Etiket arşivi: K. Marx

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

Duran Aydoğmuş’un Cidde’de İslam Faşizmi Gözlemleri

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sayın Duran Aydoğmuş, sitemizde daha önce yer verdiğimiz
(6.4.13, http://ahmetsaltik.net/prof-dr-d-ali-ercan-seriat/) Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın “ŞERİAT” başlıklı yazısına kendi yorumlarını da katarak bize de ayrıca (Sn. Ercan’a ek olarak) yollamıştı.

Sn. Aydoğmuş’un doğrudan gözlemlerinden çok yararlanmıştım.
Sn. Aydoğmuş, kendi gözlemlerinin de sitemizde yer almasını arzuladılar pek haklı olarak. Gecikerek de olsa bu zevkli görevi yerine getirelim..

Sn. Ercan’ın ve Sn. Aydoğmuş’un yazılarının birlikte okunmasında yarar var bize göre.
Böylelikle İSLAMCILARIN – DİNCİLERİN (içten müslümanların değil!) mide bulandıran ikiyüzlülüklerini bir kez daha görebiliyoruz..

Dini her şeye ama her şeye utanmadan alet etmek..
İnsan sormadan edemiyor : “Dinler” yoksa bu amaçla mı icat edildi?
K. Marx‘ın uyardığı gibi : Dinleri toplumların afyonu olarak kullanmak
ya da dinleri toplumların afyonuna dönüştürmek..

Haydi bir bölük insanı bir süre aldattınız.. Tanrı buna kanacak mı??

Vah zavallı insanlık ya da insancıklar..

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================

Sevgili Dostlar,

EKte, çok çok önemli bir makale var. Bu makale, konferanslarını izlediğim ve çok faydalandığım, kendileriyle iletişimde olduğum için benimle de paylaşan değerli
Prof. D. Ali ERCAN’a aittir. Kendileri ilahiyat profesörü değil, nükleer fizik profesörüdür. Keşke diyorum, Prof. sıfatı taşıyan din adamları da bu bilim adamımız kadar dini bilgilere sahip olsalardı. Belki dini bilgileri fazla olabilir din prof’larının ama, din diye anlattıklarını dinliyoruz, okuyoruz verdiği bilgi ve vaazlarının ne işe yaradığını!
Din adamlarının başı olan Prof. sıfatlı birinin İzmir ve halkı için söyledikleri ülkemizin gündemine oturdu, yankıları halen devam ediyor! Çok yazık…
D. Ali ERCAN Hocamızın yaptığı bu gerçekçi analizini din adamları da yapsalar(dı)
ve böyle anlatsalardı, Öyle sanıyorum ki gerçek dini anlatmışolacağından, din ve uygulamaları daha yaygın ve daha sevimli olurdu. Çünkü,bizim din adamları devamlı
öte dünya hayatına odaklanmışlar, bin yıldır Anadolu coğrafyasında hep aynı şeyleri anlatıyorlar ne yazıkki! Aylar yıllardır başucumdaki radyonun yayın frekanslarını bir baştan bir başa (FM 88-108 MHz) tarıyor dinliyorum. Adeta kendinizi bir Arap ülkesindeki bir camide vaaz dinliyor gibi hissedersiniz. Fetullah Gülen Hocaefendi’nin 1970’den ABD’ye kaçıncaya kadar İzmir, İstanbul vs camilerindeki vaazlarını, Konya Müftüsünün vaazlarını, Prof. ….. ÇELİK’in vaazlarını kaydetmişler onları yayınlıyorlar! Yayınlasın tamam da;  1400 yıl önce peygamber zamanında, İslamın yayılma dönemlerinden bir türlü zamanımıza gelemiyorlar. Onlar anlatıyor, cemaat sessizce dinliyor!?
İslamın üç önemli coğrafyası olan S. Arabistan, Irak ve Suriye’de bulundum,
insanların yaşantılarını ve İslamı nasıl yaşadıklarına şahit oldum. Keşke görmeseydim!
Şunu söyleyebilirim : Arapların o kadar zenginliklerine rağmen sömürge olduklarını, üretmeyip devamlı lüks ve aşırı israflı tüketim yaptıklarını, Kadınların kara çarşaflı bile yalnız başına evinden dışarı çıkamadığını (S. Arabistan), günde beş vakit ezanın ülke sathında ve her yerde TV ve radyolardan yüksek sesle yayınlandığını,
ezanı duyan herkesin işini gücünü bırakıp, işyerini kapatıp camiye gittiğini, ağırdan alan esnafın vs din polisince coplandığını gözlerimle gördüm Cidde’de! Suudi’den ayrılan uçaklarda hostes düğmesine basarak viski istediklerini, Hem de aynı kişiye-işareti üzerine- iki kadeh birden geldiğini, birini bitirince tekrar işaret ederek ikinci kadeh geldiğini, Suudi’den kara çarşafla uçağa binen (sadece gözleri gözüken) kadınların, uçak irtifa aldıktan sonra WC’ye sıraya geçip biraz sonra hemen hepsinin de kara çarşaflarını bohçalarına koyup modern giysi ile yerlerine oturduklarını. Erkekler ülkeleri dışına çıktıklarında kaldıkları otellerde o beyaz feraceli hotozlu kıyafetleri ile odalarına içki servisi yapıldığını ve daha nelerini gördüm bu Arapların. Netice olarak, ülkelerinde neler yasaksa hepsini yurt dışında deliyorlar… Yani, -kendi deyimleri- hayatlarını yaşıyorlar!..
Demek ki, Allah -din yolunda değil, kralın yolunda gidiyor şeriat yönetiminde insanlar! Mekke’de beş yıl müteahhitlik yapan bir dostla konuştum geçen ayMahmut Makal Hocamızın Eğitimciler Evindeki Sohbet toplantısında. Yukarda anlattığım gözlemlerimi başka bir eğitimci ağabeyimiz kendisine “Siz Mekke’de beş yıl yaşamışınız, Duran Beyin anlattıklarına ne diyorsunuz?!” dedi.”Aynen” dedi müteahhit dost.
Başka ve gerçek bir kaynak ise; Suudi Başkenti Riyad’da 4 yıl öğretmenlik yapıp
günlük tutan Zekiye YÜKSEL, bu dört yıllık yaşantısını kitaplaştırmış. Kitabın adı :
ŞERİAT ÜLKESİNDE KADIN OLMAK,” Cumhuriyet Kitapları-ANI, 3. baskı 2011, 258 sayfa.
İkinci bir kaynak : Meltem VURAL’ın “ŞU DAĞIN ARDI İRAN,” Cumhuriyet Kitapları, 4. baskı 2010, 159 sayfa.
Üçüncü bir kaynak : Cemil DENK’in “Yapraktan Çarşafa, Türbandan BurkayaÖRTÜNME,” Karınca Yayın. 1. baskı
                            2010, 160 sayfa.
Netice olarak; Prof. Dr. D. Ali ERCAN Hocamın EKteki analizlerinin doğruluğunu, yukarda  anlattıklarımdan ziyade, referans verdiğim bu üç kitabı okuyunca daha da anlayacak ve Atatürk Cumhuriyetinin getirdiği ama silinmeye çalışılan laiklik sayesinde ülkemizde İslamın daha doğru uygulandığını kabul edeceksiniz.
Ancak, İmam Hatip çıkışlı din adamlarımız, ERCAN Hocamızın bilim rehberliğinde, Kuran ayetlerini de vererek bu anlattıklarını pek onaylamazlar. Hatta, İzmirliler için söylenenleri(!) benzerleri için de düşünürler ve kabul etmezler. Çünkü, felsefi düşünenlere başka yaftalar yapıştırırlar. Din adına da yazık oluyor!
NOT : EK makalesini benimle de paylaşan Değerli Prof. Dr. D. Ali ERCAN Hocama teşekkür ediyorum.
Saygılarımla.
Duran Aydoğmuş
05.04.2013
Prof. Dr. D. Ali ERCAN’ın kısa özgeçmişi ve önemli bazı sunumları için bağlantı :

Prof. Dr. M. Kerem Doksat : MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?


Dostlar
,

Dostluğundan güç aldığımız kardeşimiz, meslektaşımız sevgili
Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, son derece yetkin bir Psikiyatri uzmanıdır.

Bizden birkaç yaş daha gençtir; gene de önceki yıllarda, çalışma ortamının kendisini endişelendiren ciddi yozlaşması nedeniyle gerçekten “erken” emekli olmuştur.
Yaşamını, meslektaşı olan eşiyle birlikte muayenehanesinde çalışarak kazanmaya çabalamaktadır.

2002 Haziran’ında (11-14) Malatya’da 9. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresi’nde birlikte olmuştuk. Kendileri bir panelde konuşmacı idiler. Bizim de bir konferansımız olmuştu

  • Yeni Dünya Düzeni ve Cumhuriyetin Sağlığı..

Sonrasında kendisi ve yine Cerrahpaşa Psikiyatri’den Prof. İbrahim Balcıoğlu
(Hacettepe tıptan arkadaşımız) ile “Türkiye’yi” konuşmuştuk.

Ne acı ki öngörülerimiz gerçek oldu; son15-20 yıl özellikle gözümüzün önünden adeta canlı anılar gibi aktı..

Fakat Türkiye’miz bu örselenmişliği – teslim alınma kuşatmasını da yaracak.

Kerem hoca aşağıdaki yazısında tek sözcükle “görkemli” bir “sosyal psikolojik – psikiyatrik” çözümleme yapıyor. Mut-la-ka ve yavaş yavaş, üzerinde düşünerek okunmalı, tartışılmalı..

İzin verirlerse, bir “Toplum Hekimliği Uzmanlığı öğrencisi” olarak, toplumların
kitlesel (kolektif) davranışları üzerinde birkaç söz etmek bize de boyun borcudur.

Halkımız, az eğitimli bırakıldığından, ancak deneme-yanılma ile öğrenebilmektedir.
Öngörü (projeksiyon, prediksiyon vb.) yeteneği doğallıkla sınırlıdır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde de onu ayağa kaldıracak devasa travma İzmir’in işgali
(15 Mayıs 1919) ve harem-i ismete dönük somut Sevr (10.8.1920) işgalleri oldu.

Mondros soyut kalmıştı (30 Ekim 1918)!

Damat Ferit Paşa kabinesi de halkı (tebaayı!) duyarsızlaştırma (de-sensitizasyon) için “heyet-i nasiha” lar görevlendirmişti; Mondros, tebaa-i Osmani’nin hayrına olacaktı!

Özetle, ülkemiz ve kadim halkı önce dibe vuracaktır çare yok ve o geri tepmeyle de
-boynunu kırmadan- zincirlerinden bir kez daha kurtulacaktır.

Büyük Atatürk‘ün hangi öngörüsü yanlış çıktı?
(Aydın limanı – sığınağı olarak kullanma suçlamasından üzülürüz..)

Beni inkâr edeceksiniz. Hatta bühtanla yad edeceksiniz. 
  Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.

Ve son ve kalıcı ok hedefe atılmıştır, dönüşü olanaksızdır, tarih böyle akacaktır :

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
    ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Bu vb. mottoların eleştirilmesi için kimi “zorlamalar” da yersiz ve haksızdır.
Hatta psikokojik savaş kapsamında bir saldırı sayılmalıdır..
Geçelim kısa erimi, orta ve uzun erimde tarihin diyalektik akışı da buna koşuttur.

Sevgili kardeşimiz Dr. Doksat’ı sevgi – saygı ve umut ile selamlıyoruz.

“Aydın” ın “umutsuzluk” hakkı olmadığını, bu olgunun kortikal değil ancak limbik sisteme ilişkin bir alt kategorik dürtü olduğunu, -dolayısıyla ilkelliğini- hoşgörüsüyle paylaşmak isteriz.

Hatta daha ileriye giderek, felsefeci  Prof. Ahmet İnam‘a yollama ile
salt benzetme (teşbih) bağlamında “Umutsuzluk ahlaksızlıktır!” bile demek isteriz!

Bu son sözümüz Doksat hocaya değildir elbette..
Ama ola ki, kimi “aydınlar” (!?) gibi üstelik de bir psikiyatrist olarak yeltenirse??

Sevgi ve saygı ile.
5.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================

Prof. Dr. M. Kerem Doksat

portresi

MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?

Bu yazıda millet ve ulus kelimelerini tümüyle aynı anlamda kullanacağım;
bu konudaki bâzı tarafgirliklere saygım var ama bu ayrım, aslında bizi bölmek için uydurulmuş yapay bir “ötekileştirmedir” düşüncesindeyim.

İlk Hominidoidler (insanımsı insanımsılar) ve Hominidler (insanımsılar) Doğu Afrika Kıt’asında evrimleşti. Homo Neanderthalenis, Homo Erectus ve cro-Magnon adamları da birbirlerine yakın zamanlarda dünyada yerlerini aldılar.

Homo Sapiens, yaklaşık 200.000-250.000 yıl önce aynı bölgede evrimleşti ve son 100.000 senede de beyni şimdiki hâlini aldı, Homo sapiens sapiens oldu. Bunun anlamı “farkında olduğunun farkında olan adam” demektir. Bu insanlar kabaca 40 ile 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar. Hint’e, Çin’e, Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’ya doğru yürüdüler ve bu arada mozaik adaptasyonlarla cilt renkleri, boyları, kemik yapıları değişime uğrasa da, bütün insan türü tek bir ırktır. Meselâ çok yakın akraba olan
atla eşek çiftleştiğinde ortaya güçlü ama kısır bir hayvan olan katır çıkar; yâni üremesi mümkün değildir. Hâlbuki Afrika’daki Buşmanlar’la kutuplardaki Eskimolar aynı şeyi yaparlarsa dahi, nur topu gibi çocukları olur.

  • Yâni hepimiz kardeşiz!
  • Irkçılık ve etnik bölücülük doğrudan en büyük insanlık düşmanlığıdır.

Son büyük Buz Çağı’nda Amerika’ya, ardından Avustralya’ya kadar yayıldı insanoğlu…

Önceleri avcı-toplayıcıydık ve sürekli olarak yer değiştiriyorduk. Son derecede sosyal bir hayvan olduğumuz için, atalarımız hemen aileler kurup bir arada yaşamaya başladılar. Zamanla bunlar çok genişledi, büyük (250-300) kişilik gruplar hâline geldi. Bu kadar büyük grubu alfa-dominant erkekler denetleyemeyince, ortaya bir grup bölücü çıktı; bir miktar kavga gürültüyle de olsa, ayrılıp kendi yerleşkelerini kurdular. Bu sâyede de genetik kirlenmenin önüne geçildi, memetik (kültürel) alışveriş de
ufaktan ufaktan başladı…

Dağlar ve sarp kayalardan ovalara inen Homo sapiens sapiensler burada ziraatla
yâni kültürle tanıştılar. Tohum ektiler, hasadı beklediler ve düşünecek çok uzun zamanları oldu. Güneşin doğuşu, batışı, mehtabın uyanması, mevsimler… Bütün bu doğa olaylarından çok etkilendiler ve onlara perestiş ettiler, zamanla da tapmaya başladılar. Günümüzde de hâlâ güneşe, aya tapanlar var. İlk büyük dinler de o zamanlar ortaya çıktı. Animizm ve Animalizm’de her şey canlıydı, her şey bir bütünün parçasıydı ve avlarına büyük saygı duyuyorlar, atalarının ruhlarına dua ediyorlar, adaklar ve sunaklarda kurbanlar veriyorlardı. Şamanizm denen inançlar bütününde de aynı özellikler mevcuttu. O zamanlar, eskiden zannedildiğinden çok daha az kavga, dövüş vardı.

Zamanla daha büyük dinler doğdu ve on binler, yüz binler, milyonlarca kişi bunlara  girdi. İnsanların bilgileri arttıkça, tümüyle evrimsel kökenli olan mülkiyet hisleri de uyandı. Mülkiyet demek şiddet demekti ve on binlerce sene filânca tanrı, falanca ilâhı bahane eden bilgi sâhipleri, avamı köleleştirerek “kutsal” diye diye hârplere yolladılar.
Bütün Ortaçağ bu bataklık içinde geçti. Bizler üç beş tanesinden haberdarız ama hâlen dünyada 5000’den fazla din var!

Daha sonra yazı icat edildi ve büyük bir medeniyet sıçramasıyla, özellikle Sümer’lerden başlayarak, kent yaşamına geçildi. Artık, bilgiyi yâni nüfuzu yâni gücü elinde bulunduran, diğerlerine tahakküm etmeye ve soykırımlar yapmaya başladı.

Derebeylikleri birleşip federalleştiler, sonra devlet oldular. Bazıları federe devlet, kantonlar gibi idarî bölümlerle doğsa da, uluslararası arenada yerlerini aldılar.

Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle beraber pozitif bilim, eleştirel düşünce ve büyük ideolojiler dönemi başladı.

  • Dinler de ideolojiler de aslında insan icadı sosyal kurumlar oldukları ve birinciler cenneti bu âlemde, ikinciler öbür âlemde vaat ettikleri için,
    her ikisinin de mensupları hâlâ ortalıkta cirit atmakta, dünyamız kanla dolmaktadır.

Hâlbuki Batı Âlemi’nin Avrupa ve Britanya denen kısmının kendi yarattıkları dinlerden çektiklerini fark edip, tarih, kader, keder ve ülküsü içinde yakınlaşmaları yakın zamanlarda oldu. Aynı Jesus (İsa) adına, ideolojiler (Diyalektik Materyalizm, Nasyonal Sosyalizm vs., Faşizm, genellikle sanıldığının aksine bir ideoloji bile değildir) adına binlerce harpte milyonlarca hemcinsini katleden merhamet yoksunu zihniyet, bal gibi de  
insancıl (humanitarian) yaklaşımlarla beraber dinler de, ideolojiler de ıslah edilebilirdi. Gene bizden birileri buna müsaade etmedi: Homo hominis lupus est (Plautus MÖ 184)!

Batı Âlemi’nin ruhunda istilâ, soykırım, emperyalizm vardır!

Meselâ evrimin soyağacını mizahî şekilde ele alan yukarıdaki şekli ilk fark eden
C. Darwin bile Türk’leri aşağılık ve düşük bir ırk olarak görmüştür.

Keza, buralarda olup bitenleri teorisine uygulamakta zorlanan K. Marx,
Asya Tipi Üretim Tarzı diye geçiştirmiş ve Türklüğü de aşağılamıştır.

Batı tarihinde İnsan Türk’ü tanımaya, onunla empati kurup sevmeye de başlayan
tek büyük adam Mozart’tır.

İşte, Arap’ın Vehhabîlik namına yaptığı ayıp!

Bunun 2013’te ulaşılabilen en güzel örneği millet olabilmekti.

Millet olmak kaderde, kederde, tarihte ve ülküde (mefkûre) birlik demektir.

Zâten paylaşılan paylaşılmış, İtalyanlar İtalyan, Portekizliler Portekizli… olup çıkmışlardı. Bu arada Osmanlı da her medeniyet gibi doğmuş, büyümüş, duraklamış, yaşlanmış ve ölmüştü.

Onun küllerinden doğan, dünyanın en haklı İstiklâl Hârbi’ni kendisine
“eşek” – ”etrak-ı bî-idrak” denen Türk Milleti yaparak,
tarihteki 17. Türk Devleti’ni kurdu.

Başkomutan da Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’tü.

Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk

Hasan Âli Yücel

O dönemde başlatılan köy enstitüleri hareketi eğer İnönü döneminde oy kaygısıyla durdurulup, Adnan Menderes tarafından da ortadan kaldırılmasaydı, bugün tam bir dünya deviydik. Nitekim bu model Çin gibi ülkelerde uygulanmaktadır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ne Amerikalılar gibi müstevlî, ne de Portekizliler gibi emperyalistti…

En son olarak büyük bir diplomasi başarısıyla son bağımsız Türk Devleti’ni kurdular. Amaçlarını da açıkça ortaya koydular: Yurtta sulh, cihanda sulh! Bu anlatım basitçe barıştan öte bir mânâ taşır; güçlü ve muktedir olacaksın ki, kimseler kolay kolay sana bulaşamasın, sen de kimselere saldırma…

Günümüzde bu dünyada ayakta durabilmenin tek ve olmazsa olmaz yolu
millet olmaktır ve Türk Milleti buna ziyadesiyle lâyıktır.

Bu memlekette atmışın üzerinde etnik, daha da fazla dinî unsur var ve bu aziz memleketi omuz omuza savaşarak kurduk. Kimliğimiz de belliydi: Türklük.

  • Türkiye bilimsel bir deyişle bir eriyiktir; mozaik değil! 

Mozaiğe vurdun mu darmadağın olur; hâlbuki eriyik aynen kalır.
Daha da hoş bir ifadeyle, çağdaş anlamıyla Türklük aşure gibidir;
en ufak parçası eksilirse tadı bozulur.

  • Başka ülkeler için makûl ve mantıklı olan federal devletler ve konfederasyon, bizim için yıkım demektir!

İşte, yeniden Ortaçağ batağına düşmemek için lâiklik (Amerikan modeli sekülarizm değil) bu ülkenin tek dayanağıdır.

Çünkü büyüsel düşünce ruhsal aygıtımızın en temelinde durur ve onu en net olarak besleyebilecek tek şey hâlâ dindir. Meselâ ben hayatım boyunca Allah’a inanmışımdır ama dindarlığımın derecesi sâdece bu kültür iklimine olan alışkanlığımdan, mensubiyetimden kaynaklanan sosyal bir âidiyetten daha fazla değildir. Tamamen kişisel hermenütiğimi (yorumsamamı) dile getirmek isterim: Ben Vahdet-i Vücûd (Diyalektik Teizm veya Panenteizm) inancıyla rûhânî huzuru yakaladım. Başkası başka şeyle yakalayabilir. Bu kişisel bir ruhâni tatmindir.

  • Bilhassa artan bölücü hareketlere karşı da en önemli kalkanımız Türkçe’dir; başka anadil olmaz ve olursa da bölünürüz.

Hâlâ bölücülerin önde gelenlerinin dahi Türkçe konuştuğunu unutmayalım.

ASİMETRİK – GAYRINİZAMÎ PSİKOLOJİK HARP (kısaca GNPH)

-Nizamî harpte iki ülke veya taraf arasında askerî çatışma vardır. Hedefler ve taraflar bellidir. TSK bu şekilde savaşmak için eğitilmektedir. Asimetrik-Gayrinizamî Psikolojik Harpte ise kimin düşman, kimin dost olduğu karışıktır. Tıpkı Kürt mes’elesinde olduğu gibi… Burada Türkiye’nin hasmı DDD’dir (ABD + AB + Destekleyici Diğer Güçler).

1. Tezkere ile (1 Mart 2013 TBMM Tezkeresi, A.Saltık) Türkiye’nin 70.000 birinci sınıf Amerikan askerince işgâline millî refleksle karşı çıkılınca, cezası iki yönden kesilmiştir:

1) Peşmergeler’le birlikte Türk Karakolu’nu basan Amerikan askerleri, büyük bir basiretle direnmeyen (!) Türk askerlerinin kafasına çuval geçirerek halkın gözünde ulu yeri olan TSK’yı küçük düşürmüştür.

2) Dinbazlık (dindar yobazlık) ve cemaatçilik yoluyla sürekli olarak
TSK küçük düşürülmeye devam edilmiştir.

-Hemen hepsi yasadışı sol örgüt militanlarıyla ayrılıkçı Kürtçü terör savunucuları el ele vererek kitlesel eylemler yapmaktadır (son IMF toplantısında İstanbul’da yaşanan rezalet gibi). Başbakan“ dışarıdakilerin seslerine kulak verin” demiş, ertesi gün de “ben mazlumu, garibanı kastediyordum.” şeklinde konuşmuştur. Tipik bir çifte açmaz örneği çünkü mazlum ve garibanın zâten sesi çıkamamaktadır ama Mazlum-Der gibi bölücülük yapan örgütler çağrıştırılarak, eşik altı uyaranla beyin yıkama gerçekleştirilir.
Bu arada çoğu F-tipi örgütlenme içinde olan polis hem orantısız güç uygulamakta,
hem de gereksiz yere daha kolayca halledilebilecek olayların tırmanmasında
rol oynamaktadır. Akabinde İstanbul Vâlisi benzeri bir açıklama yapmış ve “Biz onlara bunları yapmaları için 13 yer göstermiştik.” demiştir, Başbakan da tekrarlamıştır;
tipik bir çifte açmaz!
Çünkü “Oralarda yapılırsa haktır, buralarda yapılırsa haksızlıktır.” mesajı verilmektedir.

-GNPH’de düşmanı yıpratmak için gerilla tarzı eylemler ve medya üzerinden misenformasyon (hatalı ve yalan bilgilendirme) ve dezenformasyon (bilgiyi gizleme) yapılır.

-Ayrıca, çamur ve iftira atarak, sürekli olarak çifte açmaz (double-bind) ile dolu mesajlar vererek halkı şaşkın hâle getirme, Pavloviyen ve Seligmaniyen şartlandırma yoluyla inançların kaybettirilmesi, âidiyet ve mensubiyet duygusunun kaybettirilmesi ve biçârelik duygusu aşılanır.

-Bir yandan da sürekli olarak hasmın propagandası yapılır. Atatürk’ün Kürt’lere verdiği sözlerden ve omuz omuza harp ettiğimizden bahsedilir (misenformasyon), sonra sözüm ona “Kürt aydınları ve Said-i Kürdî’siz Türkiye olamaz” lâfları edilip, doğduğu yere esasen Ermenice olan ama Kürtçe diye yutturulan ismi geri verilir ama bunların adalet ve barış için yapıldığı söylenerek sistematik duyarsızlaştırma yapılır (dezenformasyon). Bunda düşmanla ittifak içinde, AB’den ve ABG’den maddî yardım alan, hâttâ maaşa bağlanmış hâinler kullanılır; bunlar zâten medyanın çeşitli, kısımlarında köşe başlarına yerleştirilmiştir. Onlar istediklerini yazarlar çizerler ama kıllarına dahi dokunulmaz ama Atatürkçüyüm diyeni içeri tıkarlar (terörizasyon ve Pavloviyen şartlı refleks kırılması).

-“Kanları yerde kalmayacak” dendiği gün 8 şehit verilir (çifte açmaz), bu da anomiyi ve kaosu pekiştirir. Polisle, askerle çatışmak üzere çocuklar bilinçli olarak öne sürülür ve mukabele edildiğinde “polis ve asker çocuklara fena muamele yapıyor” denir; özel olarak yapılmış çekimler tekrar tekrar yandaş TV’lerde gösterilerek mağdurlaştırma
(victimization) yapılır (daha dün, 9 Ekim’de Diyarbakır’da aynı şeyi yaptılar). Sâf halkımız
o çocuklara acırken, onları öne itip militanlaştıran büyükleri olduğunu hiç düşünmez ve devletin vatandaşına düşman olduğu mesajı zımnen verilerek temel güvenlik ve âidiyet duyguları iyice kaybettirilir. Dolayısıyla “ötekileştirme” yapılırken, bir yandan da saldırganla özdeşleşip onu benimseme (identification with the aggressor)
Ego savunmaları yoluyla, Türkler Kürtleşmeye başlar.

-Sonuçta da, bizim örneğimizde olduğu gibi, Türk halkı Kürt’lere hak vermeye dahi başlar. Devamı da Kürtleşme olacaktır.

Psikolojik hârp istihbaratı “bir devletin diğer devlet üzerinde millî menfaatlerini gerçekleştirmek üzere uyguladığı psikolojik hârpte kullanacağı her alandaki (siyasî, askerî, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vs.) zâfiyetlerinin ve hassasiyetlerinin sistematik bir tarzda tesbiti, tasnifi, yorumlanması ve istihbarat hâline getirilmesi” şeklinde târif edebiliriz.

-GNPH’e karşı muvaffak olmanın tek yolu, düşmanı aynı silâhla vurmaktır.
Güçlü bir istihbarat, karşı GNPH taktiklerinin uygulanması icap eder.

-Bunu ancak hakikaten millî bilince sâhip, Atatürk ilke ve inkılâplarına yürekten bağlı kadroların teşkil ettiği bir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin cesurca kararlarıyla
bu uluslararası satrancı iyi oynayarak, sivilin sivilce, askerin askerce, ama
ne gerekiyorsa yapması suretiyle bu badire aşılır. Bu kadroların ciddi bir kısmı Silivri’de, diğerleri de şimdilik dışarıda, emre âmâde beklemektedir.

-Bu hiç de kolay bir süreç olmayacaktır ve muhtemeldir ki çok kan dökülecek,
çok iktisadî sıkıntı çekilecektir. Ama durum zaten böyledir ve

  • Türkiye tamamen elden gitmektedir.

– Marcus Tullius Cicero’nun söylediği rivayet edilen “en onursuzca barış, en haklı savaştan iyidir” gibi ahmakça lâfları pankartlar hâlinde oraya buraya asılmasına
engel olunur.

-Sarsılmakta olan kapitalist düzenin ardından kurulacak olan Yeni Dünya Düzeni’nde de Türkiye haysiyetle ayakta durur!

***

PAVLOV’DAN SONRA SELIGMAN’IN DA KÖPEKLERİ

Önce, Pavlov’un köpekleri deneyini bir hatırlayalım:

Hayvana et gösterildiğinde salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks).

Hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks, arada eklenen şartlı uyaran). Bu yeterince tekrarlanır.

Sonra hayvana et verilmeksizin zil çalındığında salyası akar (şartlı uyarana verilen şartlı refleks).

Eğer tekrar tekrar hayvana et verilmeksizin zil çalınırsa hayvan ilgisiz kalmaya başlar (şartlı refleksin sönmesi).

Bunun önlenmesi için arada hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (pekiştirme).

En iyi şekilde şartlandırılmış köpekler dahi terörize olduklarında şartlı refleksler tümüyle söner ve hayvan en tabiî hâline rücû eder (terörün şartlı refleksleri silme gücü).

Bütün dinî, millî ve şair inançlarımız, âidiyet ve mensubiyetlerimiz şartlı reflekslerdir ve törenlerle, bayramlarla vs. pekiştirilmeleri gerekir.
Terör ise bunları sür’atle söndürür ve belirsizlik, aidiyetsizlik zuhur eder.

Bundan istifade eden şer odakları kendi arzu ettikleri inançları (yeni şartlı refleksleri) bütün medyada ve gösterilerle pompalayarak, yabancılaşmaya yol açarak,
tam aksi inanç ve tercihlerin filizlenmesini sağlarlar.***

Şimdi bir de 1965 başlarında Martin E. P. Seligman ve arkadaşlarının deneylerine
göz atalım.

Martin E. P. Seligman

Pavlov’un tecrübelerini çok iyi bilen Seligman, biraz farklı bir deney plânlar.
Herhangi bir deneye tâbi tutulmamış 24 tâne köpek alır ve onları üç gruba ayırır.

Birinci gruptaki köpeklere “kaçış grubu” adını verir, beyaz bir kabine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir hâlde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uygular. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki bir düğmeye basarak şoku kesme imkânına sâhiptirler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesilmektedir. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrenirler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başarırlar.

İkinci gruba “boyunduruk grubu” adını verir ve bunlar “kaçış grubu” ile aynı şartlar altında şoka mâruz bırakılırlar. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmemektedir. Bu köpeklere uygulanan şok süresi kaçış grubundaki bir köpeğe uygulanan kadardır. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka mâruz kalmaktadır. Ancak, boyunduruk grubu panele bassa bile şok kesilmediği için,
30 denemeden sonra paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçer.

Üçüncü gruptaki köpekler ise “kontrol grubudur” ve herhangi bir şoka mâruz bırakılmazlar.

24 saat sonra bütün köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alana götürürler. Köpeklere 10 kez şok verilir ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umulur. Öyle ya, köpeğin kaçması en beklenen şeydir. Hâlbuki köpekler öyle dururlar!

“Kaçış grubu” ve “kontrol grubu” kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken, “boyunduruk grubu” diğer gruplardan önemli ölçüde farklılık gösterir. Bu gruptaki 8 köpeğin 6’sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulmayı akıl edemez. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5’i hâlâ 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremez. Bu gruptaki köpeklerin %75’i neredeyse karşıya hiç atlayamaz, %62.5’i ise yedi gün geçmesine rağmen hâlâ başarısızlıklarını sürdürürler.

Yâni, deneyin sonuçları, tuhaf biçimde 2. gruptaki köpeklerin çâresiz kalmayı,
daha doğrusu “biçâre kalmayı” öğrendiklerine işaret etmektedir!

Seligman, bu davranışa, atalet ve hiçbir şey yap(a)mama hâline Öğrenilmiş Çaresizlik (Learned Helplessness) adını takar (pek çok yayında Türkçe karşılık Öğrenilmiş Çâresizlik diye geçiyor ama helplessness karşılığı biçârelik terimini ben tercih ediyorum).

Öğrenilmiş Biçârelik teorisi daha sonra duygu azalması, körelmesinin de görüldüğü depresyonu açıklayan bir model için insan davranışlarını da içine alacak şekilde genişletilir. Buna göre, depresyondaki insanlar biçâreliği öğrendikleri için o hâle gelmektedir. Depresyondaki insanlar ne yaparlarsa yapsınlar boşuna olacağını,
hayatları boyunca hiçbir şeyi kontrol edemediklerini öğrenmişlerdir.

Öğrenilmiş Biçârelik pek çok şeyi açıklıyordu, fakat ardından araştırmacılar birçok kötü hayat olayından sonra bile depresyona girmeyen insanlar gibi Öğrenilmiş Biçâreliğin de açıklayamadığı istisnalar bulmaya başladılar. Seligman, depresyondaki insanların
kötü olaylar hakkında depresif olmayanlardan daha kötümser olduklarını keşfeder,
bunu “attribution theory” (atıf teorisinden) ödünç aldığı “açıklayıcı tarz” olarak adlandırır. Aslında bu keşfi Aaron Beck’in Bilişsel Üçlüsü’nden (Cognitive Triad) farklı değildir:

Depresyondaki insanlar hâllerini, mâzilerini ve istikbâllerini hep olumsuz yorumlarlar! Hem iyimser hem de kötümser açıklayıcı tarzların avantajları vardır.
Meselâ bir buluş yapabilmek için veya pazarlama gibi bâzı işlerde iyimser bir
bakış açısına ihtiyaç vardır. Muhasebecilik veya kalite kontrolü gibi işlerde ise
kötümser bakış açısı gereklidir.

Bâzı kişilerde ise Öğrenilmiş Biçâreliğin tam aksine, Öğrenilmiş İyimserlik de
bir savunma mekanizması olarak kullanılabilir.

Seligman “Öğrenilmiş İyimserlik” adlı kitabında, insanların yeni açıklama tarzlarını öğrenerek depresyonlarının üstesinden gelebileceklerini ileri sürer.
Ahmakça, âdeta otistik bir iyimserliktir bu!

Öğrenilmiş Biçârelik hepimizin içinde az veya çok vardır. Hepimiz bir şeyleri kezlerce dener, yanılır ve başaramayız. Sonra bir daha yanılmamak için, bir daha denememeyi öğreniriz. Bu sırada koşullar değişir. Eğer denersek başarılı olabileceğimiz bir hâle gelir ama biz ezberlediğimiz gibi yaşamaya devam ederiz. Ortam değişir ama bizim
zihin haritamız değişmez. Böylece başarısızlığı öğrenmiş oluruz.

Öğrenilmiş Biçârelik ve Öğrenilmiş İyimserlik atalet,

– insanın potansiyelini kendinden çalar.
– Hayâllerimizi yok eder.
– Özgüvenimizi eritir, cesaretimizi kırar.
– Aslanı kediye çevirir.
– Kazanmayı değil, kaybetmeye katlanmayı öğretir.
– Başarısızlık bölgesini vatanımız, zirveleri gurbetimiz gibi görmeye başlarız.
– İçimizdekini söylemeyi değil, kendi kendimize söylenmeyi öğreniriz.
– Sorumluluk almak yerine suçlamaya çalışırız.
– Başarısızlıklarımızın sorumluluğunu dışımızda ararız.
– Kendi ayakları üzerinde durmayı ve kendi kendine yetebilmeyi beceremeyiz.

Hayatımızda bâzen mâruz kaldığımız gerçek biçârelikler ile öğrenilmiş biçârelik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çâresiz olmadığımız hâlde, biçâre olduğumuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda
“Öğrenilmiş Biçârelik ve/veya Öğrenilmiş İyimserlik” yaşıyoruz demektir.

  • Korkunun kendisi; korkulan şeyden daha fazla zarar verir.

Öğrenilmiş Biçârelik üç şeyi zayıflatır: Akıl, istekler ve duygular!

Öğrenilmiş Biçârelik insanlarda üç önemli yetersizliğe (veya bozukluğa) sebep olur:

Motivasyonel zayıflama, entellektüel zayıflama ve duygusal zayıflama:

1) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanlar önce tutkularını kaybederler.

İstediğini elde etmenin kendi ellerinde olmadığını gören insanlar, kendi isteklerine karşı ilgisizleşirler. İsteyerek yaptıkları davranışlar azalır, mecburî oldukları için yaptıkları davranışlar artar.

2) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanların akılları ve düşünme yetenekleri de zayıflar.

Basiretleri bağlanır. Bunun nedeni olaylar karşısında akıllarını kullanmanın sonucu değiştirmeyeceğine inanmalarından dolayı, sorunlarını çözmek için beyinlerini fazla kullanmamalarıdır. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarına karşı özensizleşirler.
Bu kişiler kendi iradî seçimlerine değer vermezler. Müebbetten hapis yatanların kendilerine “kader kurbanı” demelerinin de nedeni seçimlerinin sonuçlarını görememektir.

3) Öğrenilmiş Biçârelik durumunda yaşayanların duyguları da zayıflar.

Uzun süre acı çeken, ondan kurtulmak için çabaladığı hâlde başaramayan insan,
o acıyı kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Yaşama sevincini kaybeder.

4) Öğrenilmiş Biçârelik canlıları sâdece psikolojik olarak değil, biyolojik olarak da çökertmektedir. 

Bir araştırmada birer dakika arayla kafesine 5 saniyelik elektrik şoku verilen bir kobay farenin, başlarda panik olurken, sekseninci defadan sonra hiç hareketsiz şoku aldığı görülmüştür. “Acıların faresi” (A. Saltık : Acıların kadını Bergen) acılardan kurtulmak için çabalamak yerine acıyla yaşamayı öğrenmiştir. Bu deneyde 80. elektrik şokundan sonra farenin biyolojik savunma mekanizmasının bile çalışmamaya başladığı, sâdece psikolojik değil, biyolojik olarak bile tepkisizleştiği gözlenmiştir.”

“Kanları yerde kalmayacak” deyip, Kürt Açılımı diye dayatılırken arka arkaya şehit haberlerinin gelmesi bizlere verilen elektrik şoklarıdır ve ekserimiz Öğrenilmiş Biçârelik içine, bir kısmımız da Öğrenilmiş İyimserlik içinde atalet ve umutsuzluğa yâhut
“nasıl olsa büyüklerimiz doğruyu bilir” türünden ahmakça bir tevekküle düşürülmekteyiz! Hâttâ Pavloviyen şartlanmayla da bu pekişerek, “acıların faresi” hâline getiriliyoruz!

Bu açıkça bir beyin yıkama yöntemi olarak, asimetrik psikolojik hârpte
gâyet plânlı olarak uygulanmaktadır.

***

Bir de Abraham Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatayım:

  • En temel psikolojik ihtiyaç güvenliktir, kendini emniyette hissetmektir.

Bunu ortadan kaldırırsanız; onu üzerine inşa edilebilecek sevme ve sevilme,
sayma ve sayılma, âidiyet ve mensubiyet, kendini aşma asla gerçekleşemez.

Bu zâten çoktan “başarılmıştır” ve toplumumuzun bütün bu üst kurumları çökertilmiştir. Ekonomik terör de bunu yeterince pekiştirmiştir.

***

Bir başka psikolojik kavram da çifte açmazdır (double bind):
Birbiriyle zıt anlam taşıyan mesajların aynı anda verilmesi demektir
 ve
bireysel temelde şizofreni nedeni olarak kabûl edenler vardır. Klâsik örneği suratında
soğuk, hâttâ itici bir ifâdeyle çocuğuna “seni çok seviyorum” diyen anne prototipidir.

Aynı şey sosyal alanda da yapılmaktadır: Bir yandan halka tepeden bakan,
hâttâ aşağılayan bâzı devlet veya Hükûmet mensuplarının, bir yandan da
onları sâhiplenme ve koruyup kollama hamâsetleri eklenmiştir.

Halkın devlete, sisteme, rejime ve insanların birbirine bağlılığı alt üst edilmiş,
herkes herkese şizo-paranoid bir tavırla bakar olmuştur!

***

Sonuçta Türk halkı;

– Öğrenilmiş Âcizlik ve Öğrenilmiş İyimserlik içine itilmiş,
– toplumu birbirine bağlayan bütün zamklar eritilmiş,
– bırakın yarınına, şimdisine güveni kalmamış,
– şaşkın ve âtıl bir hâlde ne yapacağını, kime inanacağını bilemez duruma
düşürülmüştür.

Seviyesizce, hâttâ iğrenç diziler ve yarışma programlarıyla bütün ahlâkî kodları berhava edilmiş, antisosyallik ve müptezellik empoze edilerek herkes potansiyel câni hâline getirilmiştir.

Tam aksine, tümüyle irrasyonel dinbazlık telkinleri de “öbür medyada” sürekli olarak yapılmakta, insanlar bilime değil, safsataya itilmektedir. Kerametleri kendilerinden menkul birtakım sözüm ona hocalar, “Mehdîler”, meczuplar en büyük kanallarda câhil bırakılmış halkımıza yutturulmaya başlanmıştır.

  • Eğer müstevlilerin hâince tuzaklarına düşmezsek
  • Ve millî / ulusal değerlerimizi, anadilimizi, ülkü beraberliğimizi korursak,
    hiç kimse bize bir şey yapamaz.

Belki çok sıkıntı çektik, çekmekteyiz ve çekeceğiz ama bu millet en kötü ahvâl ve şerâitte dahi kendi küllerinden gene doğar, 18. devletini kurar.

Atatürk’ün öldüğü yaştayım.

Mahcubum O’na karşı, yeterince bu vatana hizmet edemedim diye.
Bu ülkeden başka bir şey beklediğim yok…

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
(İlk Kurşun, 27 Mart 2013)

Tüm yazıyı pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

MILLET_OLMAK_NE_DEMEKTIR_yazısı_ve_yorumumuz