gitmez. Çok işlevsel olan semt poliklinikleri bile kapatıldı. Artık 85 yaşındaki bir kadın tansiyon ilacını alabilmek için otuz kilometre uzaktaki bir yere gelmek zorunda. Bu acımasızlık. Üç-beş yıldır izlediğim hastalarımla aramızda doğal bir bağ kuruldu. Bir gün kapıya bir hastanın oğlu geldi. “Annem çok kötü. Geçen kez verdiğiniz ilaçtan verir misiniz” dedi. “Kötüyse buraya getireceksin. Görmeden bir şey yapamam” diye yanıt verdim. “Hocam, çok kötü, bir şeyler verin toparlasın, sonra getireceğim” dedi. Muhtemelen acil başvurularının, yoğun bakım yatış sayısının, yatak ihtiyacının artması da bu koşullarla orantılı. Bir neden de, eczanelerde reçete veya poliklinik muayenesi için kesilen katkı paylarının acilde daha düşük ücretlendirilmesi. Öbür yandan, izlenmesi gereken hastaların gerçekten kötü bir noktaya gelmesi bekleniyor. Bir de üzerine kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi ekleniyor.
Kimse mahallesinde ilacını yazdırabileceği bir polikliniği varsa otuz kilometre uzaktaki hastaneye gitmez. Çok işlevsel olan semt poliklinikleri bile kapatıldı. Artık 85 yaşındaki bir kadın tansiyon ilacını alabilmek için otuz kilometre uzaktaki bir yere gelmek zorunda. Bu acımasızlık.
Normal koşullarda hastaları görür, yatarak tedaviye gerek olup olmadığına karar veririz. Ama sağlık turizminde bu özerkliğimiz elimizden alınıyor. Kâr amacı güden mercilerin teknik elemanlarına dönüştürülüyoruz. Konsültasyonları aciliyetine göre sıralama özerkliğimiz de elimizden alınıyor. Çünkü talep edildiği anda öncelikli olarak VIP hastalara bakmamız dayatılıyor. Elde edilen kâr bize yansıtılmıyor. Ayrıca bu hastaları yerlerinde görmek ve cihazlarla odalarına gitmek zorundayız. Bu yüzden yola harcanan zaman katlanıyor. Kamu kaynaklarına bir girdi de yok. Böylece Türkiye, uluslararası sermaye için bir pazar alanı, biz de onun ucuz iş gücü haline getiriliyoruz.
Şehir hastanelerinin AVM gibi tasarlandığı söyleniyor. Mersin Şehir Hastanesi’nin mimari yapısı nasıl?
Bu devasa kompleksleri yapabilmek için şehir dışında büyük alanlara ihtiyaç var. Böylece hastaneler kentle bağını koparıp kendi iç ekonomisini yaratıyor. Aslında cezaevleri de öyle. Tüm bu alanlar hep kamu-özel ortaklığı. Mersin Şehir Hastanesi’nin büyük marketleri var. Başka hiçbir yerden alışveriş yapmanız mümkün değil. Kampüsün içinde dizi dizi eczaneye, bankaya, kuaföre, giyime, yeme-içmeye ayrılan dükkânlar var. Şu an, sanırım maliyetleri çok yüksek olduğu için henüz hepsi kiraya verilemedi. Devlet hastaneleri şehrin merkezindeyken, hastalar beklerken ekonomilerine göre karınlarını doyuracak bir yer bulabiliyordu. Artık yatan bir hasta iç çamaşırına ihtiyaç duyduğunda yakını kendi bütçesine göre bir yer bulamıyor. Hastanenin 20 bin araçlık otoparkı ücretsiz, ama şunu tam anlatamıyoruz: Evet, otopark ücretsiz, ama kamu, otopark ihalesini alan şirkete araç sayısı garantisiyle para ödüyor.
Bu devasa yapıların mesleki örgütlenmenize etkileri nasıl?
Hekim örgütlülüğünün iyice zayıfladığı son dönemde şehir hastanelerinin devreye girmesiyle eylemsellik artabilir diyorduk. Ama mekân öyle tasarlanmış ki, birbirimizi görmeden aylar geçirebiliyoruz. Her dal hekimi kendini en dertli addediyor. Meslektaşlarının benzer dertlere sahip olduğunu onların dilinden, gözünden dinleyemiyor. Eskiden yemekhaneler buluşma yerleriydi. Şimdi her kulede ellişer kişilik iki tane yemekhane var. Herkes fırsat bulduğu anda hızla yemek yiyip işine dönüyor. Zorlamalar insanlarda her an işinden olma korkusu, köşeye sıkışmışlık hissi, hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği duygusu uyandırıyor. Aslında bir arada durmak tek çözüm. Ama iş yükünün artıp herkesin birbiriyle çatışır hale gelmesiyle iş barışının yok olması çok büyük bir sorun yaratıyor. Meslek örgütleri olarak yerellerde elimizden geldiğince bir araya gelebileceğimiz alanlar yaratmaya çalışıyoruz.
Sağlık Bakanlığı, şehir hastaneleri için özel sektörle yaptığı sözleşmeler hakkında, ticari sır gerekçesiyle bilgi vermiyor. Mersin Tabip Odası olarak Sağlık Bakanlığı’na sorduğunuz hangi sorulara yanıt alamadınız?
Hâlâ yıllık kira bedelini tam olarak bilmiyoruz. Bazı alt okumalarla, açılmış davalar üzerinden, Sayıştay raporlarıyla bir şeyler öğrenebildik. Personel talep ettiğimde yeterli sayıda personel yok deniyor. Şirketlerle sözleşmelerin içeriğini, sayıların hangi ölçütlere göre belirlendiğini sorduğumuzda yanıt alamıyoruz. Devlet hastanelerinde de bölüm bölüm özelleştirilmeye gidilmişti. Ama yönetim bizde olduğu için sözleşmeleri hastane olarak yapıyorduk. Ölçütleri belirleme sürecine katılıyorduk. Şimdi sözleşme merkezde yapılıyor. 25 yılı kapsayan 6 bin sayfalık sözleşmelerden bahsediliyor. Örneğin taşeronla çalışan yardımcı sağlık personeline, bünyesinde çalıştığı birim eğitim veriyor. Zaten personel yetersiz. Bir bakıyoruz, eğitimi alan personel üç ay sonra başka bir birime aktarılmış.
Bir tek şehir hastanesinin yapılması için kamunun harcadığı parayla çok fazla yeni hastane açılabilir ya da varolan hastanelerin yenilenmesi sağlanabilir. Bir an önce bu politikadan vazgeçmemiz ve yeni şehir hastanelerinin açılmasını durdurmamız gerekiyor.
Sorunlar hakkında meslektaşlarınızı ve kamuoyunu bilgilendirmek istediğinizde ne gibi engellemelerle karşılaşıyorsunuz?
Dünya Tabipler Birliği tarafından belirlenmiş ölçütlerden biri de politik özerklik. İşin uzmanları olarak karar mekanizmaları içinde yer almamız gerekiyor. Bir örnek vereyim : Mersin Tabip Odası olarak bir şiddet vakasıyla ilgili olarak hastanenin önünde bir basın açıklaması yapmak istedik. Buluşamadığımız için duyuruları what’s up ve mail üzerinden yapıyoruz. Öğle arasında bir boşluk bulup el ilanlarıyla basın açıklamasına çağrı yapmak istediğimde güvenlik tarafından engellendim. Görevli, kimi polikliniklere girişimi engellemeye çalıştı. Yaptığının hukuksuz olduğunu söylediğimde o amirini, amiri de başhekimliği aradı. Başhekimlik müdahale etmeyin, engellemeyin dememiş. Ertesi gün basın açıklamasına emniyetten sivil polisler geldi. “Burası özel mülk. Açıklamayı bahçe kapısının önünde yapacaksınız” dediler! Artık eylem çağrısı afişlerimiz başhekimlik onayından geçmeden asılamıyor. Sağlık reformuna en başından beri istikrarlı bir biçimde karşı çıkan hekimler, meslek örgütlenmesini zayıflatma teknikleriyle halkın gözünde marjinalize ediliyor. Zaten canı yanan kitlenin eyleme katılımı azalıyor. Hastanenin açılış yıldönümünde şehir hastaneleri ile ilgili halka yönelik bir panel planlamıştık, ancak valilik tarafından “sakıncalı” bulunup engellendi.
Dediğim gibi, Sağlıkta Dönüşüm Programı bu iktidarın öncesinde temelleri atılmış uluslararası bir proje. Dolayısıyla iktidarın değişmesiyle ne denli geriye döndürülebilir, emin değilim. Kamudan şirketlere yeterli kaynak aktarılamadığında, şirketler hedefledikleri kâr marjını sağlayamadıklarında –ki anlaşmalardan kendileri bile çekilebilir– zarar o kadar büyük olacak ki, geliştireceğiniz her politika yeni bir ekonomik yük durumuna gelecek. Oysa bir tek şehir hastanesinin yapılması için kamunun harcadığı parayla pek çok yeni hastane açılabilir ya da varolan hastanelerin yenilenmesi sağlanabilir.
Bir an önce bu politikadan vazgeçmemiz ve yeni şehir hastanelerinin açılmasını durdurmamız gerekiyor.
O yüzden merkezdeki hastanelerin kalması zorunlu. Sağlıkta özelleştirme başka ülkelerde de var; 2017 yılında dünyanın en zengin altmış ülkesinde sağlık piyasası, altı yıl öncesine göre % 4’ten %30’a yükseldi ve en hızlı büyüyen sektör oldu. İngiltere en önemli örneklerinden biriydi. Fakat şehir hastanesi uygulamasına başladıklarında, planladıklarının aksine, kamu bütçesinde çok ciddi bir açık oluştuğunu gördüler. Ama en önemlisi, sağlıktaki niteliksizleşmeyi tespit ettiler. Şimdi idealin kentin her yerine dağılmış, ulaşılabilir, 200-600 yataklı hastaneler olduğunu söylüyor ve bu sisteme dönüyorlar. Fakat bu kararı kendi ülkeleri için alıyorlar. Dolayısıyla başka bir ülkenin kendilerine pazar oluşturmasının önünde bir engel yok. Bir hekim olarak bir yandan özsaygımızı ve özerkliğimizi korumaya, mesleğimizi düzgün yürütebilmeye, insanca çalışma ve yaşama koşullarına sahip olmaya ilişkin kaygılar taşıyoruz. Ama bir yandan da vatandaşların en temel hakkı olan sağlık hizmetini nasıl alacaklarına ilişkin ciddi kaygılarımız var.
Sonuçta Sağlıkta Dönüşüm Programı, şehir hastaneleri, yani sağlıkta özelleşme toplum sağlığına zararlıdır.
Doların 7 liraya çıkıp sonrada 6 liranın altına düşmesini bazı yetkililerin piyasa ekonomisinde bir işleyiş olarak yorumladıkları anlaşılıyor.
Piyasa ekonomisi; “Yatırım, üretim ve dağıtım ile ilgili kararların arz ve talebe dayalı olduğu, mal ve hizmet fiyatlarının serbest fiyat sistemi içinde belirlendiği ekonomidir.” Ancak piyasanın kendi halinde bırakılması piyasa anarşisi doğuruyor. Zira sermaye karını maksimize etmek için tekelleşme, kartelleşme ve spekülasyon yapma eğilimindedir. Bu nedenle devletin asıl işi gerektiğinde piyasaya müdahale etmek ve rekabet kurallarını çalıştırmaktır. Bizim Anayasamızda da Devlete bu görev verilmiştir.
Bu nedenle eğer dövizde bir spekülatif hareket oluyorsa bunun suçunu spekülatörlere iç ve dış güçlere atmak yanlıştır. Eğer bizim bilmediğimiz tersine bir müdahale yoksa, bu sorun devletin işlevsiz kalmasından kaynaklanan bir sorundur. Hükümet edenlerin kur politikası, faiz politikası, bütçe politikası ve devlet anlayışlarındaki yanlışlar spekülasyona izin vermiştir.
Spekülasyon, bir kısım insanların spekülatif kar elde etmesine, buna karşılık diğerlerinin aynı oranda kayıp vermesine neden olur. Kur hareketinde iki türlü sorun var; Birisi TL’nin düşük değerde olması diğeri de bir gecede kur artışından yüksek para kazananlar ve kaybedenlerdir.
TL, Dolara göre %40 daha düşük reel değerdedir. TL / Dolar kurunun 3.80 dolayında olması gerekir. Dolar 6 lira ise 2.20 lira daha pahalı demektir. Kamu kesiminin 142 milyar $ dış borcu var. TL bu değerde kaldığı sürece kamunun TL olarak dış borç karşılığına bugünkü değerle 312 milyar ek yük geldi demektir. Bu fark bütçeden yani halkın vergileri ile ödeneceği için, sonuçta yük topluma yayılmış oluyor.
Özel sektörün 217.3 milyar $ döviz pozisyon açığı var. Kazancı TL olduğu için bu kesimin TL karşılığı dış borç yükü de TL’nin düşük değerde kalması halinde % 40 artmıştır.
Dünyada yap- işlet – devret modeline göre özel sektöre yaptırılan kamu altyapı yatırımlarında risk, özel sektöre aittir. Bizde ise, rasyonel hiçbir esasa dayanmayan risk paylaşımı söz konusudur. Devlet talep garantisi vermiş ve ayrıca özel sektörün dış borçlarına kefil olmuştur. Üstelik Türkiye’de dolarla talep garantisi vermiştir.
2005 – 2017 Kamu – Özel İşbirliği projeleri yatırım tutarı 48 milyar dolardır.Bu yatırımdan beklenen gelirlerin bugünkü değeri, yani sözleşme değeri 115 milyar dolardır. Bunlar içinde çoğunluğu risk paylaşım yöntemiyle yapılmıştır. Kalkınma Bakanlığı kayıtlarında bu ayırım proje sayısı olarak yapılıyor ve fakat maalesef yatırım değeri olarak yapılmıyor.
Devletin riski paylaşması nedeniyle:
Yatırım pahalıya çıkmıştır. Devlet borç alarak bu yatırım yapsaydı % 15 kar payı ödemeyecekti ve bu nedenle yatırım 7.2 milyar $ daha ucuza çıkacaktı.Devletin talep garantisi her yıl değişir. Genel olarak projenin yarısı kadar dersek takriben 57 milyar $ bütçeden para ödenecektir.
Devlet ayrıca bu projelerin toplam 115 milyar $ gelirinden yoksun olacaktır. Eğer bu yatırımları Devlet borçlanarak yapsaydı, bu borcu yatırım gelirleri ile geri öderdi. Proje geliri Dolarla hesap edildiği için de ek olarak geliri artardı.
Bu haliyle devletin kaybı bütçeden ödenen 57 milyar $ talep farkı ile 7.2 milyar $ yatırım maliyet farkı olarak toplam 64.2 milyar Dolardır. Başka bir ifade ile devletin risk paylaşımına girmesi gibi yanlış bir kararı halka 64.2 milyar dolara mal olmuştur. TL düşük kaldığı sürece bu farkın TL maliyeti de daha yüksek olacaktır.
Doları bir gecede 7 liraya çıkarıp o gün dövizini bozduranlar, yüksek spekülatif karlar elde ettiler. Muhtemeldir ki, bu karlarla şimdi zora düşecek şirketleri satın alacaklardır. Söz gelimi bir bankanın 100 olan hisse senedi, şimdi 40 geriledi. Hisselerini kim toplar, bakmak gerekir.
Kesin sonuç “kim olursa olsun manüpülasyon yapanlar, spekülatörler kazandı hepimiz kaybettik“ şeklindedir.
================================================ Dostlar,
Çok kıdemli ve yetkin Ekonomi hocası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi önceki Dekanlarından Sn. Prof. Korkmaz’ın bu irdelemesi son derece önemlidir, net ve muazzzam büyüklükte sayısal verilere dayalıdır.
Halkın cebinden en azından 64,2 milyar $ servet çalınmıştır.
Hırsız kimdir ?
Peki Devletin – Hükümetin temel görevlerinden, varlık nedenlerinden değil midir halkın refahını, can ve mal güvenliğini sağlamak!??
Bu görev yerine getiril(e)memiştir. Görevini yapmayan siyasal iktidar, halk yığınlarının kitlesel olarak yoksullaştırılmasından sorumludurve bu suçunun yasal – siyasal hesabını vermelidir.
Alman basınında bu hazin tablodan doğrudan Erdoğan sorumlu tutulmaktadır..
Yaşananların, olağanüstü yanlış ekonomi politikaları yüzünden zorunlu duruma gelen yüksek oranlı devalüasyon için bir mizansen olduğu yaygın kabul görmektedir.
İlk iş istifadır!
Ayrıca şu soruların mutlaka yanıtlanması zorunludur :
AKP – Erdoğan iktidarı gene kandırılmış mıdır?
Kandırıldı ise bu kaçıncı kandırılmadır?
AKP – Erdoğan, kandırılmak için mi iktidar olmuştur?
Yeryüzünde kandırılmak için iktidara gelen hükümeti olan başka ülke var mıdır?
AKP = Erdoğan, ülke yönetiminin 16. yılında ustalık döneminde bu ”oyuna” (!) nasıl gelmiştir?
Ha bire kandırılan ehliyetsiz – basiretsiz kadroların görevi bırakması ve halka hesap vermesi ülkenin bekası açısından zorunlu değil midir?
AKP = Erdoğan; dış güçler, ekonomik savaş, bayrağa – ezana saldırı.. retorikleri (gerçek dışı laf kalabalığı) ile nereye dek halkı oyalayabileceği / kandırabileceği kanısındadır?
İlk etapta yerel seçimlere dek mi?
İktidarın ekonomideki yangın ve çökmeyi halka anlamak için bulabildiği en ”akıllıca” (!) yol, damardan hamaset ile 7. sorudaki masallar mıdır?
AKP yandaşı ve soyguna – talana ortak olanlar, Müslüman ve bu ülkenin yurttaşı değil midir?
İktidar; bu muazzam çapta, onlarca milyar $ düzeyinde halkın soyulması zulmünde gerçekten çaresiz durumda mıdır; yoksaaaaa ??????
Bugün değilse bile bu soruların yanıtları yakın – orta – uzun erimde verilecektir.Demokrasiye yaraşır, onu hak eden bir toplum, millet olmak, sürü – mürit – talancı bir güruh olmaktan çıkabilmek, görüldüğü gibi, ne yazık ki, çoooook dayak – kazık yemek, soyulmakla öğrenilebiliyor.. Bedel çook ağır. Avrupa’da da Rönesans, Reform, Aydınlanma çooook kanlı oldu ve çoook uzun yüzyıllar sürdü. Ama bizim önümüzde hiç yoktan bu acı ve dev deneyim var.. Aynı yollardan birebir geçmek zorunda değiliz..
Eyyyy Yurdum insanı;
Bu son dinci – kinci çatal mı çatal kazıktan sonra, zangır zangır titre ve artık tebaa – kul olmaktan çık; Kant‘ın altın öğüdünü anımsa, ‘‘AKLINI KULLAN” (Sapere aude!)in-san-laş!
Ülkede bağımsız – tarafsız yargı, Sayıştay, etkin TBMM, özgür basın, demokrasi olsaydı; yani kadir-i mutlak TEK ADAM rejimi olmasa idi; bu muazzam kazığı sana kim atabilirdi??!!
Kadim Socrates‘e saygı ile..
O, sorular sorarak insana kendi gerçeğini buldurma yolunda egemenlere canını verdi..
Sevgi, saygı ve ENDİŞE ile. 22 Ağustos 2018, Tekirdağ Dr. Ahmet SALTIK Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
Sistem şu:
Devlet, “Şehir Hastanesi yapacağım” diyen şirkete araziyi tahsis ediyor.
Hazine arazisine kampus inşa ediyor, sağlık hizmeti sunuyor diye 30 yıl boyunca
şirkete kira ödemeyi taahhüt ediyor.
Yetmiyor, şirketin yurtdışından kredi bulması gerekirse Hazine bu krediye de
garanti veriyor. Sağlık Bakanlığı’nın, Kamu-Özel İşbirliği adı verilen modelle,
iki yıl önce önümüze koyduğu Şehir hastanelerinin çerçevesi, kabaca böyle. Belki anımsarsınız da: Dönemin Başbakanı Erdoğan, Eylül 2013’te 15 şehir hastanesinin proje tanıtımı ve imza törenine katılıyor:
“Şehir hastaneleri bu kardeşinizin 11 yıl önceki önemli hayallerinden biridir” diyor.
Bu hayale göre 2017’de 15 şehir hastanesi hizmete girecekti. Fakat olmadı.
İstanbul, Ankara, Yozgat, Manisa, Trabzon gibi temeli atılan şehir hastanelerinin hiçbirinde ilerleme sağlanamadı. Meğerse… Şehir hastaneleri müteahhitlerinin kapısını çaldığı yabancı kreditörler,
ilerde uyuşmazlık çıkarsa davanın Türkiye’de görülmesini istemiyormuş.
Kreditörler, Türkiye’de görülecek olası davalara siyasi baskı yapılmasından endişeliymiş.
*** Evet; TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda itiraf edilen bu skandal gerekçeyi,
son Torba Kanunla ilgili Komisyon raporundan öğrendik.
Önce bir bilgi: İktidar vekillerinin getirdiği “Torba”nın 3. maddesi, iki yıl önce bu konuda yürürlüğe giren yasanın ilgili maddesini metinden çıkarıyor. Gerisini Komisyon raporunda “muhalefet şerhi” imzası bulunan MHP’li vekiller Erkan Akçay, Mehmet Günal ve Sümer Oral’dan dinleyelim. Şerhe göre bu düzenleme Komisyonda görüşülürken
söz verilen Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, aynen şöyle demiş:
“Kamu hastanelerinin finansmanı için yüklenici firmaların 30 milyar $ kaynağa ihtiyacı var. Firmalar gerekli kaynağın ancak %20’sini Türkiye’den buluyor. Kalan %80’inin
yurt dışından getirilmesi gerekiyor. Ancak bu projeye kredi açacak yabancı şirketlerin şöyle bir tereddüdü var. Devlet de bir anlamda projeye taraf olduğu için, olur da
bir anlaşmazlık yaşanırsa, Türkiye’de görülecek davalara siyasi baskı olacağı ve
davaları kaybedebileceklerini düşünüyorlar. Onun için de tahkim merkezinin
Türkiye’de olması şartının yasadan çıkarılmasını, davaların Türkiye yerine
yabancı bir tahkim merkezinde görülmesini istiyorlar.” ***
Vekiller, bu madde yürürlüğe girerse, 20 Kasım 2014 tarihli İstanbul Tahkim Merkezi Kanunu’nun, uygulamada fiilen olanaksız duruma geleceğini vurguluyor. Benzer eleştirileri CHP’li vekiller de kendi muhalefet şerhlerinde dile getirmiş. Hazine’nin garantör olduğu şehir hastanelerinin zaten bütçe yükünü artırdığını,
Hazine borç stoku üzerinde de risk ögesi oluşturduğunu vurguluyorlar.
Aşkın Türeli, Bihlun Tamaylıgil, İzzet Çetin, Bülent Kuşoğlu, Müslim Sarı,
Vahap Seçer, Adnan Keskin, Aydın Ayaydın ve Musa Çam’ın imzalarını taşıyan muhalefet şerhinde, “Türk hukuk sistemi, yabancı yatırımcı önünde boyun eğiyor”
ifadesi yer alıyor. Düşünün şimdi: Devletin arazisini tahsis ediyorsunuz. Sağlık hizmeti veriyor diye
şirkete 30 yıl kira ödemeyi peşinen kabul ediyorsunuz. Yurtdışından borçlanırsa,
o krediye vatandaşınızın cebinden Hazineniz garanti oluyor. Fakat yargınız o denli güvenilmez bir duruma gelmiş ki, “İlerde mahkemelik olursam Türkiye’de yargılanmam”diyen yabancı bankanın bu koşulunu da kabul edip,
üç ay önceki yasanızı geri alıyorsunuz.
Ne hastaneymiş ama… Ve de ne itibar!..
=====================================
Dostlar,
“Şehir hastaneleri” projesi korkunç boyutlarda rantların döndüğü, döneceği bir alan.
Bu bağlamda sitemizde birkaç yazımız yayımlandı :
– SAĞLIKTA KAMU-ÖZEL ORTAKLIĞI VE ŞEHİR HASTANELERİ http://ahmetsaltik.net/2013/11/01/saglikta-kamu-ozel-ortakligi-ve-sehir-hastaneleri/
Sayın Çiğdem Toker’e bu ilgisi için teşekkür ederiz. Sağlıkta Kamu – Özel Ortaklığı (Public – Private Partnership; PPP) ile ilgili mevzuatta bir güvence daha var sermayeye :
Yatak kullanımı % 70’in altına inerse, aradaki gelir yitiği farkını da Devlet bu girişimcilere ödeyecektir!..
Bunun adına serbest piyasa, rekabet, risk alma… deniyor galiba!
Hastalıklı, ahlaksız kapitalizmden başka ne beklenebilir ki??
Toplum yaşamın gerçekliğinden koparılarak adeta SOSYAL ŞİZOFRENİ‘ye sokuldu!
Gerçekle sanal olanı ayırdedemez oldu..
Burdan demokrasi çıkar mı?
Olsa olsa “sürü toplum” ve despotik rejim çıkar.
Bu ürkünç (vahim) sürüklenişin durdurulması gerek!
Peki sağlık hizmetinin niteliği de 5 yıldızlı olacak mı??
Bu gün mütevazi koşullarda kamu hastanelerinde bile tek oda, banyolu oda, WC’li oda, yemek, eşlikçi (refakatçi) gibi kalemlerde SGK sigortalılarından bile ek ücret alınıyor. Lokantacılık ve otelcilik ücretleri. Yarın bu lüks binalarda daha da büyük
“fark ödemeleri” söz konusu olacak ve SGK bunları öde(ye)meyecek! Sıradan yurttaşın
bu lüks binalı hastanelerden yararlanması olanaklı olmayacak.. Peki kimler yararlanacak??
Bir parça Ortadoğu’nun varlıklı yabancıları ve ülkemizin zenginleri, siyasal seçkinler..
Peki finansman neyle? Garip gurebanın ödediği adaletsiz vergilerle..
Hazine arazileri üzerinde Anayasaya aykırı olarak bedelsiz ayni hak tesis ederek.
Yoksul yurttaşın vergisiyle üst katmanlara kaynak aktarımı.. Gelir dağılımı adaletsizliği daha da derinleşecek, eşitsizlikler büyüyecek.
Bu proje de yandaşları zengin edecek, ülke kaynaklarının akıl almaz derecede israfını doğuracak.. Çirkin siyaseti finanse edecek kirli kaynaklar yaratılacak..
Bunlar bir siyasal partinin hülyası / büyük hizmet olarak halka takdim edilerek milyonlarca yurttaş yanıltılacak; fakat biz uzmanlar “kediye kedi diyemeyeceğiz” !?
Ağzımızı açar da gerçekleri söylersek, yazarsak gelsin hakaret davaları;
hapis cezaları ve bol sıfırlı maddi – manevi tazminat cezaları..
Eee, tüm yasal – meşru yolları tıkar ve toplumu cendereye sokarsanız bundan ne çıkar?
Yanıtı Tarih veriyor : MEŞRU DİRENME HAKKI – İSYAN!