Etiket arşivi: İsmet İnönü

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi  

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni AkitGülsün BİLGEHAN
10 Eylül 2022, Cumhuriyet 

1971 yılının sonbaharında “Dedepaşası”, Paris’te okuyan torunu Gülsün Toker’e yazdığı mektupta, Ankara’da resmi ziyarette bulunan İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’le görüştüğünü ve kendisini “resimlerdeki gibi güzel ve kibar bulduğunu” yazıyordu.

İran İmparatorluğu’nun 2500. yıldönümü etkinlikleri dolayısıyla Tahran’da düzenlenen törene katılan Kraliçe Elizabeth, dönüşte Türkiye’ye bir haftalık bir ziyaret yapmıştı. 18 Ekim 1971’de Ankara’ya gelen kraliçeye eşi Prens Philip ve kızı Prenses Anne eşlik ediyorlardı. Kraliyet Ailesi başkentte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Nihat Erim ve bütün devlet ileri gelenleri tarafından özenle ağırlandılar. Çankaya’daki Camlı Köşk’te konuk edildiler. Düzenlenen resmi programda Anıtkabir ziyareti başta geliyordu. Kraliçe Gazi Yetiştirme Yurdu ve Hipodrom’a gitti, adına düzenlenen at yarışını izledi.

PAŞAYI AYAKTA KARŞILADI  

Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Veysel Versan başta olmak üzere herkes gezinin kusursuz olması için uğraşıyordu. Kraliçe Elizabeth’in hazırlanan programa eklenecek tek bir özel isteği oldu: İlk başbakanı olan Winston Churchill’den çok duyduğu İsmet İnönü ile, resmi programın dışında, baş başa özel bir görüşme istiyordu!

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi

Kraliçe 2. Elizabeth ile İsmet İnönü arasındaki bu çok farklı buluşmanın tek tanığı, daha sonra parlak bir büyükelçi olacak genç bir diplomat, Daryal Batıbay’dı. Batıbay, dönemin Dışişleri Bakanı Osman Olcay tarafından, İnönü’nün görüşme kaydının devlet arşivinde bulunması görüşü üzerine görevlendirilmişti. İsmet Paşa, randevu öncesi Pembe Köşk’te buluştuğu genç diplomata daha önce hazırlandığı Türk-İngiliz ilişkileri ile ilgili bilgilerini doğrulattı. Paşanın istediği, kraliçe ile konuşurken kendisine işitme konusunda yardımcı olmasıydı. Gerçekten genç diplomata bütün görüşme boyunca iki önemli insanın hayret verici sohbetini hayranlıkla izlemekten başka fazla iş düşmedi. Daryal Batıbay bu görüşmeyi yıllar sonra mükemmel bir şekilde paylaştı:

“Camlı Köşk’ün büyük uzun salonuna girince kraliçe ayağa kalkıp, salonun ortasına gelerek İsmet Paşa’yı çok sıcak şekilde karşıladı. ‘20. yüzyılın seçkin şahsiyetlerinden biri ile görüşmekten çok mutluyum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size minnettarım. Sizi ziyarete ben gelemediğim için özür diliyorum; hükümdarlar da geleneksel kurallara uymak zorundalar’ diye mahcubiyetini belirtti.

Kraliçe, tahta çıktıktan sonraki ilk başbakanı olan Churchill’den İsmet Paşa hakkında övgü ve hayranlık dolu sözler dinlediğini, İsmet Paşa’nın, büyük bir ustalıkla, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında bırakarak muazzam insani ve maddi kayıplar vermekten kurtardığını, savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda ortak güvenlik için İngiltere ve Türkiye’nin müttefik ve yakın dost olmasından çok memnun olduklarını belirtti.

CHURCHİLL’İN MEKTUBU 

İnönü de İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında İngiltere ve Churchill’in rolü ve katkılarının tarihin şeref sahifelerinde yer aldığını, Churchill ile zor koşullarda dostça ve açık sözlü müzakereler yaptıklarını söyledi.”

Kraliçe, büyük ihtimalle Churchill’in 14 Mayıs 1950 seçimlerini yitirmesinden sonra muhalefete geçen İsmet İnönü’ye yazdığı mektubu biliyordu:

  • “Bana öyle geliyor ki tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka,
    Türkiye Cumhuriyeti’ni İkinci Cihan Harbi’nin vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş liberal ve ileri hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir. Dostça ve zevkli mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yolluyorum.”

(Kraliçe 2. Elizabeth, 1971 yılındaki sekiz günlük Türkiye ziyaretinde büyük ilgi gördü. Kraliçe üstü açık arabadan İstanbulluları selamladı.)  

TARİHTE YERİNİ ALDI  

Churchill’in unutamadığı, 30 Ocak 1943’te Adana Yenice’de bir tren vagonu içinde yaptıkları zorlu buluşmaydı. İki gün boyunca İnönü, ülkesini savaşa sokmaya niyetli İngiltere başbakanına karşı koymuştu. Aynı direnci daha önce bir başka İngilize, Lozan’da Lord Curzon’a da göstermişti. Bu nedenle, Churchill “dünyayı atlatıp harbi kazanan adam”, İnönü ise “Churchill’i atlatıp, yurttaşının kanını dökmeden harbi kazanan adam” olarak biliniyorlardı!

Kraliçe ile İnönü’nün Camlı Köşk’teki görüşmeleri bir saate yakın sürdü. Kraliçe, sohbet sırasında, protokol dışına çıkarak, sehpada bulunan çay servisini bizzat yaparak İsmet Paşa’nın fincanına çay koydu. Odada bulunan genç diplomata ise “Lütfen kendinize yardım edin” diyerek yol göstermiş!

Görüşmenin sonunda İsmet Paşa ayağa kalkarak kanepelerin önünde kraliçeye veda etmek istemiş, onu başıyla selamlayarak, sırtını dönmeden kapıya doğru geri geri adım atmaya başlamış ama kraliçe hızlı adımlarla İnönü’nün yanına gelmiş ve koluna girerek O’nu köşkün dış kapısına kadar geçirmiş.

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth 8 Eylül’de, 96 yaşında yaşamını yitirdi.
Buckingham Sarayı’nın kapısına ölüm ilanı şu basit sözcüklerle asıldı:

“Kraliçe bu öğleden sonra Balmoral’da huzur içinde yaşamını yitirmiştir.” 

Elizabeth-İnönü buluşması da tarih içindeki yerini aldı.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR

Dostlar,

Cumhuriyetimizin 99. yılında, Almanya Hildesheim ADD Başkanı sayın Fatma Anders ile bir sanal konferansımız oldu 29 Ekim 2022 günü. Türkiye ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi de youtube kanalı üzerinden eşzamanlı olarak konuşmamızı yayınladı.

Türkiye saati le 21:00 – 22:00 arasında yaptığımız irdelemede,

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR..
    başlıklı temayı işledik.

İlginç biçimde, o akşam İstanbul Sarıyer’de, Boğaz’da bir lokantada sınıf yemeğimiz vardı!
1971 yılında bitirdiğimiz Van Atatürk Lisesi 6 Fen A sınıfı arkadaşlarımız, 51 yıl sonra ilk kez bir araya gelmiştik. Arkadaşlarımızdan izin isteyerek, lokantada küçücük bir odacıkta zor koşullarda sanal konferansımızı gerçekleştirdik.

İzlemek için lütfen tıklayınız..  https://youtu.be/Dtq-8V3wakc

Büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ile dava ve silah arkadaşlarının görkemli ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti, insanlık tarihine örnek biçimde ilk 100 yılını tamamladı, tamamlayacak.

Hiç kuşku yok inişli – çıkışlı yıllar oldu bu yüz yıla varan tarihsel serüvende.. Mustafa Kemal Paşa 1923-38 arasında Cumhuriyet’e kol kanat gerdi kurucu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak. Ardından 1938-50 arasında, O’nun en yakın yoldaşı İsmet İnönü sürdürdü aynı kritik görevi 2. Cumhurbaşkanı olarak ve ülkemiz 14 Mayıs 1950’de çok partili siyasal yaşama geçti; kurucu parti CHP, iktidarı kendi içinden çıkan DP’ye devretti.

3 Kasım 2002’de AKP iktidar oldu ve 20 yıldır tek başına ülkemizi idare etmekte. Bu uzun 2 onyılda açıkça saptamak gerekir ki, Cumhuriyetimiz ciddi biçimde başkalaştırıldı. Erdoğan hükümetleri giderek artan bir ivmelenme ile Cumhuriyet’imizin temel değerlerine savaş açtılar.

AKP = RTE açıkça Saltanatçı – hilafetçi – dinci – sermaye yanlısı ve
Batı uydusu politikaları tüm ülkeye dayattı.

15 Temmuz 2016‘da ABD maşası FETÖ eliyle girişilen silahlı darbe, önceden haber alındığı halde bastırılmadı ve sergilenmesine izin verilerek sonrası için gerekçe yapıldı. Erdoğan açıkça, “Bu darbe girişimi bize Allah’ın bir lütfudur..” diyebildi! 5 gün sonra OHAL ilan edildi ve Cumhurbaşkanı OHAL Kararnameleri ile Türkiye Cumhuriyeti son derece köklü bir yozlaştırma operasyonuna sokuldu..

2. kez Anayasa değiştirildi halkoylaması ile ve 16 Nisan 2017 halkoylamasında apaçık hile yapılarak 2,5 milyona yakın mühürsüz oy kullandırılarak oylama kıl payı “kazanılmış” oldu!

Bu sivil darbenin ardından 9 Temmuz 2018’de Erdoğan adeta “tahta çıktı” !

Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi Türk Milleti, bu devredilemez ve vazgeçilmez hakkını adeta TEK ADAM Erdoğan’a bıraktı. RTE, padişahlar ölçüsünde hatta yer yer daha “güçlü” post-modern bir patrimonyal sultan oldu! 3 ana Erk’i (Yasama/Yürütme/Yargı) güdümüne soktu.

Türkiye genel seçim eğik düzleminde. Her bakımdan son derece ağır sorunlarla kuşatılmış durumda. Yolsuzluklar, yasaklar ve yoksulluk ülkemizi kasıp kavurmakta. Siyasal islamcı AKP = RTE iktidarı, bir türlü açıkla(ya)madığı 2023 hedefleri peşinde. En geç Haziran 2023’te genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte, aynı gün yapılacak; çok kritik çoook!

  • Geldiğimiz yerde Türkiye’nin en büyük sorunu, tehdidi AKP = RTE iktidarıdır!
  • Yaşanan sorunların hemen tümü bu parti / kişi politikalarının türevidir ve
    Atlantik ötesi ile tartışmasız eşgüdüm içindedir.

En ivedi ve yaşamsal sorun, bu partiden ve TEK ADAM rejiminden ilk
genel seçimde mutlaka ama mutlaka kurtulmaktır. AKP = RTE, Türkiye ve
bölge – dünya için kritik bir istikrar ve güvenlik sorunu durumuna gelmiştir.

Cumhuriyetimizin sağkalımı (bekası) için hem taktik hem de stratejik somut hedef budur.

Bir saat boyunca somut örneklerle ve belgelerle bu konuyu işledik ve çözüm önerileri sunduk.
İzlenmesi, paylaşılması ve gereğinin yapılması dileğimizdir.
Fırsat veren sayın Anders’e\ Türkiye ADD Genel Merkezine teşekkür ederiz.

Hiç kuşkusuz, Büyük Atatürk’ün de 1926’da İzmir’de öldürü (suikast) girişimini atlattıktan sonra söylediği üzere; O’nun ölümlü bedeni elbette toprak olmuştur ancak

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR (sonsuza dek yaşayacaktır)!

Bundan hiç kimsenin, –diyalektik gerekleri örgütlü yapılmak koşulu ile– kuşkusu olmasın.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

  • Yaşatacağız, yaşatacağız, yaşatacağız!
  • Sonsuza dek, başı dik, şan ve şerefle, onurla, çağdaşlaşarak, bilimsel akılcılıkla..
  • Dünya aleme meydan okuyarak ilan ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 01 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

Düzen değişecek mi?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
24 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 99. yıldönümü yaklaşırken, köktendinci ve laiklik karşıtı karşıdevrim sürecini temsil eden AKP’nin yöneticileri de Cumhuriyet devrimlerini hedef almaya başladılar.

AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, kendi hayal âlemindeki yalanları, tarihsel ve kültürel analiz gibi sundu!

Mahir Ünal, “Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.” diyerek, ümmetçilerden ve neo-Osmanlıcılardan, kategorik olarak vatansever insanların çıkamayacağını bir kere daha kanıtladı!

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçenin ve alfabenin, Arapçanın ve Farsçanın etkisi altına girdiğini; Osmanlı’da nüfusun yaklaşık %90’ının okuma ve yazma bilmediğini; Osmanlı’da felsefe ve bilim alanlarında hiçbir özgün ve devrimci çalışmanın gerçekleştirilmediğini görmezden gelerek cehaletini ortaya koyan Mahir Ünal, vicdan ve insaf duygusundan da yoksun olduğunu göstermiş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dilini, lügatını, alfabesini ve düşünce setini yok etmeye çalışan

  • AKP zihniyeti, Türkiye’nin bölünmesine, parçalanmasına ve emperyalizme hizmet etmektedir!

***
Türkiye böyle bir kuşatma altındayken CHP yönetiminin karşıdevrim sürecinin değirmenine su taşıması, kabul edilebilir bir durum değildir.

CHP’nin laiklik konusunda verdiği tavizleri, seçim kazanma stratejisinin arkasına sığınarak savunmak da olanaklı değildir.

Birincisi, gerçek lider, sosyolojik koşullara göre siyaset belirleyen kişi değil, sosyolojik koşulları değiştirmeyi başaran kişidir. Siyasetin popülizm olduğunu sanan, popülizm ile halkçılık arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen insanlar, lider de olamazlar, siyasetçi de olamazlar.

İkincisi, siyasi parti liderleri, yöneticileri ve üyeleri, Siyasi Partiler Yasası’nın gereği, üyesi oldukları partinin programına ve tüzüğüne bağlı kalmakla yükümlüdürler. Hukuk devletini savunanların, kendi iç hukuklarını ihlal etmeleri, büyük bir çelişkidir.

“CHP bir kitle partisidir, bu partide farklı düşünceler olabilir.” safsatası, Siyasi Partiler Yasası’na da CHP’nin kurultay tarafından onaylanmış Parti programına ve Parti tüzüğüne de aykırıdır.

Siyasi partiler, Batı’da “think-tank” olarak da bilinen düşünce merkezleri veya akademik tartışma platformları değildir. Siyasi partilerin ilkeleri, ideolojisi ve politikaları, kurultay delegeleri tarafından belirlenir.

“Kitle partisi olmak” demek, kurultay tarafından belirlenen ilkelerden, ideolojiden ve politikalardan taviz (ödün) vermek anlamına gelmez. Siyasi partiler kendi programlarına, ilkelerine, ideolojilerine, politikalarına sahip çıkarak ve bunları halka etkili bir biçimde anlatarak da kitlelere ulaşabilirler ve iktidar olabilirler.

Üçüncüsü, CHP geçmişte, kendi programına, ilkelerine, ideolojisine, politikalarına sahip çıkarak bugün aldığı oydan çok daha yüksek oy oranlarına ulaşmıştır; başka bir deyişle kitlelere ulaşmıştır.

İsmet İnönü’nün CHP genel başkanı olduğu 1957 seçimlerinde CHP %41, Bülent Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1973 seçimlerinde CHP %33, yine Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1977 seçimlerinde CHP % 41 oy almıştır.

Dördüncüsü,

CHP yönetiminin sağa açılma ve laiklikten vazgeçme stratejisi,
oy oranlarında hiçbir artış sağlamamaktadır.

CHP yönetimi, Kemal Kılıçdaroğlu 2010 yılında genel başkan seçildiğinden beri laiklik konusunda taviz vermiştir ve CHP 2011 seçimlerinde % 26, 2015 seçimlerinde %25, 2018 seçimlerinde %22 oy almıştır.

Son yıllarda ve aylarda yapılan tüm araştırmalarda da CHP’nin oyu %23-28 arasında bir yere çakılıp kalmıştır! Başka bir deyişle,

  • Laiklikten vazgeçmenin CHP’ye oy kazandırmadığı kanıtlanmıştır!

***
Buna rağmen (karşın) CHP yönetiminin laiklik konusunda taviz vermekte ısrar etmesi ve kendi tabanıyla inatlaşması, iç dinamiklerle değil, makro boyuttaki emperyalist bir mekanizmanın Türkiye’de oynadığı oyunlarla ve bu oyunda yer alan oyuncularla açıklanabilir!

CHP, bu şekilde siyaset yapmaya devam ederse sahip olduğu %25 oyu da kaybedecektir!

CHP, iktidar değiştiğinde, düzenin de değişeceğini kanıtlamalıdır.

Teokratik bir düzende güçlü bir parlamenter sistemin var olamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Siyasi Liderlerin Amerika Ziyaretleri

Alev CoşkunAlev Coşkun
16 Ekim 2022, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu geçen pazar günü (9 Ekim 2022) ABD’ye gitti; 13 Ekim Perşembe günü de ziyaretini tamamladı. Türk siyasal yaşamında, parti genel başkanlarının ABD ziyaretleri bir gelenek haline gelmiştir. Nitekim İsmet İnönü iki kez, Bülent Ecevit üç kez, Süleyman Demirel beş kez, Turgut Özal 10 kez, Recep Tayyip Erdoğan ise en az 20 kez ABD’yi ziyaret etti. ABD’ye yapılan lider gezilerinden İnönü, Ecevit ve Erdoğan’ın gezileri tarihidir. Bu gezilerin önemi şudur:

  • Erdoğan, sadece AKP genel başkanıyken ve hiçbir kamu görevi yokken,
    10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da kırmızı halı ve devlet resmi töreni ile karşılandı.

İnönü’nün Kasım 1963’teki, Ecevit’in Temmuz 1976’daki ABD ziyaretleri unutulamaz. Çünkü Ecevit ABD’de bir suikast girişimiyle karşılaştı.

İnönü ise Washington’da ABD başkanı ile görüşeceği gün,
Türkiye için onur kırıcı bir durum doğdu, Ankara’da başbakanlıktan düşürüldü.

Bu gezilere ve arka planına kısaca bakalım.

(İnönü-Johnson görüşmesi)

ERDOĞAN BEYAZ SARAY’DA

Recep Tayyip Erdoğan için dönüm noktası ve “başlangıcın başlangıcı”, 3 Kasım 2002’de Türkiye’de yapılan genel seçimlerden hemen sonra, 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da Başkan George W. Bush tarafından kabul edilmesidir.

  • Erdoğan o tarihte ne milletvekili ne de başbakandı.
  • Sadece AKP genel başkanıydı.
  • Ancak Beyaz Saray’a kırmızı halı protokolü ile kabul edilmişti ve
  • Başkan Bush’la uzun bir görüşme yapmıştı.

Bu görüşme sonrası Türkiye’de “ılımlı İslam ideolojisinin”
ve Erdoğan’ın yükselişi başladı.

Erdoğan, bu görüşmeden sonra Türkiye’de “ılımlı İslamın temsilcisi” olarak kabul edildi. O günden bugüne 20 yıldır Türkiye’yi yönetiyor.

ECEVİT’E SUİKAST GİRİŞİMİ

1976’da Ecevit, ABD gezisinde bir suikast girişimiyle karşılaştı. Olayın özeti şöyledir: 1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP arasında bir koalisyon kurulmuştu. Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ın önemli bir bölümüne egemen olmuştu ve bütün dünyada Ecevit’in ünü en üst düzeye çıkmıştı. Ne var ki Kıbrıs’ta başarılı bir harekât sağlayan CHP-MSP koalisyonu bir süre sonra çatladı ve 17 Kasım 1974’te koalisyon dağıldı. Ancak Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak halk arasında çok sevilir ve güvenilir duruma gelmişti. Bu koşullarda, 1976 yılında CHP Genel Başkanı Ecevit, konferanslar vermek ve siyasi temaslar yapmak üzere ABD’ye davet edildi. Ecevit, önce New York kentinde gazeteciler ve aydınların izlediği bir konferans verdi. Aynı günün akşamında ünlü Waldorf Astoria Oteli’nde, New York bölgesinde oturan Türklerle birlikte olacağı bir toplantı düzenlemişti. Ecevit, New York’ta bulunan Türklere hitap edecekti.

23 Temmuz 1976 Cuma akşamı saat 20.00 dolayında otelin toplantı salonu hıncahınç dolmuştu. Kuşkusuz toplantı salonuna girişler güvenlik güçleri tarafından sıkı denetim altına alınmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştiren, şöhretinin en üst noktasında olan Ecevit, yurtdışında yaşayan Türklerin onurunu yükseltmişti. Ecevit çılgınca alkışlanıyordu. Toplantı salonuna giremeyenler de otelin lobisini doldurmuşlar, toplantı sonunda Ecevit otelden ayrılırken onu selamlamak ve alkışlamak için bekliyorlardı.

(Bülent Ecevit suikast girişiminden sonra BM delegasyonunun resepsiyonunda.)

ÖLÜMDEN KIL PAYI KURTULUŞ

Ecevit otelin geniş toplantı salonunda Türk vatandaşlarına konuşurken otelin dışında toplanmış olan Rumlar ellerinde pankartlar, öfke dolu, taşkın hareketlerle Türkiye ve Ecevit aleyhine gösteri yapıyorlardı. New York’un atlı polisi Rum militanları kontrol etmeye çalışıyordu. Konuşması bitince Ecevit, büyük kalabalık nedeniyle salona giremeyen ancak otelin lobisinde kendisini bekleyenlere de selam vermek istedi. Ecevit lobiye çıktı ve tırabzandan kendisini coşkulu alkışlarla karşılayanlara hitap etmeye başladı. İşte bu ortamda Ecevit konuşurken, tam karşısında bulunan bir militan saniyeler içinde cebinden çıkardığı tabancasını Ecevit’e doğrulttu. Bu militan anında FBI görevlileri tarafından etkisiz duruma getirilirken Ecevit de saniyeler içinde korumalar tarafından yaka paça salondan güvenlikli bir yere götürüldü. Rum militan silahını ateşleme fırsatı bulamamış ve Ecevit suikast sonucu ölümden kıl payı kurtulmuştu.

Bu konuyu anlatırken “silah çekmiş”, “silahını Ecevit’e doğrultmuş” gibi cümlelerle değil, konuyu tekil anlatımıyla yazıyorum. Çünkü o heyecanlı anda, Rum asıllı militanın yan cebinden çıkardığı silahı Ecevit’e doğrultmasına tanıklık ediyordum. Bu olay sırasında Ecevit’in yanındaydım. Ecevit’in bu gezisine CHP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Merkez Basın Sözcüsü olarak katılmıştım. Bursa Milletvekili eski büyükelçilerden Hasan Esat Işık ve CHP Basın Danışmanı Orhan Koloğlu da bu gezide Ecevit kurulunun üyesiydiler.

‘İLGİ ÇEKMEK İÇİN’

Amerikan FBI görevlilerinin müdahalesiyle, silahını ateşleme olanağını bulamayan kişinin Rum asıllı Kıbrıslı Stavros Psihopedrisdes olduğu bir gün sonra çıkarılan New York Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada öğrenildi. Suikast girişimini gerçekleştiren sanığın avukatı Walker Jennigs, “Müvekkilinin Kıbrıs sorununa dünya kamuoyunun ilgisini çekmek için bu girişimi yaptığını” açıklamıştı. Kuşkusuz olay bütün dünyada yankı yarattı. ABD hükümeti, ertesi sabah erken saatlerde Ecevit’e “geçmiş olsun” taziyelerini bildirirken Amerika’nın diğer kentlerine ziyaretleri protestolar nedeniyle yarıda kesmesi için öneride bulundu. Ecevit bu öneriyi kabul etmedi ve ABD gezisini sürdürdü.

Ecevit New York’tan Washington’a geçti. Washington’da Dışişleri Bakanı Kissinger’la konuştu.

  • Kissinger’ın verdiği öğle yemeğinde ABD’nin gelişmekte olan ülkelerde askeri diktatörleri desteklemek yerine demokrasiyi desteklemesini söyledi.

CHP İzmir Milletvekili olarak Ecevit’in gezi ekibinin içinde yer aldığım ve bu görüşmelere katıldığım için günü gününe tuttuğum notlar elimdedir. Ecevit’le Kissinger arasında geçen bu ilginç demokrasi konuşmasını da daha önce yazmıştım. (Bkz: Cumhuriyet, 18 Temmuz 2022)

BAŞBAKANA KURULAN TUZAK

İnönü, Washington’da Türkiye Büyükelçiliği’nde kalıyordu. O sırada Büyükelçi Turgut Menemencioğlu’ydu. İnönü’nün yanında ABD’ye giden doktoru ve olayın birinci derecede tanığı Prof. Dr. Zafer Paykoç konuyu anlatmıştır. Washington’da sabah saat 9, Türkiye’de saat farkı nedeniyle saat öğleden sonra 4’tür. Büyükelçilikte kahvaltı ediliyor. Prof. Dr. Zafer Paykoç şöyle anlatıyor:

“… İsmet Paşa’yla beraber saat 09.00 sıralarında kahvaltı ediyorduk. Büyükelçi Turgut Menemencioğlu içeri girerek Paşa’yı selamladı; geceyi nasıl geçirdiğini sordu. Paşa rahat bir gece geçirdiğini, saat 11.00’de Johnson’la yapacağı konuşmayı sabırsızlıkla beklediğini söyledi. Büyükelçinin durumunda bir gariplik, üzüntülü bir çekingenlik, bir şey söylemek istiyormuş da dili varmıyormuş gibi bir hava vardı.”

RANDEVUNUN İPTALİ

Bir ara bana işaret ederek gizlice konuşmak istediğini belirtti. Şimdi Ankara’dan aldığı bir telsizde, dün akşam koalisyonun dağıldığını, hükümetin düştüğünü söyledi. İki saat sonra Johnson’la konuşmasını yapacak olan Paşa’ya haberi nasıl vereceğini bilemediğini, haber Paşa’da ani şok yaparak sağlığına bir zarar verir diye endişe ettiğini anlattı. Sonra bu haberin şu anda Beyaz Saray’da da duyulduğu muhakkak olduğuna göre, derhal harekete geçmek gerektiğini bildirdi. Sayın Menemencioğlu’yla kötü haberi Paşa’ya duyurmaktan başka çare olmadığına karar verdik.

Sayın elçi, ‘Paşam Ankara’dan acele bir telsiz aldım, çok üzüldüm. Görevim icabı bu haberi zatıâlinize duyurmaya mecburum. Özellikle Johnson’la randevu saatiniz gittikçe yaklaşıyor. Bize emrinizi bildirmenizi rica ederim’ diyerek telgrafı Paşa’ya uzattı. Paşa gözlüklerini taktı, okudu, duraladı. Rengi önce sarardı, sonra kızardı. Telsizi Menemencioğlu’na geri vererek ‘Lütfen Beyaz Saray’a durumu anlatınız. Ben şu anda başbakan değilim. Randevunun iptalini isteyelim’ dedi.”

‘GÖRÜŞMEKTEN ONUR DUYARIM’

“Büyükelçi gerekeni yapmak için dışarı çıktığında, Paşa göğsünde biraz ağrı ve sıkıntı hissettiğini söyledi. Kendisini yatırdım. Gerekli tedaviyi yaptım. Sakinleşti ve rahatladı. Manen çok sarsıldığı halinden belliydi. ‘Doktor’ dedi. ‘Bunu böyle bir günde nasıl yaparlar. Ben Johnson’la kendi şahsi işimi değil, Türkiye’yi ilgilendiren konuları konuşacağım. Türkiye başbakanının itibarını zedeleyen bu tertibi yapmak için bir gün daha bekleyemezler miydi?! Bu arada Menemencioğlu rahatlamış bir yüzle içeri girerek Johnson’ın cevabını getirdi. Johnson şöyle diyordu:

  • ‘Benim için İsmet İnönü’nün kişiliği önemlidir.
  • Onun başbakan olması veya olmaması, bu değeri değiştirmez.
  • Kendisi ile randevu saatinde mutlaka görüşmekten zevk ve şeref duyacağım.’

Böylece Paşa, saat 11.00’de Johnson’la görüştü. Johnson’ın bu nazik jestinin, Paşa’nın sarsılmış itibarını tümüyle tamir etmediyse de, önemli ölçüde moralini düzelttiğine şahit oldum.” İşte o günlerin milliyetçi partisinin yaptıkları… İşte milli ve yerli olalım diyenlerin, milliyetçilik diyenlerin, dış politikada birlik olalım diyenlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına, Kuvayı Milliye’nin Batı Cephesi Komutanı’na oynadıkları oyun… İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına kurulan tuzak, işte politika…

İNÖNÜ’YE ONUR KIRICI HAREKET

Bu lider gezilerinden en ilginci, Başbakan İnönü’nün ABD Başkanı Johnson’la görüşme yaptığı gün görevden düşürülmesi olayıdır. ABD Başkanı Johnson tarafından Türkiye başbakanı olarak randevu verilen İnönü, bu görüşmeyi; başbakanlıktan düşürülmüş bir kişi olarak yapmıştır. Bu onur kırıcı olayın özeti de şöyledir:

ABD Başkanı John F. Kennedy, Teksas eyaletine yaptığı bir gezi sırasında Dallas kentinde 22 Kasım 1963 günü bir suikast girişimi sonucu öldürüldü. Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson, hemen yemin ederek ABD’nin 36. başkanı olarak göreve başladı.

Üç gün sonra 25 Kasım 1963 günü, başkent Washington’da Kennedy için bir cenaze töreni düzenlendi. Bu törene bütün dünyadan devlet başkanları, başbakanlar katıldılar. Türkiye’den de o sırada koalisyon hükümetinin Başbakanı İsmet İnönü katıldı. Cenaze töreninden bir gün sonra 26 Kasım 1963 Salı günü, Başkan Johnson, pek az devlet başkanına konuşma için randevu vermişti. Randevu verilenlerden birisi de İnönü’ydü ve Johnson’la 26 Kasım 1963 Salı günü Beyaz Saray’da görüşülecekti. İnönü, ABD’de iken koalisyonda yer alan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) hükümetten çekilme görüşmelerine başladı. Yaşamında çok kez ihanete uğramış olan İnönü’ye bir tuzak kuruldu. İnönü tam anlamıyla sırtından vurulmuştu.

KAYNAKLAR

  • Prof. Dr. Zafer Paykoç, İnönü’nün İlk ABD Seyahati, Milliyet, 25 Aralık 1981, s. 2.
  • Haluk Şahin, Johnson Mektubu, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019, s. 88-91.
  • Cumhuriyet gazetesi, 28 Temmuz 1976 ve 29 Temmuz 1976. sayıları.

20 yıl sonunda iç savaş tehdidi mi?

Emre Kongar
Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr
27 Eylül 2022, Cumhuriyet

Erdoğan/AKP iktidarı kaybedeceği bir seçime doğru giderken ülkede iç savaş çığlıkları işitilmeye başlandı:

Ne büyük bir hüzündür ki Tek Parti döneminde İsmet İnönü’nün Demokrasiye geçmesi sayesinde iktidar olan Dinci/Sağ Siyaset, 20 yıllık kesintisiz iktidarı sonunda, Türkiye’nin 70 yıl önce tarihe altın harflerle armağan ettiği, “Devrimcilerin barışçı yolla, iktidarı muhaliflerine devretmesi deneyiminden” sonra bu günleri yaşıyor!
***
Bu 20 yıllık Erdoğan/AKP iktidarı boyunca neler oldu?

  • Devlet ve devletin bütün meşru kuvvet kullanma yetkisine sahip organları ve yargı mekanizması bir kişinin emrine sokuldu.

Tarikatlar, vakıf ve dernekler aracılığıyla devletin işlevlerine ortak edildi.

15 Temmuz 2016’da iktidarın müttefiklerinden bir Cemaat, askeri darbe teşebbüsünde bulundu.

  • Bu sırada pek çok otomatik silah kayboldu.

Yurtdışından iktidarın yolsuzluk ve haksızlıkları hakkında ifşalarda bulunan bir çete lideri, bazı silahların bazı sakıncalı yerlere verildiğini açıkladı.

İktidarın tetikçileri gazetelerde, televizyonlarda şiddete yönelik beyanlarını yoğunlaştırdılar.

Birtakım imamlar, tarikatların, cemaatlerin liderleri, hem laikliğe karşı hem kadınlara karşı kin kusmaya hem de silahlanma ve şiddet çağrısında bulunmaya başladılar.

Şaşırtıcı bir biçimde, sokak köpeklerinin katledilmesini savunan bazı hesaplar da sosyal medyada silahlanma çağrısı yapıyor.

Bu duruma dikkat çekmek için, 25 Eylül Pazartesi günü www.kongar.org adresindeki internet sitemde aşağıdaki uyarıyı yayımladım.
***
“GARİP VE RASTLANTISAL(!) AMA KİRLİ BİR İTTİFAK

Son günlerde özellikle sosyal medyada garip ve kirli bir ittifak göze çarpıyor:

Bir yandan sokak köpeklerinin öldürülmesini isteyenler silahlanma çağrısı yapıyor…

Öte yandan bazı imamlar devlet düşmanlarının temizlenmesi ve bu amaçla evlerde nakit para ve baklagiller gibi dayanıklı besin maddelerinin bulundurulmasını öneriyorlar…

İmamlar tarafından sürekli olarak kadınların açık saçık giyindiklerinden şikâyet ediliyor…

Otomatik silahlarla poz verenlerin fotoğrafları, zaten uzun zamandır, övünmek için kendi hesaplarında yayımlanıyor…

Ana muhalefet partisi olan CHP’nin ve meşru bir parti olan HDP’nin, terör örgütü PKK ile ilişkili olduğu iddiaları Anadolu’da, çeşitli biçimlerde hazırlanan pankartlarla ilan ediliyor…

16 Nisan 2017 sözde referandumunda parklarda ve sokaklarda atılan silahların sesleri hâlâ insanların kulaklarında…

İktidarın tetikçileri ise medyada iktidarın seçimi kaybetmeyeceği, kaybetse bile gitmeyeceği propagandasını yayıyorlar…

Ve laikliği ve hayvan haklarını savunan yazarlar, özellikle de kadınlar bu gruplar tarafından linç ediliyor.

Tam ülkenin kaderini belirleyecek seçimlere gidilirken bu garip ve rastlantısal(!) ama kirli ittifaka kamuoyunun dikkatini çekmek istedim.”
***
Tam bu yazıyı yayımlamıştım ki Twitter’da Prof. Dr. Eser Karakaş’ın şu tweet’ine rastladım:

Eser Karakaş
@EserKarakas53

Akit TV’de üç gün önce Ahmet Maranki denen biri 

“seçimleri kaybedersek gömdüğümüz silahları çıkarıp ‘Bismillah’ deyip sokaklara çıkarız” 

dedi, internetten sesli ulaşabiliyorsunuz, Akit TV programcısı bile “Hop” demek zorunda kaldı.

Peki savcılardan bir girişim var mı acaba? Rezalet

ÖS 8:59 · 25 Eyl 2022
***
Aklıma, yurtdışından iktidar hakkında ifşalarda bulunan bir çete liderinin

  • “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” 

sözü ve bu sözün gerekçesini açıklarken “Ortak fikir çerçevesinde o sırada korku iklimi yaratmak gerekiyordu, onu yaptım” mealindeki açıklaması geldi.

Tetikçiler, klasik ve sosyal medyada AKP/Erdoğan’ın seçimi kaybetmeyeceği, kaybetse bile iktidarı terk etmeyeceği biçiminde, şiddet yöntemlerini de anımsatan açık veya kapalı mesajlar vermeye devam ediyorlar.

Bilmiyorlar ki Özgürlük ve Adalet İnancının” ve Hukuk Devleti ve Demokrasi Savaşımının” barışçı gücü, bütün silahlardan ve şiddet eylemlerinden daha cesur ve daha etkilidir!

Lozan Andlaşması 100 Yaşında

Dostlar,

Bu akşam, 23 Temmuz 2022 Cumartesi akşamı, TSİ (Türkiye saati ile) 21:30’da zoom ortamında ve youtube’da bir sanal konferans vereceğiz.

Toplantıyı, Avusturya ADD Şubesinin kurucu Genel başkanı Sn. Erol Güçlü dostumuz,
POYRAZ GRUBU olarak düzenlemekte.

Duyuru ve çağrı görseli aşağıda..

Erişim bilgileri ise şöyle :

https://ataturk-at.zoom.us/j/5957545983?pwd=cDQ5UlNkTzlGdmNtamtpblZ0SXA5dz09
Oda No : 595 754 5983
Sifre : 19051919
POYRAZ YouTube kanalımızdan canlı olarak da izleyebilirsiniz.
https://www.youtube.com/channel/UCKedkTgUsEMJc 

Şu yansıları sunacağız konuşmamızda :

Lozan Andlaşması 99 yaşında, Avusturya ADD, Ahmet SALTIK, 23.07.2022

Güncelleme (24.7.22, 14.04) : Bu sunum gerçekleşti… 2 satlik kapsamlı video kaydı için lütfen tıklayınız..

https://www.youtube.com/watch?v=wWQdxErATHk

***

  • Sevr’in Türkiye için öngördüğü sömürge düzenine razı olmayan Türk milleti, bağımsızlık hedefine ulaşmak İçin tam bir ölüm kalım savaşı vermiştir. Sonuçta büyük askeri zaferini, Lozan’da diplomatik zaferle taçlandırmıştır. Lozan geçmişin yüklerinden, geleceğin ipoteklerinden kurtulmanın adıdır.
  • Yalnızca siyasal bağımsızlığın değil; adli, askeri, iktisadi ve mali bağımsızlığın belgesidir.
  • Toprağı yanık, tarımı ilkel, insanı cahil ve yoksul bırakılmış bir toplumun küllerinden yeni bir ülke olarak doğuşunun adıdır.
  • Bağımsızlık savaşının son adımı, laik Cumhuriyetin ve devrimlerin ilk adımıdır.
  • Norbert von Bischoff’un dediği gibi;
  • Lozan Andlaşması Türk silahlarının kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir.”
  • Türkiye’ye bu tapu senedini armağan eden Aziz Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü saygı ve şükranla anıyorum.
    Önay Alpago
    ADD Danışma Kurulu Başkanı

Bir siyaset bilimci ve hukukçu olarak konuyu işleyeceğiz..

Ayrıca, Lozan Konferansında İsmet Paşa’nın hukuk danışmanı olan Prof. Veli SALTIK,
aile büyüğümüz idi..

24 Temmuz 2022 Pazar günü sabah 10:00’da TELE1’de Sn. Namık Koçak’ın konuğu olacağız.
11:10’a dek 2 konu işleyeceğiz : Salgın ve Lozan..

Akşam ise saat 18:00’de Dikili ADD’nin konuğu olarak canlı konferans sunacağız.

Sevgi ve saygı ile. 23 Temmuz 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​

www.ahmetsaltik.net        
profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

 

ŞEKER FABRİKASI YALNIZCA ŞEKER FABRİKASI DEĞİLDİR!

  • Şeker fiyatlarının can yaktığı, basiretsiz kararlarla yok edilen fabrikalarımızda artık şeker üretilmemesinden doğan açığın yüz binlerce ton dışalımla (ithal edilerek) kapatılmaya çalışıldığı bu günlerde, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Başdanışmanı Sayın Lütfü Kırayoğlu’nun 14 Şeker Fabrikamızın haraç mezat satıldığı dönemdeki 03.03.2018 tarihli bu yazısı okunmalı mutlaka…

Özellikle Sayın Kırayoğlu’nun yazısına eklediği Canip Sevinç’in çalışması çok değerli, çok öğretici.

Çok teşekkürler değerli Lütfü Kırayoğlu üstadımız…

Dr. Ahmet SALTIK, 29.05.22
(Yer yer güncel – yaşayan Türkçe kullanmaya çalıştık metinde; Türkçe’ye özen herkesin ödevi..)
***

ŞEKER FABRİKASI YALNIZCA ŞEKER FABRİKASI DEĞİLDİR!

portresi

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)

ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Cumhuriyetin ekonomik kalelerini yıkmaya kararlı AKP iktidarı, 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi kararı ile yıkımda yeni bir adım daha atmaya hazırlanıyor. Özelleştirme kararı ile ilgili ihale ilanlarının yayınlanması ile birlikte bu fabrikaların kurulu olduğu yerler başta olmak üzere yurdun her yerinde yoğun tepkiler oluştu. Bu yoğun tepki şeker fabrikalarının sadece Cumhuriyetin ilk ve önemli anı-anıt eserleri olması ile ilgili değil. Şeker fabrikaları ülke ekonomisine ve kültürüne çok yönlü katkıda bulunan sanayi tesisleridir. Yani şeker fabrikaları yalnızca şeker fabrikası değildir.

Şeker fabrikaları öncelikle ülkenin şeker gibi temel bir gıda maddesi gereksinimini sağlıyor. Endüstriyel tarım adını verdiğimiz bir alanda, şeker pancarı üretiminde şimdilerde sayı azalsa da beş yüz bine yakın çiftçi ailesinin geçimini sağlıyor. Yalnızca verimli tarım alanlarında değil, yüksek rakımlı ve soğuk iklime sahip yörelerde de şeker pancarı üretimi yapılabiliyor. Bu fabrikaların bulunduğu yerler ülkemizde sanayi tesislerinin az olduğu, nerede ise hiç bulunmadığı, bu nedenle göç verme yanında özellikle Doğu Anadolu’da işsiz gençlerin terör örgütlerinin ağına düştüğü yöreler. Pancardan şeker üretilmesi sırasında elde edilen yan ürün olan pancar küspesi yok olmakta olan hayvancılığımızın temel besi maddeleri arasında yer alıyor. En önemlisi de ülkemizde şeker fabrikalarını kuranlar sadece şeker fabrikası değil, başka şeker fabrikaları, hatta öbür sanayi kolları için de fabrikalar kuran temel sanayi tesisleri olması, yani fabrika yapan fabrikalar olması.

Elbette şeker fabrikalarının bir başka özelliği Cumhuriyet döneminde kurulan tüm fabrikalarda olduğu gibi kurulduğu kentte sosyal yaşamı, sporu, sendikacılığı, sinemayı, sanatı, kültürü, kadın emeğini geliştiren komple (bütüncül, tam) tesisler olmaları. Fabrikaların satışı bu kültür yanında şeker pancarı ve şeker üretme kültürünü de yok edecek.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sonucu satın alınanlarca işletileceği konusunda genel kanı, bunların çalıştırılmayıp, kent merkezleri içinde kalan değerli arazilerinin konut ve AVM olarak kentsel ranta dönüştürüleceği endişesi. En önemli endişe ise bu fabrikaların pancardan şeker üretimine son vermesi ile GDO’lu olarak yetiştirilen mısır bitkisinden elde edilecek ve kanserojen olduğu iddia edilen NBŞ (Nişasta Bazlı Şeker) ürünlerinin tatlandırıcı piyasasını ele geçireceği.

Bütün bunlar son günlerde kamuoyunda tartışılmakla birlikte şeker fabrikalarının birer fabrika yapan fabrika olması özelliği fazlaca tartışılmadı. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) son yıllarda Mühendislik ve Mimarlık Öyküleri adı altında bir seri kitap yayınladı. Altıncısı yayınlanan bu eserde Cumhuriyet döneminde yokluklara karşın büyük özveri ile kurulan ekonomik kaleler, sanayi tesislerinin kuruluş öyküleri bizzat bu tesisleri kuranlar ya da emek verenler tarafından anlatılıyor. Bu kitapların 2010 yılında yayınlanan 4. cildinde TŞFAŞ (Türk Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi) eski Başuzmanı, Ekonomist ve Makine Yük. Müh. Canip Sevinç’in “TÜRKŞEKER MAKİNA FABRİKALARININ 85 YILLIK TARİHİ” adlı çalışmasında şeker fabrikalarının bünyesinde geliştirilen fabrika yapan fabrikaların bilinmeyen öyküsü anlatılıyor. İlginizi çeker umarım… 03.03.2018

Lütfü Kırayoğlu
==================================

TÜRKŞEKER MAKİNA FABRİKALARININ 85 YILLIK TARİHİ

TŞFAŞ’nin (Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi) kuruluşunda büyük önder Atatürk’ün imzası, kararlılığı, desteği ve himayesi vardır. Osmanlı Devleti döneminde 1840 yılından itibaren (başlayarak) müslim, gayri-müslim demeden tebaanın birçok girişimcisine nice nice önemli destek ve imtiyazlar (AS: ayrıcalıklar) verilmesine karşın bugün çok basit gibi görünen gerçekte ise hala kompleks (karmaşık) ve çok disiplinli mühendislik bilim alanı olan şeker fabrikalarının kurulması, Avrupa’daki ilk fabrikadan 160 yıl sonra ancak başarılmıştır. İlk şeker fabrikamız, ilk şeker pancarını ve tarımını da ülkemize çocukluğunda yaşadığı Balkanlardan getiren Uşaklı müteşebbis Hacı Molla Ömer oğlu Nuri Şeker tarafından ve Atatürk’ün teşvik ve destekleriyle çok ortaklı özel sektör işletmesi olarak Çek SKODA firması tarafından 10 Aralık 1926’da Uşak ilimizde kurulmuştur. Sıfırdan başlayan bu büyük sanayi yatırımı; Atatürk’ün ve Cumhuriyeti kuran kadroların mühendisliğe, bilime, sanayileşmeye, toplumun gereksinimlerini karşılamaya, işçiye ve istihdama, kalkınmada öz kaynaklarımızın kullanımına verdikleri önemi , yabancı ülkeler ile işbirliği yaparken ulusal çıkarları korumadaki ustalık ve kararlılığı ve nihayet (sonunda) öz değerlerimize, kendi insanımıza ve onların eğitim ve yetiştirilmesine nasıl yaklaşıldığını ve daha bir çok önemli noktayı da gözler önüne seren ve halen bu deneyimlerden örnek ve güç alınmasının gerekliliğini ortaya koyan birer şaheser ve tarihe izdir. Hacı Molla Ömer Oğlu Nuri (Şeker) Ülkemizde ilk kurulan şeker fabrikası: Uşak Şeker Fabrikası, sıfırdan başlayan Türk şeker endüstrisi daha Ata’nın sağlığında dünya çapında bir gelişme sağlamış, zaman içinde üretim kapasitesi ile dünyada Fransa, Almanya ve ABD’nin ardından 4. sıraya dek yükselerek 1999 yılında 2.400.000 ton/yıl şeker üretim kapasitesine ulaşmıştır. 1963 yılından itibaren (bu yana) TÜRKŞEKER endüstrisi kendi şeker fabrikalarını yine kendi bünyesindeki Makine ve Elektro-Mekanik Aygıt Fabrikaları aracılığı ile % 98 oranlarında kurabilen bir yapılanma olarak dünyada bu endüstri için tek örnektir ve başka da emsali yoktur. Bu tamı tamına bir Cumhuriyet mucizesidir. Bu endüstri; “Şeker üretimi olmadan gürbüz çocuklara hasret kalırız” talimatını vererek konuya duygusal olarak da yaklaşan bir büyük liderin, aynı dönemde Almanların iki yılda kurdukları bir şeker fabrikasını ülkemizde gece gündüz hiç uyumadan altı ayda kurmayı başaran kahraman ve dahi bir mühendisin (Kazım Taşkent) , O’na güvenen bir Ekonomi Bakanı’nın (Celal Bayar) ve “Biz esasen sanayiden falan pek anlamıyoruz ama biz istiklalimiz için ölmeyi iyi bildiğimiz için bunları kurmak bize çocuk oyuncağı geliyor ” diyerek gerçek gücün halkın kendi özgürlük ve bağımsızlık gücü olduğuna inanan bir Başbakanın (İsmet İnönü) ve hepsi biri birine sahip çıkan, biri birinden inançlı, biri birinden çalışkan ve güçlü kadroların mucizesidir. O dönemde kurulan bütün tesislerde olduğu gibi şeker fabrikaları da işin başında entegre çok boyutlu, çok üretimli, çok araştırmalı, çoklu istihdam yaratacak şekilde düşünülmemiş olsalar da kuruluşlarından kısa bir süre sonra Kazım Taşkent, Eskişehir Şeker Fabrikası, Türkiye Şeker Fabrikalarının ilk Genel Müdürü böyle gelişmişlerdir. Çünkü başlangıçta ilgili ve ilişkili piyasalar henüz yoktur. Özel sektörün bu piyasaları kuracak yatırım gücü ve insan kaynakları da mevcut değildir. Devlet özel kesimin kendi iradesi ile yer almadığı bütün alanlarda mal ve hizmet üretmeye mecbur kalmaktadır. İlk başta özel kesim eli ile kurulması özendirilen şeker endüstrisi, işin ulusal ve sektörel boyutu düşünülerek ve müteşebbislerinin (girişimcilerinin) de rızası ile özel-kamu ortaklığına dönüştürülmüş zaman içinde  kamulaştırılmıştır. Ancak bu planlama faaliyetleri bir elit – seçkinci gurubun (kesimin) kendi karar ve tekelinde de gelişmemiştir.

Genç Cumhuriyet daha kuruluş yıllarında ekonomik kararlar alınmasında son derece katılımcıdır. Sanayileşme döneminin ana kararları o günkü şartlara rağmen (koşullara karşın) Anadolu’nun en ücra (uzak) köşelerinden İzmir’e 1.İktisat Kongresine gelen 1100 delegenin katılımı, görüşü, önerisi ve eleştirisi altında alınmıştır. Ve bu kongreye sadece (yalnızca) elit birkaç yazar, çizer, aydın, iş adamı ve devlet adamı ile siyasetçi değil aynı zamanda işçi, çiftçi, esnaf, muhtar, öğrenci, asker, subay gibi toplumun tüm kesimlerinden delegeler katılmışlardır. Diğer taraftan bu kamu işletmeleri veya yatırımları kuruluşlarından itibaren 1960-65’li yıllara kadar yasal değilse bile mutlak şekilde “fiili özerk” olarak yönetilmişlerdir. Hiç kimse bu yıllara kadar Türkiye Şeker Fabrikalarının her hangi bir birimine bir işçinin bir siyasi öneri ile alındığını, bir memurun bir siyasi öneri ile atandığını, terfi ettirildiğini veya görevden alındığını, kurumun her hangi bir noktasına veya kurumca ülkenin herhangi bir yerine siyasi bir öneri ile yatırım yapıldığını, her hangi bir bölgede her hangi bir yerde pancar üretimine siyasi bir karar ile başlanıldığını söyleyemez. Daha pek çok konu incelendiğinde “yönetimlerin basiretli bir tüccar gibi davrandığı” görülmektedir. Bu cidden fiilen bir özerkliktir. Üstelik bu özgün özerk yapıda görev yapan kadrolar ülkesini ve ulusunu tanıyan onun içinden çıkmış kadrolardır. Ve o kadrolar yıllarca yoksulluk, fakirlik, harpler, hastalıklar ve iç çalkantılarla yıpranmış bu halkı iyi tanımakta ve bulundukları yörelerde “önemli sosyal sorumluluk projelerine” de imza atmaktadırlar. Ekonomistler bunu sosyal karlılık kavramı altında incelemektedirler ki; kamu işletmeleri günümüzde özelleştirilirken, kamu kuruluşlarının yarattığı sosyal devletin işlevinin sona ermesi ile doğacak boşluğun nasıl doldurulacağı kamuoyu açısından dikkatli bir şekilde izlenmektedir. Türkiye Şeker Fabrikaları kuruluşundan itibaren nitelikli eleman ihtiyacını karşılama doğrultusunda ihtiyacına uygun ve tamamen kendi kararlaştırdığı özerk ve ciddi bir eğitim programı yürütmüştür. Yurt içinde ve dışında lisans ve yüksek lisans bursları ile mühendislerin eğitimini teşvik etmiştir. 1940 yılı yayını 3 aylık periyodik Şeker Dergilerinde şeker mühendislerince yayınlanmış İngilizce, Almanca, Fransızca teknik yayınlara rastlanılmaktadır. Bu kadrolar zaman içinde transfer olarak diğer büyük kamu işletmeleri ile özel sektör kuruluşlarının da üst yönetimlerinde ve kurucu kadroları arasında yer almışlardır. TŞFAŞ’nin ilk Genel Müdürü Kazım TAŞKENT ülkemizin ilk özel ticari bankasının da kurucusu ve Genel Müdürüdür. TŞFAŞ’nin kuruluşundan hemen sonra başlayan fabrikalar ve bölgeler arasında rotasyonel çalışma döngüsü, bugüne kadar askeri bir disiplin içinde yürütülmekte ve önemli kazanımlar sağlamaktadır. Şeker fabrikalarının ilk kuruluşunda (birçok benzer tesiste olduğu gibi) o fabrikanın basit onarım ve bakım ihtiyacını karşılamak üzere adına Çarkhane denilen küçük atölyeler kurulmuştur. Çarkhanelerde 4-5 adet üniversal torna tezgahı, testere, planya, matkap, zımpara taşı, demir testere gibi makine ve takımlar, boyahane, marangozhane, boruhane, tenekehane gibi bölümler yer alırdı. Belli bir bilgi düzeyine ve teknik güce ulaşılmasından ve gereksinimlerin de giderek büyümesinden sonra ve kuruluşunda zorunlu olarak yurt dışından satın alınan şeker fabrikası tesislerinde dışa bağımlılığımızın azaltılması, tamir (onarım), bakım, tevsii işlemlerimizin içselleştirilmesi, yavaş yavaş tesislerde bir kısım imalatların yerli olarak üretilmesi ve ikamesi, böylece yeni istihdam da yaratılması, sanat ve teknik okullarımızdan mezun olanların istihdamının sağlanması, sınai ve endüstriyel bilgi ve birikimi arttırmak gibi düşüncelerle ilk olarak 1958 yılında Eskişehir’de,1961’de Turhal ve Erzincan’da, 1968’de Ankara’da ve 1977’de de Afyon’da 4 Şeker Makine Fabrikası kurulmuştur. Öte yandan yurt dışından alınan ve şeker üretim fabrikalarında çalışan ve kullanılan çok sayıdaki ölçü, kumanda ve endüstriyel denetim aygıtlarının onarımını yapmak ve bu aygıtları geliştirmek ve sektörde AR-GE faaliyetleri gerçekleştirmek üzere kurulmuş “Şeker Enstitüsü” bünyesinde “Elektromekanik Şubesi” oluşturulmuştur. Bu şubenin olgunlaşan çalışmaları sonucunda 4 makine fabrikasına ilave (ek) olarak 1979’da Ankara’da bir de “Elektromekanik Aygıtlar Fabrikası” kurulmuştur.

BİR DÖNÜM NOKTASI

2. Dünya Savaşının başlaması Avrupa ülkelerinden satın alınan ve o günlere kadar çoğunlukla yurt dışından tedarik edilen makine yedeklerinin ithalatında (dışalımında) ciddi sorunlar yaşanmasına sebep (neden) olmuştur. Hatta bazen (kimi kez) politik ve bazen de savaş şartları (koşulları) nedeniyle ihtiyaçlar (gereksinimler) karşılanamaz hale (duruma) gelmiştir. 1974’de Kıbrıs Barış Harekatından sonra Amerikan ambargosu nedeniyle benzer sıkıntıların ithal ikameci sanayi politikaları ile birleşerek yerli sanayimize önemli bir ivme kazandırdığı bilinmektedir. Bu olağanüstü şartlarda iç dinamiklerin harekete geçmesi ile dışarıdan ithal edilemeyen yani getirtilemeyen her türlü makine ve yedek aksamın yurt içinde üretilerek sağlanmasına yönelinmiştir. Bu Fabrikaların fabrika binaları ve fabrika organizasyonları da Türk teknisyenlerince yapılmıştır. İlk başlarda hedef yalnızca Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü’ne ait şeker fabrikaları ve tesislerinin tamir, bakım, onarım ve yedek malzeme tedariki iken savaş koşullarında kurulan büyük tesis kapasiteleri ve zaman içinde gelişen teknoloji birikimini ülke sanayisi için en yüksek düzeyde kullanabilmek amacı ile makine fabrikalarının dışarıya olan yüzü büyük gelişme göstermiştir. Bu dönemde yeni kurulacak şeker fabrikalarının ulusal imkanlarla kurulması başta olmak üzere çok büyük sanayi tesislerinin bu “Türk Kamu Makine İmalat Fabrikaları” denilebilecek yapılar aracılığı ile kurulması sağlanmıştır. Kurulan bu tesisler içinde; bazı çimento fabrikaları, demir-çelik fabrikası ana ve yardımcı üniteleri, petrokimya tesisleri, termik santrallere ilişkin tesisler, hidrolik santral üniteleri, bor minerali üretim makineleri, yem sanayi teçhizatları (AS: donanımları) olmak üzere bir çok makine, teçhizat (donanım), yedek malzeme vs. mevcuttur (vardır). Kuruluşu şeker sanayinin kuruluşu ile başlayan ve temelleri ona yardımcı hizmet vermek üzere atılan gerçekte bir “Türk Kamu Makine İmalat Fabrikaları” gibi hizmet veren bu tesisler, zaman içinde bilgi birikimi, proje birikimi, tecrübe birikimi, iş gücü potansiyeli, gelişen mühendislik hizmetleri, makine tesis, model, alet-edevat ve laboratuvar olanakları ile 1990’lı yıllara dek Türkiye’nin ve kamunun en önemli makine imalat gurubu olmuşlardır. Ve bu büyüklüğü ile orantılı olarak bir çok önemli ilki gerçekleştirmiş olma şerefine sahiptirler. Bu imalat fabrikalarının büyük iz bırakan kimi üretimleri şunlar :

1- Yurt dışından anahtar teslimi olarak satın alınan ve dünyadaki ilk fabrikadan ancak 160 yıl sonra ülkemizde kurulabilen ilk şeker fabrikası ardından zamanla yenileri % 98 oranında yerli imalatla kurulmuştur. Üretilen fabrika tesisleri 1800-3600 ve 6000 ton/gün pancar işleme kapasitesine sahip şeker fabrikalarıdır. TŞFAŞ Genel Müdürlüğü 1963 yılından sonra yabancı firmalara ülkemizde şeker fabrikası kurdurmamış 28.10.1977 yılında ilk olarak % 98 oranında Afyon Şeker Fabrikasını TÜRKŞEKER makine fabrikalarına kurdurduğu gibi yurdun muhtelif yerlerine çeşitli pancar işleme kapasitesinde 13 adet daha şeker fabrikası kurdurmuştur. Bu 13 adet fabrikanın sonuncusu Kırşehir Şeker Fabrikası olup 17.01.2001 tarihinde kurulmuştur. TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarının son kurduğu şeker fabrikası 30.09.1998 tarihinde bir dış taahhüt olarak işçi ve teknik elemanlarla birlikte anahtar teslimi olarak kurulan Özbekistan Harezm’de kurulan şeker fabrikasıdır. Bu fabrikadan sonra 12 yıldır yeni bir şeker fabrikası kurulmamıştır. Hiçbir büyük ve önemli imalat da yapılmamıştır. Özelleştirme rüzgarlarının esmesi ile ölü bir dönem yaşanmaktadır. Bu büyük kapasite ve deneyimimize rağmen liberal ekonomi politikaları uygulanması paralelinde yabancı şirketler Türk özel sektörüne şeker fabrikası kurmaya başlamışlardır. Bunlar Boğazlayan ve Çumra şeker fabrikalarıdır.

2- 1970-79 arasında TPAO için muhtelif (çeşitli) petrol istihsal pompaları üretilmiştir.
3- 1972-76 arasında Aliağa Petrokimya Kompleksine ilişkin pek çok ünite (birim) TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarında üretilmiştir.
4- Bu makine fabrikaları, 1980’li yıllarda % 75 oranında yerli Çimento Fabrikası imalatı yaparak “fabrika kuran fabrika” unvanını gururla taşımaktadırlar.
5- Sınai ve termik santraller için 100 ton/h buhar üretim kapasitesinde (sığasında) 35 MW güce dek linyit kömürü yakıtlı buhar kazanları üretimi yapılmıştır.

FABRİKALARIN HER BİRİNDE FARKLI ve BİRİBİRİNİ DESTEKLEYEN ALANLARDA UZMANLIK

Fabrikaların her biri, farklı ve biri birini imalat kapasitesi, bilgi birikimi ile destekleyen farklı uzmanlık alanlarında geliştirilmiş ve birbirleri ile bütünleşik bir yapı kurulmuştur. İşletmeler siparişe göre üretim yapan fabrikalar olarak dizayn edilmişlerdir. Her fabrika öbür fabrikalardan da azami (en üst) düzeyde istifade edecek (yararlanacak)  ve ancak kendi uzmanlık alanını da en ileri düzeye çıkaracak ve üretim yapacak şekilde çift yönlü koordine edilerek (eşgüdümlenerek) imalat (üretim) yapmışlardır. Örneğin Ankara Makine Fabrikaları hacim ve ağırlıkça büyük parçaların imalatını gerçekleştirecek şekilde dizayn edilmiş (tasarlanmış)  ve büyük ebatlı (ölçekli) makine ve tesisler, çelik konstrüksiyonlar, basınçlı kaplar, buhar kazanları, çimento fabrikası tesisleri, petrokimya tesisleri, su türbinleri vb. üretimleri yapabilmek üzere çok büyük boyutlu tezgahlarla donatılmıştır.1968 tarihinde tek hol olarak kurulan makine fabrikası 1974 yılında iki hol ve 1979 yılında da iki hol daha ilave edilerek birbiri ile irtibatlı 5 holden müteşekkil 36.000 m² kapalı olmak üzere 260.000 m² alanda kurulmuştur. Bu fabrikalarda 30 yıl önce ülkemiz HES’leri (Hidroelektrik Santral) için tüm mühendislik hesap dizayn (tasarım) ve parametrelerini (ölçütlerini) kullanarak su türbinleri üretildiğinde bugün dünya pazarında önemli bir üretici ve satıcı konumunda bulunan Çin bu alana daha hiç girmemişti. 1983 yılında Türkiye Elektrik Kurumu ile işbirliği içinde Hirfanlı Hidroelektrik Santrali için 32 MW gücünde Francis tipinde su türbini ve jeneratör imalatı (üretimi) tüm mühendislik hesap ve çizim detayları (ayrıntıları) da Ankara Makine Fabrikası mühendislerince yapılarak imal edilmiştir. Bu türbin ve jeneratör 30 yıldan bu tarafa Hirfanlı’da başarı ile çalışmasını sürdürmektedir. Bu ünitenin tesisi için o zamanın fiyatları ile 640 milyon TL harcanmıştır. Bu duruma göre birim KW başına tesis bedeli 20 000 TL olmaktadır. Oysaki aynı tarihlerde aynı güçte bir türbin-jeneratör ünitesi (birimi) ile yardımcı tesisatlarının yurt dışı firmalardan satın alınmasının bedeli olarak ödenecek dövizin o günkü Türk parası olarak yani TL olarak karşılığı birim güç için takriben (yaklaşık) 45.000 TL/KW ve 32 MW güç değeri için ise tesis fiyatı 1,5 milyar TL’dir. Yani bu türbin-jeneratör grubu yurt dışında yaptırılsaydı yaklaşık 2,5 kat daha yüksek bedel ödenecekti. Buna rağmen daha sonraki yıllarda yapılan barajlar için türbin-jeneratör alımları yurt dışından yapılmış ve TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarına yeni siparişler gelmemiş ve halen hidroenerji kaynaklarımızın ancak %38’i kullanılmış olmasına rağmen çok büyük bir endüstri doğmadan öldürülmüştür.

Oysaki büyük önder ATATÜRK 1918 yılında “Hatırlamanın olmadığı bir ülkede her şey mümkündür” vecizesi ile bizleri uyarmıştı. TKİ, TTK, TŞFAŞ ve ETKB’da (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı) değişik görevlerde çalışmış bir mühendis olarak, Türkiye’nin en büyük buhar kazanı üretim kapasitesine sahip kuruluşunun TÜRKŞEKER Makine Fabrikaları olduğunu biliyorum ve halen zaman zaman bu bilgi ve birikimin kullanılmasında ilgili kuruluşlara hatırlatmalarda bulunuyorum. 2023 yılına kadar tüm kömür kaynaklarını değerlendirmeyi stratejik bir amaç olarak ortaya koyan ETKB’nin yerli kazan üretimi için yararlanabileceği en önemli kaynakların başında TÜRKŞEKER Makine Fabrikaları gelmektedir. Ankara, Eskişehir, Turhal, Afyon ve Erzincan Makina Fabrikaları iş bölümü içinde bir buhar kazanının tüm makine elemanlarını ve tesislerini imal etme (üretme) olanağına sahiptir. Ayrıca EMAF (Elektromekanik Aygıtlar Fabrikası) da bir buhar kazanının tüm ölçü denetim ve bilgisayar destekli otomasyon sistemini yapabilmektedir. Elektromekanik Aygıtlar Fabrikası Bütün bu belirtilen donanımlar Türkiye’de imal de edilmiştir, halen de edilebilir. Türkiye Şeker Fabrikaları, 20 t/h (7MW) kapasiteden 100 t/h (35 MW) kapasiteye kadar buhar kazanı imal etmektedir (üretmektedir). Şeker şirketi ilk defa (kez) 1964 yılında 40 t/h kapasiteli 4000 kcal/kg’lık linyitle çalışır 5 buhar kazanını muhtelif şeker fabrikaları için imal ve monte ederek işletmeye almıştır. Daha sonra ülkemizde 4000 kcal/kg alt ısıl değerinde linyitin temininde (sağlanmasında) zorluklar bulunduğundan, 2500/4000 kcal/kg alt ısıl değerli linyit yakabilecek 100 t/h 450°C ve 37 atü nominal buhar üretme kapasiteli, toz kömür püskürtmeli (PC) buhar kazanları imalatına başlanmıştır. 1974 yılından 1981 yılına dek TÜRKŞEKER Makine Fabrikaları, sanayi tipi buhar kazanlarının imalatı yanında, santral tipi buhar kazanlarını da imal edebilmek için makine parkına gerekli tevsiat (iyileştirme-yenileme-büyütme) yatırımlarını yapmıştır. Halen, tek vardiyada 8000 m²/yıl ısıtma yüzeyi (membran duvar) buhar kazanı üretim kapasitesine sahiptir.

Örneğin ÇATES Termik Santralinde olduğu gibi 315 MW gücünde 1000 t/h buhar üretim kapasitesinde 1800 GWh /yıl elektrik üretim kapasiteli bir termik santral buhar kazanının ısıtma yüzeyi ihtiyacı 9 000 m²’dir. İki vardiyalı bir çalışma ile bu ihtiyaç fazlasıyla karşılanmaktadır. 59 Mühendislik Mimarlık Öyküleri-IV 1983 yılında Türkiye’de santral tipi buhar kazanı imalatı yapmak üzere bu kapasiteyi daha da ileriye taşıyacak kısa adı BUKAŞ olacak, TEMSAN, GAMA, TÜRK ŞEKER, GÜRİŞ ve Alman VKW şirketlerinin iştirakiyle bir şirket kurma girişiminde bulunulmuş, ancak ana sözleşmesi hazırlanan bu girişim başarıya ulaştırılamamıştır. Şu anda EÜAŞ kendi kömür kaynaklarını elektrik enerjisine dönüştürecek termik santraller için kazan üretemediği gibi , ekonomik ömrünü tamamladığı için rehabilite edilmesi yani tamiri bakımı ve onarımı için Dünya Bankasından alınmış 280 milyon avroluk krediye rağmen (karşın) Afşin-Elbistan A Termik Santralini rehabilite ettirebilecek yerli-yabancı firma dahi (bile) bulamamış ve 4 yıl sonunda 4 milyon Avro’ya yakın da faiz ödeyerek krediyi geri iade etmiştir (geri vermiştir). Ancak; Şeker Şirketi 1983 yılından bu yana kurup işletmeye aldığı 10 Şeker Fabrikasında kendi ürünü olan, linyit yakıtını kullanan yüksek basınçlı, kızgın buharlı, kazanları imal edip devreye almıştır. Buhar kazanı üretim teknolojisinde belli bir birikime sahip olan Şeker Şirketi kendi araştırmaları sonucunda akışkan yataklı kazanlar da imal etmiştir. Izgaralı 50 t/h kapasiteli kazan modifiye edilerek akışkan yataklı hale getirilmiştir. Ayrıca Yozgat Şeker Fabrikası’nda 25 t/h (8 MW) gücünde Akışkan Yataklı Kazan 2003 yılında imal ve montajı tamamlanarak işletmeye alınmıştır. Çan ilçemizde birkaç yıl önce faaliyete geçen ülkemizin ilk AYTS ( Akışkan Yataklı Termik Santral) kazanının kurulmasından 10 yıl önce TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarında Şeker Fabrikalarının otoprodüktör termik santrallerinde kullanılmak üzere Alman lisansı ile ve orijinal projelerle 8 MW ve 16 MW gücünde AYK imal edilebilmiştir. Bu örnek içinde bulunduğumuz koşullar da düşünüldüğünde TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarının ne anlama geldiğini iyice ortaya koymaktadır.

Öte yandan, AMF’da; 18 Ton ağırlığa ve 3,7m. çapa kadar dönen parçaların dinamik balans işleri; 650-1100° C arasında ısıl ve tav işlemleri, köprülü ve kepçeli gezer vinç imalatları; Pres makas, saç bükme ve doğrultma, plan punta torna tezgahı türünde basit takım ve atölye tezgahları üretimi gibi ilginç üretimler gerçekleştirilmiştir. AMF’de örneğin 1998-2002 yılları arasında ortalama 250 dolayında işçi istihdam edilmiş 2500 ton/yıl dolayında üretim yapılmış ve 2002 yılı değerleri ile 7,628 milyar TL’lik ciro yapılmış ve toplam üretim maliyeti 10,096 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. AMF’den bir görüntü TEKEL işletmelerinin alkol üretim tesisleri, ETİBANK Bor işletmelerinin Bor işleme makine ve ekipmanları (donanımları), TDÇ İşletmeleri için ergimiş maden potaları, tandiş arabaları ve çeşitli konverterler (dönüştürücüler) de üretilen önemli donanımlar arasındadır. 2007 yılında TÜPRAŞ Kırıkkale Petrokimya Tesisleri için milyon dolarlarca döviz ödenerek Güney Kore’de imal ettirilerek deniz yolu ile Samsun’a ve oradan 64 tekerlekli 130 m uzunluğunda özel büyüklükteki TIR’larla ve aradaki bir çok yol, köprü yıkılıp dökülerek veya genişletilerek Kırıkkale’ye getirilen 100-110 m uzunluğunda ve 20 m’den daha büyük çaptaki Diesel Kükürt Giderme ve Yeni Reformer Ünitesinin bir benzeri Ankara Makine AMF- Otojen İmalatı Fabrikalarında 1975-1980 dönemlerinde üretilmiş ve Aliağa’ya gönderilmiş ve orada monte edilerek işletmeye sokulmuşken bu son imalat için TŞFAŞ Makine Fabrikalarından teklif bile alınmaksızın TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesinin ardından bu ihale yapılmıştır.

Ve aynı dönemde üstelik Şeker Makine Fabrikaları uzun yıllardır devam eden özelleştirmeci politikalar nedeniyle dışarıdan da sipariş alamadıkları için yıllık toplam % 20 gibi kapasitelerde çalışırken bu ihaleler gerçekleşmiştir. Aynı biçimde, uzun yıllardan beri ortak iş kolunda TÜRKŞEKER ile birlikte sorumluluk paylaşan ve pancar üreticilerinin üst birliği olan ve ayrıca bünyesinde TÜRKŞEKER’den kendisine intikal etmiş 5 adet şeker fabrikası da bulunan PANKOBİRLİK Bakanlar Kurulundan aldığı olur ile Konya Ilgın’da 2002’de kurduğu şeker fabrikası için ülkenin tarihinin en büyük ekonomik krizinden geçtiği ve ülkede hemen hemen hiçbir yatırımın yapılmadığı bir dönemde bile TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarından teklif dahi (öneri bile) almaya gerek görmeyerek yaklaşık 150 milyon dolarlık bu büyük şeker fabrikası imalat ve kurulum yatırımını doğrudan Alman firmalarına kurdurmuştur. Oysa, TÜRKŞEKER, Özbekistan’da Yüksel İnşaat A.Ş ile birlikte anahtar teslimi olarak uluslararası ihale kazanarak 1998 yılında 83,2 milyon dolara 3000 ton/gün gün kapasiteli şeker fabrikası kurmuştur. Bu ve benzeri ihalelerin yabancılara verilmesi ve emekli olanların yerine yeni teknisyen kadrolar alınmamasıyla 2000 yılından itibaren TÜRKŞEKER Makine Fabrikaları tamamen atıl halde kalmışlardır. Ve 2008 yılında da zaten sektörün tamamen özelleştirilmesi kararı alınmıştır. Oysa, bugün çok kolayca özelleştirilerek yeni bir yapıya dönüştürülmesine karar verilen bu dev sektör hiç kolay kurulmamış ve bugünlere de kolay gelmemiştir. Eskişehir Makine Fabrikaları pik , çelik ve demir dışı dökümhaneleri, geniş tezgah kapasitesine sahip imalat atölyeleri, çelik konstrüksiyon atölyeleri, konveyör bant lastiği üreten kauçuk atölyeleri, model atölyeleri, tesviye ve montaj atölyeleri, çeşitli test laboratuvarları, deneme istasyonları, proje üreten proje ve teknik çizim büroları ile donatılmış büyük bir makine imalat fabrikası olarak TÜRKŞEKER endüstrisinin yurt içi taleplerine en yüksek düzeyde cevap veren bir fabrika durumundadır.1954 yılında kuruluşu başlayan fabrika çeşitli gelişmelerin ardından bugün 33.000 m² kapalı olmak toplam üzere 104.158 m² alan üzerinde kuruludur. Yapılan üretimin çeşitliliği açısından bu derece büyük bir makine üretim fabrikası bugün dahi ülkemizde bulunmamaktadır. Gerek şeker sanayine ve gerekse siparişe göre yurt içi piyasaya pompalar, dişli kutuları, vantilatörler, 1989 yılından itibaren (başlayarak) 296 adet çeşitli kapasitelerde seyyar (gezgin) pancar boşaltma makineleri, lastik konveyör bantlar, şeker santrifüjleri, pancar kesme makineleri vs. gibi 100 çeşidin üzerinde farklı makine, araç-gereç ve tesis üretimi bu fabrikalarda yapılmıştır. Bu işletmede 1998-2002 yılı arasında ortalama 350 civarında (dolayında) işçi istihdam edilmiş 3250 ton/yıl üretim yapılmıştır. 2002 yılında 15,125 milyar TL ciro yaratılmış, toplam üretim maliyeti 18,661 milyar TL olmuştur. Çok önemli ve mutlaka vurgulanması gereken diğer bir nokta da şudur: Anadolu’nun orta yerinde ülkemiz özel sektörünün de en önemli ve en büyük sanayi yatırımlarının yer aldığı Eskişehir’in bütün tesislerinde görev yapan çekirdek kadrolar bu büyük sanayi üniversitesinden yetişmişlerdir.

  • Cumhuriyet kurulduğunda toplu iğneyi bile yapamayan bu ülkede,
    bu tesisler ürettiği bütün fiziksel ürünlerin değerinden çok daha büyük bir değere sahip çok büyük bir insangücü yetiştirmişler ve ülkenin sınai ve teknolojik birikim ve gücünün oluşmasına katkıda bulunmuşlardır.

TÜRKŞEKER Makine Fabrikaları bu açıdan bakıldığında şeker üretim endüstrisinden çok daha farklı ve büyük bir yere oturtulmalıdır. Çünkü bu fabrikalar aynı dönemde kurulmuş diğer tesisler ile birlikte ülkenin sanayileşmesinin lokomotifi olmuşlardır. Türkiye Şeker Fabrikaları da bu şemsiyenin altında yer alan sanayi kollarından yalnızca birisidir. Eskişehir Makine Fabrikaları yaptığı üretimlerin kalite kontrollerinin de yapıldığı son derece nitelikli ve istisnai deneme ve ölçü kontrolleri test laboratuvarlarına da sahiptir. Bugün dişli kutusu ve pompa üretiminde dünyadaki imalat teknolojisi paralelinde NC ve CNC tezgahlarla üretim yapılmaktadır. Turhal Makine Fabrikası atölye (işlik) olarak 1934 yılından başlayarak faaliyetini sürdürmesine karşın Eskişehir Makine Fabrikasından sonra 1961 yılında kurulmuş 2. makine fabrikasıdır. Bugünkü durumda 9800 m² kapalı olmak üzere 80.000 m² alan üzerine kuruludur. Fabrikada pik döküm atölyesi, demir dışı metaller döküm atölyesi, çelik konstrüksiyon atölyesi, takım tezgahları atölyesi ve model üretim atölyeleri mevcuttur. Bu fabrika buhar kazanları ekonomizerleri için pik döküm boruları, filtreler, helezonlar, ısıtıcılar, 350-1000 mm. çaplarda yassı ve oval vanalar, duble ventiller ve orta ve büyük boydaki birçok makine parçasının döküm ve imalat makine fabrikasıdır. 1998-2002 arasında 125 dolayında işçi istihdam edilmiş ve 750 ton/yıl üretim yapılmış, 2002 yılı itibarı ile (2002’de) 3,343 milyar TL ciro elde edilmiş aynı yıl toplam maliyet 3,731 milyar TL olmuştur. Dikkat edilecek olursa 4 adet TÜRKŞEKER Makine Fabrikası yerleşim yeri olarak o bölgedeki şeker fabrikalarına rahat hizmet verebilecek bir coğrafi noktaya konumlandırılmaya çalışılmıştır. Fabrikalar arası malzeme hareketleri ve taşıma maliyetlerinin optimizasyonu için ve henüz “modern lojistik” kuramlarının uygulanmadığı yıllarda bu sorunun bu kurama göre de optimal bir biçimde çözümlendiğini görmekteyiz.

Erzincan Makine Fabrikasında da yine pik döküm ve çelik döküm atölyeleri, demir dışı metaller döküm atölyeleri, çelik konstrüksiyon ve takım tezgahları atölyeleri vardır. Bu fabrika NW 300 mm. çapa dek TSE 450, DIN 3216 ve DIN 3300 normlarına uygun her türlü oval, yassı ve kelebek ventillerin imalatı ile her türlü rulman ve kaymalı yatak gövdesi imalatı, refrijerant ve karıştırıcı imalatı, dekantör ve atık su çöktürme havuzları, santrifüj tulumbalar, otoprodüktör termik santrallerin yakma tesisleri için kömür kırıcıları ve kömür elekleri orta büyüklükte çeşitli çelik konstrüksiyon ve talaşlı imalatlar alanında uzmanlaşmıştır. Erzincan Makine Fabrikası çeşitli aşamalar geçirdikten sonra bugün itibarı ile 11.500 m² kapalı olmak üzere 35.000 m² toplam alan üzerinde faaliyetini sürdürmektedir. EMF’de 1998-2002 arasında ortalama 130 dolayında işçi istihdam edilmiş ortalama 125 ton/yıl dolayında imalat 1530 dolayında ürün üzerinde çalışılmış 2002 yılı itibarı ile (2002’de) 3,763 milyar TL’lik ciro yaratılmış ve toplam üretim maliyeti 5.694 milyar TL olmuştur. Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de çelik konstrüksiyon imalatı bugün daha da büyük bir öneme sahiptir.

Kobe depreminden sonra Japonların Kobe kentinin girişine “Bu kentte kum, çimento, kireç, inşaat demiri, tuğla, cam vs. gibi malzemeler inşaat değil mezar malzemesidir” yazarak kentte okul, hastane, kamu yapıları, fabrikalar başta olmak üzere her alanda çelik konstrüksiyon yapılar kurdukları bilinmektedir. Bu özel imalat bilgisi ülkemizde Şeker Makine fabrikaları ve daha sonra da KARDEMİR’de gelişim göstermiştir. Ülkemizin en önemli deprem kuşaklarından birisi olan Erzincan ilinde Erzincan Makine Fabrikalarının bu birikim ve bu kapasitesinden önemli bir düzeyde yararlanılamamıştır. Betonarme ve Çelik konstrüksiyon inşaat maliyetleri biri birine çok yakın olmasına rağmen deprem riski olan kentlerimizde bugün de yap-satçı inşaatçılığın ve müteahhitliğin çelik konstrüksiyon alanındaki bilgi ve deneyim birikimi yetersizliği başta olmak üzere sektör alışkanlıklarının sürmesi gibi sebeplerle çelik konstrüksiyon yapılaşmaya gidilemediği görülmektedir. Aynı şeyler bir başka makine fabrikamızın bulunduğu Afyon ili içinde söylenebilir.

Afyon Makine Fabrikasında da çelik konstrüksiyon atölyesi ve talaşlı imalat atölyeleri mevcuttur. Bu fabrikanın uzmanlık alanı bant konveyör ruloları veya makaraları, sabit veya seyyar pancar boşaltma ve yükleme makineleri ve pancar tarımı için bazı ziraat alet ve makineleri muhtelif depo ve tanklar, su soğutma kuleleri ve parçaları gibi şeker sanayinde kullanılan küçük ve orta boyutta makine ve tesislerdir. Ayrıca orta büyüklükte her türlü kaynaklı imalat ve tezgah işleri yapılmaktadır. Bu fabrika 1977 yılında iki holden oluşacak şekilde yapılmış 8600 m² kapalı olmak üzere 194.316 m² alan üzerine kurulmuştur. Bu fabrikalarda 1998-2002 yılları arasında ortalama 100 işçi istihdam edilmiş ortalama 1000 ton civarında imalat yapılmış, 2002 yılı itibarı ile (2002’de) yıllık ciro 4,307 milyar TL ve toplam üretim maliyeti de 5,911 milyar TL olmuştur. EMAF (Ankara Elektromekanik Aygıtlar Fabrikasına) gelince bu fabrika 99.800 m² kapalı ve 547.000 m² açık alana sahiptir. Büyüklük olarak Makine İmalat Sanayinde Türkiye ve Ortadoğu’nun en büyük kapasiteli makine fabrikasıdır. Şeker fabrikalarında kullanılanlar başta olmak üzere her türlü elektrik ve elektronik teçhizatın bakımı, onarımı, kalibrasyonu, test edilmesi ve bir kısım teçhizatın projelendirilerek yeniden üretimi yapılmaktadır. Fabrika binası elektrik ve elektronik donanımların bakım, tamir (onarım), onarım, test ve üretimi düşünülerek siparişe göre üretim yapan fabrika ve idare binaları kurumun mühendislerince projelendirilerek inşa edilmiş özgün bir yapıdır ve belki de kamuda böyle bir amaç için inşa edilmiş tek örnektir. Fabrika yerleşimi ve çatı dizaynı (AS: tasarımı) güneş alan saatlerde iç mekanların en iyi biçimde aydınlanmasını sağlayacak şekilde düşünülmüştür. Tesiste; şeker fabrikaları laboratuvar ölçü ve test aygıtları üretimi, her türlü elektrik panoları bakımı ve üretimi, her türlü elektrik motoru bakımı ve onarımı, bilgisayar destekli fabrika otomasyon işleri, montaj ve devreye alma çalışmaları, elektronik ve elektromekanik kantar üretimi, pancar kıyım makinesi üretimi yapılmaktadır. EMAF tüm bu üretimler için planlama, projelendirme, keşif, maliyet çıkarma ve satış sonrası hizmetlerini de yerine getirmektedir. Kampanya döneminde de kampanya dışı bakım onarım döneminde de tüm fabrikalara en hızlı şekilde hizmet verecek bir kurumsal yapıda organize edilmiştir. İleri teknolojiler kullanarak üretim yapmakta ve ileri teknoloji kullanan işletmelere hizmet pazarlamaktadır.

Bu nedenle şeker fabrikaları dışında TÜRKŞEKER’in makine fabrikalarına, çimento fabrikalarına, kâğıt fabrikalarına, demir-çelik fabrikalarına, bazı tekstil Fabrikalarına, DSİ, ASKİ, İSKİ, Afşin-Elbistan, Kemerköy, Yeniköy, Yatağan termik santrallerine, gübre fabrikalarına ve nihayet (sonunda) savunma sanayisine çeşitli dallarda hizmet vermektedir. Ankara Makine Fabrikası, Turhal Makine Fabrikası ISO 9002 ve EMAF, TSE Kalite Belgesi sahibidir ve tüm ürünler TSE, ISO ve DIN normlarına uygun olarak üretilmektedir. EMAF’ta 1998-2002 arasında ortalama 350 işçi istihdam edilmiş 3250 ton/yıl dolayında üretim yapılmış ve 2002 yılı değerleri ile 15,125 milyar TL’lik ciro yapılmış ve toplam üretim maliyeti 18,661 milyar TL dolayında gerçekleşmiştir.

Özetle ifade edildiğinde TÜRKŞEKER Makine Fabrikalarının 5 makine fabrikası ve Elektromekanik Aygıtlar Fabrikasıyla aşağıda ana başlıkları verilen işleri yapmakta ve yapma yeteneğine halen sahip bulunmaktadır. İlki 85 yıl önce kurulan bu büyük yapıtlar ülkemiz için dün olduğu gibi bugün de çok ama çok önemli ve ihmal edilmemesi gereken sanayi uygulama okullarıdır. Bu fabrikaların üretim yetenekleri içinde;

1- Komple (tam) şeker fabrikası
2- Komple (tam) çimento fabrikası
3- Kağıt fabrikası
4- Demir çelik fabrikası
5- Buhar kazanları
6- Hidrolik türbinler
7- Alternatörler
8- Dişli kutuları
9- Dişliler
10- Pompalar
11- Ventiller
12- Vinçler
13- Her türlü çelik yapılar
14- Petrokimya tesisleri donanımı
15- Elevatörler, helezonlar, bantlar gibi her çeşit taşıma elemanları
16- Statik konvertörler
17- Statik envertörler
18- Her çeşit güç elektroniği uygulamaları
19- Orta ve alçak gerilim elektrik şalt sistemleri
20- Her çeşit elektrik motorları onarımı
21- Basınç, sıcaklık, pH, iletkenlik, hız, düzey, debi gibi süreçte (prosesde) kullanılan fiziksel büyüklüklerin ölçümü ve denetimi için aygıtlar
22- Elektronik ve elektromekanik kantarlar
23- Ambalaj makineleri
24- Bilgisayar destekli otomasyon sistemleri
25- Savunma sanayi teçhizatı (AS: donanımı)
26- Her türlü döküm işleri yer almaktadır…

 

10 Nisan Laiklik Günü : ADD Basın Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA

Demokrasinin olmazsa olmazıdır LAİKLİK !

AKLIN; doğmalara tutsaklıktan kurtulması, bilimsel düşünce ile donanması, özgürleşmesidir, yalnızca din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanamaz !

Uluslaşmanın, ulusal bağımsızlığın, birlikte yaşamanın, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, bilim, sanat ve kültürde üretkenlik ve yaratıcılığın, kadının insan olarak eşitliğinin, fikri hür irfanı hür vicdanı hür yurttaşlar toplumu olmanın, çocukların dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile yetiştirilmelerinin, topyekûn (bütüncül) kalkınmanın, emeğin en yüce değer olduğu bilincinin, üretmenin ve hakça bölüşmenin, hukuk devletinin, dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmanın, kısacası İNSAN GİBİ YAŞAMANIN temel direğidir LAİKLİK !

Din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır LAİKLİK !

10 Nisan 1928

On yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme görevini üstlenenlerin görmek istemedikleri, unutturmak için ellerinden geleni yaptıkları Cumhuriyet tarihimizin en önemli günlerinden biri.

Cumhuriyetimiz’ in ve Aydınlanma Devrimleri’nin en yaşamsal adımının atıldığı gün.

Genç Cumhuriyet, hayatın değişik alanlarında devrimlerini hızla sürdürürken önüne her zaman bir engel çıkıyordu; LAİKLİK ilkesinin yaşama geçmemiş olması.

9 Nisan 1928’de, Başbakan İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği yasa önerisi ile 1924 Anayasası’nın “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makarrı Ankara şehridir” diyen 2. maddesinden “Devletin dini, Din-i İslam’dır” tümcesi, 16. maddesindeki milletvekili yemini ile 38. maddesindeki Cumhurbaşkanı yemininden “Vallahi” sözcüğü ve 26. maddesinden de din işlerinin düzenlenmesini TBMM’nin görevleri arasında sayan cümle çıkartılıyordu. 9 Nisan 1928’de anayasanın bu dört maddesinde yapılan değişiklikler 264 üyenin oy birliği ile kabul edildi ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazetede 1220 sayılı yasa olarak yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937’de bir adım daha atıldı ve LAİKLİK; ruh ve uygulama ile zaten var olduğu Anayasa’da ilke olarak da yer aldı.

  • Böylece artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir işi din kuralları ile, naslar ile görülemeyecekti.

Tarih boyunca insan topluluklarında; kaba kuvvet, aile, büyü, doğa güçleri ve benzerlerine dayanılarak kullanılan yönetme güç ve yetkisi, devletlerin ortaya çıkması ile birlikte ve zaman içinde TANRI adı verilen ilahi kaynaklar referansı ile kullanılır olmuştur. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, değişik tapınma biçimlerine sahip pek çok devlette halen yönetme yetkisi bu dayanakla kullanılmaktadır.

İnsanlık tarihinde yönetme güç ve yetkisinin tanrısal olduğuna ilk güçlü itiraz 1789 Büyük Fransız Devrimi ile gelmiş, bu devrim esas olarak kilise ve kraliyet rejimini hedef almıştır. Fransız devrimine,  bütün krallık ve göksel inanç sistemlerine dayalı rejimlerin düşman olma nedeni budur.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini açarken yetkiyi Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi (Halife-i rûy-i zemin) olarak görülen padişahtan değil, Ulusal İstenç’ten (Milli İrade’den) alarak, kurdukları Büyük Millet Meclisi İdaresinin niteliğini ilan eden çok önemli bir adım atmışlardır. Bu adım; salt işgal altındaki bir vatanı bağımsızlığına kavuşturmanın değil, bin yıllardır süren bir düzeni yıkarak kuldan özgür yurttaşa ulaşmanın da adımıdır. Nitekim Atatürk ve Cumhuriyet Devrimcileri “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” tümcesini Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesine yazmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarına da silinmemek üzere asmışlardır. Günümüzde EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR şeklinde simgeleşen bu temel ilke, kimi kesimleri çok rahatsız etmekte, farklı biçimde anlatılmaya çalışılmakta, daha acısı bu kesimler memleket dahilinde iktidara sahip olanlarca korunup kollanmaktadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasından hemen sonra, güçlü bir devrimci irade ile 1 Kasım 1922’de 600 yıllık saltanat ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak MİLLET EGEMENLİĞİ kesinleştirilmiş, 10 Nisan 1928’de de devlet uygulamada laikleştirilmiştir. Böylelikle, Cumhuriyet Devrimcilerinin hep önünü kesen bu Anayasal çelişki; Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta, 16 Ocak 1923’te İzmit’te yapılan ve 12 saat süren ünlü gazeteciler buluşmasına atıfla (gönderme ile) uzun uzun anlattığı ve “devletin dini” konusunun ilk fırsatta çözüleceğini söylediği üzere, Büyük Nutuk’un okunmasının üzerinden 6 ay geçmeden ortadan kaldırılmıştır.

Bugün 10 Nisan LAİKLİK GÜNÜ kutlamalarına karşı çıkıp, unutturma çabası içinde olanların kutsal inançları nasıl istismar ettiklerini her gün yeni bir örnekle içimiz acıyarak izliyoruz. Bu aymazlar; meşruiyetlerinin kaynağını kurutmaya, bindikleri dalı kesmeye çalıştıklarının farkında değiller. Aldıkları kararları kutsal ve tartışılamaz inançlara dayalı hale getirerek itirazsız bir yönetim özlemi çekenlerin, demokrasinin özünün LAİKLİK olmasına tahammül edemedikleri ortadadır.

Biat kültürü, bu nedenle egemen kılınmak isteniyor. Bu nedenle  “lidere mutlak itaat” ile demokrasiye son veren anayasa değişiklikleri tereddütsüz onaylanıyor. Böylece kendi yetkilerine son veren bir meclis, kendi varlığına son veren anayasa değişikliklerinin reklamını yapan bir başbakan ortaya çıkabiliyor.

Demokrasinin özünün LAİKLİK olduğunu öğrenmenin en pahalı, en acılı yolu, laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi yitirip teokratik bir diktanın tutsağı olmaktır. LAİKLİK ilkesini yaşamlarına ve devletlerine yerleştirememiş toplumların ne halde olduklarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok, kimi sınır komşularımıza, bölgemizdeki birçok ülkeye bakmak yeterlidir.

Hiç unutulmamalıdır; LAİKLİK, hepimizin altında güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbesi’ nin KİLİT TAŞIDIR, zinhar (kesinlikle) oynanmamalıdır !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; Ulusumuzun LAİKLİK GÜNÜ’nü kutlarken, Cumhuriyetimizin ve Türk Devrimi’nin bu vazgeçilmez ilkesini sonsuza dek koruma ve savunma azim ve kararlılığını bir kez daha kamuoyuna duyurmayı, ülkemizi yöneten ya da yönetmeye talip (istekli) olan herkesi de bu azim ve kararlılıkla hareket etmeye çağırmayı görevi saymaktadır.

Saygılarımızla… 10 Nisan 2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Batı, 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda İstanbul’u yitirince, 1453’te Laik düzene geçti.

Batı Uygarlığını yarattı.

Emperyalizmin maşası Siyasal İslam 500 yıldır hala şeriat batağında.

Ne büyük talihsizlik!

Namuslu-yiğit Din Bilginleri öncülük etmeli İslam dünyasına..

Tabu can çekişiyor ama çok da can yakıyor hala..


Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

Mandacı zihniyet ve kapitülasyon hastaneleri

Op. Dr. Fikret Şahin’den Şehir Hastaneleri İle İlgili Önemli TespitlerOP. DR. FİKRET ŞAHİN
CHP BALIKESİR MİLLETVEKİLİ
ESKİ BALIKESİR TABİP ODASI BAŞKANI

Cumhuriyet, 25 Aralık 2021
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

 

AKP iktidarının 2003 yılında uygulamaya başladığı Dünya Bankası destekli “Sağlıkta Dönüşüm” programıyla tanıştığımız şirket-şehir hastaneleri hakkında Sayıştay raporlarının son 3 yıldaki ortak tespiti, şehir hastanelerinin muhasebe işlemlerinin mevzuata uygun olmadığı ve devamlı surette (AS: sürekli biçime) kamunun zarar ettiğidir.

Ticari sır gerekçesiyle milletvekillerinden dahi saklanan şirket-şehir hastaneleri sözleşmelerinde kamunun menfaatini savunan bir irade ve mekanizma yoktur.

Küresel sömürü sisteminin bir manivelası olan şirket-şehir hastaneleri esasen (AS: gerçekte) kamudan özel şirketlere para aktarmanın bir paravanıdır ve Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli soygun sistemidir.

Kamunun menfaatini (AS: çıkarını) savunan bir taraf olmadığı için şirket-şehir hastanelerini kamu özel işbirliği (KÖİ) projeleri olarak adlandırmak yanlıştır, doğrusu bu hastanelerin AKP-yandaş işbirliği (AYİ) projeleri olduğudur.

Şirket-şehir hastaneleri kamuoyu gündemine sıklıkla yüksek maliyetleri ve yolsuzluklarla gelmesinin yanında daha önemli olan husus, bu hastaneler sisteminin Türkiye’nin egemenlik haklarını ihlal etmesidir.

KAMU ÇIKARLARININ ÖNÜNE GEÇTİ

Şirket-şehir hastaneleri Türkiye’nin egemenlik haklarını nasıl ihlal etmektedir?

  • Şirket-şehir hastanelerinin yapımı için 2013 yılında AKP tarafından 6428 sayılı özel bir yasa kabul edildi ve şirketlerin menfaat talepleri üzerine bu kanunda en az 10 kez değişiklik yapıldı.
  • Bu yasada 2015 yılında yapılan değişiklikle şirket-şehir hastaneleriyle ilgili davalarda Türk mahkemelerinin yetkisi alındı, Londra mahkemeleri (AS: Tahkim – Hakem Kurulları) yetkilendirildi. Üstelik Sayıştay, “Neden böyle bir değişiklik yaptınız?” diye sorduğunda Sağlık Bakanlığı “finansör şirketlerin isteği üzerine” bu değişikliği yaptıklarını itiraf etti.
  • Şirket-şehir hastanelerinin kira ödemelerinin Türk Lirası yerine dövizle yapılması kabul edilerek Türk Lirası değersizleştirildi, Dolar ve Avro’ya değer kazandırıldı.
  • Şirket-şehir hastanelerinin deprem, yangın gibi afetlerde zarar görüp kullanılamaz hale geldiğinde sigorta ödemelerinin Sağlık Bakanlığı yerine yabancı finansör şirketlere yapılması kabul edildi. Sigorta ödemelerinin malın sahibine yapılacağı gerçeğinden hareketle bu hastanelerin sahiplerinin yabancı finansör şirketler olduğu kabul edildi.
  • Sayıştay 2019 yılı Sağlık Bakanlığı denetim raporunda, “kreditörlerin menfaatlerinin, kamu menfaatlerinin önüne geçtiği” tespitini (AS : saptamasını) yaptı.

BÜYÜK ÇELİŞKİ

İşte bu saydığımız gerekçelerden dolayı şirket-şehir hastaneleri Türkiye’nin egemenlik haklarını ihlal etmektedir.

  • Bu nedenle, şirket-şehir hastaneleri birer “kapitülasyon hastaneleridir”.

AKP’li yetkililerin (AS: doğrudan RTE’nin) KÖİ projelerinin dövizle yapılan ödemeleri için “Sizden bunları söke söke alırlar” ifadeleri de bu projelerin bir kapitülasyon olduğunun açık itirafıdır.

Türk ekonomi tarihinin olağanüstü zamanları yaşadığı, dövizin kısa sürede katlanarak değer kazandığı (AS: TL’nin değer yitirdiği!) bugünlerde halen KÖİ ödemelerinin Türk Lirası’na çevrilmemesinin gerekçesini anlamak mümkün değildir. Üstelik vatandaşların kendi aralarındaki ticari sözleşmelerde döviz kullanımını yasaklayan 12 Eylül 2018 tarihli “Türk Parasının Kıymetini Korumayla” ilgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi halen geçerli iken, şirket-şehir hastanelerinin kira ödemelerinin dövizle yapılması ve vatandaşların yastık altındaki dövizlerini bozdurup ekonomiye kazandırmalarını istemeleri AKP iktidarı açısından çok büyük çelişkidir.

SİSTEM İNGİLİZLERE TESLİM

Sağlık Bakanlığı bürokratlarının şirket-şehir hastaneleriyle ilgili 1-3 Eylül 2014 tarihinde Londra’ya gerçekleştirdikleri ziyaretten sonra, İngiltere hükümetinin resmi internet sitesinde yayımlanan belge, bu hastaneler sistemine “mandacı” bir zihniyetin hâkim olduğunu tüm açıklığıyla gözler önüne sermiştir.

Bu belgede, Türkiye’de 2023 yılına dek 95 bin yatak kapasiteli 40 şirket-şehir hastanesi yapılacağı ve bu yatırımların “İngiliz firmaları için önemli fırsatlar barındırdığı” belirtilmekte.

Bir anlamda, “Türkiye’nin sağlık sisteminin önemli bir bölümü İngilizlere teslim edilmiştir”.

Bu hastaneler, yerli ve milli olduğunu iddia eden bir iktidarın, söylem ve eyleminde ne denli çelişki içinde olduğunun da kanıtıdır.

Yerli ve milli olmak, ülke kaynaklarının sömürülmesini engellemeyi ve kendi milletinin çıkarını korumayı gerektirir.

Yerli ve milli olmaya;

  • şirket-şehir hastanelerinin kira ödemelerini Türk Lirası’na çevirmeyle,
  • şirket-şehir hastanelerini kamulaştırmayla,
  • Türk mahkemelerini tekrar yetkili duruma getirmeyle başlayabilirsiniz…

Tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’nin yıllar önce bu 3 konuda yasa önerisi verdiği gibi…

========================================

Dostlar,

Çok değerli, yurtsever meslektaşımız Uzm. Dr. Fikret Şahin‘i bu yazısı için içtenlikle kutlarız..
Ama; kullandığı dil nedense çooook eski!. Yer yer ayraç içinde güncel Türkçe’lerini koyduk.
Arada da (izin almadan!!) Türkçeleştirdik kimi sözcükleri, elbette anlama dokunmadan..
Hoşgörüsünü dileriz.
***
Şehir hastaneleri ile ilgili 3 önemli nitelemeyi ilk kez biz yaptık ve kulandık :

1. Şehir hastaneleri TALAN’dır!
2. Şehir hastaneleri SAĞLIK KAPİTÜLASYONU’dur (akçalı ve yönetsel… boyutları ile de..)
3. Şehir hastaneleri özünde KAPİTÜLASYON eşdeğeri imtiyaz olduğundan, ülkemizin kurucu
Uluslararası Andlaşması, bu gün ölümünün 48. yılında özlem ve şükranla andığımız büyük devlet adamı ve Atatürk‘ün en yakın dava – silah arkadaşı İsmet İNÖNÜ‘nün kahramanı olduğu Lozan Andlaşmasına aykırıdır.

Bunca TALANI yapan, SAĞLIK KAPİTÜLASYONU veren ve tapumuz – tabumuz olan Lozan Andlaşması’na aykırı işler yapan AKP = RTE iktidarı, bir de gerçekte aşı niteliğini henüz bllimsel olarak kesinlikle kazanmamış TURKOVAC aşı adayını, acil kullanım onayı ile kullanıma sokarak akıl almaz hatalarını sürdürmektedir., Bu politika HALKIN SAĞLIĞI İLE KUMAR OYNAMAKTIR. Çok ağır insan hakları ihlali, hatta insanlığa karşı suçtur. Başka ülkelere yollanırsa suç uluslararası boyut ve nitelik kazanacaktır.

TURKOVAC aşı adayı henüz kesinlikle aşı olmadığından,
uygulaması der – hal DURDURULMALIDIR!

Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. “TURKOVAC” Aşı Adayının Bilimsel Verileri / Makalesi Nerede?? | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc


Sevgi, saygı ve KAYGI ile. 25 Aralık 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

Lozan Temel Bağımsızlık Antlaşmasıdır

Dr. Alev Coşkun
Cumhuriyet, 21 Aralık 2021

Lozan Antlaşması Türklerin uluslararası temel bağımsızlık antlaşmasıdır. Bu konuda, ileri geri sözlerle bu konuda tartışma yaratılması milli çıkarlara aykırıdır.

Oysa 24 Temmuz 2023’te 100. yıldönümüne ulaşacak olan Lozan Barış Antlaşması Türkiye’nin ve Türk halkının uluslararası temel belgesidir. Türkiye’nin özellikle Akdeniz ve Ege Denizindeki çıkarlarını koruyan bu temel antlaşma üzerinde gereksiz tartışma ve kuşku yaratmak hele bugünlerde çok hatalıdır.

İNÖNÜ’YE GÖNDERME

Şentop yaptığı konuşmada, İsmet İnönü’nün, “Bu antlaşmayla Türkiye’ye 100 yıl kazandırdığını” söylediğini öne sürmektedir.

İnönü bu sözü nerede söylemiş? Bu sözü söylerken temel amacı neymiş? Bunları bilmiyoruz. Lozan üzerinde uzun yıllar çalıştım, derinlemesine araştırmalar yaptım. 500 sayfalık bir kitap yazdım (Bkz. Diplomat İnönü, Kırmızı Kedi, 2019). Bu konuda yazılmış yerli ve yabancı eserleri incelemiş araştırmacı bir yazar olarak Lozan Barış Antlaşması’nın yaratıcısı İsmet İnönü’nün böyle bir sözüne rastlamadığımı belirtmek isterim. İnönü böyle bir cümle söylemişse onun da muhakkak bir nedeni ve arka planı vardır.

TBMM Başkanı Şentop, bu durumda iddia ettiği bu sözlerin kaynağını açıklamalıdır.

TBMM Başkanı Şentop, böylesi bir yorumla, Lozan’ın “kalıcı değil geçici bir çözüm” olduğuna işaret etmiş oluyor. TBMM Başkanı tarafından yapılan bu yorum Türkiye’nin milli çıkarları açısından gerçekten çok “vahim”dir.

Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. 98 yıldır Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyor.

Bu antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve ekonomik alanda en önemli uluslararası belgesidir.

Türkiye’nin Anadolu ve Trakya toprakları üzerindeki egemenliğini tam olarak kuran vazgeçilmez bir bağımsızlık belgesidir.

MONTRÖ VE HATAY

98 yıl önce Lozan Antlaşması imzalanırken Trakya, Marmara ve İstanbul işgal altındaydı. O günün koşullarında Boğazlar konusu Lozan’da tam olarak çözülemedi ve çözüm ileriye bırakıldı. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar rejimini Türkiye’nin çıkarları yönünde sonuçlandırdı.

Ardından 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye kazandırılmasıyla tartışmalı siyasal noktalar tamamlanmış oldu.

Bu nedenle Lozan, özellikle Akdeniz ve Ege’deki çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı, bugünün tartışmalı dünyasında son derece önemlidir.

ŞENTOP’UN YORUMU

Lozan konusunda yıllardır ileri geri konuşmalar yapılır. Konu, TBMM Başkanı tarafından ileri sürülmeseydi, üzerinde bile durmaz, Lozan konusunda yeni bir “saptırma” ve “uydurma” diye geçiştirirdik.

Ancak TBMM Başkanı tarafından böylesi bir çıkışın yapılması, uluslararası politik arenada kuşkulara yol açacaktır.

Şentop, “100 yılını dolduran Lozan geçici bir antlaşmadır” yorumuyla ne demek istemektedir?

Bu çıkış, Türkiye’nin yeni haklar istemesi olarak yorumlanabilir mi?

Yoksa Ege Denizi’nde Yunanların 12 mil karasuları iddiasını benimseyen bir olanak mı yaratılmak isteniyor?

ÖNEMLİ MADDE

Lozan Antlaşması’nın 12. maddesi çok önemlidir. Bu maddeye göre Ege Denizi’nde Asya sahilinden (AS: kıyısından) üç milden az mesafede (AS: uzaklıkta) bulunan ve Antlaşmada başkaca bir hüküm olmayan adalar Türkiye’nin egemenliği altındadır.

  • Ancak 2004 yılından bu yana Ege Denizi’ndeki 18 ada Yunanistan’ın işgali altındadır.

AKP siyasal iktidarı, ne yazık ki, Lozan Antlaşması’nın kesin hükümlerine karşın bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamaktadır.

Şentop’un durduk yerde, bir anda ortaya koyduğu bu çıkışından sonra AKP iktidarı, Batı dünyasında bu 18 ada üzerinde Lozan Antlaşması’ndan doğan haklarımızı kullanmak istemiyoruz mu demek istemektedir?

Yoksa Şentop, Lozan Antlaşması’ndaki 12. maddeyi “geçici bir çözüm” olarak mı gördüğünü belirtmek istiyor?

Bunlar tartışma yaratan noktalardır. Çok önemli bir makamda oturan TBMM Başkanı Şentop, makamının ağırlığını duyumsamalı ve ona göre davranmalıdır.

Yineliyoruz,

  • Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası çok önemli bir belgesidir.

Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini tartışmaya açmak ve böylesi konuşmalar yapmak tehlikelidir.