Etiket arşivi: Kâbe

Mabetsiz İslam olur mu? Kâbe ve tarihte başına gelenler

Mabetsiz İslam olur mu?
Kâbe ve tarihte başına gelenler

İslam tarih yazımı, Kuran’da bazı ayetlerde geçen “esatir”, “usture” (geçmişlerin haberleri, öyküleri, efsane ve masalları)’yi, İbn Haldun’a (ö. 1406) gelinceye kadar tarih biliminin vazgeçilmez kaynağı olarak almamıştır. Tarih yazımının tarihsizliğinden dolayı, Kâbe’nin tarihsel süreci ile Kuran’daki tarihsiz usturesi, onun ne zaman yapımına başlandığı konusunda nesnel bir bilgi vermekten uzaktır. Kutsallık yarışı ile kurgusu çoğunlukla birbirine karışmıştır.

Şu halde, Mekke-Kâbe ikilisinden hangisi, diğerine kutsallık vermektedir? Eğer Mekke, İ.Ö. iki bin yıl kadar geriye gidiyorsa, yani, İbrahim ve İsmail dönemine uzanıyorsa Kâbe’den daha eski bir geçmişe sahip olur. Oysa Kâbe’ye ilişkin geç tarih, çoğunlukla mitolojik, kaynağı belli olmayan, haberlere, hadislere dayanılarak Âdem ve Havva ‘nın yaşadığı döneme ulaşmakta, Nuh Tufanı sırasında yerle bir olduğu bildirilmekte, sonra da İbrahim ve oğlu İsmail tarafından, Tufan’dan sonra kalan izi üzerinde yeniden inşa edildiği söylenmektedir. Son iddia Kuran’daki andığımız ayetlerce ileri sürülmekte; daha öncesine ait herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ne ki Kuran bu bilgileri bilim olan tarihin nesnel verileri olarak değil, “usture” ya da “esatir” kipiyle sunmaktadır. Ustureyi tarihsiz tarih ya da yalnız kayıt-dışı tarihtir; kurgusaldır, bilimsel tarihsel kayıt içermez. Kâbe-Mekke ikilisinin kutsallık tarihi, hiç olmazsa bu usturelerle at başı gider. Mekke’yi kutsamak için Kâbe’ye ilişkin esatir (söylenceler), Kabe’yi kutsamak için de Mekke’ye ilişkin esatir koşut düzlemde seyreder.

Kuran’ın, kendisine ve Hz. Muhammed’in elçilikle görevlendirilmesine karşı inançsızların, tarihsel ve ussal nesnel kanıtlara dayanmadığı gerekçesiyle çoğu zaman “esatir” nev’inden suçlamalarını yadırgamasına karşın, M.S. 819’da ölen ilk soybilimci ve tarihçi İbnu’l-Kelbi4 ve yine MS 858’de ölen ilk İslam tarihçilerinden Ebu’l-Velid el-Ezraki, Kâbe-Mekke kutsallığını aynı yöntemle tarihsel olarak kurgulamaktan çekinmezler: “Aziz ve celil olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan kırk yıl önce Kâbe su üzerinde bir köpük halinde bulunuyordu. İşte yeryüzü o köpükten döşenmiştir……Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce arş su üzerinde bulunuyordu. Arş su üzerinde iken Allah şiddetle esen bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr suyu çalkalayarak şimdiki Beytullah’ın bulunduğu yerde kubbe biçiminde yumuşak bir taş meydana çıkardı. Allah bütün yerleri o taşın altından döşedi. O taş uzadıkça uzadı. Yeryüzünü dağlarla sabitledi. İlk dağ Ebu Kubeys dağıdır. Mekke’ye bu nedenle “Ummu’l-Kura” (Şehirlerin Anası) denilmiştir.

Benzeri anlatılar, burada anılan ve anılmayan pek çok İslam tarihleri kaynaklarında birkaç sözcük farklılığı dışında yinelenir.

Şu halde Kâbe-Mekke ikilisi, kutsallık-esatir süreci açısından birbirine koşut önemi taşırlar. Ancak esatir ya da tarihsel sürecin bazı noktalarındaki somut veriler, tümüyle İslam tarihçiliği ve Kuran’da geçen ifadeler değildir. Başka deyişle, Tevrat ve Hıristiyan kaynaklarının da en az diğer iki kaynak kadar bu konuda belirleyici ustureleri vardır. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama vurgulamalıyım ki, genel İslam Tarihi’nde İsrailiyat (Yahudi inanç, ibadet, yaşam biçimi, kültür ve gelenekleri) etkili olmuştur. Bu etki Kabe tarihini içine alır. Ancak İslam tarihçiliğinin Kabe konusundaki kopuk nakil zincirini İsrailiyata bağlamak da fazla iddialı bir yargı olur.

Şimdi Kâbe’nin başına gelenlere bakalım:

Kabe, İslam öncesi kayıtlı tarihsel dönemlerde, örneğin M.S. 300-500’lü yıllarda Huzaa ve Cürhüm kabileleri arasında sürekli rant ve çıkar merkezi olarak görüldüğünden, kezlerce yıkılıp yapılmıştır.

İlk tarihsel saptamalara bakılırsa, Habeş Kralının komutanlarından Ebrehe M.S. 525’lerde Kâbe’ye saldırmış ancak yenilmiştir. Fil Suresi (1-5) dışında, kime, nasıl yenildiği İslam tarihi kaynaklarında geçmez.

Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeleri ve 1118’de kurulan gizli bir tarikata bağlı Tapınak Şövalyelerinin hemen arkasından Süleyman tapınağının bulunduğu yere yerleşmeleriyle Kâbe Hıristiyanların saldırısına uğramıştır. Hatta Prens Renaud, Hz. Muhammed’in naşını çalmaya bile girişmiştir.5

15. yüzyılda Portekizliler yine Mekke’yi ve Kâbe’yi işgale yeltenmişler, aynı yüzyılda Vasco da Gama Müslüman hacıları ateşe vermiştir.

Kâbe, yalnız gayri Müslimlerin değil, kutsal saymalarına karşın, Müslümanların da saldırı ve tecavüzlerine uğramıştır.

“Emevi halifeliğini tanımayarak 683’de ayaklanan ve kendi halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr Mekke’yi isyan hareketinin merkezi yapmıştır. Daha sonra Abbasilere karşı ayaklanan Ali evladından Muhammed en-Nefsu’z-Zekiye’nin isyan yeri olarak Hicaz’ı (Mekke ve Medine) seçmesi ve 786’da ayaklanan yine aynı soydan Hüseyin b. Ali’nin Hz. Muhammed’in türbesinin önünde isyanını bildirmesi, Müslümanların Kâbe ve Harem-i Şerife saldırmalarına dair örneklerdendir. Sünni Abbasi halifeleri ile Bâtıni-Şii Fatımi halifeleri Mekke ve Medine üzerinde sürekli çekişmişlerdir.”6

Yine Yezid b. Muaviye (ö.683), Ehl-i Beyt’e karşı baskıcı bir politika izlemiş ve Mekke’ye mancınıklarla saldırmış, Kâbe’yi yakıp yıkmıştır. Vahhabiler de 18. Yüzyılda Mekke ve Kâbe’yi işgal etmişlerdir. Osmanlılar, 1818’de Vahhabilerin elebaşlarını idam ettirmiştir. Müslümanların Kâbe’yi işgal girişimlerinin son halkası, Suudi Arabistanlı Vahhabi eylemci Cuhayman Uteybi ve arkadaşlarının 1979 yılında gerçekleştirdikleri iki haftalık Mescid-i Haram baskınıdır. Bu baskın, Fransız jandarmasının yardımıyla etkisiz hale getirilmiştir.7

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mekke ve Kâbe’nin tarihi, yalnız Kuran ve İslam tarihçiliğine bağlı olarak anlaşılamaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki tarihsel, teolojik ve kültürel bağlar nesnel ölçütlerle analiz edildiğinde, bu iki “kutsal”ın hem gerçek tarihi, hem de kutsallıkları etrafında örülen ustureler aydınlığa kavuşacaktır.

Şurası bir gerçektir ki, nerdeyse bütün Müslümanlar Kâbe’yi, “yeryüzünde kurulan ilk kutsal yapı” , “kutsal mabet” olarak görseler de Kuran “Mekke’de insanlar için kurulan ilk ev” olarak görmektedir. Bunun anlamı, Kâbe kutsal bir mabet değil, Tanrı adına yapıldığı belirtilen sembolik bir insanlar için kurulan ilk evdir. Oysa Yahudilikte Süleyman Mabedi, adı üstünde mabet olduğu için kutsaldır. Buna göre, “Yahudiler Süleyman’ın mabedini dinsel kabul edip sonradan dünyevileştirmiş; Hıristiyanlar Kilise’yi önceden Tanrı’ya tahsis edip İsa’yı yanına vermişler; Müslümanlar da önceden insan için yapılan beyti sonradan Tanrı’ya tahsis etmişlerdir.

Kısaca söylemek gerekirse, Yahudiler ve Hıristiyanlar önceden dinsel olanı, sonradan dünyevileştirmişler; Müslümanlar da önceden dünyevi olanı dinselleştirmişlerdir. Bu dinselleştirme, Kâbe-Mekke özdeşliğinde vücut bulmuştur. Ama Kâbe’nin yine Müslümanlar tarafından tarihte saldırılara uğramış olması, Halife Ömer’in, “Cahiliye dönemimizde savaşa giderken helvadan putlar yapardık. Savaş esnasında acıkınca da yerdik”, demesine benziyor.

Koronavirisü nedeniyle insanlık olarak birbirimizden yalıtılmış bir yaşama zorunlu olarak mahkûm olduğumuz bu günlerde, bütün dinlerin mabetleri, toplanma yerleri, dini ayin ve törenleri insansızlaşmış; cemaatsizleşmiş ve ıssızlaşmıştır. Doğal olarak İslam dünyasında ve ülkemizde camiler, mescitler ve Kâbe de insansızlaşmıştır.

İslam inanç ve geleneğinde insanlar eliyle yapılan ve kutsanan bir “mabet” kavramı yoktur. Camiler, mescitler ve Kâbe, mabet değildir. Sembolik anlamı olan toplanma yerleridir. Mabet kavramı asıl anlamını, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulur.

Başka bir yazıda ayrıntılı ele alacak olsam da açıklayıcı birkaç noktaya daha değinmem gerekir: Her iki din de mabetsiz olamaz. Başka türlü söylersek, Yahudilik için Süleyman Mabedi ve onu temsilen Havra ve Sinagog, temsili figürlerin ötesinde, dini açıdan ontolojik değere sahiptir. Çünkü Yahudilikte Tanrı, ancak mabetlerde var ve etkindir. Tanrının varlığı ve etkinliği “mabet”le sınırlıdır. Kavim Tanrısına sahip olmanın doğal sonucu budur. Yalnız Yahudilere hizmet eden ve onlar için var olan, bütün insanları ötekileştiren bir tanrının ancak mabette anlamlı olabileceğini kestirmek zor değildir.

Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerlidir. Hıristiyanlık Yahudiliğin doğal bir devamı olduğu için Kilise (Ecclesia) olmadan, değil dinden, tanrıdan bile söz edilemez. Kilise, Rab İsa’nın kutsal bedenini temsil eder. Kilise yoksa Hıristiyanlık da yoktur. O yüzden Hıristiyanlık için de mabet olarak kilise, olmazsa olmazdır. Kilise giderse din de gider.

Ancak Müslümanlar için durum böyle değildir. Aslında İslam dünyası anılan iki dine göre bu korona günlerinde daha şanslıdır. Neden? Çünkü İslam dini “mabet-bağımlı” bir din değildir. Cami, mescit, Kabe…hiç biri mabet değildir; semboliktir, zira tüm yeryüzü mescittir, mabettir. İslam dini ibadet ve ahlakı tüm yeryüzünü mabet sayarak evrensel bir insanlık tablosu çizmeye çalışır. Mabet-bağımlı bir olmadığı için, insansızlaşan bu yapılar, Müslümanlar için ne kutsalın yitimini, ne de tanrının yokluğunu gerektirir. Yani bu yapılar olmadan da İslam’da Tanrı vardır; o varsa ahlak ve insanlık; adalet ve dürüstlük vardır; iyilik tatile çıkmamıştır. Mabet içi ya da mabet dışı sınırlamaları olmadığı için de sorumluluk düşmemiştir.

Hacca, Umreye, camiye ya da mescide gitmemek ya da gidememek, hiç kimseyi dinden çıkarmaz; Allahsız-kitapsız hale getirmez. Allah ve Kitap, ellerimizle yapıp sonra da kutsallaştırdığımız bu binaların içine hapsolmuş değildir. Eğer İsrailiyat’a kapılarak mabede taparsak, mabetten uzaklaştığımızda her adaletsizlik, kötülük, hırsızlık, soysuzluk ve canilik mubah olur.

Korona belası, bilimsel bir olgudur ve bu sorunu ancak bilim çözebilir, diyorsanız, artık bu saatten sonra korona mücadelesi veren bilim insanlarına, doktorlarımıza, emekçilerimize, üreticilerimize, kolluk kuvvetlerimize ve insanlığa destek olalım; engel olmayalım. Korona din, dil, ırk, mevki, makam ayırmıyor; ama bizim acımadığımız canlılara, istismar edildiklerinde sessiz kaldığımız çocuklarımıza karşı çok adil davrandığı ortadadır.

Yok, eğer, Koronavirüs “ilahi bir uyarı ya da ceza” diyorsanız, olabilir; isteyen diyebilir, o halde hodri meydan, önce ülkemiz ve Türk milleti ve sonra da tüm yeryüzü sizden Allah rızası için

ahlak, adalet ve insanlık bekliyor, hem de kâinat genişliğinde…

Bana bulaştıysa sana da bulaşsın” sözü, kendini mabet olarak pazarlamaktır, hem de Kâbe olarak… işte bu, ahlaksızlık ve insansızlıktır.

Hac ve kurban Müslüman işi mi?

Hac ve kurban Müslüman işi mi?
Rıza Zelyut

Rıza Zelyut
Aydınlık Gazetesi, 17.8.2018

Ortadoğu’daki her dinin belli kutsal mekanı vardır. O dinin bağlıları o noktaları ziyaret ederek hacı olurlar. Müslümanlar ise Mekke şehrindeki Kâbe’yi ziyaret edip orada kurban kesmeyi hac ibadeti kabul etmişlerdir.

Hemen belirtelim ki Kâbe çevresinde yapılan bu tören, İslam ile gelmiş değildir. Müslümanlıktan önceki putperest Araplar da tıpkı bugün Müslümanların yaptığı gibi hac yaparlardı. Safa-Merve, Arafat, Müzdelife ziyaretleri; Mina’da Şeytan taşlama ve Kâbe’nin çevresinde dönüş, putperestlerin yaptığı törenlerin parçalarıydı.

Kâbe’nin içinde, bir hendeğin üstünde Hübel adlı put bulunuyordu. Mekkeli Araplar bu puta tapınıyorlardı. Bu yüzden de Kâbe’ye, “Hübel’in Evi” deniliyordu.

Putperest Araplar, hac esnasında Kâbe’nin çevresinde çıplak dolaşıyorlardı. Hz. Muhammet işte bu çıplak dolaşma geleneğini değiştirerek hacıların bir örtüye sarınarak (ihram) dönmesini zorunlu yaptı ama diğer geleneklere dokunmadı.

(Hac ve Kâbe konusundaki şaşırtıcı bilgileri, TÜRK ALEVİLİĞİ isimli kitabımızda ayrıntılı olarak aktardık.)

Kâbe çevresi, putperest Araplar tarafından 3 ay boyunca güvenilir ilan edilmişti. Meşhur “mübarek 3 Aylar” da putperest Araplar’dan İslam’a aktarılmıştır. Bu 3 ay içinde Mekke güvenli bir ticaret merkezi gibi çalışıyordu.

TOPLUMSAL ÜSTÜNLÜK GÖSTERİSİ

Hac döneminde zenginler kurban keserek bu kurbanın etini oraya gelenlere yedirerek üstünlüklerini de gösterirlerdi. Kurban kesmek, dinsel bir emir değil sosyal bir statü sahibi olmak için uygulanırdı. Hacca gelenlere su sağlamak, güvenliklerini temin etmek de putperest Mekke’lilerin görevi idi.

Müslümanlar 630 yılında Mekke’yi ele geçirdikten sonra, putperest dönemden gelen bu uygulamalar İslam içine aktarıldı.

Sonraki dönemde, Hacc’a gidemeyen Müslümanlar da kurban kesmeye başladılar. Bunun İslam ile birebir bağlantısı yoktur. Sadece kişinin kendisini tatmin duygusunu ve üstün olma arzusunu yansıtır.

Tekrar edelim ki kurban, sadece hacda, durumu iyi olan Müslümanlara farz olmuştur.

HARCANAN MİLLİ VARLIK

Müslüman olmanın şartını 5 olarak gösteren ve işin içine hac ve kurbanı da sokan anlayış, İslam’ın ruhunu anlayamayan şekilci (zahiri) bir anlayıştır. Kurban, Allah için değil, Hacc’a gelen yabancıları ve yoksulları doyurmak için kesilmekteydi. Sonraları bu iş, bir gösteriye ve yarışa çevrildi.

Kuran-ı Kerim, bu şekilci (gösterişçi) uygulamayı daha o dönemde yasaklamıştır. Hacc Suresi 37. ayeti: Allah’a ulaşacak olan kurbanlarınızın etleri ve kanları değil sizin temiz inancınız, yani doğruluğunuzdur.

Başkasına kötülük eden, kul hakkı yiyen, devletine zarar veren, hazineyi soyan bir kişi isterse bin kurban kessin, Hak, bunu asla hak defterine yazmaz.

  • Müslüman dünyası baştan başa yoksulluk ve açlık içindeyken birkaç gün içinde milyonlarca hayvanı boğazlamak ve tüketmek, Allah’ın asla istemediği bir kırımdır.
  • Bugün kurban bayramında dindar olmak adına kesilen milyonlarca hayvan, milli varlığın heba edilmesinden başka şey değildir.

Bunu önlemek, Müslüman olmanın ilk şartıdır. O yüzden insanları canlı hayvan kurban etmeye isteklendirmek yanlıştır.

Peki kurban kesmek isteyen Müslüman’ın bu duygusu ve inancı ne olacak?

Tekrar ediyorum: Allah, insanlardan et ve kan istemiyor; iyi niyet, doğruluk, yardımlaşma ve bölüşüm istiyor.

İslam ne hacdır, ne namazdır ne de oruçtur…

  • İslam adaletli bir dünyada kardeşçe yaşayan bölüşümcü bir toplum düzenidir.

Kurban, bölüşmektir.

Kurbanı, neden putperest Araplar gibi kan akıtmak olarak anlayalım?

Hacc’a gidemeyenler, kurbana niyet ederek onun bedelini ihtiyaç sahiplerine verebilirler.

(Büyük İslam mutasavvıfları, kurbanı, insanın nefsini öldürmek olarak yorumlamışlardır ki uzun bir konudur.)

KURBANINIZ MUNDAR OLMASIN

İşte bunu gören bazı çıkarcı takımı, İslam kardeşliği ve dayanışması duygusunu dibine kadar sömürerek halkın kurbanlarına musallat oldular.

Düşünün ki 1990’ların ortalarında Bosnalı Müslümanlara toplanan yardım paralarını iç edenler bile bugün TV’lerde reklam yaparak “Paranızı verin sizin adınıza kurbanı biz keselim!” diye inanç avcılığı yapıyorlar.

Eğer illa da kurban keseceğim diyenler var ise, onlara önerim şudur: Kurban paralarınızı, Kızılay, Türk Hava Kurumu, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, hatta Diyanet İşleri gibi denetlenebilir yerlere verin.

Yoksa paranızla günaha girer, hayır işlemek isterken şerre hizmet edersiniz.

Herkese iyi bayramlar diliyorum efendim…

Kurban’ın İşlevini sorgulayalım : “Boşuna kurban kesip durmayın!”

01.09.2017 için güncellenmiştir..

Kurban’ın İşlevini sorgulayalım mı ??

“Boşuna kurban kesip durmayın!”

Evet dostlar..

Teşekkürler aydın din bilgini Sayın İhsan ELİAÇIK… Size aynen katılıyoruz.. Aynen, yazdıklarınıza (makale aşağıda) uygun davranıyoruz.. Yazsak ayıp olur, yazmasak olmaz??..

ADD’ye burs bağışı yapıyoruz..
TSK’ya “kurban bağışı” yapıyoruz ama “kurban kesmek için” değil!
– Üniversitemizin – derneklerin giysi ve eşya bankalarına gereksinim dışı fazlalıklarımızı aktarıyoruz.. Bunları birer “kurban” olarak görüyoruz.
Kurban sözcüğünün asla dar anlamda “hayvan kesmek (boğazlamak” OLMADIĞINI çook iyi biliyoruz.

Diliyoruz toplumsal – siyasal örgütlenmemiz bunlara gereksinimi en aza indirsin.
Hakça bir üretim – paylaşım düzeninde yoksul  – yoksun kalmasın ya da en aza indirilsin..
O aşamaya dek SOSYAL DEVLET, YOKSULLUK SİGORTASI‘nı kurumlaştırsın ve insanların onuru incinmeden gereksinimleri toplumsal dayanışmanın doğrudan aracı olan adil vergiler üzerinden karşılansın. Türkiye’de olmayan 9. sigorta kolu AİLE SİGORTASI” artık kurulsun.. AKP 15 yıldır bunu kasten yapmayıp insanların yoksulluk, yoksunluk ve çaresizliklerini acımasızca OY’a dönüştürme politikaları izledi.

Örn. TOKİ son 10-12 yılda 1 milyona varan konut fazlası yarattı, lüks konutlar yaptı
ama ülkemizin üniversite öğrenci yurdu gereksinimini bilerek ve isteyerek çözmedi. Öğrenciler ve aileleri yandaş tarikat ve cemaatlerin kucağına, beyni yıkanıp mürit yapılmak üzere terk edildi. Tüm bunları yapacaksınız, bir yandan da sözümona “kurban” ibadeti yapacak, birkaç günde 3 milyon dolayında masum hayvanı boğazlayacaksınız.. 10 milyar TL’ye varan yapay ve verimli olmayan bir ekonomik hareketlilik yaratarak savunacaksınız!. Bunca ikiyüzlülük hangi dinde olabilir ki?? Ya da dini böyle yorumlayanlara ne demeli?

  • Çok merak ediyoruz : Türkiye’de derin dondurucu satışları kurban bayramı öncesinde neden artıyor??!

Yurttaşımız “ALLAH DEVLETE – MİLLETE ZEVAL VERMESİN” demeyi sürdürsün.
Şu ya da bu kişi, vakıf – derneğe, partiye değil; DEVLETE “dua” (teşekkür!) etsin..
O tarikatın – bu cemaatın mensubu – müriti olmasın, meczuplaşmasın..
Cumhuriyetin başı dik onurlu yurttaşı olsun! Bu da HALKÇI EKONOMİ ile olur..
KüreselleşTİRmeci = Yeni emperyalistlerin vahşi kapitalist piyasacılığının girdaplarında Türkiye Cumhuriyetini ve yurttaşını öğüterek değil!
*****
Ülkemiz çoooook borçlu.. Hayvan varlığımız çok yetersiz.. (40 yıl önce kişi başına 2, şimdilerde yarım tane!) İthal kurbanlık olur mu?? Borçlu insan kurbanlık hayvan verebilir mi (“kesebilir mi?” demiyoruz! ) Tanrı’ya? Yanıt “hayır” ise borçlu ülke kurbanlık ithal edebilir mi? Elbette hayır!

“Kurban” asla salt kesimlik hayvan anlamına gelmiyor..
Prof. Yaşar Nuri hocadan da öğreniyoruz; Peygamber tek bir kez hayvan kesmiş,
o da konuklarına ikram etmek için.. Artık bu halkı aldatmaktan utanmak gerekir..
En ağır ahlaksal sorumluluk da Diyanet İşleri Başkanlığına ve siyasilere düşer.

  • 1-2 günde 3 milyona yakın hayvanı boğazlamak kanlı bir zulümdür, israftır,
    çevreye ağır kirliliktir, doğa katliamıdır, hayvan haklarına en ağır saldırıdır..
    Kitle psikolojisinde vahşeti, saldırganlığı… canlı – diri tutup sürdürmektir.
  • Oysa bu ilkel şiddet dürtüleri toplumsal bellekte zamanla sönümlendirilmelidir.
  • IŞİD, RTE’nin – Davutoğlu‘nun saçma sapan sözlerinde olduğu gibi din eğitimi olmayışının değil, tam da tersine din adına bu vahşet öğretilerinin yansımasıdır; CİHAT’tır!

İnsanların artık 21. yy’da, Peygamberden 1400 yıl sonra aklını başına alması gerek..
Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) bugünler içindir..
Milyarlarca TL Devlet bütçesini yiyip oturmak için değildir.
Topluma bir aydınlık yol göstermek içindir; dinin bilimsel – akılcı yorumu içindir.
İlahiyat Fakülteleri neden susar? İşlevleri nedir?
Toplumu hurafelelere boğup rantını devşirmek için mi??

“Diyanet hurafe üretiyor.. ” diye yazan Prof. İlhan Arsel‘e ülkeyi dar ettiniz;
adamcağız gurbetlerde (ABD’de) sıla özlemiyle yaşadı uzun yıllar ve orada öldü.

Turan Dursun‘u hem hiç hazmedemediniz hem de garibandı, Vehbi Koç’un damadı değildi, hukuk profesörü de değildi merhum İlhan Arsel gibi; “karanlıkta bırakılan” bir cinayetle en üretken döneminde susturdunuz. Ama yazdıkları artık kalıcıdır.. Milyonlara erişmiş ve uyandırmıştır. O, “Din Bu mu?” diye soruyordu.
Yanıt veremediniz, kurşunlattınız.
Siz gerçekten dindar mısınız, her türlü araçla dini siyasetin – ekonominin – uçkurun…. emrine veren bir mafyatik güruh musunuz?? Kimsiniz siz?

Marks asla ‘din afyondur’ demdi; ”kapitalizm dini bir afyon gibi kullanıyor” dedi. Sizin yaptığınız tan da bu değil mi??

“ILIMLI İSLAM” da ne ola ki? İslam dinini, ihtirasları aklını fersah fersah aşan
bir emekli ilkokul mezunu vaiz üzerinden emperyalizmin hizmetine sokmadınız mı?

Bayramda olsun dürüst olun; açık olun, insan olun!

Sevgi ve saygıyla. 25.09.2015, Manavgat

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net, profsaltik@gmail.com

*****
Geçen yılki yazımızı aynen yineliyoruz…

Bu yıl da “Kurban Bayramı” öncesi “derin dondurucu” reklamları ve satışı çoook artmuş..
Neden acaba??

Bu yıl Datça Billurkent’te bir ilke tanık olduk!

– ……. şu şu şu kişiler 1, şunlar şunlar… 2’şer kurban kesmişlerdir.. Hayırlı olsun..

Duyurusu yapıldı sitenin sesbüyütürlerinden (hoparlör)!
Bizler AKIL’dan kopan ve sapan, gösterişe – ticaret alet edilen İslam dini gerçeğine dönsün diye yırtınırken geldiğimiz yere bakın! “Kurban kesenler” tatil sitesinde adlarıyla ve kesitkleri kurban sayısıyla reklam ediliyor.. Oysa ibadet gizli değil midir? Bu davranış şirk değildir de nedir??

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net, profsaltik@gmail.com
==========================================

İhsan Eliaçık: “Boşuna kurban kesip durmayın”

Ihsan_ELIACIK

(DHA) İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, kurban bayramı ile ilgili çok konuşulacak bir yazı kaleme aldı. (http://www.msn.com/tr-tr/haber/turkiye/)

 

– Kurbanın yanlış anlaşıldığını savunan ve
hayvanların boşa kesildiğini

belirten Eliaçık, bunun İslam öncesi bir kültürün devamı olduğunu,
Sümerler’de gereksinim fazlası tapınağa getirilen malların üzerinin “Tanrı malı” diye damgalanarak gereksinim sahiplerine bırakıldığını anlattı.

Bu kültürün İslamiyette de sürdüğünü belirten Eliaçık, Adilmedya.com sitesindeki yazısında ”Mekke’de çıkan Peygamber Hz. Muhammed de, insanlara aynı şeyi anlattı.
Dedi ki; burası Allah’ın evidir, gereksiniminden çok olanı herkes buraya getirsin.
Getirdiler ve oraya bıraktılar. Üzerinde, Allah’ın ismi anılmak, üzerine Tanrı malı damgası vurulması kültürünün devamıdır.” dedi ve şöyle devam etti:

”Üzerine Allah’ın adı anmayı, bıçağı eline alıp, Bismillahirrahmanirrahim diyerek,
böyle fışkırtarak hayvanın kanını dökmeye çevirdiler. Üzerinde Allah’ın adı anılmak
bu değildir! Üzerinde Allah’ın adı anılmak demek; ben bu keçiyi, koyunu, deveyi, kamuya, yoksula, gitsin diye adıyorum demektir. Üzerinde yazıyor işte Tanrı malı, eskiden böyleydi, Kuran’dan sonra buna, üzerine Allah’ın adını anmak dendi. Bu sözler, bu hayvan kamu malıdır, yoksulun malıdır, kimse almasın.. demektir. İşte bunlara [hedy] denilir.”

KESMEKLE ALAKASI YOKTUR!

”İlk bakışta bunların, kesmekle alakası yoktur.” diyen Eliaçık şunları yazdı:

”Fakat daha sonra, uzak diyarlardan gelenler (hacılar) olduğu için, o hayvanlardan kesip, o insanların karınlarını doyurmak için de kullanılmıştır. Zamanla, önceki asıl görevi unutulup, kesme ön plana çıkarılarak, getirilip kesiliyor, bırakılıp gidiliyor şekline dönüştü. Kuran geldiğinde Araplar bunu zaten yapıyorlardı, Kabe‘nin etrafı, kesilmiş kurbanlarla doluyordu. Kuran geldi ve bu insanlara dedi ki :

Bu kestiğiniz hayvanların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz, ulaşacak olan sizin takvanızdır.
Bu şu demektir: Bunları kesiyorsunuz da, bunlar bana ulaşmıyor, dolayısı ile,
kesip durmanıza gerek yok;

– siz asıl, kendi aranızdaki davranışlarınıza bakın,
– birbirinize iyilik etmeyi öğrenin,
– adaletle davranın,
– işçinizi ezmeyin,
– kimseyi sömürmeyin,
– kul hakkı yemeyin..

Ben bunlara bakarım, kestiğinize ve kana değil! Bunu açıkça söylüyor. Fakat bunu da şöyle anladılar: Tamam, Allah ete ve kana bakmaz, takvaya bakar, yani bıçağı eline alır, hayvanı keserkenki duygularına bakar, bunu Allah için kesiyorum derken ki duygularına bakar, takva budur, diyorlar. Böyle yorumladılar.”

BOŞA KESİP DURMAYIN

”Ben bu yoruma da katılmıyorum, yanlış bir yorumdur.

Kuran diyor ki; “Onların etleri kanları Allah’a ulaşmaz!”

Yani, boşuna kesip durmayın! Allah diyor ki, onlar bana ulaşmaz, Ben sizden iyilik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, sevgi, bunları bekliyorum; karz-ı hasen, salat, zekat, ihtiyaç fazlasını verme, isar, birbirinize kendinizi feda etme, yoksulları gözetme, zayıfın elinden tutma, düşmüşü kaldırma, bunları bekliyorum, takva budur.
Her yeri kan gölüne çevirdiğin zaman, Allah bundan mutlu oluyor değildir.
İşin aslı buydu, sonra döndü dolaştı ve başka bir şeye dönüştü.”

BEN 20 YILDIR KESMİYORUM

”Bakın, açık açık söylüyorum. Ben kendimi söyleyeyim, yirmi yıldır bayramda hayvan kesmiyorum. Ama; gurban, yakınlaşma, garip gureba ile yoksulla yakınlaşma bayramını çok seviyorum. Hayvan kesmiyorum ama bayram kutluyorum. Bayram çok güzeldir.”

Not : Bu yazının tümünü pdf olarak indirmek için lütfen tıklayınız..

Kurban’in_islevini_sorgulayalim_mi_bosuna_kurban_kesip_durmayin

Haccın matematiği


Dostlar
,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan çoook yaratıcı ve de bol (!) matematikli bir yazı daha.

Hacı adaylarını artırabilmek için Kâbe’yi dolanırken izlenecek rotanın matematikel eniyieştirilmesi (optimizasyonu) da içinde olmak üzere, dönüş (tavaf) hızını artırmak üzere yürüyen bantlar ve tunelle çıkış (iç kulakta olduğu gibi 3 boyutlu salyangoz kurgusu)…. tasarlaması..

Bu arada bantlar “hızla” (4 km/s’ten bir miktar fazla) dönerken Hacı adaylarının
baş dönmesi ve denge sorunları, düşmeler.. o yaşlarda sonuçları ciddi oluyor..),
Menieré hastalığının tetiklenmesi, yaşlılığa bağlı serebral arteriyosklerozise ikincil zaman – yer yönelimi bilincinin yitirilmesi ve konfüzyon.. gibi olası tıpsal (medikal) sorunları da biz anımsatalım ki; Ali hoca yaratıcı zekâsıyla bunları da tasarlasın..

Örn. acil tıbbi yardım ekiplerinin de konumlanması ya da dönen bant üzerinde
optimal aralık ve sayı – donanımda yer alması gibi..

Ali hocanın bu bağlamda tasarımını daha da geliştirmesini umarız..

Bu arada, Ali hocanın ek olarak iliştirdiği (bizim arşivimizde de bulunan) yansıları izlemeyi de unutmamak gerek..

MİLLİ MÜCADELEDE İŞBİRLİKÇİLER

Milli+Mücadele+Yillari+Isbirlikcileri.ppsMilli_Mucadelede_isbirlikçiler

Teşekkürler Sayın Ercan..
Düşündürerek öğrettiğiniz için, düşünmeyi – sorgulamayı öğrettiğiniz için..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 11.10.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Ali_Ercan_portresi

Değerli arkadaşlar,

2 yıl önce 2011’de gönderdiğim “Haccın matematiği” konulu iletiyi güncelliği nedeniyle  yeniden yolluyorum. Ayrıca Kurtuluş Savaşımız sırasında yabancılarla işbirliği içinde olanlarla ilgili bir sunum var ekte. 

Sevgilerimle. æ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

***
MÜSLÜMANLARIN YALNIZCA BEŞTE BİRİ “HACI” OLABİLİR…
 
Kâbe 
 
Değerli arkadaşlar,

Müslümanlığın 5 koşulundan biri, yaşam süresince en azından 1 kez Mekke’ye giderek (Hac) Kâbe’yi tavaf etmektir.Bu yıl da rekor sayıda, 3 milyonun üzerinde mümin Hac ziyaretinde bulunmak üzere Mekke’ye gidecek. Türkiye’den de 60 bin kadar Hacı Adayı var (%2). Her yıl Hacı sayısında rekorun yenilenmesi çok doğal; çünkü Dünya nüfusu, özellikle Müslüman ülkelerdeki nüfus hızla çoğalıyor. Ziyaretçi sayısı açısından Mekke‘nin ve Kâbe’nin fiziksel sınırlarına gelinmiş durumda artık…
(Mekke belediye başkanının işi çok zor olmalı; 3 milyon insanın 3 günde bıraktığı en azından 6 bin ton pislik  üstesinden kolay gelinecek
bir iş değil; bunca zahmetlere karşın Mekke’nin Hac ziyaretinden yıllık kazancı da 5 milyar $ kadardır)
  
Verili koşullarda hacı sayısının daha çok artamayacağı anlaşılıyor. 150 m x 100 m’lik
bir alanın ortasında bulunan 13 m x 12 m’lik Kâbe’nin çevresinde 7 kez dönerek
“tavaf eylemek” üzere bir günde en çok 1,2 milyon insan ‘hac fârizesini ifa’ edebilir. Dolayısıyla Kâbe’nin ziyaretçi sayısının gerçekten mutlak sınırına dayandığı anlaşılmaktadır. Kâbe’nin çevresinde 7 kez dönüşü en kısa zamanda sağlamak için yürüyüş yolunun dıştan içeriye doğru bir sarmal şeklinde olması (sonra Kâbe duvarına yakın bir alt tünelden çıkılması) en etkin çözümdür.

 
Küçük bir hesap yapalım :
Kâbe’nin çevresinde 7 kez dolanan böyle bir yürüyüş kulvarının genişliği 6 m ve uzunluğu 1365 m olur. 6 x 1365 = 8190 m2’lik yürüyüş kulvarı üzerinde rahatça yürüyebilmek için m2’de en çok 2 kişi olmalı; dolayısıyla 16380 kişi 20 dakikada Kâbe ziyaretini bitirmiş olmalıdır (ortalama yürüyüş hızı 4 km/saat). 24 saat içinde 16380 x 3 x 24 = 1,18 milyon insan Kâbe ziyaretini bitirebilir. Organizasyonun mükemmel olması koşuluyla, 3 gün içinde toplam 3,5 milyon, hadi diyelim ki, bir yılda en çok
4 milyon 
insan hacı olabilir 
ve kabul edelim ki, Müslümanların sağlık durumlarında ve maddi durumlarında hiçbir sorun yok. Peki böyle olsa, Dünyadaki bütün Müslümanların ömürleri boyunca bir kezcik olsun Hacca gidebilmeleri olanaklı mı? Yanıt: HAYIR.
 
Çünkü, dünyada ortalama insan ömrü 70 yıl kadardır (aslında Müslüman ülkelerde daha kısa, ama biz 75 yıl alalım). 

Bir insan reşit olduktan sonra, yani 15 yaşından (AS: 18 değil mi??) sonra
Hacca gidebilecekse, hac ziyareti için adam başı en çok 60 yıllık bir süre var demektir..
Kâbe ziyaret kapasitesi en çok 4 milyon kişi/yıl olduğuna göre, Dünyada ömür boyu hacca gidebileceklerin sayısı en çok (azami) 60 yıl x 4 milyon/yıl = 240 milyon kişidir.
Oysa bugün toplam nüfusları 1,5 milyara yaklaşan Müslüman ülkelerdeki
reşit müminlerin sayısı en azından 1,2 milyardır. 
Bu demektir ki, Müslümanlığın
5 koşulundan biri olan Hac görevini Müslümanların ancak %20′si yerine getirebilir!!

Yani Müslümanların %80 kadarı Hac’dan yoksun durumdalar..  


Bugün için 7 milyarı aşkın olan Dünya nüfusu önümüzdeki 50 yılda 10 milyara doğru çıkarken, Müslümanların nüfusu, hızlı nüfus artışından dolayı, 3 katına çıkacak ve
2050’lerde gezegen üzerinde 4,5 milyar Müslüman bulunacak.
O zaman Hac koşulunun gerçekleştirilmesi  tümden olanaksız duruma gelecek demektir..
*

Tabii bu arada  60 milyon kişiyi 4-5 gün süreyle konuk edebilecek bir kent olabilir mi,
o da ayrı bir sorun.. 


BİR YANLIŞLIK VAR, AMA NEREDE?

Değerli arkadaşlar
,
Bu basit hesap gösteriyor ki; Hac, Müslümanlığın “olmazsa olmaz” türünden bir koşulu olamaz… Peki, özür olarak, yalnızca maddi ve mali durumu yerinde olanların
Hacca gitmeleri öngörülmüşse, o zaman da sormak gerekir:
Müslümanların Hacca asla gidemeyecek olan % 80’inin yoksulluğu, sefaleti, kısıtlığı Tanrısal (ilahi) yazgı mıdır?..æ
 
++++++++++++++++++++++++++++
Hacı adayları kutsal topraklarda
________________________
*Çözüm       : 
Mekke’nin Hacı alabilirliğinin (kapasitesinin) 2100 yılına dek15 katına, 60 milyona çıkarılmasıdır.. Bunun için öncelikle
Kâbe çevresindeki yürüyüş kulvarlarının saatte 60 km hızla hareket eden elektrikli yürüyüş bantlarına çevrilmesi gerekir..
İnsanlar bu hareketli yürüyüş bantları üzerinde 1,5 dakikada Hac görevlerini yerine getirebilirler…