Etiket arşivi: İstiklâl Mahkemesi

Tekke ve Zaviyeler Kapatılmıştır

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğg., Hukukçu,
Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Geri bıraktırılmış, yarı sömürge durumuna getirilmiş, yoksul, cahil, savaş yorgunu, hastalıklı bir toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı hedefleyen laiklik temelli cumhuriyet devrimi, dini siyasal araç olarak kullanan karşı devrimcilerin direnişi ile karşılaşmış ve onları etkisiz hale getirmiştir.

Devrim – karşı devrim çatışmasının en önemli aşaması genç cumhuriyete karşı yapılan Şeyh Sait isyanı ve buna karşı alınan, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını da içeren önlemlerdir.

Şeyh Sait İsyanı

Hınıs’lı bir aşiret reisi ve toprak ağası olan Nakşibendi tarikatına mensup Şeyh Sait, halifeliğin kaldırılmasına tepki olarak 13 Şubat 1925’de Elazığ’ın Piran köyünde müritleri İle isyanı başlatmıştır. İsyan bir haftada 14 ile yayılmıştır. İsmet İnönü’nün tanımıyla isyan, “Askeri mahiyet arz eden silahlı irtica hareketidir”.

  • İsyancılar yeşil bayrak altında evleri, dükkanları yağmalamışlar, telgraf tellerini kesmişler, resmi binaları işgal etmişler ve resmi görevliler ile jandarma birliklerini etkisiz hale getirmişlerdir.

–  “Allahın emriyle şeriatı geri getireceğiz”
– “Halifelik olmadan Müslümanlık olmaz.”
– “Bize katılanlar cennetliktir,”
– “Kadınlarımızı başı açık gezdiren hükümetin başı ezilmelidir.”

gibi sloganlar kullanan isyancılar Elazığ’a egemen olmuşlar. Diyarbakır’ı iki kez kuşatmışlar, halkın ve güvenlik güçlerinin direnişi karşısında bu kente girememişlerdir.

Başbakan Fethi Okyar başkanlığındaki hükümetin isyana karşı sert önlemler almaktan çekinmesi üzerine, İsmet İnönü ikinci kez Başbakanlığa getirilmiştir.

Yeni hükümet kendisine iki yıllığına geniş yetkiler veren Takrir-i Sükun yasasını Meclis’e getirmiştir. Bu yasaya göre:

  • Biri isyan bölgesinde, öbürü Ankara’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulmuş;
  • Bölgesel seferberlik ilan edilerek Adana’daki Kolordu seferber edilmiş ve isyan bölgesine gönderilmiş;
  • Basına sansür konmuş, İsyancıları destekleyen kimi dergi ve gazeteler kapatılmış, yazarları mahkûm edilmiştir.

Ayrıca Hıyaneti Vataniye (vatan hainliği) yasasına ekleme yapılarak, dini siyasete alet edenlerin vatan haini oldukları yasa hükmü durumuna getirilmiştir.

Başarılı isyan bastırma harekâtı sonunda Şeyh Said ve yakın adamları Nisan ortasında Bingöl / Genç bölgesinde yakalanarak Diyarbakır istiklal mahkemesinde yargılanmışlardır. Bu İstiklal Mahkemesinde 389 sanık yargılanmış, 29 kişi idama mahkum edilmiştir

Diyarbakır İstiklal Mahkemesi yargılama sırasında isyanda tekke ve zaviyelerin önemli etkisi olduğunu saptamıştır. 29 Haziran 1925’te mahkeme Başkanlığı savcılığa gönderdiği yazıda “tekke ve zaviyelerin memba ı şer” (kötülük kaynağı) olduklarının, mensuplarının kendilerine kutsal payeler vererek halkı kendilerine secde ettirdiklerinin anlaşılması dolayısı ile kendi il ve ilçelerindeki bu gibi yerleri kapatmalarını bütün illere bildirilmesini” istemiştir.

İsyanın bastırılması üzerine Atatürk’ün yayınladığı mesaj şöyledir:

  • “Türkler cumhuriyetin korunmasına, vatanın gelişmesine, milletin yükselme yolunda çalışmasına engel olmak isteyenlerin uğrayacakları hayal kırıklığını kesin olarak ispat etmişlerdir.” [1]

Ağustos 1925 ayında Şapka Devrimini halka tanıtmak amacıyla Kastamonu gezisinde olan Atatürk, 31 Ağustos’ta Çankırı’da yaptığı konuşmada

  • Tekkeler kesinlikle kapatılmalıdır…. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstericiliğine muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilimden, fenden güç alıyoruz. Bugün falan ya da filan şeyhin yol göstermesi ile maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını kesinlikle kabul etmiyorum. demiştir.

Atatürk Ankara’ya döne dönmez Bakanlar Kurulunu Çankaya’da toplamış ve 2 Eylül 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili Bakanlar Kurulu kararnamesini yayınlatmıştır.

Kararname ile tekke ve zaviyelerin kapatılması hem cami veya mescit, hem tekke olarak kullanılan yerlerde cami ve mescitlerin açık kalması, kapatılan tekke binalarından oturmaya elverişli olanların okul olarak kullanılması; tarihsel değeri olan türbe binalarının yönetiminin Milli Eğitim Bakanlığına verilmesi; şeyh, derviş, mürit gibi sıfatların yasaklanması öngörülmekte idi.

Aynı ihtiyacın Ankara’daki İstiklal Mahkemesi tarafından da belirtilmesi üzerine, konu bir yasa tasarısı olarak TBMM’ye getirilmiş ve 30 Kasım 1925 tarihli 677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.

677 sayılı yasanın gerekçesi şöyledir :

“Tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunlu kılmadığı kuruluşların, hak yolundan sapmışların elinde düşüncelerin karışmasına ve siyasal amaçların desteklenmesine kadar elverişli olduklarını mal ve canca birçok fedakarlığı gerektiren son gericilik olayı açıkça anlattı, uyanıklık yarattı. Vatan ve devletin esenliği ve huzuru için kuşkulananların dikkatini çekti. Doğu İstiklal Mahkemesinin bu nedenle kendi yargı çevresindeki tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdiği bilinmektedir. Ankara “stiklal Mahkemesi de tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması gerektiğine hükümetin dikkatini çekmiştir. “

Yasa:

677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.
Bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme, murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvanların kullanılması bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kıyafet giyilmesi yasaklanmıştır.

Türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır.

Yasaya aykırı hareket edenlere iki aydan az olmamak üzere hapis, elli liradan az olmamak üzere para cezası öngörülmüştür.

Değerlendirme:

Başlangıçta iletişim araçlarının olmadığı dönemde insanların sosyalleşme gereksinimlerini karşılayan tekke ve zaviyeler, zamanla dini siyasal amaçları için kullanan ve halkın kutsal din duygularını sömürerek çıkar sağlayan tarikat ve cemaatlerin denetimine girmiş ve üretime katkısı olmayan insanların gerici düşüncelerin etkisinde boş zaman geçirdikleri yerler durumuna gelmiştir.

Bu durum Cumhuriyet devriminin temeli olan laikliğe aykırıdır. Çağdaş uygarlığa erişmek isteyen cumhuriyette bu tür ortaçağ kurumlarının yeri yoktur.

Tarikat ve cemaatlerin yuvalanarak gerici düşünceleri aşıladıkları bu tür yerlerin Cumhuriyet’e ne denli büyük tehdit oluşturduğu Şeyh Sait isyanında ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet henüz iki yaşını doldurmadan yapılan irtica eylemi zaten çağdaşlıkla bağdaşmayan tekke ve zaviyelerin kapatılmasını çabuklaştırmıştır.

  • Dini siyasete alet edenlerin vatan haini sayılmasını öngören hıyaneti vataniye kanunu yürürlüktedir.

Devrim – karşı devrim savaşımı (mücadelesi) günümüzde sürmektedir.

  • Tarikat ve cemaatlerin örgütlenerek Cumhuriyet’i ortadan kaldırmaya yönelik eylem girişimleri yakın zamanda da yaşanmıştır.

Karşı devrimcilerin 677 sayılı yasaya aykırı hareketle tarikat ve cemaatleri güçlendirdikleri, yasaklanan unvanları ve giysileri açıkça kullandıkları görülmektedir.
Bu tür oluşumların hoş görülmesi hatta desteklenmesi anayasaya aykırı ve yürürlükteki yasalara göre suçtur.

677 sayılı  yasaya aykırı hareket edenlere iki aydan az olmamak üzere hapis cezası ve elli liradan az olmamak üzere para cezası öngörülmüştür.

Türk Ceza Yasası’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki 4.11.2014 tarih ve 5252 sayılı yasanın  4. maddesi, eski yasalardaki para cezalarının nasıl uygulanacağını düzenlemiştir. Buna göre 31.12.1939’dan önceki yasalarda öngörülen para cezalarının seksen beş bin yedi yüz on beş (85.715) katı uygulanması öngörülmektedir.

Bu nedenle, 677 sayılı yasadaki en az elli liralık para cezasının günümüzde en az 4 285 000 TL (50 X 85.715) olarak uygulanması yürürlükteki yasalar gereğidir.

Cumhuriyet savcılarının dikkatine sunulur.

Şeyh Sait’in üyesi olduğu Nakşibendi tarikatı, isyandan beş yıl sonra 30 Aralık 1930’da da Menemen’de başka bir irtica eylemini vahşice gerçekleştirmiştir (Kubilay’ın şehit edilmesi)

Tarihin bize verdiği ders şudur :

  • Halkın din duygularını kötüye kullanan ve bundan çıkar sağlayan tarikat ve cemaatler laik cumhuriyete tehdittir.
  • Günümüzde farklı adlarla ortaya çıkan tarikat ve cemaatler hoş görüldükleri ve desteklendikleri takdirde, fırsat bulduklarında cumhuriyete karşı ayaklanmaya kalkışabilirler.

Anayasaya aykırı ve yürürlükteki yasalara göre suç olan bu tür oluşumlara izin verilmemeli, hoşgörü gösterilmemeli, ilgili yasalar ödünsüz uygulanmalıdır.

[1] Ş. Süreyya Aydemir. Tek Adam, cilt III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2017, s. 210, 356

SAYIN BEKİR ŞAHİN, YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Hüda-Par Gençlik Örgütü yayınladığı bildiride;
“İmam, şeriattan saparsa kıyam vaciptir. Kemalist sistemin İslam’a ve İslami değerlere savaş açması üzerine kıyam eden ve bu uğurda şehadet makamına ulaşan Şeyhimiz Şeyh Said Efendi ve yarenlerini kıyamlarının sene-i devriyesinde rahmet, minnet ve iftiharla anıyoruz” dedi.

Ayrıca AKP MKYK Üyesi ve TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Has Partiden danışmanı Atilla Parlak; “Şeyh Said ve kahraman arkadaşlarını, şehadet yıl dönümlerinde, rahmetle minnetle anıyorum” diye bir mesaj paylaşmıştır.

Sayın Başsavcı;

Şeyh Said adındaki İngiliz casusu devlete isyan etmiş, hem binlerce vatan evladının ölümüne, hem de Musul ve Kerkük’ün elimizden alınmasına neden olmuş, İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanmış ve 47 kişi ile birlikte idam edilmiş bir vatan hainidir.

Dünyanın tüm demokratik devletlerinde, o ülkenin hainlerini kimse övemez.
Örneğin, Almanya’da Hitler’i öven bir yazı yazarsanız, kendinizi anında cezaevinde bulursunuz.

Şeyh Said gibi bir haini övmek, Devletimizin kurucusu Büyük Atatürk’e, Anayasamıza, yasalarımıza hakaret edip isyan etmek, bizde suç sayılmıyor mu? Üstelik bu ihaneti, Hizbullah Terör örgütünün devamı olduğunu söyleyen
Hüda-Par diye bir parti yapıyorsa!

Hüda-Par denen Hizbullahçı Partinin, AKP’nin ortağı olduğundan dolayı suç işleme özgürlüğü mü var? Anayasamızın değiştirilemez maddelerinden olan
Laiklik, yürürlükten kaldırıldı mı?

Siz de İmam Hatip Okulunu bitirdiniz. Dini bilginiz oldukça fazladır.
Bu Yobazların iddia ettikleri gibi,

  • Kemalizm ve Büyük Önder Atatürk, İslam’a ve İslami değerlere savaş mı açmıştı?

Sayın Başsavcı;

Siz de mevcut Anayasa üzerine yemin etmiş, Siyasal Partileri denetlemek görevi olan bir devlet memurusunuz. Lütfen Türk Milletini aydınlatır mısınız?
Kafamız karıştı. Merdan Yanardağ adlı bir gazeteciyi, Öcalan’ı övdü diye (Gerçekte öven AKP MV, dünün garibi bugünün zengini Galip Ensarioğlu idi) mahkeme içeri attı.

  • Hüda-Par denen domuz bağı ile adam öldürenleri savunan yobazlar,
  • Atatürk’e en büyük hakareti yapıyor, hepsi dışarda!

Sayın Başsavcı;

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de DOĞUM YAPAN 19 yaş altı genç kadın ve kız çocuğu sayısının AKP’nin iktidar olduğundan bu yana, 2 MİLYONU aştığı açıklandı.
15 yaşından küçüklerin yaptığı doğum sayısı bu yıl, 21 bin 87 oldu!
Bu çocuklarımızı korumak için, bir açıklama yapmayı düşünür müsünüz?

  • Topraklarımız satılıyor, ev alana vatandaşlık veriliyor Sayın Başsavcı!

Suskun kalmakla madden olmasa bile kendinizi manen sorumlu hissetmiyor musunuz?
Size Türk Tarihinden iki örnek vereyim;
Mete Han 2232 yıl önce düzenli Türk Ordusunu kuran Han’dır. Moğol asıllı Tunghular O’ndan toprak ister. Kurultayı toplayan Mete Han bu isteme şöyle yanıt verir :

  • “Toprak devletin temeli ve köküdür. Biz burasını onlara nasıl verebiliriz?”

Siyonist güçler, Abdülhamit’ten İsrail için toprak satın almak isterler.
O’nun yanıtı da çok nettir : “Ben bir karış dahi toprak satamam, zira o bana değil, halkıma aittir. Onlar bu imparatorluğu kurup kanlarıyla mahsuldar (üretken) kıldılar. Onu bizden koparmadan önce üzerini kanımızla bir daha kaplamasını biliriz!”

Türk Devletinin başına dert olacak uygulamaları görüp de, buna karşın Anayasamızın verdiği görevi yapmaktan kaçınanlar, susanlar, makamı ne olursa olsun, Türk Tarihi önünde mutlaka hesap vereceklerdir.

T.C. Devletinin Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı!

Açıklamanızı hasretle bekliyoruz.
En azından, Hüda-Par’ın yaptığı ve AKP’nin kurumsal olarak desteklediği,
Şeyh Said açıklaması hakkındaki ne düşündüğünüzü öğrenmek isteriz. Lütfen…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 03 Temmuz 2023

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

Osman Selim KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI-YAZAR

27 Şubat 2021, Cumhuriyet

Çorum Valiliği, Belediye ve Hitit Üniversitesi yirmi gün önce İskilipli Atıf için bir anma toplantısı düzenlemiş, medyada buna eleştiriler gelmişti. Yeni bir habere göre konu bir önerge ile yeniden TBMM gündemine getirilmiş. Biz konunun siyaset yönünü bir yana bırakarak tarihsel ortamına şöyle bir bakalım.

Çorum / İskilip ilçesi Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf Efendi (1876-1926), anne tarafından Arap kökenlidir. Annesi Nazlı Hanım, Mekke-i Mükerreme’den buraya göçmüş, Beni Hattab aşiretine mensup Arap Dede namıyla tanınan bir şeyhin torunudur. Arap Dede, halen Çorum’daki türbesinde gömülüdür.

Fatih Camii vaizi iken (1905), gayri meşru para topladığı için Şeyhül-İslamlık tarafından Bodrum’a sürülmüş, buradan Kırım’a kaçmıştır. Meşrutiyette dönmüş, ancak Mahmut Şevket Paşa suikastinde (1913) 5.5 yıl Sinop’a sürgün cezası almıştır…

Mustafa Sabri ve Saidi Nursi ile önce Cemiyet-i Müderrisin’i kurmuş, sonra da Teali-i İslam Cemiyeti reisi olmuştur (19 Şubat 1919). Mustafa Sabri Şeyhülislam olunca Ömer Fevzi Bursa, Hilmi Efendi Edirne, Ali Rıza Efendi Babaeski müftüsü yapılır. (Hilmi Efendi, Selimiye Camii’nde Venizelos için şükran duası eden, Ali Rıza Efendi de Müslüman halkı Yunan komutana ihbar eden müftüdür)…

AĞIR HAKARET VE DÜŞMANLIK

Teali-i İslam Cemiyeti, 17 şubesiyle “Allah’a, peygambere ve halifeye bağlı” politika izleyen bir siyasi fırka sayılır. Damat Ferit, Teali-i İslâm Cemiyeti, Said Molla, Papaz Frew ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile işbirliği içinde çalışmışlardır. Bursa müftüsü Ömer Fevzi’nin kurduğu Anadolu Cemiyeti, İzmir’de özerk bir İyonya devleti kurulması için, Yunan temsilci Trandifalos’la görüşüp Cenova Konferansına öneri göndermiştir.
Sultana dokunulmasın ama Ege’de bir Yunan devleti kurulmasına razıyız!”

  • İskilipli Atıf’ın asıl ortaya çıkışı, Teali-i İslam Cemiyeti reisi iken
  • halkı TBMM ve Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan iki beyannamesiyle başlar.

… Selanik dönmeleriyle aslı ve nesli, mezhep ve meşrebi belürsüz ecnas-ı muhtelife türedilerinden mürekkep bu cemiyet. (…) Bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden namerdane kaçarken saf ahali ve askerden cem ettikleri kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve ‘siz devam edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz’ tarzında hilelerle savuşarak zavallı ahalimizi kırdırma usulünü takip ediyorlar.
(…)
Devletler bize, “Eğer Anadolu’da Kuvayi Milliye isyanını bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Kuvayi Milliye eşkiyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarıp son ihanetlerini yapıyorlar.

YARGILANMA SEBEBİ İHANET

  • (…) Elinize aldığınız fetva Allah’ın emridir. Okuduğunuz hatt-ı münif halifemizin fermanıdır. Siz Allah’ın emrine halifenin fermanına ittibaen bu katil sürülerini yaşatmamakla mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların vücutlarını ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur.
  • Askerler! artık uyuduğunuz yeter, bu zalimlere alet olduğunuz kifayet eyler! Padişahımızın şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz geliniz dünya ve ahiret saadetini ihraz ediniz: Size ihtar ediyoruz, Allah’ını, peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!..”

Padişah, Allah ve Peygamber adına yayımlanan bu beyannamelerle TBMM’nin açılmasına karşı çıkılıyordu. Bu beyannameler, Eskişehir-Kütahya köyleri ve cephedeki asker üzerine Yunan uçakları tarafından atıldı. Bazı askerler silahıyla cepheden kaçtılar. (Fevzi Çakmak anılar) 5 Nisan 1920 tarihli Vahdeddin’in hattı hümayunu, Dürrizade fetvaları ve Teali-i İslam Cemiyeti beyannameleri bir broşür içinde yayımlandı…

  • 17 Kasım 1922’de Vahdeddin kaçıp, Mustafa Sabri de çarşaf içinde İngiliz temsilciliğine sığınınca Atıf Hoca desteksiz kaldı.

Saltanat, Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat’la medreseler lağv edilmiş, Hoca boşta kalmıştır.

Şapka devrimi henüz ortada yokken 1924 Temmuz’unda “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesini yayımlar. Bu risaleyi yazma amacı, dinsiz Cumhuriyete şapka simgesi ile yumruk indirmekti.

İSYANLA DOĞRUDAN BAĞLANTI

Şapka Devrimiyle Anadolu’da gösteriler başlayınca (1925), İstiklal Mahkemesi olaya el koydu. Anlaşıldı ki Atıf Hoca’nın risalesi buralara ücretsiz gönderilmiştir. Giresun’da yapılan ilk sorgulamada (16-18 Aralık 1925) risalesi üzerinden işlem yapılmadı. Ankara’da yapılan yargılamada, otuzdan fazla kişi yargılandı, Ömer Rıza Doğrul, Hafız Osman ve Tahirül Mevlevi beraat ederken İskilipli Atıf için idam kararı verildi.

Tüm yaptıkları belgeli Mahkemenin 3 Şubat 1926 tarihli karar gerekçesi şöyle: 

“… Halkı isyana teşvik kastıyla Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi yayımladığı, muhtelif mahallere ücretsiz dağıttığı sırada Polis Müdüriyetinin 24/8/1341 (1925) tarihli raporuyla Dahiliye Vekaletine ihbar edildiği, toplatılmasının İstanbul’a bildirildiği halde, isyandan evvel tekrar isyan mıntıkalarına dağıtıldığı ve isyanın çıkmasında en büyük amil olduğu…

(…) Milli Mücadele’nin en buhranlı zamanında işgal ordusuna mukavemet edilmemesi için Teali-i İslam Cemiyeti adına düzenlenen ve 20 bin adet basılan beyannamelerin Yunan tayyareleriyle Anadolu köylerine attırıldığı, inkılaplara ve Cumhuriyete daimi bir düşman vaziyeti almış olan bu adamın isyan hadisesi ile maddeten ve manen alakadar bulunduğu birçok delil ile anlaşılmıştır… ”

Görüleceği üzere Atıf Efendi Şapka risalesinden değil, halkı Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan ihanet beyannameleri ve fesat çıkarmaktan yargılandı. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca da masum köylüleri Yunan idaresine ihbar ettiği için, ikisi birden Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan idama mahkûm oldular.

Zerzevat kültürü, Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce çıkan risalesi nedeniyle haksız idam edildiğini yazar. Halbuki O, Teali-i İslam Cemiyeti’nin Yunan ordusunu kurtarıcı sayan ihanet beyannameleri yüzünden hüküm giymiştir…

HURAFE BİLİNCİNİN YANSIMASI

Gelelim Hoca’nın zihin arkasına.. Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesinde şunları yazar: “… Batı taklitçiliği ve küfür alameti şapkayı giymekle, namazı terk etmek veya zina ve hırsızlık gibi şeyleri irtikap etmek arasında fark yoktur..”

Kuran’da fes hakkında tek kelime geçmediği halde, şapkayı değil, püskülü bile İslamın simgesi sayar.

Bu Risalenin zihinsel arkaplanı yalan ve riyaya gömülmüş hurafe bilincini yansıtır. Çatal-bıçağı bile gâvur icadı diye sofrasına koymayan Atıf Hocaya göre, “Şapka kanunu Türklerin dinden son bağlarını koparmıştı. Fes namazda alnın yere değmesini sağlıyor, şapka bunu engelliyordu, amaç namazı kaldırıp secdeyi önlemekti…”

Yaşar Nuri Öztürk’e göre … Bu zat sadece engizisyon mantığının zebunu değil, aynı zamanda ruhen hasta ve sapıktır. Birbirine ebediyyen mahrem olanların bile vücutlarının kol, bacak, diz, yüz gibi kısımlarına bakmasını şehvet kaydına bağlamak ruh sağlığı için facia sayılacak bir saplantıdır. Bu sapık mantığa göre, annenizin veya kızınızın bacağına, hatta yüzüne, saçına bakabilmek için bunun ‘şehvet dışında’ olduğunu tesbit etmeniz gerekir.”

SÜLEYMAN NAZİF’TEN TARİHİ TEPKİ

Atıf Hoca’nın zihinsel arka planı ve küflü fetişizmine kurşundan ağır eleştiriler Süleyman Nazif’ten gelir. “İmana Tasallut” risalesini bu zihin yapısı için yazmıştır:

… Frenk masası ve Frenk sandalyesinde oturup, Frenk marka kalemiyle, Frenk kâğıdına yazı yazmak, omuzdan ayağa Fenk libası giymek, çatal bıçakla yemek yemek, tramvay, otobüs, vapura, trene binmek günah değil sevap oluyor da; başımıza Rumlardan yüz sene evvel aldığımız şapka geçirmek küfür addediliyor… Uydurma hadislere benim imanım yoktur. Ben Allah’a, Kur’an’a ve Peygambere iman etmekle mükellefim… Atıf Efendi’den, fukahadan değil, Ebu Hanife’den böyle bir söz işitsemVallah’ül-azim derhal mezhebimi terk ederim…

Devrinin valisi işgalciler tarafından Malta’ya sürülen Süleyman Nazif, bu risalesinde Bedevi kültürünün taassup fetişizmine son noktayı şöyle koyar:

 Hiçbir kazma, İslam dinine bu Risaleyi yazan kalemden daha derin mezar kazamaz. Hatır ve para karşılığı fetvalar veren fukahamız, İslamda papazlardan daha mûziç bir ruhani müessese yarattılar. Ben bile bugün, 1200 senelik mezhebimin imamını oradan çıkarıp Peygamber ve Allahımla yalnız kalacağım…

İnsanlığın medeni tabakaları arasında ayakkabıların yerini bile işgal edemiyecek kadar aşağılara düşmemizin sebebi, taassubu dine musallat edenlerdir. Atıf Hoca’nın yazdıkları tam manasıyla halt etmektir. Esafa, her fes giyen Müslüman olmadığı gibi, her şapka giyen de kâfir değildir…”

HÜKÜM

Bu Atıf Hoca olayını günümüze nasıl bağlamak ve yorumlamak gerekir?..

Günümüz siyasal İslamcı iktidarının Atıf Hoca’ya sahip çıkması, güya mazlumiyet vermesi, hatta “iade-i itibar” bile istemesi” demokrasi falan değil teokrasi kafası olduğunu gösterir. Burada asıl amaç, din – iman aşkından ziyade, oy vermeyi demokrasi sayan kalabalıklara bir mesaj vermektir. İleriyi geride arayan bu siyasi kültürün, din sömürgenliği ve ahlak sürüngenliği günümüzde de Mütareke kafasından farklı değildir, beyin algısı aynen devam etmektedir.

Görüyoruz ki kasa – masa edebiyatı ve toplumu Allah ile aldatma siyaseti devam etmekte, tarih ve siyaset yalanlarını bile kutsallar üzerine oturmaktadır. Çünkü bu kültürün dillerinde kemik yoktur.

Bu görgüsüz taşra kültürünün sunturlu yalan ve yorumlarına verilecek en somut örnek, Süper Mürşidleri Necip Fazıl’dır. O bile şehadet şerbetini Sakarya’nın Mehmetçiğine değil de bu softaya içirir. Şu cümle O’nun:

“… Atıf Hoca’nın saffet dolu yüzüne, meğer mahkeme reisi tüküresi, O da gece rüyasında Fahri Kainat Efendimizi görerek savunmadan vazgeçesiymiş…”

Son olarak belirtelim ki;

  • Mmedrese öğretisinin İskilipli Atıf Hocası; Mütarekenin koyu bir İngiliz işbirlikçisi, bir Cumhuriyet düşmanı, beyannameleri ile de katıksız bir haindir.

DÜNÜN 150’LİKLERİNİ UNUTTUK! YA BUGÜNKÜLERİ?

DÜNÜN 150’LİKLERİNİ UNUTTUK!
YA BUGÜNKÜLERİ?

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır…)
Türkiye akşam yediğini daha sabaha varmadan unutan insanların yaşadığı bir ülke… belki de salt bu yüzden insanların başına gelmedik şey kalmıyor! Olayların ve aktörlerin dikkat çekici ortak özelliği ise büyük benzerlikler taşıması. Eğer öyle olmasaydı başımızda bu denli belalar dolaşmazdı. O nedenle bugünü anlamak ya da birilerinin “beka sorunu” diye gözümüzü korkutmaya çalıştığı şeylerin süreklilik arz etmesini anlamak ancak dünü iyi bilmekle mümkündür. Bu nedenle, Türk Milletinin her bireyinin bilmesi gereken dönemlerden biri de 30 Ekim 1918 ile 29 Ekim 1923 arasında olup biteni bilmektir.
Bu dönemin en önemli hadiselerinden biri; “150’likler” diye isimlendirilen ve emperyalist dış düşmanlarla işbirliğine giden yerli işbirlikçilerin bir yasa ile yurt dışına çıkartılmalarıdır. Anlayacağınız bunlar, milletlerine ve devletlerine ihanet etmiş olan “hain”lerdir. İç ve dış düşmanlarla boğuşarak, milletin varlığını ve bağımsızlığını tescil eden Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM, Lozan Anlaşması ile bu anlaşmanın imza tarihi itibarı ile bir “genel af”fa zorlanmıştır. Ancak uzun pazarlıklar sonucu bu anlaşmaya 150 kişilik bir istisna maddesi koydurmayı başarmışlardır. Çünkü iç ihanet her zaman olduğu gibi dış güçlerin himayesi altındadır.
İhanet asla 150 kişi ile sınırlı değildir. TBMM tutanakları okunursa görülecektir ki; binlerce kişi bu süreçte vatanlarına ihanet etmiş ve hatta masum insanların kanına girmişlerdir. Yani FETÖ olayı ilk değildir ve biz gerçeklerle yüzleşmediğimiz takdirde son olmayacaktır.
O dönem, yapılan görüşmeler sonucu binlerce işbirlikçi hain belirlenmiş ancak dış güçlerin Lozan’da dayatması üzerine bu sayı 600’e oradan 300’e ve sonunda Anlaşma gereği 150 kişiye indirilmiştir. Yani sanmayınız ki; ülkenize ihanet eden yalnızca bu 150 kişidir!
Hatta İstiklal Mahkemesi Başkanı Topçu İhsan Bey “…müsamaha hisleri devam ettikçe; kim vatanperver, kim bugünkü şartlar içinde münhasıran kendini düşünmüş, kim ihanet etmiş tarih bunu tespit edemeyecek…” diyerek endişelerini dile getirmiştir. Topçu İhsan Beyin endişelerinin ne denli haklı olduğu sonraki süreçte başımıza gelenlerden anlıyoruz.
150 kişiyi adlandırmak istemiyorum. Onları araştırıp bulabilirsiniz. Değinmek istediğim konu; bu ülkede yaşayan bir bölüm insanın ihanete yatkınlığı, bunların gizlenmesi ve dünün emperyalistleri bugünün küreselcileri tarafından sürekli koruma altında tutulmalarıdır. Dün de bunlar İngilizin altınları ile yaşamış, Yunan hükümranlığında sefa sürmüş, Avrupa’da keyif yapmışlardır. Ancak kullanılma nedenleri ve süreleri bitince maddi destek sona ermiş ve sefalete sürüklenmişlerdir. Bugünküler de, er veya geç aynı akibete (sona) uğrayacaklardır. Acır mıyım böylelerine? Asla! Milletine ve devletine ihanet edenler iki cihanda da sürünsünler diye beddua eder geçerim…
Bu 150’liklerin her birinin ihanetleri ayrı ayrı mercek altına alınmalı ve halkımız tarafından bilinmelidir. Bunları bilince çok şaşıracak ve hayrete düşeceksiniz… Bu ihanette kutsallarımızın ve inançlarımızın kullanıldığını görmek sizi çok üzecektir. Hele zorda iken başta din kardeşliğiolmak üzere insani nedenlerle ekmeğimizi bölüştüğümüz, yer ve yurt sahibi yaptıklarımızın ihanetleri sizin yüreğinizi daha da acıtacaktır. Onun için günümüzü bir de bu çerçeveden görmeye çalışın. Zaten dünkü hainlerin yetiştirmeleri içimizde yaşıyorve 150’likleri biliyoruz ama esas çoğunluğu oluşturan bu hainlerin kim olduğunu bile duymadık. Sanki gizli bir el onları unutturdu hatta itibarlı (saygın) bir duruma getirmiş bile olabilir.
Devlet kin tutmaz, affeder, hoş görürdiyorlar… ama bu Devlet için geçerli bir şey olmalıdır. Buna karşılık millet unutmamalı ve ihanet karşısında sürekli gereğini yapmalıdır. Doğallıkla, ihaneti biliyorsa ve hainleri tanımışsa!!! Bunları Hasan Tahsin‘in kişiliğinde 15 Mayıs 1919 günü başlayan Yunan İşgali ile birlikte toprağa düşen yüz binlerce masum Türk insanı için yazıyorum… Ruhları şad olsun. Bana sorarsanız 1918-1923 arasında karşı karşıya kaldığımız ve 150’liklerle anımsadığımız ihanet, bu topraklarda sürüyor…
Eğer öyle olmasaydı Filistin‘de kan akmazdı, Filistin konuşulurken Kerkük unutturulmazdı, Kırım‘ın Ruslarca işgaline sessiz kalınmazdı, Doğu Türkistan’daki Türk asimilasyonuna susulmazdı, şehit kanları ile sulanmış Kıbrıs‘ın terkine kılıf aranmazdı, Ege’deki Türk AdalarıYunan çizmesi ile çiğnenmezdi, Balkan ve Avrupa Türklüğü kaderine terk edilmezdi, mazlum ve mağdur Müslüman terörle özdeşleştirilmezdi…
* Göreceksiniz sırası ile gidip bizi 30 Ekim 1918 şartlarına taşıyacaklar!
Biraz tarih okusak olayları ve aktörleri tanıyacak, başımıza gelecek olanları anlayacağız… Anlayacağınız o ki; aramızda nice 150’lik yaşıyor… Bunu bile bilseniz, önlem almak için yeter!
Özcan PEHLİVANOĞLU
===============================================
Dostlar,

Sayın Özcan Pehlivanoğlu‘nun yukarıdaki yazısı ve uyarısı son derece yerindedir.

Tarih tekerrürden ibarettir” dile basmakalıp (klişe) bir söz vardır.

Oysa gerçek bu denli yüzeysel olmayıp bu yalınkat basmakalıplığın ötesindedir.

Benzer koşullar benzer sonuçlar üretir.

Dolayısıyla koşullar değişirse tarihin yinelenmesi (tekerrürü) bilimsel olarak olanaksızdır. Öyleyse “dün” ü eytişimsel (diyalektik) tarih yöntemiyle öğrenmek; “gün”ü bu çıkarım ve geleceğin gerekleri doğrultusunda tasarlamak,, tarihsel yinelenmeyi olanaksız kılacaktır.

“Dün” ü iyi öğrenmek, “bugün” e bilimsel akılla bağlamak ve geleceği bu 2 kaldıraçla yordamaya çalışmak.. İnsan aklına yakışan budur ve Devlet’te de elbet bu “akıl” egemen olmalıdır.. Genelde Ulusal Eğitim, özelde Tarih eğitimi bu eksende verilmelidir halka.

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına : 27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?


Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

Portresi_Elbistan'in_sesi

(1925 – 1 Mayıs 2013)

Dostlar,

Sayın Hüseyin Avni Güler, Emekli Hava Pilot Kurmay Albay idi ve 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin öncü çekirdek kadrosunda yer almıştı. 12 Eylül 1980 sonrasında
Kasım 1983’te yapılan ilk seçimde – CHP de öbür partiler gibi kapatıldığından-
CHP yerine Necdet Calp başkanlığında yeni kurulan, kendisinin de kurucu olduğu-
Halkçı Parti‘nin İstanbul milletvekili seçilmişti (TBMM 17. Dönem, Kasım 1983 –
Kasım 1987).

19 Mayıs 1989’da, rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy ve arkadaşları ile birlikte davranarak harman yürekli 50 yiğit, ADD’yi (Atatürkçü Düşünce Derneği) kurmuşlardı.
1993’te ADD Edirne Şubesini kurarak biz de Aydınlanma savaşımına (mücadelesine)
eylemli ve etkin olarak katıldıktan sonra, ADD çalışmalarında kendisiyle yer yer birlikte olma onurunu yaşadık.

2010 yazından sonra ADD Bilim – Danışma Kurulu’nda (BDK) 3 yıl birlikte çalıştık.
85 yaşında idi ilk ADD BDK toplantısına onur verdiğinde (2010).
Toplantılarda ağırbaşlılığıyla dinler, hiç söz kesmez hatta söz verilmedikçe de konuşmazdı.
Söz aldığında da engin deneyimi ve birikimi ile, ölçüsüz yurtseverliği ile son derece yürekli değerlendirmeler yapar ve cesur öneriler sunardı. Zerrece korkusu ve çekincesi yoktu.
Siyasal iktidarın son yıllarda Atatürk karşıtı olarak yapıp ettiklerinden ciddi biçimde rahatsızdı ve bunların bir bölümünü açıkça vatana ihanet ile bir tutuyordu.

27 Mayıs Demokratik Devrim Derneğini kurdu (1990) ve yıllarca tüm giderlerini üstlenerek 2011’e dek yaşattı. Son olarak 27 Mayıs 2012’de 27 Mayıs Devrim Şehitlerini mütevazi mezarlarında O’nun başkanlığında bir avuç sayılabilecek yurtseverle ziyaret etmiştik.
(Ali Nejat Ölçen, MBK Üyesi Suphi Karaman’ın oğlu Suay Karaman, Erdal Tüt, biz. vd.)

3 yıl kadar öncesinde de, ADD – BDK toplantısından çıktığımızda, 23 Nisan 2012 günü Ulus’ta 1. BMM önünde TGB’li gençlerin öncülüğünde yapılan kitlesel basın açıklamasına ve iktidarın yasakladığı Atatürk’ün GENÇLİĞE HİTABESİ‘ni okuma protestosuna katılmıştık.
87 yaşında idi.. bir süre ayakta kaldı, bize yorulduğunu belirtti ama ayrılmak da istemiyordu.
İlk Meclisin dış bahçe duvarında bir yeri (ıslak ve çamurlu) temizleyerek oturmasını sağlamıştık… Sonra da bir taksi ile evine geçirmiştik. Bu etkinlikte E. Alb. Sayın Cemil Denk de bulunmuşlardı.

Web sitemizde yer alan 27 Mayıs 1960 İhtilali – Devrimi 54 Yaşında!
başlıklı yazımıza da bakılmasını dileriz.

Sayın Güler ile 2007’de yapılan bir söyleşi metni aşağıdadır..
27 Mayıs Devrimi sonrası Yassıada Mahkemesi kararı ve MBK onay ile idam edilen
– Başbakan Adnan Menderes
– Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
– Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ı “demokrasi kahraman” ilan ederek 27 Mayıs Devrimi’ne kinlerini kusanlar ibretle okumalı merhum E. Alb. Hüseyin Avni Güler’in çarpıcı sözlerini.

Sevgi ve saygı ile.
27.5.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

================================================

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

E. Hv. Pl. Alb. Hüseyin Avni Güler

Atatürk bir gün İsmet Paşa’ya demişti ki:

  • “Biz İstiklâl Mahkemesi’nde imamlar astık. Şu şu rezaletleri yok muydu?
    Vardı. Bütün rezaletleri unutuldu; ama asıldıkları unutulmuyor.”

Bizim de kusurlarımız unutulmuyor. Bugün 60 yaşından küçük insanlar
Yassıada davaları hakkında bir şey bilmiyor, dava dosyaları yayımlanmadı.
Belki bu ikaz, yetkilileri uyandırır.

27 Mayıs 1960’tan 6 Ocak 1961 tarihine kadar ülkeyi Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetti.
6 Ocak’tan başlayarak Kurucu Meclis (Temsilciler Meclisi + Milli Birlik Komitesi) yönetti ülkeyi.

Şayet Yassıada davalarından sonra infaz edilen üç idam kararının onayı MBK’ya
değil de, Kurucu Meclis’e verilseydi, söz konusu üç idam infaz edilmeyebilirdi.
Biz 27 Mayısçılar da “kansız bir ihtilal” diye daha övünçlü bir devrimden
söz ederdik.

Ben 27 Mayıs 1960 Devrimi örgütüne 1958 yılında girdim.
Sekiz yıllık evli idim, rütbem üç yıllık yüzbaşı idi.

Beni 27 Mayıs gizli örgütüne iten birkaç olayı anlatmak istiyorum :

1) 1958 yılında Lübnan’da Müslüman Araplarla Hıristiyan Araplar arasında savaş çıkmıştı. Celal Bayar ve Menderes yönetimi, Lübnan’a silah ve cephane yardımına karar vermişti.
Ben Ankara Etimesgut 12. Hava Üs Komutanlığı’nda Uçucu Seyrüseferci Yüzbaşı olarak görevliydim. Üssümüz, C-47 Bakata uçakları ile görev yapıyordu.

Ben Lübnan’a yedi sefer (sorti) uçtum. Her uçuştan önce uçağımız kapalı sandıklarla yükleniyor, ilk yüklemelerde o zamanki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu meydana geliyor,
uçağın yüklenişine nezaret ediyordu. Kapalı ve büyük sandıklardaki yükümüzün ne olduğunun biz bile farkında değildik; çünkü bilgilendirilmedik.

1958 yılında Kıbrıs İngilizlerin elindeydi. Uçağımız Kıbrıs üzerinden geçerken İngiliz jetlerine parola veriyor ve gidip Beyrut Havaalanı’na iniyorduk. Uçuşk ekibine birer sandviç ve kola veriyorlardı, uçağımız yakıt ikmali yaptıktan sonra o gece üssümüze geri dönüyorduk.
Sonra Beyrut Havaalanı Müslüman Arapların eline geçtiği sırada alana indiğinde bir uçağımız enterne edildi. Uçuş ekibi tutuklandı. Rahmetli (sonra başka bir görevde düşerek şehit olmuştu) Bnb. Rıza Kalaycıoğlu ve ekibi, iki ülkenin anlaşması sonucu ülkeye getirildi.

Bu olaydan sonra Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu
silah ve cephane götürdüğümüzü ve bilmeden onların günahına alet olduğumuzu da öğrendik.
O silahları mermileri kullanan Hıristiyan Araplar belki de binlerce Müslüman öldürmüşlerdir. Beni oyunlarına alet eden o kimselere ben şimdi lanet ediyorum; ama ben, “anıtmezar”larda yatan o kimselerin bu durumunu milletime arz ediyor ve yalan söyleyerek ne mal olduklarını açıkladığım için pişmanlık duymuyorum.

Sonradan bu olayın Meclis’ten geçmediğini, hatta Bakanlar Kurulu’nun kararı bile olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Gene bu olayın gerçek olup olmadığını öğrenmek isteyenler için,
bu görevi yapan havacı arkadaşlardan sağ olanların adlarını veriyorum:

Hv. Plt. Kd. Alb. Ahmet Özsungur, Havacı Uçucu Seyrüseferci Kd. Alb. Nevzat Balaban ve Abdül Aksal. Daha detaylı bilgi isteyenler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na başvurabilirler.

2) Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın Hazine’de biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler.

Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü
ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum.

27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

3) Aynı mukaddesatçı, Müslüman Bayar – Menderes ekibi, Cezayir’de Frasızlara karşı bağımsızlık savaşı veren Müslümanları değil de Fransızları desteklemişti.

Böylece halka dindar olduklarını her fırsatta söyleyerek onları bugünkü iktidar gibi aldatan
bu insanlara, devletin parası ile anıtmezarlar yapılıyor. Bütün Türkiye düşmanları,
şimdiki yöneticilerin seçim kazanması için çalışıyorlar.

Ey geçmiştekiler ve şimdikiler!
Allah aşkına siz kimden yanasınız?
(http://www.turksolu.org/142/guler142.htm, 11.6.2007)

BÜYÜK ZAFERİN ÜZDÜKLERİ

Dostlar,

Değerli aydınımız, arkadaşımız Sn. Zeki Sarıhan, yakın tarihe ışık tutan birkaç değerili makalesini bizlerle paylaştı ve bu siteden hepsini yayımladık.

Aşağıdaki yazı ise, 30 Ağustos ve onu tamamlayan 9 Eylül 1922 İzmir’in kurtarılması utkularının (zaferlerinin) ardından, Padişah ve Sadrazamı Damat Ferit dahil, işbirlikçi ve hainlerin başlarına gelenleri anlatıyor..

Hazin bir ibretlik öykü..

Türkiye’yi yönetenlerin bu yakın tarih olayımızı yakından bilmelerinde saymakla bitmez yararlar var..

  • Evet, AKP’liler ve işbirlikçileri çooook dikkatele okumalı bu makaleyi..

Sn. Sarıhan’ı kutluyor ve teşekkür ediyoruz kendisine..

Yokusl ama ilkeli Hint müslümanlarına da şükranlarımızı sunuyor,
onları dostlukla selamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================


BÜYÜK ZAFERİN ÜZDÜKLERİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Kurtuluş Savaşı’nın zaferi üzerine Türkiye’de yaşanan büyük sevinç dalgasını ve zaferin mazlum milletler ve sosyalist çevrelerde
nasıl kutlandığını iki ayrı yazıda anlatmaya çalışmıştım. Söz verdiğim üzere bu yazıda da bu zaferden zarar gören ve üzülen çevreleri anlatacağım.

BÜYÜK DERS

Büyük Türk Zaferi’nden dünya çapında zarar gören İngiltere olmuştur.
O zamana dek yenilmez kabil edilen, toprakları üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin ilk kez esaslı biçimde “burnu kırılmış”tır.  Yunanistan ise
bu yenilgi ile büyük bir felaket yaşamıştır. Afyon’dan İzmir’e kadar olan bölgede on binlerce askeri ölmüş, pek çoğunu esir vermiş olmasından başka, bu büyük yenilgi Yunanistan’da bir ayaklanmaya neden olmuş, yenilgiden sorumlu tutulanlar idam, hapis gibi cezalar almışlardır.

Büyük Türk zaferinden zarar gören başka bir grup, Yunanların işgali altında bulunmuş olan bölgede yaşayan Rum nüfustur. Gene Afyon-Eskişehir çevresinden İzmir’e dek yüz binlerce Rum, Türklerin kendilerinden öç alacakları korkusuyla, yerlerini yurtlarını bırakarak
can havliyle çekilen Yunan ordusunun ardına takılmış, sağ olarak
Ege denizi kıyılarına ulaşanlar buradan adalara ve Yunanistan’a sığınmışlardır. 14 Eylül (1922) tarihli Vakit, yalnız Marmara sahillerinden kaçanların sayısını 80 bin olarak yazmıştır. Korkunun nedeni,
Yunan ordusunun bu bölgeden Rum gençleri askere alarak cepheye göndermesidir. İstanbul dışında Türkiye’nin öbür bölgelerinde yaşayan Rumlar ise Lozan Antlaşması’ndan sonra mübadele (karşılıklı değişim) yoluyla Yunanistan’a göç ettirilmişlerdir. Bütün bu acılar, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya egemen olmak için Yunan hükümetini bir alet olarak kullanması nedeniyle yaşanmıştır. Bu gelişme, yayılmacı (istilacı) veya emperyalist bir ülkenin teşvikiyle başka ülkelere, hatta kendi ülkesine karşı savaşa kalkışan halklar için büyük bir derstir.

150’LİLİKLER

Büyük Zafer’den büyük bir üzüntüye ve korkuya kapılanlar listesinde daha sonraki sırayı işbirlikçi Türkler almaktadır. Aslında bunların mevcudu olukça fazladır. İşgal güçleriyle doğrudan doğruya işbirliği yapanlar, işgalcilerin atadığı ve onlardan maaş alan vali, mutasarrıf, polis müdürü, müftülük gibi görevleri yapanlar, casusluk yaptığı belirlenenler, Milli Mücadele sırasında Kuvayı Milliye’ye karşı ayaklananlar, kalemlerini işgalcilerin lehine kullanan gazeteciler, Padişah, Damat Ferit Paşa ve çevresi… Padişah’ın kaçış öyküsü çok yazılmıştır. Ali Kemal’in feci sonunu ise ayrıca anlatmak gerekecektir.

Hükümet, bu kişilere karşı herhalde hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Kendileri de bunu biliyorlardı. Bu nedenle, içlerinden kimileri Yunan ordusuyla birlikte gitmişler, bir bölümü İstanbul’dan gemilere binerek çeşitli ülkelere kaçmışlardır. Lozan Antlaşması’nda 1914-1922 yılları arasında işlenen suçlarla ilgili genel af kabul edilmiş, ancak Türkiye, 150 kişiyi Türkiye’den çıkarma hakkını da kabul ettirmiştir. Bu kişileri hükümetin önerisi ile TBMM saptamıştır. 1 Haziran 1924’te, zaten o tarihte çoğu yurt dışında bulunan kişilerden 150 kişilik bir liste, Meclis’ten geçmiştir. Bunların sürgün cezaları 1938’de kabul edilen af yasasına dek sürmüştür. O tarihte yaşamda olan 50 dolayında kişi Türkiye’ye dönmüştür.

“BEN VATAN VE MİLLET HAİNİYİM!”

Kurtuluş Savaşı ile ilgili en ilginç belgesel kitaplardan biri olan “Demirci Akıncıları (Gerilla)” adlı kitabın yazarı, Akıncılar Kumandanı İbrahim Ethem Bey’in anlattığına göre, Akıncılar 3 Eylül günü Sındırgı’yı kurtarırlar. Ertesi gün, düşman lehine hareket etmiş olan iki hoca ve bir serserinin başına “Ben vatan ve millet hainiyim. Bu cezaya layığım. İbret alın” yazılı karton külahlar geçirerek çıplak eşeklere bindirilirler, davul
ve tellallarla çarşı içinde dolaştırılırlar. Büyük bir kafile bunları tükürük yağmuruna tutar. Kurulan bir millet mahkemesinde herkes bunlar hakkında görüşlerini söyler. Eşraftan bazıları, bunların zafer şerefine affedilmelerini ister. Buna halk da katılır. Her biri bir akıncı giydirmesi ve imanlarını yenilemeleri koşuluyla affedilirler. Kemalettin Sami Paşa, Kirmasti’de (Mustafa Kemal Paşa) Yunanlara hizmet ettiği anlaşılan
72 kişiyi kurşuna dizdirmiştir. 11 Eylül günü, Edremit halkı, bir yıl kadar önce Yunanlar tarafından kaymakam tayin edilen Mehmet Vehbi’yi hapishanede linç etmiştir.

5 Ekim’de Gönen’de Yunanlarla işbirliği yapmaktan sanık Süleyman adında biri İstanbul’da yakalanmıştır. Sabah gazetesinin haberine göre Yunan işgali sırasında Bursa’da müftülük yapan Feraizci Hamdi Efendi de yakayı ele vermiştir. Gazetenin yayınına göre hoca, Türk bayrağını yırtmış, çiğnemiş, Yunan ileri hareketini Krala çektiği bir telgrafla kutlamıştır. Türkleri şikâyet ederek tutuklatmıştır. Müslüman kadınların Yunanlılarla evlenebileceği konusunda fetva da veren hoca, Bursa’nın kurtuluşuyla İstanbul’a gelip saklanmıştır. Sorgusu sırasında suçlarını saklamamış, ancak bunların Mustafa Kemal Paşa tarafından affedildiğini ileri sürmüştür. Gazetenin muhabiri ile yaptığı görüşmede ise Bursa’da ancak 20 gün müftülük yaptığını söyleyerek bayrak yırtığını ve Yunanlar Eskişehir’e girdiğinde secdeye kapandığını reddetmiş, fenalık yapanın kendisi değil şimdi Hicaz’da olan Ömer Feyzi olduğunu söylemiştir.

7 Ekim (1922) tarihli İkdam’ın haberine göre, Bursa’da İslam halkı
Kuvayı Milliyeci diye ihbar edenler hakkında hüküm vermek üzere
İstiklal Mahkemesi Bursa’ya ulaşmıştır.

17 Ekim günü, İşgal altındaki bölgede Yunanlara hizmet etmiş olanların İstanbul’da yargılanmalarına devam edilmiştir. Gönen’de kaymakamlık yaparak Yunan amaçlarına hizmet etmekten, Gönen eşrafından bazılarını, müftüyü ve belediye başkanını, Anzavur’a baş eğmedikleri için katlettirmekten sanık Osman Remzi de adliyeye sevk edilerek yargılanmasına başlanmıştır.

MİZAH DERGİLERİ ALAYA ALIYOR

14 Eylül’de mizah dergisi Ayine, “Muhalefetten bir hayli insan insaniyetten istifa edecektir” diye yazdı. Peki, bunlar hangi hayvanlığı kabul edeceklerdi?

Ali Kemal: Yılan,
Refik Halit: Kirpi çıkardığı (Aydede’ki takma adıydı)
Sait Molla: Dombay,
Lider Sadık: Saksağan,
Mehmet Ali Bey: Ördek,
Rıza Tevfik: Hindi,
Pehlivan Kadri ise Ayı Balığı kılığına gireceklerdi.  

Refik Halit, çıkardığı Aydede mizah dergisinde kendisini de alaya alabiliyordu.  5 Ekim tarihli dergisinde “Gideceklere tavsiyeler” başlığı altında “Gurbetçilik kötüdür. Giderayak İstanbul’un bütün lezzetlerinden birer kere daha tadınız.” tavsiyesinde bulundu.

19 Ekim tarihli Güleryüz, Türk Jandarmasının İstanbul’a çıkmasından
bir gün önceki sayısında İstanbul’daki muhaliflerin kılık değiştirdiğini,
kiminin kalpak, kiminin ise pasaport tedarik ettiğini yazdı.

Aynı günkü Aydede, muhalefet reislerinin bazılarının bugünlerde çeşitli memleketlere geziye çıkacakları hakkında şayialar olduğunu yazarak
bazı adlar sıraladı. Bunlar Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş, Kadri Pehlivan, Sait Molla, Sakallı Rıfkı, Ömer Feyzi idi.

16 Kasım tarihli Ayine, gidenler için “Bu muhterem zevat, memleket ne zaman işgale uğrasa, o zaman geliyorlar. Dileğimiz bir daha sizin bu memlekete dönebileceğiniz felaketlerden uzak yaşamamızdır” diye yazdı.
Refik Halit’in de benzerleri gibi Mihraniye vapuruyla Avrupa’ya azimet ettiğini yazdı.

İNGİLİZ ELÇİLİĞİNE SIĞINIYORLAR

Damat Ferit Paşa, Büyük zafer sırasında yurt dışında bulunuyordu. Rastlantı bu ya, İzmir’in alındığının ertesi günü olan 10 Eylül günü İstanbul’a döndü. Mustafa Sabri, Sadık Bey, Selim Paşa, Cemal Bey, Rıza Tevfik ve daha birkaç kişi istasyonda beklemeye başladılar.
Birçok yurtsever genç de O’nu “karşılamak için” istasyona geldi.
Damat Ferit, tren Sirkeci’ye gelmeden Çekmece’de trenden indi ve
bir yabancı istimbotla Baltalimanı’ndaki evine gitti.

  • Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit Paşa, 22 Eylül günü eşi Mediha Sultan, oğlu ve kızıyla birlikte Şark Sürat katarı ile ve polislerin koruması altında Fransa’ya hareket etti. O’nu hiç kimse uğurlamadı. İngiliz işbirlikçilerinin her biri kendi derdine düşmüştü.

Açıksöz, 21 Eylül 1922 tarihli sayısında “Hain Rumlarla hain İtilafçıların birçoğu İstanbul’dan kaçmaya başladı” diye yazdı. 24 Eylül günü İçişleri Bakanı eski bakanı Mehmet Ali Bey, Kâmil Bey ve Sait Molla İstanbul’dan kaçtılar. Mihran Efendi ise İtalya’ýa gitti. İçişleri eski bakanlarından Cemal Bey de İstanbul’dan ayrıldı. 27 Eylül tarihli Yeni Adana, “İstanbul’dan hainler kaçıyorlar” başlığını attı.

6 Kasım günü, kendilerini İstanbul’da güvende hissetmeyerek İngiliz Elçiliğine sığınmış 150 kişi, İngilizler tarafından Taşkışla’ya yerleştirildi.
9 Kasım günkü Hâkimiyeti Milliye, Ali Kemal’in yakalanıp Anadolu’ya sevk edildiği haberi üzerine 200 hainin İngiliz elçiliğine sığındığını, bir gemi ile derhal sevk edildiklerini yazdı. 13 Kasım’da İstanbul Vali Vekili Ankara’ya, 25 hainin bir İngiliz gemisiyle Mısır’a kaçtığını haber verdi. Bunlar arasında Hürriyet ve İtilaf Merkezi’nden Şaban, Rıza Tevfik, Polis eski umum müdürü Hasan Tahsin, eski şeyhülislam Mustafa Sabri, Alemdarcı Kadri Pehlivan, Polis Okulu Müdürü Galip, Ankara eski valisi Muhittin Paşa, adliye eski bakanı Mustafa, Cemal, Polis müdürlüğü eski memurlarından Mehmet Celalettin, Hoca Sabri,  Konyalı Zeynelabidin, Gümülcineli İsmail, Mahir Sait vardı.

9 Kasım’da Refik Halit Bey, bir süredir saklandığı İstanbul’da bir vapura binerek yurt dışına kaçtı. 2 Ocak’tan beri çıkardığı Aydede mizah dergisinin de son sayısı bugün yayımlandı. Renin gazetesine göre
Refik Halit Bey Bükreş’e gitmişti.

18 Kasım’da da Çerkez Ragıp, Ali, Murat, Adil, Kasım Mazlum, Mehmet Necdet, Kâzım, Talat adlarındaki Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı on “hain” Yunan Bandıralı Espuvar vapuruyla Mısır’a kaçtılar.

HİNT MÜSLÜMANLARI HAİNLERİ KABUL ETMİYOR

19 Kasım tarihli Journal, “VI. Mehmet’le birlikte bütün eski Türkiye gözden uzaklaştı” diye yazdı. Aynı gün El Mukaddem gazetesinin Cidde muhabirinin istihbaratına göre Hicaz Kıralı Hüseyin, Sultanı iyi kabul göreceğine söz verdiği Mekke’ye sığınmaya çağırdı. Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Rıza Tevfik, İngiliz himayesinde Hindistan’a giderken, düşük sultanın el yazısıyla bir mektup götürdüler. Mektupta Şeyhülislam’ın Vahdettin tarafından dikte ettirilen emirlere uyulması isteniyordu.
20 Kasım günü, Hint Hilafet Cemiyeti Başkanı Chotani, Bombay’dan Ankara’nın Roma Temsilcisi Celalettin Arif Bey’e gönderdiği telgrafta, Vahdettin’in, Rıza Tevfik ve Mustafa Sabri Efendi’nin İngilizler tarafından Hindistan’a getirtilip propaganda için kullanılmasına Hint Müslümanlarının izin vermeyeceğini, İslamiyet ve vatanseverliğe aykırı davranan
bu kişilerin saygınlığı bulunmadığını anlattı ve Hint Müslümanlarının TBMM’ne tam saygıları bulunduğunu belirtti.
  (13 Eylül 2013)