Etiket arşivi: İslamo-faşizm

Azgın azınlığın saldırısı

79 Gündür haksız – hukusuz tutuklu…

10 Eylül 2023, https://tele1.com.tr/azgin-azinligin-saldirisi-911799/ 

  • Ülkeyi İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket, azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel dağınıklığından,
    ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Seçimlerden sonra giderek artan, iktidar desteğiyle çığırından çıkan gerici saldırılar, bütün yaşamı kuşatmaya başladı. Cumhuriyetin kazanımlarına, insanlığın ilerici birikimine, Aydınlanmaya, laiklik ve seküler yaşama, demokratik hak ve özgürlüklere yönelik bu saldırı dalgası artık belli sınırlara dayandı. Toplum ayrışıyor.

Sadece Avrupa şampiyonluğunu kazanan kadın ulusal voleybol takımının başarısı karşısında radikal İslamcıların göz aldığı tutum bile, toplumda derin bir saflaşma ve kopuşun yaşandığını göstermeye yetiyor. Festival iptalleri, kültür-sanat sergilerine yönelik baskınlar, içki yasakları, yaşam tarzına (biçimine) yönelik münferit (tekil) saldırıların ötesine geçti.

  • Bütün ülkeye dayatılan ve dinci faşist bir düzenin kurulmasına ilişkin, çift yönlü bir kıskaca (yukarıdan / iktidar ve aşağıdan / gerici topluluklar) dönüştü.

Ancak, ortada son derece açık fakat yeterince bilince çıkarılamayan bir olgu var:

  • Ülkeyi bir şeri düzene, İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel ve politik dağınıklığından, ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Dolayısıyla; iktidarın, siyasal İslamcı hareketin ve tarihsel gericiliğin güç kaynağı; ilerici güçlerin ve muhalefetin güçsüzlüğüdür. Bu paradoks (çelişki) aşılmadan gerici ablukayı kırmak zordur.

Burada kritik öneme sahip tespit ve kavram, saldırgan gericiliğin, bir azınlığa, ve fakat azgın bir azınlığa dayanmasıdır.

Bu gerçek kavranmadan ne doğru bir mücadele anlayış geliştirilebilir ne de tutarlı ittifaklar oluşturulabilir.
**
Son günlerde BirGün gazetesinin bu durumu saptayarak haberlerinde çok önemli bulduğum yeni bir dil kullanmaya başladığı görülüyor. Arkadaşları kutluyorum. BirGün, İslamcı ve liberal entelijansiyanın ittifakıyla oluşturulan bir illüzyonu parçalayan bu dili, siyasal ve sosyolojik bir tespite dayandırıyor olmalı. Gazete gerici saldırıyı yapanların, yaşam tarzlarına (çağdaş yaşama elbette) müdahale edenlerin “marjinal bir azınlık” olduğunu, sıradan bir olgu gibi ortaya koyuyor. Böyle bir doğallıkla ortaya konulması, yaşamın olağan akışı ve görünümüne de son derece uygun düşüyor.

Örneğin; 5 Eylül 2023 tarihli BirGün’de yayımlanan, “Marjinal Azınlıktan Gericilik Dayatması” başlıklı haberde şöyle deniyor: “Toplumda bir grup azınlığa karşılık gelen bu gerici oluşumların yasakçı, baskıcı, laiklik, Cumhuriyet, kadın ve LGBTİ düşmanı talepleri toplumun geri kalanının arzusu gibi sunulmak isteniyor.”

Tam da böyle oluyor. Burada farkındalık yaratan ve dikkat çeken sadece haberdeki “bir grup azınlığa karşılık gelen gericiler” tespiti değildir; bu azgın azınlığın kendi dar ideolojik taleplerini toplumun / milletin büyük çoğunluğunun “arzusu gibi sunmak istedikleri” saptamasıdır. İşte bu saptama, İslamcıların on yıllardır yaptıkları ve sürekli tekrarlayarak genel bir kabule dönüştürmeye çalıştıkları ideolojik-tarihsel hileyi açığa çıkarıyor. İslamcı bir hipoteze dayalı olan “milletin değerleri” illüzyonunu yıkıyor.

Şeriat isteyenler, İslamo-faşist bir düzeni bütün kurum ve toplumsal / kamusal
yaşam biçimiyle inşa etmeyi planlayanlar, bu ülkede mutlak bir azınlıktır.

AKP’ye oy veren toplum kesimlerinin büyük bölümü de bu “azgın azınlığın” bütün ülkeye, “milletin değerleri” diye yutturmaya çalıştığı düzene karşıdır. Bunu biliyoruz.
***
İslamcıların yaşam biçimi dayatmasının teolojik ve kültürel kaynaklarının yanı sıra -ki bunlar elbette var- esas olarak kendi tarihimizden kaynaklanan ideolojik, siyasal ve kültürel dayanakları da bulunuyor. Ancak; bunlar yalan, çarpıtma ve siyasal-tarihsel bir sahteciliğe dayalıdır. Büyük ölçüde Necip Fazıl tarafından üretilen tarihsel palavralardan ibarettir. Öyledir ama, buna inanan ve bütün bir toplum ve ülke projesini bu İslamo-faşist tarih tezlerine dayandıran önemli bir siyasal güç ve gerici entelijensiya da var. Üstelik bunlar iktidar.

Bu bilimsel dayanaktan yoksun hipotez, açığa çıkarılıp ideolojik bir mücadele, kültürel bir kavga verilmeden gerici saldırıyı püskürtmek ve yenilgiye uğratmak zordur. Şöyle özetlenebilir:

Osmanlı-Türk modernleşme süreci ve Cumhuriyet Devrimi sonucunda devlet ile millet birbirine yabancılaştı. Devlet (siz bunu Cumhuriyet olarak anlayın) milletin değerlerinden koptu. Bu kopuş ve yabancılaşma giderek bir düşmanlığa dönüştü. Devleti elinde tutan bir avuç seçkin, milletin değerleri ile savaşmaya, dolayısıyla millet ile kavga etmeye başladı. Bu nedenle, devletle milleti yeniden barıştırmak gerekir. Bu barış da ancak devletin, milletin değerlerine yaklaşmasıyla mümkündür. Bu amaçla, bir avuç Cumhuriyet seçkininin vesayetine son vermek zorunludur.

İslamcı hipotez kısaca böyledir. Hiç kuşku yok ki; burada “milletin değerleri” denilen ideolojik-kültürel toplam sadece din ve geleneklerden oluşmaktadır. Bu anlamda devlet-millet barışının tek yolu, kamu yaşamı ve bürokrasinin dinselleşmesidir. Üstelik bu dinselleşmenin perspektifi, Sünni İslamcılığın dar ve mezhepçi siyasal yorumudur. Selefiliktir. Siyasal İslamcı hareketin “milletin değerleri” diye üstünü örttüğü ideolojik-kültürel toplam, esas olarak İslamcı faşist siyasal programdan ibarettir.

Bu büyük bir aldatmacadır. Çünkü Cumhuriyet Devrimi’nin toplumsal temeli ve desteği sanıldığından daha büyüktür. Üstelik 1980 12 Eylül darbesi ve 21 yıllık AKP iktidarının toplumun dokusunu değiştirme çabalarına karşın durum böyledir.

  • Cumhuriyet bir avuç seçkinin değil,
    toplumun geniş kesimlerinin sahiplendiği bir rejimdir.
  • Laik yaşam, toplumun derinliklerine işlemiş, içselleştirilmiştir.
    Kökleri sanıldığından güçlüdür.

İşte bu İslamcı hipotez -ki yaşam tarafından birçok kez yanlışlanmıştır- çökertilmelidir. Bu da ancak ideolojik ve kültürel mücadele ile yapılabilir, muhafazakâr anlayışa yakınlaşarak değil. Muhafazakâr tezleri çökertmeden bu mücadeleyi kazanmak hayaldir.

  • Şeriat talebi toplumun %8 ile 12’si arasındaki bir kesimden gelmektedir.

Çeperiyle birlikte bu oran en çok %20’ye çıkmaktadır.
İşte o %80’e ulaşmanın yolu dinci-muhafazakâr harekete benzemekle mümkün değildir.
Sol ve CHP bunu anlamak zorundadır.

Kutsal zalimliğe geçit verilmemelidir.

 

Kutsal Zalimlik ve İktidar II

58. gün…

Merdan Yanardağ
Siyaset 21.08.2023, BİRGÜN

Türkiye, popüler dilde ‘‘tek adam rejimi’’ de denilen yönetim anlayışı ile, kabile-aşiret düzenine iade edilmiş bulunuyor. Dolayısıyla din-tarım-tacir toplumlarına özgü bir kabile/aşiret kültürü ve asabiyesi (sosyo-psikolojisi) bürokratik düzen ve idari işleyiş üzerinde giderek etkili hale geliyor. Liyakatin yerini sadakat alıyor. Diplomasız olmak neredeyse avantaja dönüşüyor. Toplumsal ahlak, ortak etik değerler çöküyor. Toplum ‘‘ortak iyi’’yi yitiriyor.

İslamo-faşizmin en önemli gücü, işte bu siyasal dönüşümün kitle tabanını oluşturan kesimlerdir. Eziklik, dışlanmışlık, kenarda kalmışlık psikolojisini, kutsal değerler ve siyasallaşmış bir dincilik üzerinden hoyrat bir saldırganlığa ve kıyıcı bir intikamcılığa dönüştüren İslamcılar; bu gücü etkin iktidar aracına dönüştürür. Böylece ulusal zenginliklerin yağmasına dayalı bir talan ekonomisini ilkel sermaye birikimi modeli haline getiren iktidar, yarattığı İslamcı-muhafazakâr burjuvazi (buna ‘‘sermaye sınıfı demek sanırım daha doğru olacak) ile kurduğu düzeni garanti altına almaya çalışır.
***
Siyasal İslamcılık, yeni zenginler sınıfının ve muhafazakâr kodamanların sermaye birikim aracına dönüşür. Türkiye’de popüler olan ve ‘‘Beşli Çete’’ diye kodlanan iktidar yanlısı sermaye çevreleri, bu modelin ürünüdür. Bu sermaye çevreleri, ‘‘sıra bizde’’ saldırganlığı ve ilkelliğiyle servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen, doymak bilmez bir saldırganlık içindedir. Su akarken küplerini doldururlar; çünkü önlerinde hiçbir engel yoktur. Başyüceyi memnun etmek yeterlidir.

‘‘AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile tanıdığı olağanüstü yetkiler nedeniyle parti ve devlet aygıtının, lider hizmetinde yönetilmesine ve -Osmanlı ve cumhuriyet idare tarihinin neredeyse hiçbir döneminde görülmeyen- bir güç yoğunlaşmasına neden oldu.’’ (Açıkel, 2023 s.47)

Siyasal İslamcılık ve saldırganlığın bir aşırı milliyetçilik ile ne kadar sentezlenmeye çalışılsa da ortaya eklektik bir yapı çıkar. Bu, içinde yer yer uyumsuzlukları da taşıyan bir yapılanmadır. Tam anlamıyla bir ‘‘sentez’’den söz edilemez. İslamcılar, milliyetçi kültürel havza ile ‘‘terörle mücadele ideolojisi’’ diyebileceğimiz güvenlikçi bir retorik üzerinden ilişki kuruyor. Muhafazakâr ve İslamcı havza, eziklik kompleksinden kutsal bir zalimliğe doğru biraz da retorik üzerinden kışkırtılır.

Bu anlayışa göre, ‘‘Vatan dış güçler ve onların uzantısı olan iç düşmanlar’’ tarafından kuşatılmıştır. Terörü de onlar beslemekte ve desteklemektedir. O halde bu kesimlere ‘‘düşman’’ muamelesi yapılmalı, savaş hukuku uygulanmalıdır. Yapılacak her zulüm meşrudur, mubahtır.

Böylece gerçek olmayan hayali düşmanlar üzerinden açığa çıkarılan ilkel öfke, toplumun en geri, eğitimsiz ve geleneksel değerlerin etkisi altındaki kesimlerine dayanır, onlardan beslenir. Cehaletin despotizmidir.

SİLİVRİ NOTLARI

Evet, Barış Pehlivan da Silivri’ye geldi. İslamcı oligarşinin, hastalıklı bir ruh hali içindeki iktidar trollerinin umarım başları göğe ermiştir! Barış Pehlivan, bu zulüm rejiminin simgesi haline gelen Silivri Cezaevi’ne konuldu diye, Türkiye daha demokratik, daha güvenli, daha kalkınmış, daha eğitimli, daha zengin bir ülke haline gelmedi. Daha güçlü olmadı. Tam tersine güç ve statü kaybetti. Demokrasi dışı totaliter rejimler kategorisine alındığı gibi bu skalada (ölçekte) daha geriye düştü.

Barış ile avukatlarımız aracılığıyla karşılıklı selamlarımızı ilettik birbirimize. İnsan böyle durumlarda ne diyeceğini bilemiyor, ‘‘Hoş geldin’’ desen olamayacak, ‘‘Geçmiş olsun’’ desen uymayacak, adli tutuklu ve hükümlüler gibi ‘‘Allah kurtarsın’’ demek yakışmayacak -buradaki FETÖ’cüler bile böyle demiyor artık- geriye, ‘‘Yanındayım kardeşim, omuz omuzayız’’ demek kalıyor; ‘‘Bu duvarları hep birlikte yıkacağız!’’

İki Barış (Pehlivan ve Terkoğlu) 2010’da buradayken, onları ziyaret için gelmiş fakat savcılıktan izin alamamıştım. Silivri Adliyesi’nde savcı ile neredeyse birbirimize girmiştik. Şimdi ise aynı kampüste (yerleşkede) ama ayrı ayrı cezaevindeyiz! Çünkü yerleşkede 10 ayrı cezaevi bir de duruşma salonlarının bulunduğu adliye kısmı var. Bunlardan 9’u kapalı, biri ise Barış Pehlivan’ın kaldığı açık cezaevi. Kampüsün ekmeği ve yemekleri de orada üretilip dağıtılıyor. İyi halli ve kıdemli mahkûmların kaldığı işçi koğuşları var.
***
Her cezaevi ayrı binalar ve avlulardan oluşuyor. Her birinin güvenliği ve personeli ayrı. Açık cezaevi koğuş sistemine sahip, hükümlüler sadece ortak alanlarda değil, her yerde görüşebiliyorlar. Koğuş kapıları açık ve farklı suçlardan yatan herkes birbiriyle görüşebiliyor. Fiziksel temasın önünde engel yok. Açık cezaevinde hafif suçlardan ceza almış hükümlüler ile cezasının büyük bölümünü yatmış iyi halli olduğu belgelenmiş (disiplin cezası olmayan) ve yatarı 5 yılın altına inen mahkûmlar kalıyor.

Benim kaldığım 9 No’lu Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ise yüksek güvenlikli. Genellikle tek kişilik odalarda kalınıyor. Havalandırma avluları ayrı. Koğuşlar ise en fazla üç kişilik. Tutuklu ve hükümlüler arasında fiziki temas olanağı sıfır. Sadece pencerelerden, kapı altlarından ve bir de açık yapılan avukat görüşmeleri sırasında denk gelinirse fiziki temas olmaksızın uzaktan görüşüp sohbet edilebiliyor. Biz de öyle yapıyoruz. Can Atalay, Osman Kavala ve diğer “Gezi“ci arkadaşlar ile çeşitli sol örgütlerden siyasiler, 15 Temmuzcular bu bölümde kalıyor. Ağır suçlular, ‘‘terör örgütü’’ mensubu olmakla suçlananlar, suç örgütü liderleri de bizim bölümde. Personel eğitimli ve iyi, güvenlik yüksek. Ortak spor ve üç kişilik koğuşlarda kalmak için ‘‘hasım’’ ve ‘‘düşman’’, zıt örgütlere ya da görüşlere sahip olmamak gerekiyor.
***
Bu karşılaştırmayı, Barış Pehlivan’ın güvenli bir ortamda kalmadığını anlatabilmek için yaptım. Birbirinden çok farklı suçlar işlemiş kişilerin fiziki bir temasa imkân verecek şekilde bir arada olması, ortak alanların kullanımı, koğuşlar arasında gidiş-geliş serbestisi ciddi bir güvenlik sorunu yaratabilir. Bir duyum almış değilim, ciddi bir sorun çıkacağını da sanmıyorum. İdare yüksek bir dikkat göstereceği gibi Barış da kendi önlemlerini alacaktır. Ona destek olacak çok sayıda kişi çıkacağını düşünüyorum. Ancak bütün bunlar nihayet bir öngörü ve varsayımdan ibaret. Barış Pehlivan hakkında sosyal medyada yapılan saldırgan mesajlara açıkça suça azmettirici telkin ve kışkırtıcı yayınlar anımsanınca, önlem almak şart; çünkü hınç ve intikamcı bir hastalıklı ruh haliyle yapılan bu yayınlar, tam da irdelemeye çalıştığım ‘‘kutsal zalimlik’’ kavramının ifade ettiği durumuna denk düşüyor. İlgililerin ve kamuoyunun dikkatini ‘‘içeriden biri’’ olarak bir kez de ben çekeyim istedim. Mutlaka önlem alınmalı.
***
Bu hafta ziyaretime gelenler arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer de vardı. Çok mutlu oldum, İzmir’den kalkıp ziyaretime gelmesi büyük incelikti. Sayın Soyer, kültürel donanımı ve siyasal birikimi ile görgülü ve bilgili bir Belediye Başkanı. Bu yanıyla öne çıkan bir siyasetçi, Türkiye’nin geleceğinde önemli roller üstlenebilecek potansiyellere sahip bir aydın.

İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi CHP Grup Başkanvekili ve ortak dostumuz Avukat Taner Kazancıoğlu ile gelen Soyer ile güzel bir sohbet yaptık. Benim davamı, TELE1’i, memleket sorunlarını konuştuk.

  • İhanete uğrayan cumhuriyeti, yarım bırakılan devrimi konuştuk.

Desteği, dostluğu ve TELE1 ile dayanışması için çok teşekkür ediyorum.

Adana Büyükşehir Belediyesi’nin değerli Başkanı Zeydan Karalar da selamlarını ve dayanışma mesajını iletmiş. Sevgilerimi iletiyorum.

Bu arada özellikle belirtmeliyim; bütün sosyalist ve devrimci partilere gösterdikleri destek ve dayanışma için çok teşekkür ediyorum. Benim için çok değerlidir. Hemen hemen tamamı avukat dostlarımızı göndererek yanımızda olduklarını bildirdiler, güç verdiler. Sevgiyle selamlıyorum.
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla, benim için milletvekillerinden oluşturulan özel komisyon daha ilk haftadan itibaren (başlayarak) beni yalnız bırakmadı. Bu nedenle Sayın Kılıçdaroğlu ve Parti yönetimine çok teşekkür ediyorum. Enis Berberoğlu, Utku Çakırözer, Evrim Korkmaz, Yüksel Mansur Kılınç ve Zeynel Emre’den oluşan komisyon üyeleri hem toplu olarak hem de ayrı ayrı ziyaretime geldiler. Komisyonun sözcüsü değerli meslektaşım Enis Berberoğlu her hafta geliyor. Zahmet verdiğim için mahcup oluyorum. Ayrıca, parti yönetiminde bulunanlar dahil çok sayıda CHP milletvekili de ziyaretime geldi ve gelmeyi sürdürüyor. Tümüne minnettarım isimlerini not aldım, yazacağım. HDP’den de Ömer Faruk Gergerlioğlu geldi, sağ olsunlar.

Oluşturulan komisyon şimdi Barış Pehlivan ile de ilgileniyor. Zaten her geldiklerinde Can Atalay ve diğer arkadaşlarla da görüşmeye özen gösteriyorlar. Eren Erdem de bu hafta geldi. Bu tablo Silivri’nin, siyasal bir mekân ve rejimin niteliğini ortaya koyan simge olarak ülke gündeminde daha sık yer alacağını gösteriyor. Bu durum, ülkenin nereye gittiğini gösteriyor.

Sonuç olarak; dayanışma güç veriyor, yaşamı Silivri’de bile güzelleştiriyor.
Bizim sevincimizdir. Teşekkür ediyorum.

Tarihin çağrısı ve cezası

34 gündür hukuksuz olarak tutuklu..

Türkiye’de siyasal İslamcılığa karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz sürece, yalnızca ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Cumhuriyetin kazanımlarının ve insanlığın ilerici birikiminin savunmasız kaldığı; toplumda büyük ve yıkıcı bir sağa savrulmanın yaşandığı, cumhuriyetçi ve merkez solu da içine alarak gerçekleştiği bir siyasal ortamda gericiliğe karşı yürütülen mücadeleyi kazanma şansı çok düşüktü. Öyle ki, din düşmanlığı sanılır diye laikliğin neredeyse ağızlara alınmadığı bir seçim yarışının yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmazdı.

Türkiye, ideolojik ve kültürel mücadelenin ihmal edilmesinin bedelini ödüyor. Geçen hafta, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, kurtuluşun yolu olarak sosyalistlerin öncülük edeceği, taşıyıcı gücünü devrimcilerin oluşturacağı bir ideolojik sınıf mücadelesi önerdiğini belirterek bu yaklaşımın önemine işaret etmiştim. Konuyu sürdüreceğim.

Nitekim adil olmayan koşullarda yapılmasına, yalan, iftira ve kara propagandaya dayanmasına karşın, seçim sonuçları yine de çıplak gerçeği bize gösterdi. İktidar blokunun oyları en kötü halde bile %40-45 bandının altına inmemişti. Sanıldığı gibi zamlar, hayat pahalılığı, artan yoksulluk, derinleşen gelir adaletsizliği, evde kaynamayan tencere her zaman ve her koşulda iktidarları düşürmüyordu.

  • Aklı ve vicdanı teslim alınan yığınlar, önlerine sandık konulunca, bütün sefaletlerinin sorumlusu olan efendilerini seçmeye devam ediyordu.

Bu nedenle; laiklik bir orta sınıf fantezisi değil, daha çok emekçiler ve yoksul halk için gerekli olan bir düzendi. Ortaçağdan çıkışın temel ölçütü, modernite ve Aydınlanmanın zeminiydi.

Marx, 1945’te Almanya’da “dinin eleştirisinin tamamlandığını” yazar. Daha önemlisi, dinin eleştirisinin tamamlanmasını, “bütün eleştirilerin başlangıcı” olarak nitelendirir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı makalesinde Marx’ın yaptığı bu değerlendirme yaşamsal bir önem taşır. Çünkü Marx dinin eleştirisi tamamlanmamışsa, kapitalizm eleştirisine başlayamazsınız, bu işe girişseniz bile sonuç alamazsınız demektedir. Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlığın ve dramın nedeni bu olgudur.
***
Marx 1845 Almanya’sında insanların dinsiz olduğunu söylemiyor. Onun kastettiği, dinin kamusal alandan çekilerek, yani siyasetten; eğitimden toplumsal yaşamı düzenleme iddiasından uzaklaşarak, özel alanda kaldığını belirtir. Din, dünya işlerinden çekilmiştir. Sözünü ettiği ya da tanımladığı laikliktir. Marx kendi kuramını, yani kapitalizmin eleştirisini de bu tespit üzerine kurar.

Dolayısıyla, Türkiye’de siyasal İslamcılığa ve dinci gericiliğe karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz, bu alanda ideolojik bir hegemonya oluşturmadığınız sürece, ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Durum böyle olduğu halde muhalefet 14-28 Mayıs seçimlerini neredeyse kazanıyordu. Eğer bazı taktik hatalar yapılmamış ve sandık güvenliği tam olarak sağlanmış olsaydı, sonuç farklı olabilirdi. Çünkü muhalefet alanının en büyük gücü olan CHP’ye rağmen, toplum büyük bir ”nefs-i müdafa” mücadelesine girişmişti. Alınan %48 oyun (aslında daha fazladır) anlamı buydu. Çok değerlidir.

Aslında tablo açıktı. Benim, seçimlerimden hemen önce (Mayıs başı) çıkan ve şu günlerde 3. baskısını yapan İslamo-Faşizm adlı kitabımın sonuç bölümünde şöyle yazmıştım:

  • “Bilinmelidir ki; Türkiye’nin ilerici demokratik, yurtsever ve sol güçleri, topluma ve ulusa güven verecek bir seçeneği geliştiremez ise; faşist bir karakter almış tarihsel gericiliğin bir kez daha kazanması kimseyi şaşırtmamalıdır.
  • “Toplumların tarihi böyle trajik deneyimlerle doludur. Çünkü çok boyutlu ve çok katlı kriz dönemeçleri her zaman ilerici ve demokratik çözümler üretmez, daha koyu bir gericilikle de sonuçlanabilir. (…)
  • “Eğer tarihin çağrısına uygun yanıtlar verilemez ve ilerici/demokratik bir çıkış yaşama geçirilemez ise, toplum gerici çözümlere razı olabilir. Gereğini yapmak tarihsel zorunluluktur, bu nedenle.
  • “Burada gereğini yapmak deyimiyle ifade edilen şey şudur: Kötülüğü örgütleyerek iktidara taşıyanlara karşı gerektiğinde kavgayı göze almak demektir. İslamo-faşizmi sokakta da durdurma cesaretine, siyasal kararlılığa ve önderlik bilincine sahip olmaktır.

***
“Nedeni açıktır; bir rejimin temelini tartışılmaz, eleştirilemez sorgulanamaz ve itiraz edilemez kutsal inançlar oluşturmaya başlamışsa, orda demokrasi ve özgürlüklerden söz edilemez. Siyasal İslamcılık ve faşist ideolojinin, yani dincilik ve aşırı ırkçı milliyetçilik ile şiddet kültürünün bir sentezi olarak tanımlanabilecek İslamo-faşizm, kutsallara dayalı bir siyaset kültürü oluşturur. Böylece halkın geniş kesimlerinin genel kabullerine dayalı, kutsal değerlerinin istismarı üzerinden, her türden siyasal itiraz bastırılır. (İslamo-Faşizm, 1. Baskı, Kırmızı Kedi Yay. Mayıs 2023, İst. s.165)

Böyle özelliklere ve siyaset tarzına sahip bir iktidara/harekete karşı mücadeleyi ideolojik-kültürel perspektiften kurmadan, salt ekonomik taleplerle yürütmek ve başarılı olmak zordur. Korkut Boratav hocanın, “ideolojik sınıf mücadelesi” yürütmek gerekliliğine işaret etmesinin anlamı budur. (BirGün, Pazar, 16 Temmuz 2023)

Tıpkı 1960’lar ve 70’lerde olduğu gibi, sosyalistlerin ve devrimcilerin önderliğinde ideolojik derinliği olan bir siyasal- toplumsal mücadeleyi örgütlemek aydınlığa çıkmanın ilk koşuludur.

Değilse, toplumun en geri kesimleri, alt sınıfları bütün yoksulluklarına ve olumsuz şartlara karşın “alnı secde görüyor” diye güçlü olana yönelir.

  • Bilinci kuşatılan ve teslim alınan yığınlar, çaresizliğe düştüğünde otoriteye ve egemen olana sığınmayı seçer.

Deprem illerindeki seçim sonuçlarının anlamı budur. Bu nedenle, ideolojik inisiyatifi ele geçirmek, iktidarın gücünü sahada dengelemek yaşamsal öneme sahiptir.

  • İnsanların aklını ve vicdanını yeniden özgürleştirmek gerekir.

Şartlar determinist değil, volantrist olmaya zorluyor.

Tarihin çağrısı budur.

Bu çağrıya doğru yanıt veremeyenler, onun cezasına razı olur.

Not: Silivri’de henüz spor buluşması yapamadık. Bu hafta Can Atalay, Osman Kavala; Tayfun Kahraman ve Hakan Altınay ile maç yapmayı umuyorum. Golleri Cem için atacağım. Umarım bir aksilik olmaz. Dilekçeyi verdik, bakalım.

 

TELE1-Merdan Yanardağ’a AKP Operasyonunun Kodları

Dostlar,

TELE1’de Gazeteciler Masası programına konuk olduk 30 Haziran 2023 gecesi.
Program yöneticisi Sn. Namık Koçak, saat 21:00’de başlayan oturuma bizi saat 23:00’te aldı.
Hukukçu ve Siyaset Bilimci şapkamızla, TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Sn. Merdan Yanardağ’ın hukuk dışı tutuklanması sürecini irdeledik.

Tutuklamaya dayanak yapılan TCY (Türk Ceza Yasası) m.215 ve TMY (Terörle Mücadele Yasası) m.7/2’yi okuduk ve yorumlayarak neden tutuklama gerekçesi yapılamayacağını açıkladık. Ayrıca, Sn. Yanardağ’ın üstüne atılı suçlamanın “katalog suçlar” kapsamında olmadığını (5271 sayılı CMK-Ceza Muhakemeleri Kanunu m.100 ile sayılan), dolayısıyla, yargılanacaksa bile  tutuksuz yargılanması gerektiğini belirttik. Ayrıca tutuklama koşulları zaten yok. Kaçma kuşkusu, kanıtları karartma ya da olası tanıklara baskı yapma vb.  Çünkü söz konusu TV 4 soru – 4 yanıt programının 45 dakikalık tüm kaydı elde ve Sn. Yanardağ’ın avukatınca soruşturma evresinde savcılığa, Sulh Ceza Yargıçlığında kovuşturma evresinde de yargıçlığa (Mahkemeye) sunuluyor.

Çok çarpıcı olan ve çok büyük ölçüde AKP güdümüne sokulan, siyasallaştırılan hukukun nasıl apaçık ve pervasızca ayaklar altına alındığını kanıtlayan olgu şu :

  • Tutuklama kararı veren yargıç, savunmanın sunduğu 45 dakikalık tüm program kaydını dava dosyasına almıyor ve fakat, sav (iddia) makamı savcılığın dava açmada dayanak kullandığı montajlanmış, çarpıtılmış, özünden koparılmış, suç belgesi kılınmaya çabalanmış sahteci video kaydını esas alarak hüküm veriyor.. Yanardağ’ın savunma avukatının (Bilgütay Hakkı Durna) bu açıklaması çok çarpıcı..

Bu denli pervasız, ölçüsüz, gözü kara, adeta “düşman hukuku” uygulanmakta AKP=RTE tek adam devletinde.. Bu olgunun çıplak adını M. Yanardağ son (19 uncu) kitabına vermişti :

  • İSLAMO-FAŞİZM!

Dileriz, 3 Temmuz 2023 Pazartesi günü bir üst mahkemeye (Asliye Ceza Mahkemesine) 7 gün içinde yapılacak “itiraz” (Ceza Muhakemesi Yasası-CMK m.101/5, m.104/2, m.267-268) ile zerrece de olsa “sağduyu – yargı etiği – vicdan” egemen olur ver bu skandal – fiyasko sürdürülmez.. Tutuklamaya “İtiraz” temel bir haktır : AİHS md. 5/3 ve Anayasa md. 19/7.

En azından söz konusu programın tam ve özgün kaydı bilirkişiye yollanır ve TCK m.215 ve TMK m.7/2 açısından suç oluşturan sözler olup olmadığı hakkında uzman görüşü dosyaya girer. Buna göre de adil – bilime dayalı hukuksal hüküm kurulur. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Yasası m.102’de, “Adli tatil, her yıl 20 Temmuz’da başlar, 31 Ağustos’ta sona erer. Yeni adli yıl 1 Eylül’de başlar.” denmekte. Bilirkişi incelemesi 20 Temmuz’a yetişmez sanırız. Ancak itiraz makamı (üst mahkeme) buna bağlı kalmadan da tutuksuz yargılama kararı verebilir, kanımızca vermelidir. Bu son tümcemiz, görülmekte olan bir davada yargı organına telkin-tavsiye vb. anlamında değildir; anlatım özgürlüğü kapsamında yalın görüş açıklamasıdır.

Kaldı ki, “tutuklu işlerinde” adli tatilde de zorunlu süreçler yerine getirilir. Örn. her ay tutukluluğa itiraz edilebilir (CMK m.100, m.108/1,2).

Konuşmamızın ilk bölümü hemen altta, 12 dakika. 2. bölümünün youtube erişkesi onun altında, zaman 02.21.27’den başlıyor, 7 dakika (toplam 19 dk.)

AKP’li Diyarbakır MV Galip Ensarioğlu’nun konuşmasından yola çıkarak Saray hükümeti-İmralı görüşmesini etik bağlamda ironiyle ele alan Merdan Yanardağ, “Dört Soru Dört Cevap” programında şunları söylemişti :

  • “Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin hukukta hiçbir yeri yoktur.
    Kaldırılması lazım. Ailesi ve avukatı ile bile görüşemiyor.
    Böyle bir infaz düzeni olabilir mi?
    Abdullah Öcalan hafife alınacak birisi değil.
    Çok okuyan, neredeyse cezaevinde filozof oldu, okumaktan başka bir şey yapmıyor.
    Siyaseti doğru okuyan, doğru çözümleyen son derece zeki birisidir.”

Son kitabı olan İslamo-Faşizm.. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2023) Bu kitabı için şöyle diyordu Yanardağ :

  • “Gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı sorunlarla mücadele ediyoruz.
  • İhanete uğrayan bir devrimin yol açtığı tarihsel ve sosyolojik sorunlar adeta nefes alamaz hale getiriyor.
  • Modern Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda; ya gericiliğe bütünüyle teslim olacak ya da yeniden tarihsel ilerleme kanalına dönecek.
  • Türkiye yoluna böyle devam edemez.”

İşte asıl “tutuklama” gerekçesi, AKP=RTE iktidarını çooookkk rahatsız eden belirlemeler olmalı.

  • AKP’nin hükümetinin Öcalan ile görüştüğünü,
  • yeni bir AÇILIM ve AF politikası hazırladığını deşifre etmek..

Oysa, buyurun PKK terör örgütünü doğrudan – açıkça öven AKP yetkilileri..

Arşivler unutmuyor..

Arşivler unutmadığı gibi uyutmuyor da                                    :

Recep Tayyip Erdoğan: “PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim sıkıntısı olan bana söylesin.”

➖Cem Küçük: “Öcalan olmasaydı şu an çoktan kan gövdeyi götürmüştü.

➖Emre Aköz: “PKK terör örgütü değildir. Öcalan’a terörist demek, denize göl demektir.

➖Yasin Aktay: “Abdullah Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor.

➖Ahmet Davutoğlu: “Kürtçe yasağını biz kaldırdık. Bana Serok Ahmet diyorlar.

➖Yiğit Bulut: “Öcalan Türkiye’nin önünü açıyor.”

➖Bülent Arınç: “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık.

➖Etyen Mahçupyan: “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var. Nadir insanlardan birisi.

➖Hilal Kaplan: “Abdullah Öcalan ölmeyi değil, yaşatmayı tercih etti.”

➖Bengisu Karaca: “Bebek katili denilen Öcalan bize geleceği gösterdi.”
****
Bu sözler, Yanardağ’a yüklenen suçlamanın apaçık kanıtları..
Bu kişiler hakkında Yargı ne yaptı?
Bu, en azından nasıl bir çifte standarttır??

Bu arada; korkunç ekonomik çöküntü ve yakıcı ürünleri derin – yaygın yoksullaştırma – işsizlik – yüksek enflasyon ve eylemli (filli) devalüasyon ve devasa açıklar (bütçe, dış ticaret ve cari açık) AKP=RTE’nin çoook ciddi başağrıları. Ehh, Mr. Simsek ve Mrs. TCMB Guvernörü de büyücü değiller. Dolayısıyla “gündem oyunlarına” da iktidarın çoook gereksinimi var..

Dileriz, Çarşamba günü RTÜK, TELE1’e dönük ek bir darbe indirmesin.

Başkan Ebubekir bey oyunu açıkladı (ihsas-ı rey), bu toplantıya katılAmamalı..

Sevgi ve saygı ile. 02 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Not : Bu yazımız ADD Gn. Mrk. web sitesinde de yayınlandı :
TELE1-Merdan-Yanardaga-AKP-Operasyonunun-Kodlari.pdf (add.org.tr)

 

İslamo-faşizm yenilgiye uğratılmalı!

Merdan Yanardağ
07.05.2023, BİRGÜN

İslamcı faşist blok ve AKP iktidarı siyasal ve tarihsel bir sona doğru yaklaşıyor. Bunu görüyoruz. Ancak, halkın genel kabullerine dayanan bir ideolojik dokuya (dine) ve bu motivasyonun beslediği etkili bir kitle tabanına sahip bütün gerici ve faşist iktidarlar gibi, AKP yönetiminin de kendiliğinden çökmesini beklemek saflık olur. Böyle bir beklenti, siyasetin tarihine de sosyolojisine de aykırıdır. Kazanmak için mücadele etmek, risk almak, bedel ödemeye hazır olmak ve cesaret gerekir.

Sürekli vurguladığım gibi; AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler köklü şekilde değişmiş durumda. İslamcı hareketin bu nesnel gerçekliğe daha fazla direnmesi mümkün görünmüyor. İslamcılığı ideolojik bir sermaye birikim aracı haline getiren ve ulusal zenginlikleri talan eden AKP iktidarı, sadece siyasal bir çöküşü değil, ahlaki bir tükenişi de yaşıyor.

Ancak, çoğu zaman öznel durum ile nesnellik arasında bir açı bulunur. Nesnel (objektif) durum ne kadar uygun olursa olsun, eğer öznel (subjektif) koşullar yerine getirilmez ise hiçbir siyasal güç iktidarı kendiliğinden terk etmez. Toplum, tarihsel ve kategorik bakımdan daha gerici çözümlere razı edilir. Bugün temel sorunumuz budur.

Oysa, gerici faşist bloku yenilgiye uğratmanın bütün nesnel koşulları oluşmuş durumda. Öyle ki, tıpkı AKP’yi iktidara getiren konjonktürde olduğu gibi, tarihte çok az karşılaşılacak şekilde bu kez islamo-faşist hareketin yenilgiye uğratılması için, iç ve dış dinamikler arasında bir örtüşmenin oluştuğu görülüyor. İşçiler, emekçiler ve genel olarak halkın büyük kesiminin yanı sıra, geleneksel cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimi de artık AKP iktidarının gitmesinden yana. Çünkü AKP, artık sermaye sınıfının ortak çıkarlarını temsil eden bir parti/ iktidar olmak özelliğini yitirmiş durumda.

AKP, sermaye içi dar bir kliğin, deyim uygunsa, “fraksiyon partisi” haline gelmiş bulunuyor. Kamu kaynaklarının yağmalanmasıyla palazlanmış, bu nedenle sermayenin iç dengelerini bozan ve bütün piyasa kurallarını çiğneyen lümpen burjuvazinin iktidarına dönüşüyor. Diğer bir ifade ile AKP artık muhafazakar-islamcı yeni zenginlerin partisi haline geliyor.

Bu nedenle, daha önce islamcı hareketle uzlaşarak ona bütün kirli işlerini gördüren cumhuriyet burjuvazisi, kültürel ve sınıfsal doku uyumsuzluğunu, ne hikmetse birden bire fark ediyor. AKP’nin merkez sağda yer alan “muhafazakar-demokrat” bir çizgiyi temsil etmediğini anlıyor. Dahası, sermayenin sosyal bileşimini değiştiren AKP iktidarının, islamo-faşist bir rejim kurmasının kendilerini 21.yüzyıl dünyasında oyun dışı bırakacağını düşünüyor. Daha dramatik olanı ise, islamcı iktidarın “git” deyince, gitmediğini de acı bir şekilde öğreniyor.

Aynı şey, başta Batı olmak üzere, küresel sermaye çevreleri için de geçerli görünüyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin stratejik bir imalatı olan ve ılımlı islamı temsil etmesi öngörülen AKP iktidarının, artık işlevini yitirdiği düşünülüyor. Ancak, ne sermayenin ne de emperyalizmin bir kral otoritesi ya da imparator iradesi de bulunmuyor. Çünkü, siyaseti ve toplumsal yönelimleri istedikleri zaman ve istedikleri gibi düzenleme kudretleri her zaman olmuyor. Çünkü, siyasal gelişme ve oluşumları çok sayıda ulusal, küresel, tarihsel, sınıfsal ve kültürel etken belirliyor. Siyaset sınıflarının kendi özgül ağırlığı bulunuyor.

ABD ve Batı dünyası, kısa geçmişte özellikle Ortadoğu’da bütün ayıplı işlerini gören AKP iktidarının, islamcı bir rejim kurma ısrarının Türkiye’yi rotadan çıkardığını ve Doğu’ya doğru çektiğini düşünüyor. AKP’nin artık, islamcılık ile demokrasiyi buluşturmak gibi fantastik bir iddiayı yaşama geçirmeyi deneyen, “ılımlı islamcı” bir parti olmadığını görüyor. Dahası, onun Batı ile uyumunu yitirdiği ve öngörülemez olduğu anlaşılıyor. Kendi Ortaçığını aşamayan Müslümün dünyada ılımlı islamcı bir hareketin olamayacağı ortaya çıkıyor.

Bu anlamda; ABD ve Batı’ya yaslanıp küresel sermayenin desteğini alarak iktidara gelme, devleti ele geçirme ve güç kazandıktan sonra kendisini destekleyenlere kazık atarak islamcı bir rejim kurma stratejisi çökmüş görünüyor. Bütün dünyada iflas eden bu stratejinin Türkiye’de başarılı olması için bir neden de bulunmuyor.

Bugün tablo şudur; emekçi sınıflardan cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimine, anti-emperyalist çevrelerden Batı’ya uzanan çok geniş bir yelpaze, islamcı iktidarı istemiyor. Onun artık tarihsel ve siyasal ömrünü doldurduğu düşünülüyor. Tarihte çok az görülebilecek özgün bir toplu durum oluşuyor.

Bu bağlamda; Türkiye’de emekçiler, demokrasi güçleri ve sol açısından durum çok açıktır; ülkeyi islamo-faşist bir diktatörlüğe doğru sürüklemeye çalışan iktidarı yenilgiye uğratmak, öncelikli tarihsel görev ve sorumluluktur. Deyim uygunsa, sorun artık ontolojiktir. Mücadele bir varlık-yokluk kavgasıdır. İslamcı faşist iktidarın, kendisini kuşatan bütün elverişsiz koşullara karşın kazanması, bizim kabahatimiz olacaktır. O nedenle içinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemeçte nihai kazanımlar için gerekli olan geçici uzlaşmaları reddetmek, sanılanın aksine korkaklıktır. İdeolojik bir konfora kaçma tutumudur. Çünkü, kendisi için koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, islamcı hareket iktidarı kolay kolay bırakmayacaktır. Eğer bir şansı olduğunu görürse direnecektir.

Sonuç olarak; 14 Mayıs seçimleri esas olarak Türkiye’de işçi sınıfı için, halk için, demokrasi güçleri için, sol için önem taşıyor. Değilse, gerek AKP’ye karşı olan burjuva kesimler, gerekse Batı ve küresel sermaye, islamo-faşist iktidar ile yeniden uzlaşmanın yolunu bulur.

Elbette olası bir yenilgide devrimciler ve yurtseverler düştüğü yerden kalkmasını bilir. Kuşkusuz sol için dünyanın sonu da olmaz. Ancak, seçimlerin “küçük hatalar” nedeniyle kaybedilmesinin bedeli ağır olur. Böyle bir yenilginin büyük bir tarihsel yıkıma yol açacağı, ülkenin geriye savrulacağı ve toplumun acı çekeceği de açıktır. O nedenle, seçim günü ve ertesinde asıl görev bu toprakların devrimci ve yurtsever evlatlarının olacaktır. Bu anlamda, ihtiyacımız olan şey; konforlu bir kültürel solculuk değil, yeniden devrimci olmayı bilmektir.