Etiket arşivi: İstanbul barosu

İstanbul Barosu’nun İstanbul Sözleşmesi Açıklaması

Dostlar,

İstanbul Barosu’nu gönülden alkışlıyor ve destekliyor, sahip çıkıyoruz.

***

TBB (Türkiye Barolar Birliği) basın açıklaması ise şöyle :

(https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/istanbul-sozlesmesi-ile-ilgili-basin-aciklamasi-81674)

1. Kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” nden Türkiye’nin imzasını çekmesi hukuka aykırıdır.

2. Adı geçen Sözleşmenin onaylanması, 24.11.2011 gün ve 6251 sayılı Kanunla uygun bulunmuştur. Ayrıca bu Sözleşme temel hak ve hürriyetlerin korunmasına ilişkin bir sözleşmedir. Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasına göre normlar hiyerarşisindeki yeri kanunların üzerindedir.

3. Usulde paralellik ilkesi ve Sözleşmenin yukarıda açıklanan niteliği gereği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin söz konusu Sözleşme’den çekilmesi için çekilme yetkisi veren kanuni bir düzenlemeye ihtiyaç vardır. Bu sebeple idari karar ile çekilme hukuka uygun değildir.

4. Öte yandan kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet ülkemizin ve tüm dünyanın en önemli meselelerinden biri iken, şiddetle mücadelenin hukuki temellerini zayıflatacak, şiddet eylemlerinin faillerini psikolojik olarak cesaretlendirecek, mağdurlarına ise korunmasızlık hissi verecek bu çekilme, insan haklarının etkin biçimde korunması açısından da kanaatimizce yerinde olmamıştır.

5. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi kamu kurumları ve sivil toplum örgütlerinin görev alanlarını belirleyip, ulusal ve uluslararası işbirliğini teşvik eden bir düzenlemedir. Bugüne kadar bu Sözleşme hükümleri çerçevesinde şiddetle mücadele açısından kurumlar arası işbirliğinde önemli mesafeler katedilmiştir. Kadına yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadelede en kapsamlı uluslararası antlaşma olan bu Sözleşmeden çekilme hem bu iş birliğine zarar verecek hem uluslararası alanda Türkiye açısından olumlu olmayacaktır.

Kamuoyunun bilgilerine saygıyla sunarız. 20 Mart 2021.

Türkiye Barolar Birliği

Sevgi ve saygı ile. 22 Mart 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

İstanbul Barosu : 3 Mart tarihli 3 Devrim Yasası 96. Yılında

3 Mart tarihli 3 Devrim Yasası 96. Yılında

İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi   –  İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği

ORTAK BASIN AÇIKLAMASI

Ulusal Egemenlikten ve Eğitim Birliğinden Ödün Verilemez  

3 Mart 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinde kabul edilen 3 Devrim Yasasıyla,
ülkemizde çağdaş, demokratik ve laik bir ulus devletin temelleri atılmıştır.  

 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 429 sayılı 1. yasayla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını sağlamak üzere Şer’iyye – Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletleri kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı; Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genel Kurmay Başkanlığı kurulmuştur.  Yasanın 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyetinde halkın işleri ile ilgili yasaları yapmaya ve yürütmeye yalnız TBMM ile hükümet yetkilidir” denilerek  milletin egemenlik hakkının yalnızca yetkili organlarca kullanılabileceği vurgulanmıştır.

3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 2. yasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunudur. Bu yasa ile  yurttaşlar arasında duygu,  düşünce ve kültür birliğinin,  dayanışmanın sağlanması amaçlanmıştır. İlkokuldan başlayarak öğretim birliği” ilkesine bağlı kalmak, kadın erkek ayrımı yapmadan Cumhuriyetimizin temel niteliklerine bağlı kuşakların yetiştirilmesini sağlamak hedeflenmiştir.

Yurttaşların din bilgilerini doğru öğrenmesine özen gösterilmiş ve  Tevhidi Tedrisat Kanunu 4. maddesinde “Milli Eğitim Bakanlığı dini bilgiler bakımından yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere Üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak, ayrıca imamlık ve hatiplik gibi dini görevlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açacaktır” hükmüne yer verilmiştir. Böylece dinin siyasete alet edilmesi önlenmek istenmiştir.

3 Mart 1924 tarihli 3. yasayla Halifeliğin kaldırılması kabul edilmiştir. Bu nedenle, 3 Mart 1924 tarihli 3 Devrim Yasası Türkiye’yi laikleştiren yasalar” olarak anılmaktadır.

İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi ve İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği olarak, 

  • Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkıyor;
  • Laik ve Bilimsel Eğitimden ödün verilmesine;
  • kadını BİREY olarak görmeyen zihniyete;
  • gerici, bölücü girişimlerle Türkiye’nin geleceğinin karartılmasına;
  • bağsız koşulsuz millete ait olan ulusal egemenliğimizin her kim olursa olsun BİR KİŞİYE bırakılmasına HAYIR diyoruz!

İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi ve
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği

10 baro ‘Saray’da adli yıl açılış törenine’ katılmayacağını duyurdu

Güncelleme (17.8.19).. Saraya gitmeyecek Baro sayısı 41’e yükseldi…

Adli yıl açılış törenine 41 baro katılmayacak

Yargıtay Başkanlığının 2 Eylül’de Cumhurbaşkanlığı Sarayında düzenleyeceği Adli Yıl açılış töreni için barolara gönderdiği daveti geri çeviren baro sayısı 26’ya yükseldi.

Törene katılacağını açıklayan Türkiye Barolar Birliği’ne (TBB) ise tepkiler sürüyor. İzmir Barosu TBB’ye “Bizi temsil etmiyorsunuz” ifadeleriyle tepki gösterdi.

İzmir Barosu’ndan Türkiye Barolar Birliği’ne hitaben yapılan açıklamada “İzmir Barosu 111 yıldır olduğu gibi bugün de hiçbir muktedirin önünde eğilmeyerek, temel hak ve özgürlüklerin korunması, demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuk ilkelerinin uygulanması için erkler ayrılığı mücadelesini sürdürmektedir. Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılacak olan adli yıl açılışına katılma kararı alarak nezdimizde meşruluğunuzu yitirmiş olduğunuzdan, düzenlenecek törende İzmir Barosu’nu temsil etmediğiniz hususunu bilgilerinize sunarız.” denildi.
*****

10 baro ‘Saray’da adli yıl açılış törenine’ katılmayacağını duyurdu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
İzmir Barosu’nun Yargıtay Başkanlığı’na yazdığı ve kamuoyuyla paylaştığı cevap yazısının ardından İstanbul, Muğla, Antalya, Adana, Aydın, Ordu, Bursa ve Van baroları da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılacak yargı yılı açılışına katılmayacaklarını bildirdi. Kocaeli Barosu Başkanı Av. Bahar Gültekin Candemir de twitter hesabından yaptığı paylaşımında açılışa katılmayacaklarını, ”Yürütme erkinin temsilcilerinin sadece ve sadece davetli olarak katılabileceği ‘Adli Yıl’ açılış töreninin Cumhurbaşkanlığı kongre merkezinde yapılacak olması ‘Yürütme’nin ‘Yargı’ya müdahalesini kabulden öteye bir anlam taşımamaktadır” ifadeleriyle duyurdu.

[Haber görseli]

İzmir Barosu’nun ardından İstanbul, Muğla, Antalya, Adana, Aydın ve Ordu Baroları da Yargıtay Başkanlığı’nın 2019-2020 Yargı Yılı açılışı için yolladığı davete olumsuz yanıt verdi.

İstanbul Barosu‘dan yapılan açıklamada, “Yargının kurucu unsuru olan savunmanın meslek örgütü olarak, yeni bir yargı yılının açılışında birlikte olmaktan kıvanç duyabilirdik” denilen cevap yazısında, toplantının Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılacak olduğuna işaret edildi ve burada yapılacak bir açılış törenine katılmanın mümkün olamayacağı bildirildi.

İstanbul Barosu Başkanı Avukat Mehmet Durakoğlu’nun imzasıyla yayımlanan cevap yazısı “Tarihe not düşmek adına Başkanlığınızın takdirlerine sunarız” cümlesiyle sonlandırıldı.

MUĞLA BAROSU DA KATILDI

İstanbul Barosu’nun ardından Muğla Barosu da konuyla ilgili katılmayacağını duyurdu. Muğla Barosu Başkanı Avukat Cumhur Uzun’un imzasını taşıyan yanıt yazısında “2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreninin Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılıyor olması, bu anlayışa (yargının herkese eşit ve tarafsız olduğu) katkı sunmak yerine zarar verici olduğu değerlendirildiğinden, nazik davetinize icabet edemeyeceğimizi üzülerek bildiririz” denildi.

MEKANSAL SORUMLULUĞU BİLE PAYLAŞMAYIZ

Antalya Barosu Başkanı Av. Polat Balkan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının adli yıl açılışına ilişkin daveti ile ilgili yaptığı açıklamada katılmayacaklarını duyurdu. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreni ve Adli Yıl Açılış Kokteyli daveti bize de yapıldı. Şu ana dek bu konuyla ilgili kimi baro başkanlıklarınca açıklamalar yapıldı. Açıklamalara katılıyorum. Konuya ilişkim görüşümü özetlemeye çalışayım: Biz, adaletsizliklere, hak ihlallerine, hukuksuzluklara direnenlerdeniz; alkışlayan, boğun eğenlerden değil!
Biz, hukuk devleti ve insan haklarından yana taraf oluruz; iliksiz cübbelerinde düğme arayanlardan, sıraya dizilenlerden değil! Biz,

– gerçek bir hukuk devleti,
– bağımsız ve tarafsız yargı ve
– özgür savunma istiyoruz;

“Yargı denetimsiz iktidar, savunmasız yargı” değil. Yargıya duyulan güveni dibe düşüren, hukuku ve yargı bağımsızlığını hiçe sayan bir anlayış ile mekansal sorumluluğu bile paylaşmayız.”

BURSA BAROSU: BU TÖREN YARGI MEKANLARINDA YAPILSAYDI, KOŞA KOŞA GELİRDİK

Bursa Barosu da Yargıtay’ın adli yıl açılış töreni davetini reddetti. Bursa Barosu Başkanı Av. Gürkan Altun’un Yargıtay Başkanlığı’na yanıtında şu ifadeler kullanıldı:

Yasalar hukuku gerçekleştirme aracıdır ancak yasalar her zaman hukuka uygun olmayabilir veya hukuka uygun yorumlanmayabilir. İşte o zaman adaleti amaç edinmiş hukukun üstünlüğünü şiar edinmiş yargı devreye girer. Ama yargının devreye girebilmesi “bağımsız” ve “tarafsız” olabilmesine bağlıdır. Yoksa gücün elinde araçsallaşır. O nedenle yargıya güvenin zaten sürekli zedelendiği bir toplumda yargının yürütmenin himayesinde olduğu izlenimi ile şekilden öte anlam ve sonuçlar çıkan nazik ama Anayasa’da belirtilen yargının bağımsız ve tarafsız olması ilkesine aykırı bulduğumuz, yürütmeye ait bir mekandaki davetinize, yargının kurucu unsuru olan savunma mesleğinin temsilcisi avukatların meslek örgütü olan Bursa Barosu olarak icabet edemeyeceğimizi üzülerek bildiririz.

Bu tören, keşke yargının ev sahipliğinde ve yargının kurucu unsurlarının bütününe konuşma olanağı sunulacağı; yargının sorunları, kısa, orta ve uzun vadedeki çözüm hedeflerinin konuşulacağı; uzun yargılamalar, uzun tutukluluk sürelerinin eleştirilebileceği, düşünce ve ifade özgürlüğü lehine iletilerin verileceği yargı mekanlarında yapılsaydı koşa koşa gelirdik. Lakin, tören için yargıya değil, yürütmeye ait olan bir mekanın tercihi tüm bunları olanaksız kılmaktadır.

VAN BAROSU DA KATILMAYACAK

Van Barosu da Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada törene katılmama kararı aldığını duyurdu. Barodan yapılan açıklamada, ”Baromuz; Yargıtay Başkanlığı’nın 2 Eylül 2019 Tarihinde ”Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi”nde yapılacak olan 2019-20 Adli yılı açılış töreni çağrısına, Yönetim Kurulu olarak törene katılmama kararı alarak durum resmi yazı ile Yargıtay Başkanlığı’na bildirmiştir.” denildi.

KOCAELİ BARO BAŞKANI: DAVETE İCABET EDEMEYECEĞİMİZİ BİLDİRDİK

Kocaeli Barosu Başkanı Av. Bahar Gültekin Candemir kişisel twitter hesabından yaptığı paylaşımında açılışa katılmayacaklarını bildirerek şu ifadeleri kullandı:

Kuvvetler ayrılığı ilkesi; adalet, demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin güvencesidir. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının tesisi, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalınmasıyla olanaklı olacaktır. Bu nedenle ‘Yargı Yılı’ açılışının ‘Yürütme’nin idare merkezinde değil Yargı’nın merkezinde/evinde yapılması gerekli, değerli ve önemlidir. Yürütme erkinin temsilcilerinin yalnızca ve yalnızca çağrılı olarak katılabileceği ‘Adli Yıl’ açılış töreninin Cumhurbaşkanlığı kongre merkezinde yapılacak olması ‘Yürütme’nin ‘Yargı’ya müdahalesini kabulden öteye bir anlam taşımamaktadır. ‘Hukuk Devleti’, ‘adalet’, kavramları ile yargılama süreçlerinin ‘Hukukun Evrensel İlkeleri‘ne ne denli değer verilerek yapıldığının tartışma konusu olduğu ülkemizde bu durumun bağımsız savunmanın meslek örgütleri olan Barolar katında kabul edilmesi olanaklı değildir. Bu nedenle Yargıtay Başkanlığı tarafından yapılan nazik ve naif çağrıya icabet edemeyeceğimizi bildirdik.”

İZMİR BAROSU ‘KENDİNİZİ ÖZGÜRLEŞTİRİN, SİZ DE GİTMEYİN’ DEMİŞTİ

Yargı yılı açılışı ile ilgili Yargıtay Başkanlığı’na ilk tepki İzmir Barosundan gelmiş, Baro başkanı Özkan Yücel’in imzasını taşıyan ve kamuoyuna da duyurulan yanıtta;

“Halkın zerre kadar güven duymadığı bir yargı sisteminin parçası olmamak için sizlerin de ‘kendinizi özgürleştirmenizi’ temenni ederiz..” denilmişti.
==============================
Dostlar,

Baroların “red“ yanıtı ve tutumları son derece yerindedir. Gerekçeler de saygıdeğer ve gerçekçidir. AKP iktidarı son derece net biçimde, anti-demokratik ve dinci bir TEK ADAM yönetimini adım adım ve seçim hileleriyle ülkemize ne yazık ki dayatmıştır.

İtiraz salt 2019-20 Adli Yıl açılış töreninin mekanına da değildir. Güçler ayrılığını hiçe sayan eylemli despotik dayatmalara karşı çıkıştır asıl olan..

Hukuk ve savunma göstermelik duruma düşürülmüştür.  Bu törenler Yargının ev sahipliğinde yapılmalı, Yasama ve Yürütme organları yetkilileri Yargı erkini dinlemeli, sorunların çözümü için bilgilenmeli ve ardından gereğini yapmalıdır. Ne var ki, kutsal olan Savunma’nın temsilcisi olan Türkiye Barolar Birliğinin (TBB) başkanının bu törende konuşması, ilgili mevzuatta AKP = Erdoğan‘ın Başbakanlığı döneminde yasaklanmıştır. TBB Başkanı Av. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu‘nun konuşmasında eleştirilere katlanamayan dönemin Başbakanı Erdoğan, oturduğu yerden “edepsizlik etme“ biçiminde hakaret etmiş ve yanıtını da hemen almıştı :

  • Edepsizlik eden ben değilim sayın Başbakan…“

Başbakan Erdoğan, Danıştay’ın 146. kuruluş yıldönümü törenleri sırasında (10 Mayıs 2014) TBB Başkanı Prof. Fevzioğlu’nun eleştirilerine tepki gösterip salonu terk etmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün RTE’nin kolundan tutup engellemeye çalışması işe yaramamış ve TBMM Başkanı da dahil protokol salondan ayılmıştı.

Başbakan Erdoğan toplantıyı terk etmek zorunda kalmıştı! Bu tarihsel sahne aşağıdaki erişkeden izlenebilir..

https://www.cnnturk.com/video/turkiye/erdogandan-metin-feyziogluna-sert-tepki 

*****
Ayrıca, İzmir Barosunun Yargıtay Başkanlığının çağrı yazısına yanıtı tarihsel değerdedir ve aşağıda paylaşılmaktadır :
******
İZMİR BAROSU BAŞKANLIĞI
15.08.2019, sayı; 070/ 13579

YARGITAY BAŞKANLIĞI’NA

02.09.2019 tarihinde yapılacak olan Adli Yıl açılış töreni için tarafımıza göndermiş olduğunuz davetiyeye teşekkür ederiz. Bir kişi rahatsız olduğu için, Türkiye Barolar Birliği Başkanının adli yıl açılış törenlerinde konuşma yapmasının önüne geçmek amacıyla yasa değişikliği yapanların salonlarında, avukatları dinleyici olarak törene çağırmanızı ancak naiflik olarak adlandırabiliyoruz. Anlaşılan o ki; halkından kopuk bir yargı sisteminin mimarlarının, vatandaşın adalete erişimini zorlaştıranların, hiçbir canlıya yaşama olanağı tanımayanların, hakimlik ve savcılık
teminatını yok sayanların, hayalleri avukatsız bir yargı olanların salonlarında adli yılı açmak, 2019 yılında da sizlere nasip olacak.
Bu yanıt yazımızla, siyasi kararlarla, mesleki faaliyetlerini gerekçe göstererek yüzlerce mensubunu tutsak ettiğiniz onurlu bir mesleğin temsilcileri olarak, yaptığınız nazik daveti geri çevirmek zorunda olduğumuzu bildiriyoruz.
Bize kalırsa, siz de o salona gitmeyin. Çünkü yapacağınız konuşmada muhtemelen, yargının bağımsızlığından ve tarafsızlığından söz edeceksiniz. Hak mücadelesi veren binlerce kişinin cezaevlerinde olduğunu bilmenize karşın;
kişi özgürlüğü ve güvenliğinden, ifade özgürlüğünden, adil yargılanma hakkından, basın özgürlüğünden dem vuracaksınız. Kimseden emir ve talimat almadığınızı, hukuktan üstün hiçbir şey tanımadığınızı, üstünlerin hukukunu reddettiğinizi, üstüne basa basa tekrarlayacaksınız. Peki nerede? Yürütmenin başının yaşadığı sarayın salonunda. Bizler, insan haklarının korunduğu ve geliştirildiği, hukukun yok sayılmadığı, yargının siyasi iktidarın güdümünden çıktığı günlerde, tam bağımsız bir yargı teşkilatının ev sahipliğinde yapılacak bir törene katılımı, savunduğumuz değerlere daha uygun görüyor ve bu günü umutla bekliyoruz.
Biz avukatlar, yargı bağımsızlığı için tarih boyunca mücadele ettik. Yeni adli yılda da bağımsızlığımızdan aldığımız güç ve tarihimizden gelen kararlılıkla bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Halkın zerre kadar güven duymadığı bir yargı sisteminin parçası olmamak için sizlerin de “kendinizi özgürleştirmenizi” temenni ederiz.

Saygılarımızla.
Avukat Özkan YÜCEL
İzmir Barosu Başkanı
******

Sevgi ve saygı ile. 17 Ağustos 2019, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Korkmuyoruz, vazgeçmiyoruz!

Korkmuyoruz, vazgeçmiyoruz!

Yılbaşı gecesi Reina’da 39 kişinin yaşamını yitirdiği katliamı protesto etmek, toplumsal barış talebini yinelemek ve yaşanan acıyı ifade etmek üzere İstanbul Emek ve Meslek Örgütleri ortak bir anma etkinliği gerçekleştirdi. İstanbul Tabip Odası, İstanbul Barosu, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası, İstanbul Dişhekimleri Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, DİSK İstanbul Temsilciliği ve KESK İstanbul Şubeleri’nin çağrısıyla 3 Ocak 2017 günü 18.00’da bir araya gelen emek meslek örgütü yönetici ve üyeleri Tarihi Mimar Sinan Hamamı önünde toplanarak

  • “Korkmuyoruz, Karanlığa Teslim Olmayacağız” pankartı açtılar.

Kalabalık kortej

  • “Faşizme Karşı Omuz Omuza”,
  • “Katliamlar Ülkesi Olmayacağız”,
  • “Susma Haykır, Savaşa Hayır”

    sloganları eşliğinde katliamın yapıldığı Reina önüne dek yürüdü. Reina önüne gelindiğinde, katliamda hayatını kaybeden insanlar için 1 dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi. Ardından kurumlar adına ortak basın açıklamasını İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç okudu. Açıklamada;

  • “Toplumu kutuplaştırarak, nefret dilini siyasete hakim kılarak, her türlü eleştiriyi ve muhalefeti suç sayarak bu ülke yönetilememektedir. Bu akıl tutulmasına bir an önce son vermek gerekmektedir. Eşitliğin, özgürlüğün, laikliğin, demokrasinin ve barışın yokluğunda memleketimizin nasıl bir tehdit altında olduğu ortadadır. O halde bu tehdide karşı
    eşitlik, özgürlük, laiklik, demokrasi ve barış için birlik olmalıyız” denildi.

Basın açıklamasının okunması ardından çağrıcı kurum başkanları birer konuşma yaptılar.
TTB Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel de yaptığı konuşmada; nefret söyleminin, farklı inanç ve kültürlere tahammülsüzlüğün artması nedeniyle toplumun tehlikeli bir noktaya sürüklendiğine dikkat çekti ve “Savaş ve çatışma ortamındaki politikalar nedeniyle bu katliamlar doğar ve ölümlere sebep olur. Kötülüğün karşısında iyiliği savunacağız.” dedi.

Konuşmaların ardından Reina önüne karanfiller bırakıldı ve kurum yöneticilerinden oluşan bir heyet olay yerine giderek ilgililere taziye dileklerini iletti. 03.01.2017
*****
Basın açıklaması metni şöyle            :

KARDEŞLİĞİ, BARIŞI, ÖZGÜRLÜĞÜ, LAİKLİĞİ, YAŞAM HAKKINI SAVUNMAYA DEVAM EDECEĞİZ. KORKMUYORUZ, VAZGEÇMİYORUZ!

2016 yılını bitmek bilmeyen katliamlarla kapatan ülkemiz maalesef 2017 yılına da yeni bir katliam ile girdi. 39 insanı yeni yılın ilk saatlerinde gerçekleşen barbarca saldırıda yitirdik. Onlarca insan halen hastanelerde yaşam mücadelesi veriyor. Hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı ve yaralılara acil şifalar diliyoruz. Ülkeyi yönetenlerin yurttaşlarına karşı en önemli sorumluluklarından biri can güvenliğini sağlamaktır. Ancak her zamanki gibi, bu katliamın ardından da siyasi sorumluluk alan olmadı. Her katliamın ardından terörü lanetleyen açıklamalar yapıp, intikam nutukları atarak bir ülke yönetilemez, yönetilememektedir. Sorumluluk üstlenmesi gereken sadece yöneticiler değildir. Biz bu ülkenin yurttaşları olarak da sorumluluk üstlenmeliyiz. Evet bugün burada insanlık dışı bir saldırıyı lanetlemek için bir araya geldik. Ancak bizim de sorumluluğumuz terörü, şiddeti, katliamları lanetlemekle sınırlı kalamaz. Bir yurttaş olarak sorumluluğumuz, bir daha böyle trajediler yaşamamak için bizleri yönetenlere soru sormaktır. O zaman soruyoruz:

Bu tür saldırıların ardından “birlik ve beraberlik” çağrıları yapılmaktadır. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu muhakkaktır. Ancak, saldırgan henüz yakalanamamış iken, yılbaşı öncesi yılbaşı kutlaması ve yaşam tarzları üzerinden toplumun bir bölümünü ötekileştirme ve nefret söylemiyle tehdit edenler hakkında herhangi bir işlem yapılmamışken, ölenleri anmak isteyenler, mahallelerinde “IŞİD’e karşı laikliği savunacağız” konuşması yapanlar neden gözaltına alınmıştır? “Laiklik” savunması kriminalize edilirken “birlik ve beraberlik” nasıl sağlanacaktır?

Toplumu kutuplaştırarak, nefret dilini siyasete hakim kılarak, her türlü eleştiriyi ve muhalefeti suç sayarak bu ülke yönetilememektedir. Bu akıl tutulmasına bir an önce son vermek gerekmektedir. Eşitliğin, özgürlüğün, laikliğin, demokrasinin ve barışın yokluğunda memleketimizin nasıl bir tehdit altında olduğu ortadadır. O halde bu tehdide karşı
– eşitlik,
– özgürlük,
– laiklik,
– demokrasi ve
– barış

için birlik olmalıyız. 2017 yılında her türlü baskıyı ve terörü yenerek; eşitliği, özgürlüğü, laikliği, demokrasiyi ve barışı kazanarak; memleketimizi bu karanlık günlerden çıkarmak için omuz omuza mücadele edeceğimizi buradan bir kere daha ilan etmek istiyoruz.

İSTANBUL BAROSU
İSTANBUL DİŞHEKİMLERİ
ODASI İSTANBUL ECZACI ODASI
İSTANBUL SERBEST MUHASEBECİLER VE MALİ MÜŞAVİRLER ODASI
İSTANBUL TABİP ODASI
İSTANBUL VETERİNER HEKİMLER ODASI
TMMOB İSTANBUL İL KOORDİNASYON KURULU
DİSK İSTANBUL TEMSİLCİLİĞİ KESK İSTANBUL ŞUBELERİ

===============================
Dostlar,

Bir dönem bizim de üyesi olduğumuz İstanbul Tabip Odası’nın öncülük ettiği bu önemli ve kararlı açıklamayı biz de aynen onaylayarak paylaşmak istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
04 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN GENETİĞİ ve GELENEKLERİ ile OYNAMAYIN; TÜRK MİLLETİNİ ORDUSUZ ve SAVUNMASIZ BIRAKMAYIN

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN GENETİĞİ ve
GELENEKLERİ ile OYNAMAYIN;
TÜRK MİLLETİNİ ORDUSUZ ve SAVUNMASIZ BIRAKMAYIN

Istanbul_Barosu_Logosu

(AS. Bizim değerlendirmemeiz yazının altındadır..)

İstanbul Barosu olarak, Anayasal sisteme ve devletin varlığına yönelik vahim kalkışmada başından beri birlik ve beraberlik çağrısı yaptık. Siyasal iktidarı soğukkanlılık, devlet aklı, hukuk ve demokrasi eksenli duyarlılığa davet ettik.

Siyasal iktidarın, halk arasında oluşan ulusal birlik ve dayanışma ruhunun sürmesini sağlayacak bir tutum ve uygulama içinde olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz. Devletin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin yeniden yapılandırılması söylemi ve bu doğrultudaki düzenlemelerle amaçlananlara ilişkin kuşkularımızı kamuoyu ile paylaşmayı zorunlu görmekteyiz.

Öncelikle vurgulamak ve dikkat çekmek istediğimiz husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden kaynaklanan temel dinamiklerinin, dönemsel güç dengelerine göre değişmezliğidir. Bu anlamda ulus devletten, tekil (üniter) yapıdan, uygar dünyadan, çağdaş demokrasiden yana kesin tercih, teokratik rejim niyetlerini stratejik tehdit olarak görme Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgileri olagelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sistematiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, devletin varlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Anayasal rejime yönelik iç ve dış tehditlere karşı caydırıcı bir rejim dinamiği olarak tasarlanmıştır. Ordu, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Nizam-ı Cedit’ten günümüze uzanan süreçte  ülkenin modernleşmesinin, çağdaşlığın, askeri alanın dışına taşarak toplumun genelini kapsayan çağdaş atılımların temel dinamiklerinden biri olagelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, aynı zamanda  Kurtuluş Savaşı’nın (1919-22) asker ağırlıklı önderleridir. Bu nedenle halkımız, kendisini tutsaklıktan kurtaran, işgalcileri kovan, devlet kuran Ordusuna saygı ve güvenini başından beri sürdüregelmiştir. Ordu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet sistematiği içinde önerileri dikkate alınan, yaşamsal konularda görüşlerine başvurulan, özelikle dış tehditlere karşı Türkiye’nin elini güçlendiren saygın bir kurum olmasının arka planı üzerinde düşünülmelidir. Sözü, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne ve rejime karşı üniformalı şakirtlerin Paralel Kalkışmasının suçunun Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığı üzerine yıkarak, fırsattan yararlanarak Ordu’nun temelli tasfiyesini hedefleyen girişimlere getirmek istiyoruz:

Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin hiyerarşisini, geleneksel konumunu, rejim içindeki ağırlığını ve saygınlığını son derece olumsuz etkileyecek olan düzenlemeler, Darbenin tozu dumanı arasında çıkarılan KHKler ile oldubittiye getirilmiştir.  Ordu’nun bundan sonra darbe yapamayacak duruma getirilmesi söylemine sığınarak; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarsızlaştırılması ve sıradanlaştırılması, ülke bütünlüğünü hedefleyen iç ve dış hasımlar karşısında hiçbir caydırıcılığının kalmaması sonucunu doğuracak düzenlemeler yapıldığı giderek daha belirgin duruma gelmektedir. Ortak akıl ve uzlaşıya dayanmadan, TBMM’yi devre dışı bırakarak, doğuracağı vahim sonuçlar hesap edilmeksizin, konjonktürü fırsata çevirme aceleciliği ile Ordu’nun, devlet aklının belirlediği rejim için güvence, sistem için denge konumunu alt üst edecek  “panik” düzenlemelere gidildiğini, Ordunun genetik yapısı ve gelenekleri ile oynadığını kaygı ile izlemekteyiz.

Bu çerçevede yürürlüğe sokulan KHK (AS 668 sayılı) ile askeri eğitim sistemi, emir komuta zinciri ile ilgili kökten kararların alındığı, son derece olumsuz sonuçlara, ulusal güvenlik açısından ciddi zaaflara yol açabilecek biçimde yapısal değişikliklere gidildiği görülmektedir. Buna göre askeri okullar kapatılmakta, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmakta, Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değiştirilerek, askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredilerek “sivilleştirilmekte”, Harp Okullarının ana kaynağı olan askeri liseler kapatılmakta, sivilleşme bahanesiyle Ordu’nun geleneksel disiplin kültürü içinde yetişmiş nitelikli subay kaynağı yok edilmektedir. Her yurttaş için milli yükümlülük olan, ülkenin değişik yörelerinden gelen halk çocuklarının kaynaştığı, millet olma duygusunun pekiştiği asker ocağının yerine konulacak uzman ordu ile askerlik, iş arayanların istihdam edileceği bir hizmet sektörü haline getirilmek istenmektedir.

Genelkurmay Başkanı’nın Kuvvet Komutanları arasından seçilmesi uygulaması kaldırılmakta, Cumhurbaşkanı ve Başbakana gerekli gördüklerinde Kuvvet Komutanları ve bağlı kişilere doğrudan emir verebilme yetkisi getirilmektedir. Bunlara ek olarak Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığına bağlanması planlanmaktadır. Bu “panik” düzenlemeler, kimi çevrelerin bilerek ya da bilmeyerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal kimliğini, yapısını hedef alan, saygınlığını, toplum katındaki algı ve güvenilirliğini zedeleyen söylemlerin yaşama geçirilmesi dışında bir yarar sağlamayacağı gibi; çok ciddi güvenlik sorunları ve zafiyetleri yaratacaktır.

Gerçekten              :

1)  Kezlerce dile getirdiğimiz gibi, 15 Temmuz kalkışmasında bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri değil; içine sızmış, sızdırılmış, çöreklenmiş dış destekli, emperyalizmin maşası bir çetedir. TSK ise Türk Milleti ve Türk Polisi ile birlikte bu kalkışmayı önlemiştir. Bu nedenle paralel kalkışmanın faturası TSK’ya çıkarılamaz, yapısı ve genetiği ile oynamak için 100 yılın altın  fırsatı olarak görülemez.

2)  Yaşanan vahim kalkışmadan sonra elbette ki Oordu içinde kimi önlemlerin alınması gereklidir. Ancak bu önlemler aceleci olunmadan, geniş bir değerlendirme ve katılımla, sonuçları iyi hesap edilerek yapılmalı, sürece TBMM ve tüm ilgililer katılarak ortak devlet aklı ile hareket edilmelidir. Siyasal iktidarın TBMM’yi ve ilgilileri devre dışı bırakarak tek başına, üstelik bir KHK ile bu düzenlemeleri yapması son derece yanlış, ve sakıncalıdır.

3)  Ordunun “sivilleştirmesi” ve ordu üzerinde “sivil kontrol”kavramları üzerinden yapılan bu düzenlemelerin, öteden beri Avrupa Birliği ve bazı “Sivil Toplum Kuruluşları”(!) raporlarındaki önerilerle neredeyse birebir örtüşmesi kuşku ve kaygımızı artırmaktadır.

4)  Bu düzenlemelerle birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelenekleri ortadan kaldırılmakta, genetik yapısı bozulmakta, emir-komuta zinciri, birliği, disiplin mekanizması, tarihsel dokusu tahrip edilmekte, sıradanlaştırılmakta, siyasal etkiye açılmaktadır. Bu şekilde gerçekleşen yapısal bir “değişiklik” olmayıp tahribattır”.

5)   Önemle belirtmek isteriz ki; 15 Temmuz kalkışmasının nedeni TSK’nın teşkilat yapısı değil, izlenen yanlış politikalar, göz yummalar, kimi önlemlerin zamanında alınamamış olmasıdır. Kaldı ki; sivil okullardan Ordu’ya alımlar yapılacak olduğu kolullarda, bu karanlık yapının “sivil” okullarda kadrolaşmadığı ileri sürülemeyeceği gibi, Cumhuriyetin değerlerini benimsemeyip onu ortadan kaldırmak isteyen, emperyalizmin güdümünde veya onunla işbirliği yapan başka bazı cemaat ve benzeri yapıların TSK’ya daha kolay sızmasının da önü açılacaktır.

6) Hal böyleyken Türk Silahlı Kuvvetleri; “sivilleşme” ve “sivil kontrol” adı altında, sürekli darbe düşünen bir yapı olarak gösterilerek gerçekleştirilen algı operasyonlarına bağlı olarak etkisizleştirilmekte, işlevsiz kılınmakta, tümden siyasi iktidarların denetiminde bir “polis” veya “zabıta” gücü durumuna dönüştürülerek, itibarsızlaştırma operasyonları kapsamında etrafı kalıcı olarak “çöp kamyonları” ile kuşatılarak ülke savunması tehlikeye atılmaktadır.

7) Tüm bu düzenlemeler, kalkışmanın en önemli amaçlarından birisinin Türkiye’nin parçalanması bakımından en önemli engel olarak görülen TSK’ni zayıf düşürmek olduğu kuşkusunu güçlendirmekte, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki oyunlarına katkı sağlamaktadır.

Mehmetçik, Mehmetçik olarak; polis polis olarak kalmalıdır.

Ordunun“polisleştirilmesi”, polisin “ordulaştırılması” son derece hatalı ve tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Bunlar birbirlerinin “alternatifi”, “karşıtı” kurumlar olmayıp, bir bütünün parçaları, Türk milletinin savunma mekanizmalarıdır. Ancak farklı konum ve işlevlere sahiptir. Ordu ile polisin, Ordu ile milletin karşı karşıya getirilmemesi, bunlar üzerinden siyasal hesapların yapılmaması gerekir.

8) Gerçekten, yaşadığımız coğrafyada, özellikle emperyalizmin Türkiye’yi bölme, parçalama planları, terör tehdidi ve kuşatması, ayaklanma provaları dikkate alındığında güçlü bir Ordu, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk milletinin en büyük güvencesidir. Güçlü ordusu olmayan bir Türkiye, varlığı ve birliği bakımından büyük tehlike altına girecektir. Yine bu değişikliklerin Ordu’nun terörle, iç ve dış tehditlerle mücadelede etkinliğini, şevkini, azmini olumsuz yönde etkileyeceğinden, Ordu’nun yerleşik sisteminin felce uğratılacağından, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarında cesaret ve cüret yaratacağından kaygı duymaktayız.

Sonuç olarak; devletin ve ordunun yeniden yapılandırılmasında günlük, kısa vadeli siyasi amaçlarla hareket edilmemelidir.  Oluşan birlik ve bütünlüğü zedelemeden, devlet aklı ve soğukkanlılığı ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve uzmanların görüşleri dikkate alınarak, O’rdunun dönemsel siyasetten etkilenmeyen kurumsallığını, caydırıcılığını bozmaksızın bir yaklaşım sergilenmelidir. Atatürk’ün 29 Ekim 1938 tarihli son mesajıyla; 

  • “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan ve her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan Kahraman Türk Ordusu!

Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet’in bu günkü feyizli devrinde  de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.”

Cümleleriyle tarihi sorumluluğunu hatırlattığı Türk Ordusu’nun kurumsallığına ve itibarına yönelik tasfiyeci tutuma ilişkin kaygılarımızı  kamuoyuna saygıyla duyururuz. (10.08.2016)

İSTANBUL  BAROSU BAŞKANLIĞI

===================================

Dostlar,

İyi ki varlar.. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu.. Ülkemizin bu zor ve dar döneminde gerçekten son derece sağduyulu, ağırbaşlı ve hukuk temelli değerlendirmeler ve çözümler üretiyorlar. Onlara şükran borçluyuz.

AKP ve Erdoğan gerçekten bu ciddi darboğazı aşmakta kararlı ve iyiniyetli ise, toplumun sağlıklı seslerine  kulak kabartmak zorundadır. Dahası, demokrasinin katılımcılık ve çoğulculuk ilkeleri ancak böyle işletilebilir. Yok “ben seçim kazandım, istediğimi yaparım..” denilirse başımız beladan kurtulmuyor.. Nitekim AKP – RTE ikide bir “kandırıldık, yanıldık”.. demekteler. Bu kabul edilemez bir demokrasi hazımsızlığı ve kibir, kendini beğenme hatta megalomani durumudur ve  patolojiktir. Ülkenin ve Uusun yazgısı tehlikeye atılamaz. Halktan, saçma sapan ve son derece adaletsiz bir seçim sistemi ile, TBMM’de hakedilmeyen ölçüde fazla temsil olanağı ile iktidar olsanız bile; bu durum size “dilediğinizi yapma” hakkı – yetkisi vermez.. Demokrasi, güçler dengesine dayanmak zorundadır.

Siyasal iktidarlar her durumda akla ve bilime dayalı olmak zorundadırlar.
Halk onlara dilediklerini yapmaları için değil, ülke için en iyiyi yapmaları için oy veriyor. Bunca badireden ve 14 yıllık tek başına iktidardan sonra (lanetli yıllar!) AKP – RTE’nin bu kadarcık olsun demokrasiyi içselleştirmelerini beklemek hakkımızdır. Tersi durumda, varılacak kesin kanı, AKP’nin örtük – saklı din devleti gündemi olduğu ve her ama her fırsatı -15 Temmuz darbe girişimi de başta olmak üzere- o amaca dönük kullandığı kararına varılacaktır..

O zaman da ulusun meşru direnme hakkı doğacaktır ki; bu iç savaşa çağrı demektir!..

AKP – RTE, kapalı devreyi kırmalı ve ulusun sesine, uzmanlara, kurumlara danışmalıdır. İlk iş olarak TBMM etkin olarak çalışmalıdır. AKP – RTE her türlü dayatmacılığı bırakmalı, uzlaşmacı olmalı ve özellikle TSK’ya zarar verebilecek her türlü girişimden geri durmalıdır. Kamuda yaraşırlık (liyakat) vazgeçilmez olmalıdır. Vahşi özelleştirme talanı gündemden düşürülmelidir.

668 sayılı OHAL Kararnamesinin TSK ile ilgili hükümleri derhal geri çekilmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
14 Ağustos  2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

OHAL SÜREC’inde SAVUNMA HAKKI İHMAL veya İHLAL EDİLEREK ADALET SAĞLANAMAZ

Istanbul_Barosu_Logosu

OHAL SÜRECİ, SAVUNMA HAKKININ
İHMAL ve İHLALİ ile SÜRDÜRÜLEMEZ.
SAVUNMA HAKKI İHMAL veya İHLAL EDİLEREK ADALET SAĞLANAMAZ

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

15 Temmuz darbe kalkışmasının hainleri belli olmadan 01.25’te darbe karşıtlığını web sitesinden ilân eden İstanbul Barosu, Demokrasiye ve Anayasal Sisteme bağlılığını ifade ederken, bu karanlık yapının çökertilip, kanserojen bir ur gibi yerleştiği devletin kılcal damarlarından sökülüp atılmasının acil bir sorumluluk olduğuna işaret etmiş; gözü dönmüş, dış destekli, emperyalizmin kuklası bu yapı ile kararlılıkla mücadele edilmesinin, devletin varlığı, bekası, devamlılığı açısından ertelenemez bir milli güvenlik sorunu olduğunu vurgulamıştır. Bu kararlı duruşumuz sürmektedir.

Bu bağlamda değerlendirilen OHAL ilanının hukuksal değerlendirmesi de yapılarak, iktidarın önceki uygulamalarından da kaynaklanan endişeler dile getirilmiş ve ardından kısa süreçteki uygulamalar konusunda kaygılarımızın haklılığından duyduğumuz üzüntülerimiz de dile getirilmiştir.

Bu kez, yayınlanan KHK’lerle getirilen yeni düzenlemelerin, ifade ettiğimiz kaygıları da aşan bir boyut taşımakta olduğuna, yapılan düzenlemelerin içine “serpiştirilen” hükümlerin, savunma hakkına yöneltilmiş bir tehdit olduğuna tanık olduk.

Getirilen yeni düzenlemelerin kısa özeti şu şekildedir                   :

  1. Tutukluların avukatları ile yapacakları görüşmeler, teknik cihazlarla, sesli ve görüntülü olarak kaydedilmektedir.
  2. Tutuklu ile avukatının yaptığı görüşmeyi izlemek amacıyla bir personel hazır bulunmaktadır.
  3. Tutuklunun avukatına, avukatın tutukluya vereceği tüm belge veya belge örneklerine el konulabilecektir.
  4. Cezaevlerinde, avukatlara özgü ziyaret gün ve saatleri, her bir tutuklu için haftanın belirli gün ve saati ile sınırlanabilecektir.
  5. Avukat büroları hakim kararı olmaksızın savcı kararı ile aranabilecek, savcının katılımı olmaksızın arama ve el koyma yapılabilecektir.
  6. Bürolarda avukatın başka müvekkillerine ait belgelere –itiraz olsa da – el konulabilecektir.
  7. Müdafiin (AS: Savunmanın) dosya içeriğini inceleme veya belgelerden örnek alma yetkisi, savcı kararıyla kısıtlanabilecektir.
  8. Gözaltındaki şüphelinin müdafii (AS: Savunmanı) ile görüşme hakkı Savcı kararıyla 5 gün süreyle kısıtlanabilecektir.

Savunma hakkını kısıtlayan, avukatın görevini yapmasını olanaksız kılan, hatta konum ve varlığına tehdit oluşturan bu yeni hükümlerin her birinin doğuracağı çok ciddi ve çok vahim sonuçları olacağını hukuk tarihine “not düşmek” ve bir hukuk kurumu olarak uyarı görevimizi yapmak durumundayız. Bu kısıtlamalar, işkence ve kötü muamelenin konuşulmasına, adil yargılanma hakkının ihlali iddialarının gündeme gelmesine ve OHAL sürecinde olunsa da AHİS md. 15 hükümlerince korunan hakların ihlaline, meşruiyet tartışmalarına neden olabilecektir. Bir başka ifadeyle bu düzenlemeler, olağanaüstü hal bakımından bile “olağanüstü” olan, hukuk devleti bakımından tehlikeli, amaç bakımından ölçüsüz bir özellik taşımakta, hukuk devletini tehdit etmektedir.

Darbe kalkışmasının hukuki tavsifi (AS: hukuksal nitelemesi) içinde ifade ettiği ağır sonuçların savunma hakkı ihlal edilerek elde edileceği umuluyorsa, erkenden uyarmak isteriz ki; toplumun geniş kesimlerince beklenen bir uygulamanın tam tersi sonuçlarının alınması kaçınılmaz olabilir. Sadece “kuru-yaş”ayrımı için değil, onu da aşan boyutta gerçek bir yargılamanın tüm ögeleriyle oluşturulması, fiilin ağırlığı ve failin kimliğinden bağımsız olarak en önce savunma hakkının kutsallığına ve vazgeçilmezliğine ilişkin bir inançla olasıdır.

Savunma ihmal veya ihlal edilerek, hukuk ve adalet elde edilemez.

Yasaların avukata sağladığı haklar, kendisi açısından bir ayrıcalık değildir. Üstelik bu haklar, avukata özgü de değildir. Avukatın bu haklarının kısıtlanması, doğrudan adil yargılanmayı etkileyen bir içerik taşır. Bu denli önemli olan ve hiç kuşkusuz tarihimizin önemli bir kilometre taşı niteliğinde olacak bu yargılamaların, daha soruşturma aşamasında “sakatlanması”, korunmaya çalışılan değerleri de zedeleyebilecektir. Getirilen bu düzenlemeler, soruşturma sürecinde avukatın varlığını gereksiz ve anlamsız kılmakta, işlevini ortadan kaldırmaktadır. Tek amacı savunma hakkının kullanılması ve adalet olan avukat bakımından bu hükümler mesleksel bir travmaya, deformasyona yol açan, kabul edilemez düzenlemelerdir.

Bir kez daha ifade etmek isteriz ki; sıfat ve konumu ne olursa olsun, bu karanlık yapıya dahil olan, destek veren herkes hukuk önünde hesap vermeli, bedelini de “hukuk” ile ödemelidir. Ancak bu bedel; hukuka, hukuk devletine, savunma hakkına ve onun temsilcisi avukata ödetilmemelidir.

Karanlık yapının temizlenmesi, bu vahim kalkışmanın hesabının yargı önünde kararlılıkla sorulması yönündeki güçlü beklenti ve desteğimiz devam etmektedir.

Çabamız; hukuk dışında çözüm arama kolaycılığının, öncelikle hukuk devletinin geleceği açısından, ayrıca darbeci zihniyetin ve destekçilerinin süreci çarpıtma ve sulandırma ihtimaline karşı, hukukun gözetilmesine ilişkindir. Bu, soruşturma ve yargılamaların toplum  katındaki meşruluğunu ve etkinliğini daha da güçlendirecek ve bu vahim girişime karşı güçlü bir yanıt olacaktır.

Bu nedenlerle siyasal iktidar ve yargı, hukuk içinde kalmaya özen gösteren bir anlayışla mücadele etmeyi amaçlamalıdır.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur. 03.08.2016

İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

==================================================

Dostlar,

Teşekkürler İstanbul Barosu’nun çok özenli bildirisine..
Elbette hesap sorulsun yargı önünde ama hukuku ve dolayısıyla adaleti katledip
ağır ve uzun yıllar sürecek yepyeni, sorunlar tohumlamadan..

Sevgi ve saygı ile.
05 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği

Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği

İstanbul Barosu Başkanlığınca düzenlenen ‘Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği’ konulu panel, 27 Mayıs 2016 Cuma günü
saat 16.00’da İstanbul Barosu Kültür Merkezinde yapıldı.

Panelin açılışında konuşan İstanbul Barosu Genel sekreteri Av. Hüseyin Özbek, Batı dünyasının yüz yıllarca önce, hem ekonomik yatırımların hem de toplumsal dönüşümlerinin temeli olan Batı Aydınlanmasının, kiliseyle hesaplaşma sonucu gerçekleşebildiğini söyledi.

Türkiye’de böyle bir süreç yaşanmadığını belirten Özbek,  ancak 1800’lü yıllarda orta Avrupa’daki Osmanlı askeri üstünlüğünün giderek sona ermesiyle birlikte süreç içinde Batının Osmanlıya üstünlüğünün dinde arandığını, yani başımıza gelenlerin dinden, şeriattan saptığımız için geldiği inancının yaygın hale geldiğini bildirdi.

Batıdaki modernleşmenin Osmanlıya asıl etkisinin ve dayatmasının sosyal alanda değil, askeri alanda görüldüğünü altını çizen Hüseyin Özbek, Saltanatın ve Hilafetin yürürlükte olduğu bir dönemde Türkiye modernleşmeyi sağlıklı bir biçimde yürütebilir miydi? Bir yanda medrese kültürü, öbür yanda modernleşme ülkeyi çağdaş uygarlığa kavuşturabilir miydi? Bu panelde bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.” dedi.

Açılış konuşmasından sonra paneli de yöneten Özbek, iki konuşmacı hakkında tanıtıcı bilgiler verdi ve oturumu başlattı.

İlk konuşmacı Araştırmacı-Yazar Osman Selim Kocahanoğlu, konuşmasında Osmanlı toplum yapısı, medrese kültürünün bu yapı üzerindeki etkileri üzerinde durdu.

Batıda kilise ile devletin ayrı ayrı yapılar olduğunu, Kilisenin gücünün toplumsal gelişmelere engel olduğunun görüldüğünü ve kilisenin gücünün kırılması için büyük bir savaş verildiğini belirten Kocahanoğlu, ancak bundan sonradır ki, Batıda Aydınlanma döneminin yaşandığını bildirdi.

Osmanlının Yavuz sultan Selim döneminde Hilafeti üstlenmesiyle (AS: 1517) toplumsal gelişmede Batı ile çelişkiye düşüldüğünü ve gerileme döneminin başladığını anlatan Osman Selim Kocahanoğlu, uhrevi ve dünyevi yetkinin tek kişide birleştiğini ve bu durumun Cumhuriyete dek sürdüğünü söyledi.

Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şahin Filiz, insan ilişkilerini, insanlaşmak = kültür olarak niteledi ve Osmanlıdaki insan ilişkileri üzerinde durdu. Siyasal İslamda mantıksal çelişkilerin bulunduğuna dikkat çeken Prof Filiz, İslamileştirmenin şeriata, sekülerizmin ise laikliğe karşı olduğunu bildirdi.

Dini anlayışların (cemaatlerin) oluşturduğu toplulukların sivil toplum olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına dikkat çeken Şahin Filiz, siyasal İslamcılığın insanların kültürel ve sanatsal yaşam alanlarını tıkadığını söyledi.

Milliyetçilik kavramının muhafazakârlıkla bağdaşmayacağını, çünkü Milliyetçilik kavramında Devrimciliğin de bulunduğunun altını çizen Filiz, laikliğin müslümanı müslümandan korumak için var olduğunu, devletin ise Müslüman olamayacağını sözlerine ekledi.

============================================

Dostlar,

Her 2 dostumuza da; İstanbul Barosu Genel Sekreteri Sayın Av. Hüseyin Özbek ve Akdeniz Üniversitesinden Prof. Şahin Filiz’e (3. konuşmacıya da!..) teşekkür ederiz.. Can alıcı noktaları gerçek bir aydın (entellektüel) olan Sn. Av. Hüseyin Özbek özetlemiş.

Biz de aynen katılarak paylaşmak istedik..

Sevgi ve saygı ile.
07 Haziran 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ANAYASA MAHKEMESİNİN KARARINI “TANIMADIĞINI” VE “UYMAYACAĞINI” SÖYLEYEN CUMHURBAŞKANI

Istanbul_Barosu_Logosu

ANAYASA MAHKEMESİNİN KARARINI “TANIMADIĞINI” VE “UYMAYACAĞINI” SÖYLEYEN CUMHURBAŞKANI,
KENDİ MEŞRUİYETİNİ TARTIŞMAYA AÇMAKTADIR. 

 

ANAYASA MAHKEMESİNİN KARARINI “TANIMADIĞINI” VE “UYMAYACAĞINI” SÖYLEYEN CUMHURBAŞKANI, KENDİ MEŞRUİYETİNİ TARTIŞMAYA AÇARAK, KENDİSİNİN DE “TANINMAMASI” NIN
ZEMİNİNİ YARATTIĞI GİBİ, ÖZLEMİNİ DUYDUĞU “YENİ ANAYASA”
VE “BAŞKANLIK SİSTEMİNİN” NE OLDUĞUNU DA AÇIKÇA
TOPLUMA GÖSTERMİŞ OLMAKTADIR.

Anayasa’nın 103. maddesine göre Cumhurbaşkanı sıfatıyla “… Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne…” bağlı kalacağına Türk milleti ve tarih huzurunda namusu ve şerefi üzerine and içmiş olan Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) tutuklu gazetecilerle ilgili olarak verdiği “ihlal” kararını “kabul etmek durumunda olmadığını”, bu karara “uymadığını”, “saygı da duymadığını” ifade etmiştir. Bunun yanı sıra, AYM kararı üzerine tahliye kararı veren Mahkeme’ye yönelik olarak da kararında direnebileceğini, yargılama konusu fiilin bir casusluk olduğunu belirtmiştir.

Cumhurbaşkanının bu beyanları ile Anayasal durumu ve konumunu hiç anlamadığı
ya da anlamak istemediği, bu açıklamalarının ne denli vahim olduğunu görmediği anlaşılmaktadır.

Hukuk devleti adına son derece ciddi kaygılar yol açan bu yaklaşımla ilgili
aşağıdaki hususların kamuoyuna açıklanması zorunlu görülmüştür:

1)
a) Anayasa’nın 6/3. maddesine göre hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz. Anayasa’nın 11. maddesine göre de Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri (Dolayısıyla Cumhurbaşkanını da) bağlamaktadır. Nitekim madde uyarınca Cumhurbaşkanı bu sıfatla Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye bağlı kalacağına ant içmiş olduğu gibi, 104. madde uyarınca devletin başı sıfatıyla Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek görev, yükümlülük ve sorumluluğu altındadır.

b) Yine Anayasamızın 9. maddesine göre Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanıldığı gibi, 138 / 2. maddeye göre hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Aksi hal TCK’nun 277. maddesindeki suçu oluşturur. Aynı maddenin son fıkrasına göre yasama ve yürütme organları ile idare; mahkeme kararlarına uymak zorundadır.

c) Nihayet Anayasanın 153. maddesinin 1. fıkrasına göre Anayasa Mahkemesi kararları kesin olduğu gibi, aynı maddenin son fıkrasına göre de Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.

2) 
Bu açık hukuksal durum karşısında Cumhurbaşkanı bu beyanları ile:

a) Türk Milleti adına yargı yetkisi kullanan ve karar veren AYM kararını tanımadığını söyleyerek esasen milleti tanımadığını söylemiş olmakla, öncelikle Türk Milleti önünde ettiği yemini, bunun yanı sıra Anayasal yetki ve görevlerini düzenleyen hükümleri, Anayasayı açık olarak çiğnemekte ve suç işlemektedir.

b) Yine bu şekilde Anayasa ve hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağına and içmiş olan, Anayasa uyarınca Devletin başı sıfatıyla Anayasanın uygulanmasını gözetmekle yükümlü Cumhurbaşkanı, andını ve anılan Anayasal hükümleri çiğneyerek, millet adına karar veren yargı kararını tanımadığını ve uymayacağını beyan ederek, kendisinin ve konumunun hukuksal dayanak ve zeminini, meşruiyetini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü
Cumhurbaşkanlığı anayasal bir kurum olarak, dayanağını ve meşruiyetini Anayasadan almakta, yukarıda aktarıldığı üzere Anayasanın hüküm ve kuralları ile bağlı olmaktadır.

c) Kaldı ki Cumhurbaşkanının AYM kararına “uymayacağı” beyanı da tarafımızdan anlaşılabilmiş değildir. Gerçekten Cumhurbaşkanının bir yargı kararını, dolayısıyla
AYM kararını “uygulamak” gibi bir görev ve yetkisi bulunmadığından, anılan karara “uymama” gibi bir husus da söz konusu olamamaktadır. AYM kararının yerine getirilmesi, bu karara uyulması hususundaki yükümlülük ilgili yargı organına ait olmaktadır.

d) Cumhurbaşkanının ifadeleri hukuk sınırları içinde olağan eleştirinin ötesinde Anayasaya, hukuka, hukuk devletine ve yargıya açık bir meydan okumadır.

e) Bu durumda, Anayasaya göre bağlı olduğu Anayasa kurallarını tanımamak esasen kendi konum ve sıfatını da tanımamak ve reddetmek anlamına gelmektedir. Gerçekten kendi hukukilik ve meşruiyet kaynağı olan Anayasayı tanımamak, kendi meşruiyetini tanımamak anlamına gelmektedir. Bu açıdan Anayasayı tanımayan, kabullenmeyen, ilgili kurallara ve yeminine uymayan, millet adına yargı yetkisi kullanan en üst yargı organını ve onun karanını tanımayıp ona meydan okuyan, dolayısıyla da milleti tanımayıp meydan okuyan bir cumhurbaşkanı meşruiyetinin dayanağı olan hukuki zeminini kaybetmiş olmaktadır. Konum ve sıfatı ne olursa olsun her makamın hukukiliği ve meşruiyeti, ancak onun Anayasaya, onun kurallarına ve hukuka uyduğu sürece mevcut olabilir.

3) Cumhurbaşkanı bu şekilde bağlı kalmak ve uygulanmasını gözetmekle yükümlü olduğu Anayasayı tanımadığını beyan ederek esasen onu ilga etmekte, ortadan kaldırmaktadır ki bu son derece vahim bir durumdur.

4) Bununla da yetinmeyen Cumhurbaşkanı, devam etmekte olan ve üstelik de taraf olduğu bir davada Mahkemeye yönelik olarak açıkça bir emir, tavsiye ve telkinde bulunarak ilgili Anayasal kuralı da (AY md.138) ihlal etmekte, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmekte ve bu açıdan da açıkça suç işlemektedir.

5) Hukuk devletinde, hiç bir kişi ve organın, dolayısıyla evleviyetle onun uygulanmasını gözetmekle yükümlü Cumhurbaşkanının Anayasayı çiğnemek, onu tanımamak, suç işlemek gibi bir yetkisi ve özgürlüğü bulunmamaktadır. Yine hukuk devletinde, konumu ve sıfatı ne olursa olsun, kişilerin dilediği zaman dilediği şekilde Anayasayı ve hukuku tanımama, yargı kararlarına uymama, yargıya emir ve talimat verme gibi bir yetkisi asla yoktur.

6)  Yapay olarak  “Yeni Anayasa” ve  “başkanlık sistemi “tartışmalarının dayatıldığı bir ortamda Cumhurbaşkanının Anayasaya, yargıya, yargı bağımsızlığına ve denetimine, tasarladığı, özlemini duyduğu başkanlığa ilişkin gerçek düşünceleri de açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda kurallarına uyulmayabilecek, istenildiği gibi çiğnenebilecek, isteğe göre tanınmayacak bir anayasaya gerek olup olmadığı sorusuna karşı gerçek özlem ve niyetler de açığa çıkmakta, yanıt bulmaktadır.

7)  Cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarını, yurttaşların tarihe ve değerlerine sarsılmaz inançlarını, hukuk sistemini, hukuk devletini, toplumsal düzen ve barışı 13 senede sistematik olarak dinamitleyip enkaza çevirenlerin, halkı alt kimliklere bölüp ayrıştıranların yarattığı tahribatın boyutları gerçekten dehşet vericidir.

İstanbul Barosu, Anayasal kurallara uyulmasının ve uygulanmasının ısrarlı takipçisi olacak, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğüne yönelik her türlü zorbalıkla hukuk meşruiyeti içinde kararlılıkla mücadele edecektir.

İstanbul Barosu olarak, makamı, konumu, sıfatı ne olursa olsun herkesi Anayasaya ve hukuka saygıya, görev ve sorumluluklarının gereğini ifaya, Anayasal sınırları aşmamaya davet ediyoruz.

                                     İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği ve iptali süreci..


Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği ve iptali süreci..

danistay

 

 

 

 

 

 

 

Dostlar;

Adli Kolluk Yönetmeliği‘nin tümüne aşağıdaki erişkeden ulaşılabiliyor :

http://www.mevzuat.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=7.5.8201&sourceXmlSearch=&MevzuatIliski=0

Resmi Gazete tarihi: 01.06.2005, RG sayısı 25832..
15 maddelik..
Sunulan erişkeden indirilince en sonunda şöyle bir dip not var :

  • 21/12/2013 tarihli ve 28858 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Yönetmelik değişikliği ile üçüncü  fıkrasına “Adli Kolluk sorumluluk”  deyiminden sonra gelmek üzere
    “En üst dereceli kolluk amiri” deyimi eklenmiş ve diğer deyimler buna göre teselsül ettirilmiş; 6 ncı maddesine ikinci  fıkrasından sonra gelmek üzere üçüncü ve dördüncü fıkralar eklenmiş ve diğer fıkralar buna  göre teselsül ettirilmiştir.

AKP hükümeti panik içinde, 17 Aralık 2013 rüşvet  – yolsuzluk… skandalının 4. günü yönetmelik değişikliği ile

yargıya müdahale etti ve soruşturmayı engellemek istedi.

Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Barosu, Yargıçlar Sendikası,
Liberal Demokrat Parti ve Ankara Barosu yürütmenin durdurulması
ve iptal
istemli ve ivedi görüşülmesi dilekli dava açtılar :

Türkiye Barolar Birliği (TBB), soruşturma yetkilerinin mülki amirlerle paylaşılması yoluyla, yürütmenin yargı alanına müdahalesine olanak sağlayan

“Adlî Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”
e

karşı yürütmenin durdurulması istemiyle iptal davası açtı.

TBB’nin başvuru dilekçesinde şu anlatımlar yer aldı:

“21.12.2013 tarih 28858 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren
‘Adli Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’in 2. maddesinde
yer alan
c) En üst dereceli kolluk amiri adli olayları, suç işlenmesini önlemek, kamu düzeni ve güvenini korumakla ve bu konuda gerekli tedbirleri almakla görevli ve yetkili olan mülki idare amirine derhal bildirir.” 3. maddesinde yer alan ‘ve en üst dereceli kolluk amirine’ ve ‘Ceza Muhakemesi Kanununun 135 inci maddesinin altıncı fıkrasında sayılan suçlar nedeniyle yapılan soruşturmaların aşamaları hakkında Cumhuriyet savcısı tarafından doğrudan veya varsa ilgili Cumhuriyet başsavcı vekili aracılığıyla Cumhuriyet başsavcısına yazılı olarak bilgi verilmesi zorunludur. Bu bildirim yazıları görüldü şerhinden sonra soruşturma dosyasında muhafaza edilir.’

Hükümlerinin iptalini ve iptali talep edilen düzenlemeler ile ilgili olarak dava sonuna kadar yürütmenin durdurulmasına vekalet ücreti ve yargılama giderlerinin
davalı idarelere yükletilmesine karar verilmesini vekaleten saygılarımızla dileriz.”

Danıştay 10. Dairesi her 2 dava dilekçesini birleştirerek görüştü ve hızla YD
(Yürütmeyi Durdurma) kararı verdi..
Kural dışı biçimde uzun bir gerekçe ile..

Ne değişmişti ??

NE DEĞİŞMİŞTİ?

İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığınca ‘Adli Kolluk Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, Emniyet ve Jandarma görevlilerinin adli olaylarda amirlerine bilgi verme zorunluluğu getirilmişti. Resmi Gazete’de yayınlanan değişikliğe göre en üst dereceli kolluk amiri
adli olayları, suç işlenmesini önlemek, kamu düzen ve güvenini korumakla ve bu konuda gerekli önlemleri almakla görevli ve yetkili olan mülki idare amirine derhal bildirmesi
öngörülüyordu…

Danıştay 10. Dairesi ne dedi (4’e 1 oy çokluğu ile)                     :

DURDURULAN HÜKÜMLER

* Adli kolluk görevi yapan polis ve jandarmaya adli olayları,
yakalama, gözaltı, arama gibi operasyonları derhal üst amirlerine bildirme zorunluluğu

*Savcılara da Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) iletişimin tespiti, dinlemesi ve
kayda alınmasını düzenleyen 135/6. maddesindeki rüşvet, kaçakçılık, silahlı örgüt
başta katalog suçlar nedeniyle yapacakları soruşturmaları başsavcıya bildirme zorunluluğu.
Savcılar bu suçlardan dinleme, iletişimin tespiti başta; yapacakları operasyonun yanı sıra soruşturmanın bütün aşamalarını Başsavcılarına “Yazılı” bildireceklerdi.
Savcının “bildirim” yazısı, Başsavcının “görüldü” şerhi ile
soruşturma dosyasına konulacaktı.

* Adli kolluk olan polis ve jandarma, “en üst dereceli kolluk amiri” il ve ilçe emniyet müdürleri ile komutanlarına derhal bilgi vermeden adım atamayacak ve
operasyon yapamayacaktı.

* Savcı da başsavcıya bildirmeden artık rüşvet, örgüt, kaçakçılık gibi katalog suçlardan dinleme izni istediğini başsavcıya bildirmeden operasyon için düğmeye basıp
soruşturmaya geçemeyecekti.

Yürütmeyi Durdurma KARARININ GEREKÇESİ: YETKİ AŞIMI!

Danıştay kararında,

  • “Yönetmelik hükümleri, güçler (erkler) ayrılığı ilkesine aykırı biçimde ceza soruşturma sürecine ilişkin usul kuralları içermekte, adli makamların görev ve yetki alanlarına ilişkin düzenleme getirmektedir. Aynı zamanda Ceza Muhakemesi Kanununun 157. maddesinde yer alan soruşturma gizliliği kuralını da zedeleyecek nitelikteki hükümler, idari düzenleme yetkisinin aşılması nedeniyle yetki yönünden
    açıkça hukuka aykırı
    bulunmaktadır.”

ifadesine yer verildi. Tek karşı oy, Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı iken 10. Daire’ye atana üyeden geldi. Ayrıca Tetkik yargıcı da YD kararının davalı bakanlıkların ilk savunmalarının alınmasından sonra değerlendirilmesi yönünde görüş bildirmişti.

Kararın tam metni için lütfen tıklar mısınız?

http://www.ankarabarosu.org.tr/images/Duyurular/durdurma-1.jpg

http://www.ankarabarosu.org.tr/images/Duyurular/durdurma-2.jpg

BAŞBAKAN’DAN AÇIKLAMA: GEREĞİ YAPILIR

Başbakan Erdoğan, Sakarya’da katıldığı törenden çıkışta gazetecilerin konuyla ilgili sorularına,

  • ‘Gereği yapılır, yapıldığı zaman görürsünüz.’‘ yanıtını verdi.

Siyasal iktidarın ne hukuka saygısı var, ne uymaya niyeti ne de olup bitenlerden
ders almaya.. Geçelim hukuk devletini, “yasa devleti” olmaktan bile çok uzaklaştık.
Büyük ölçüde polis devleti olduk.. Üstelik tek adamın mutlak buyruğunda..

AKP’nin faturası artık kaldırılmaz ve dayanılmaz oldu.

T.C. bu ağır ve hak etmediği yükü taşımak zorunda değil..
Biz de Başbakan RTE’nin yanıtı ile yanıt verelim..

  • ‘Gereği yapılır, yapıldığı zaman görürsünüz.’

Sevgi ve saygı ile.
01.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Silivri Mahkemesi Yargıcı Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”


Dostlar
,

Aşağıda,

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

başlıklı bir haber sunuyoruz.

Tam bir dehşet tablosu..

Fakat o ölçüde de önemli bir fırsat..

Bir kez daha bu yargılama süreçlerinde neler olup bittiğini çırılçıplak kamuoyu ile paylaşma olanağı veriyor.

Duruşmalar kayda alınıyor mu, emin değiliz.
Dileriz alınıyor olsun.
Mağdur taraf sanık avukatlarının hemen suç duyurusunda bulunmalarını dileriz.

Dahası, bu haberi okuyan HSYK ve Adalet Bakanlığı’nın kendiliğinden harekete geçerek inceleme başlatması anayasal yükümlülükleri gereğidir.

Adı geçen “yargıcın” disiplin koğuşturulmasına uğratılması yetmez.
Bu açık düşmanca ve hakaret yüklü davranış karşısında derhal yargılamadan çekilmelidir. Bu ağır ayıbı sicilinden silmek istiyorsa açık özür dilemeli ve derhal bu davadan çekilmelidir.

Yargılamanın en temel gereklerinden biri yargıçların yansızlığıdır.
Örnekte ise adı geçen yargıcın en net ve kesin biçimde tarafsızlığını yitirdiği,
taraf olduğu tartışma dışıdır.
Eylem ayrıca anayasa ve ceza hukuku bakımından da suçtur :

Anayasa madde 138 – “Hakimler, .. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.  “

Anayasa madde 140 bağlamında HSYK ve Adalet Bakanlığı’nı göreve çağırıyoruz.

Bu arada Başbakan RT Erdoğan, beğenmediği yargı kararları karşısında nasıl gürlediğini anımsamalı ve bu olaydaki akıllara durgunluk veren “yargıç davranışı” hakkında “birşeyler” söylemeli ve yapmalıdır.

Devlet organlarının uyum içinde çalışmasını gözetme yükümlü Devlet başkanı A. Gül
ne düşünür acaba? Tüyleri diken diken olmuş mudur ? Devlet Denetleme Kurulu
bu süreçte mutlak yetkisiz midir acaba? Acaba??

İstanbul Barosu’nun da gerekli hukuksal girişimde gecikmeyeceğini umarız.

Bu arada Türkiye Barolar Birliği‘ne ise derin “tarafsızlık” (?!) uykusunda esenlikler dileriz. Kimi kez derin uykulardan (hibernasyon) uyanmak olanaklı olamamaktdır.
Umarız Türkiye Barolar Birliği derin uykusunda donup “ölmesin” !?

Derin kaygı ile..

Sevgi ve saygı ile.
19.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================================

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

Silivri’de görülen Ergenekon davasının 14 Kasım 2012 günü yapılan oturumu
hukuk tarihine geçecek nitelikteydi. Güne damgasını vuran cümle,

  • Üye hakim Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”

Her şey, aynı anda başka bir kişiymiş gibi ifade veren Osman Yıldırım’ın gizli tanıklıktan vazgeçmesiyle başladı. Daha önce Gizli Tanık-9 dinlenmek istenmiş
ancak dinlenememişti.

Gizli tanık skandalı

Sanıklar Gizli Tanık-9 dinlenirken, Osman Yıldırım’ın da hazır edilmesini istemişti.
Bu durum 14 Kasım günlü duruşmada Gizli Tanık-9’un açık kimliğiyle ifade vereceğini açıklamasıyla değişti. Böylece, savcıların “Osmanım” dediği gizli tanığın aynı anda
iki yerde bulunması imkansızlığı da aşılmış oldu. Davada hem sanık, hem tanık hem de gizli tanık olarak bulunuyordu. Böylece bir sıfatından zorunlu olarak vazgeçmiş oldu.

Osman küfretti, hakimler dinledi

Gizli tanık odasında ifade vermeye başlayan “Osmanım”a soru sorma sırası Ergenekon sanıklarına gelince Mahkeme Başkanı’nın tavrı da sertleşti. Neredeyse her soruya müdahale eden Mahkeme Başkanı’nın tavrından cesaret alan Gizli Tanık-9, sanıklara
ağır hakaretlerde bulundu. Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’ın gizli tanığı çok zor durumda bırakan sorularına savcılığın itiraz etmesi dikkat çekti. Gizli tanık sıfatıyla ifade verirken, görevlilerden birinin “sıralamaya göre anlat” şeklindeki sözlerini soran Oktay Yıldırım “bu sıralamayı kimler ne zaman yaptı? Anlatılanlar önceden planlanıp sıralanmış mıydı?” dedi.

Şamil Tayyar’la Osman Yıldırım arasında mektuplaşma olup olmadığını; cezaevinde hangi savcılar tarafında ziyaret edildiğini kendisine ifadesi karşılığında ceza indirimi sözü verip verilmediğini soran Oktay Yıldırım’a Mahkeme Başkanı defalarca müdahale ederek sorularını engelledi. Bundan cesaret alan Gizli Tanık 9 ise ağır hakaretler etti.
Oktay Yıldırım’ın ailesini hedef alan Gizi Tanık-9’a hakimler müdahale dahi etmedi.
O sırada, sanık Oktay Yıldırım’ın

– “Sayın yargıç bu hakaretlere izin verecek misiniz?”

demesine sessiz kalan mahkeme heyetine diğer sanıklar tepki gösterdi.

Hakim ‘otur lan yerine’ dedi

Sanık Mehmet Demirtaş, “Sizler hakimsiniz, buna nasıl izin verirsiniz?” deyince,
Sedat Sami Haşıloğlu ayağa kalkıp bağırarak cevap verdi. Sinirden elleri titreyen ve soğukkanlılığını tümüyle yitiren

Haşıloğlu, bir elini cebine sokarak ve ağzından tükürükler çıkarak bağırdı:

  • “Otur lan yerine…”

O sırada bu olaya tepki gösteren Veli Küçük, Erkan Önsel, Turan Özlü ve Mehmet Bedri Gültekin, Oktay Yıldırım ve Mehmet Demirtaş ile birlikte mahkeme salonunu terk ettiler.

Sanıklara küfredeni susturması gereken mahkeme heyetinin Gizli Tanık-Osmanım gibi sanıklara hakaret etmesi vicdanları yaraladı. Duruşmayı izleyenler, “bu nasıl hukuk,
bu nasıl yargılama” diye isyan etti.

Bir de mahkeme ceza verdi

Kendilerine yapılan ağır hakaretlere karşı tepki gösteren Oktay Yıldırım, Veli Küçük
ve Mehmet Demirtaş’a duruşmalardan bütünüyle men cezası verildi.

Daha önce Doğu Perinçek, Serdar Öztürk ve Durmuş Ali Özoğlu’na da duruşmalardan men cezası verilmişti. Uğradıkları bütün hakaretlere rağmen aynı seviyeye inmeyen sanıklar sadece mahkeme heyetinin buna izin vermemesini talep etmişlerdi.

Onlara hakaret eden Osman Yıldırım, kızkardeşini öldürmekten ve öz ablasının kızını
para karşılığında erkeklere pazarlamaktan mahkeme kararıyla ceza almıştı.

Hayatlarını terörle mücadele ederek geçiren askerlerin bu tip tanıkların hiçbir kanıta dayanmayan iddialarıyla suçlanması, hakarete uğraması, bir de mahkemenin olanlara seyirci kalması duruşmayı izleyenlerin vicdanlarını kanattı.

Duruşmayı izleyenler, “Artık Silivri’de ‘otur lan’ hukuku var” yorumunda bulundular.

(http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/16931-silivri-mahkemesinde-otur-ulan-hukuku.html, 19.11.12, AYDINLIK Gazetesi)