Etiket arşivi: İslam’da reform

ANA BENİ NİYE VERDİN HERİFE?

Zeki SARIHAN

(AS: Tarikatlar rezaleti gündemden düşürülmesin, düşürülmemeli!
Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Bir tarikat şeyhinin 6 yaşındaki kızını, imam nikâhıyla yetişkin bir erkeğe eş olarak vermesi, aklın alamayacağı bir durumdur. Bunu yapan şeyh ailesi yalnız yasaya göre değil, insanlığa karşı da suç işlemiştir. Hiçbir anababa, çocuklarını ateşe atma hakkına sahip değildir.

Köylerimizde “Beşik kertmesi” denilen bir gelenek vardır ama bunun erken evlendirme ile ilgisi yoktur. Yalnızca aileler, çocuklarının yetişkin yaşa geldiklerinde kiminle evleneceğine karar vermiş olurlar.

Yalnız kızlar için değil, erkek çocuklar için de aynı durum söz konusudur. 1950’li yıllarda komşu köylerimizden birine davullu zurnalı bir düğüne gitmiştik. Damat diye ortaya getirilen çocuk henüz yedi yaşındaydı. Köyün ileri gelenlerinden biri olan kayınpeder olacak herif, güya evde iş görecek birine ihtiyacı varmış. Oğluna 18 yaşında bir kız alıyordu. Gelin, artık ev, tarla, bahçe işleriyle uğraşırken çocuğu da koynunda büyütecekti. Jandarma, adliye buna nasıl göz yumdular kim bilir, fakat bir imam görev almadan bu düğün yapılamazdı.

Bu tip olaylara tanıklığım bu düğünle sınırlı değil. İlkokuldan mezun olduğum 1958 yılında, aynı köy okulumuzun 4. sınıfında okuyan bir arkadaşımızın da düğününü yaptılar. 1967 yılında 5. sınıftan mezun ettiğimiz bir öğrenci de o yıl evlendi. Bu son iki örnekte damatların yaşları 14-15 dolayında olmalıdır.

Böyle küçükken evlendirilen erkek çocuklarla ilgili ünlü bir türkü vardır. Gelin şöyle yakınmaktadır:

Kadifeli yastık kadifeli yorgan yer yumuşak
Emmim oğlu yanıma geldi bir uşak
Öpmesi yok sevmesi yok konuşak
Anne beni niye verdin çocuğa
Oynar oynar taş doldurur kucağa

Sabah olur pabucunu giyemez
Akşam olur yemeğini yiyemez
Karanlıkta yatağını bulamaz
Ana beni niye verdin çocuğa

Oynar oynar taş doldurur koynuna
Sabah olur çocuk gider oyuna
Oynar oynar taş doldurur koynuna
Beni verenlerin vebal boynuna
Ana beni niye verdin çocuğa
Oynar oynar taş doldurur kucağa.

Türküdeki yetişkin kız, şimdi bir çocuk gelin olarak konuşuyor. “Ana beni niye verdin herife?” diye feryat ediyor.


PİSLİĞİN FİLİZLENDİĞİ ORTAM

Kızın henüz altı yaşında evlendirilmesi kamuoyunun nefretiyle karşılansa da, çoğu kişi oy kaygısıyla bu pisliğin filizlendiği ortamın adını anmaktan çekiniyor. Oysa

  • Tarikatların bunca yayılıp topluma ve devlete musallat duruma gelmesi
    Türkiye için büyük tehlikedir.

Diyanet işleri Başkanlığının yaptığı açıklamada Medeni Kanun’un anılmaması ilginçtir. Medeni kanun kız ve erkekler için evlenme yaşını en erken 17 olarak hükme bağlamıştır. Çok zorunlu durumlarda bu yaş, yargıç kararıyla 16’ya inebilir. Diyanet İşleri, bu yaşı cinsel olgunluk yaşı olarak açıklama yolunda ısrar ediyor. Nedense kendini yasalarla sınırlamıyor.

Bu durum din kurumunun ve kimi tarikatların ülkeyi şeriat yasalarıyla yönetme arzularından doğuyor. Zaten bir süredir, parlamentodan çıkmış çağdaş yasalar bir yana atılmış, ülke tarikatlara teslim edilmiş durumdadır. Devlet bütçesi onlara ayrılmıştır. Eğitim onlara emanet edilmiştir. Bu marifetleri, yıldan yıla artarak sürüyor.

Merak ediyorum, hırsıza verilecek ceza konusunda Diyanetin düşüncesi sorulsa “Bunun şeriattaki yeri kolunun kesilmesidir” diyebilecek midir?

Bu gidişle galiba buna da sıra gelecek. Mehmet Akif, “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyordu. Heriflerde idrak yok ki, İslam’ı asrın idrakine söyletsinler. (10 Aralık 2022)
=============================================

Dostlar, 

İslam / islamcılar / siyasal islamcılar (sahi, Allah’ın dini – kitabı konusunda neden bunca parça parçalar??) bunu savunuyorsa, kendi ipini kendi çekiyor.. İslamiyet neden 40 türlü yorumlanamıyor? Tanrı, herkesin rahatlıkla anlayacağı bir metin (Kuran) indir(e)medi mi? Niye? Allah aciz mi? Müslümanlar bu sorunu nasıl çözecek??

Hıristiyanlık ve öbür dinler gibi İslamiyet de mutlaka reform yapacak ve çağa ayak uyduracaktır. İlk adım LAİK – SEKÜLER yaşam ile barışmak..

Mustafa Kemal Paşa reçeteyi verdi gerçekte :

  • “Din, bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir, özgürdür. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, amaca ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.” (Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.7.1949)
  • “Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın yararına uygundur; biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin yararına, İslâmın yararına uygunsa kimseye sormayın; o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”
    1923 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 127)

21. yy’da akla – bilime uygun olmayan hiçbir olgu, insanlığa din – Allah emri vs. dayatmalarıyla yutturulamaz.. Dürüst – içten dindarlar bu pislik yuvasına dönüşen iğrenç tarikatları kapatmada ve İslamda reformda öncü rol almalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Aralık 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Dinler nereye gidiyor?

Ayşe Sucu - Sözcü GazetesiAyşe Sucu
aysesucu@sozcum.com
SÖZCÜ, 07 Kasım 2022

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Kurumsallaşma dinlerin en büyük handikaplarıdır. Zira sürekliliklerinin ve korunmalarının bir gereği olarak kabul edilen kurumsallaşma zorunluluğu, dinlerin özlerinden uzaklaşma sürecini de beraberinde getirmiştir. Tümüyle insan inşası olan bu güçlü yapılar, insanı kuşatmakla kalmaz baskısı altına da alır. Her kurum, hiyerarşisini ve iktidarını bir türlü doğurur çünkü. Böylece iktidarlarını kurmuş kurumsal dini yapılar, yasalarını oluştururken bir nevi kendilerini de koruma altına alırlar. Sorun tam da burada başlar; kul ile Allah arasına kimse giremez anlayışı, iyi niyetlerle başlanan yolculukta, bile-isteye göz ardı edilir ve kurumlar dinlerin kendisi haline gelir. Kurumsallaşmış-hiyerarşik bu yapılar eleştirel düşünceden uzak, algıyı aşan, esası öteleyen, dolayısıyla kişinin kendi oluşumunun önünde engel teşkil eden ve böylece derinleşme imkânı bulamamış bireylerden oluşan yığınlar yaratır. Nitekim büyük fotoğrafa bakıldığında, tüm dinlerin verdiği görüntü bundan ibarettir. Sorgulamamış, içselleştirmemiş, verileni olduğu gibi kabul etmiş, ‘sen anlamazsın tabi ol’ denildiğinde sesini çıkaramamış …

  • … kalabalıklardan, erdemin-iyiliğin-doğruluğun hâkim olduğu bir ahlak dindarlığı beklemek hayaldir.

Dini yapılar, gelişen dünyanın taleplerine kendilerini kapatarak, dinden ziyade yapıyı yani dönemsel anlayışı muhafaza etme eğilimindedir. Kanonik eserlerin büyük çoğunluğu, dönemlerinin sosyolojik gerçekleriyle örtüşen bir diskura sahiptir. Bireyin düşünceleri o günün toplumundan ve sisteminden bağımsız değildir. Söyleneni olduğu gibi kabul etmek dönemin tabiatındandır. Kral, sultan ya da padişah ne derse o doğrudur o yapılır, itiraz edilemez anlayışı, dini yapılar için de geçerlidir.

Oysa coğrafi gelişmeler, bilimsel, zihinsel ve teknolojik devrim günümüz insanını bambaşka bir evreye taşıdı. Artık birey ‘kendisi’ olmak istiyor. Toplumcu kültür ya da kurumsal din, gelenekçi tutumunu gözden geçirmediği sürece günümüz insanıyla barışık bir tutum oluşturma ihtimalini yitirdi. Yansımalarını tüm dünyada görüyoruz.

ZİHİNSEL DÖNÜŞÜMÜN İNANCA ETKİSİ

Kırılmanın ve değişimin baş döndürücü bir şekilde gerçekleştiği bu dönemde, boş bir direnç ve gülünç itirazlar yapma yerine, olgunun ve gelişmelerin farkına varmak ve temelde yatan sebepleri soruşturmak, meselenin muhataplarının birincil görevi. Ancak şu sorular mühim;

  • dünyadaki gelişmeleri algılayıp-yorumlayacak pozisyonda mıyız?
  • İnsanlığa söyleyecek sözümüz var mı?
  • Evrene-evrensele ne kadar talibiz?

Benzer sorular muhataplarını arıyor.
Dinlerin geleceği bu soruların cevaplarına bağlı.

Umursamaz bir iyimserlik içinde olanlara şunu da hatırlatalım:

  • Her şeyi olduğu gibi kabul edecek nesilleri beklemek artık rüyada olur.
  • Günümüz insanı daha doğrusu özgür birey, gerçekçilik istiyor.
  • Büyük annelerimizin büyük babalarımızın anlayışını değil, zihnini tatmin edecek cevaplar arıyor.

Nirengi noktası tam da burası.

  • Bir nesil sonra bu sorgulamalar daha da genişleyecek.
  • Örneğin yüz yıl önce, kadınların yarım şahitliği, mirastan yarım pay alması,
  • üç kez boş olsun ifadesiyle veya annesinin sırtına benzetmesiyle erkeğin karısını boşaması,
  • kadının hakim-yönetici olamaması

vb. hususlar sorgulanıyor muydu?
Hayır. Peki, neden? Çünkü kadın algısı, kadın imgesi değişti.

Fıkıh kitaplarında suyun temizliğinin şartlarını günümüz Müslümanı nasıl bugüne taşımıyor ve teknolojinin gereklerini kullanıyorsa; birey, inancı ile ilgili her hususta zamanın ruhuna uygun cevaplar arıyor.

Kurumsalı kutsayanların görmek istemedikleri nokta bu. Kaldı ki, itikadi konularda dahi algıdaki değişiklikler tefsir hocaları tarafından dile getiriliyor. İslam’ın erken dönemlerinde, üç yüz yıl boyunca süren “Allah gökyüzündedir” anlayışı (aksini söyleyenler öldürülüyordu) fukahanın söylemini değiştirmesiyle “Allah her yerdedir” hâkim anlayışına dönüştü.

Demek istediğim, zihinsel ve kültürel yansımalardan kaynaklı dini düşüncenin kendi içinde yaşadığı sorunlar bir vakıa. Ancak son yüzyılda insanlığın kat ettiği aşama, önceki asırlarla mukayese edilemeyecek kadar bireyi değiştirdi ve dönüştürdü. Bu değişim ve dönüşüm hayatın bütün yönlerini içine aldı ve almaya da devam edecek.

Bir nevi hayatın her alanı yeniden tasarlanıyor.

İtiraz edeceklere peşinen söyleyeyim, ben fotoğraf çekiyorum, çözümleme yapıyorum.

Deve kuşu misali başlar yere gömülerek sorunlar bertaraf edilemez. Yerim doldu; haftaya devam edelim.
=========================
Bizim kısa katkımız..

Sonuç :
İslam’da reform ka – çı – nıl -maz… hem de hızla.
– Tersi durumda İslam Ortaçağı uzadıkça Müslüman halklar ve ülkeleri giderek daha da sömürgeleşecekler ve İslam dini yeryüzünden daha köktenci biçimde tarihe karışacak..
İmam Gazali, Allah’ın İslamı’nı donduran mühür mü vurdu? Gordion’un / İmam Gazali’nin kördüğümünü kılıçlayacak aklı başında aydın – çağcıl Müslüman hiç yok mu??!
– DİB ve Türkiye’deki, tarikat – cemaatlar, İlahiyat fakülteleri… kaçınılmaz eytişimin (diyalektiğin) ayrımında mı?? Bu tarihsel körlük / inat daha ne denli sürdürülebilir??

Sevgi ve saygı ile. 15 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik

İÇTİHAD KAPISI…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor ” Hocam içtihad nedir?

İslam ülkelerinde İÇTİHAD KAPISI açık mı yoksa kapalı mı?”

Sosyolojik açıdan İctihad, en kısa tanımla insan, toplum ve devlet yaşamının, dinsel, ekonomik, siyasal, hukuksal, sosyal (toplumsal), kültürel (ekinsel)… açılardan bireyler ve toplumca nasıl algılandığı ve pratiğe (uygulamaya) nasıl aktarıldığını belirleyen ZİHNİYET (anlayış) YAPISIDIR.

Evreni, Dünyayı, doğayı ve gündelik yaşamı algılama, yorumlama ve pratiğe (uygulamaya) aktarma biçimidir.

Bu zihniyet (anlayış) durağan (statik), değişime ve yeniliğe kapalı ise ülke ve toplum yerinde sayar.

Tersine bu zihniyet (anlayış) dinamik (devingen) ve çağın değişimine göre kendini yeni koşullara göre sürekli yenileyebiliyorsa, toplum da olumlu yönde değişir ve gelişir .

Eğer İslam ülkelerinde özgür akıl, özgür bilim, özgür düşünce, laiklik, çağdaş hukuk ve gerçek demokrasi kapıları sonuna dek açılmaz, genel toplumsal zihniyet (anlayış) yenilenmezse, içtihad kapıları açılmaz. İslam toplumları da çağdaş dünyadan geri kalmayı sürdürürler.

(AS: İmam Gazali’nin İslam’da içtihatlar üzerinden kendini yenileme kapılarını 13. yy’da kapadığını ve İslamı dondurduğunu kaydedelim. Batı “dinde reform” ile Rönensans yaşadı ve Laik demokrasiyi keşfetti, dünyaya egemen oldu. İslamcı mollalar, bu çok çarpıcı gelişmenin de ortada olmasına karşın, İslam’da reforma kapalılar ve bu dine en büyük kötülüğü yaparak yok olmaya sürüklüyor.) 

Genelde İslam ülkelerindeki çoğu despotik (baskıcı) siyasal iktidarlar, eski müçtehidlerin (içtihat koyucuların) bu statik (donuk) ve dogmatik (saplantılı) dinsel yorumlarını aklın (usun) ve bilimin ışığında, çağın ve toplumun gereklerine göre yeniden yorumlamak yerine, siyasal iktidarları korumak için mevcut statükoyu (varolan düzeni) sürdürmeye büyük çaba gösteriyorlar.

Türkiye’de durum biraz farklı bir tarihsel süreç izlemiştir.

En büyük ulusal kahramanımız M. K. Atatatürk‘ün kurmuş olduğu demokratik – laik cumhuriyet ve yapmış olduğu ekonomi, eğitim, bilim, yönetim, hukuk, kültür (ekin)… vb. devrimler, çağdaş bir zihniyet (anlayış) oluşturmaya önemli katkılar sağlamıştır.

1950 yılından beri, bazen (kimi kez) dalgalanarak süregelen karşı devrimci hareketler, O’nun açtığı aydınlık zihniyeti (anlayışı) geriletme, hatta yok etme üzerine kurgulanmaktadır.

Ancak bu yanlış çabalar boşunadır.

Çünkü dünya tersine dönmez ve güneş balçıkla sıvanmaz.

Toplum ve gençlik büyük bir uyanış içindedir.

Kötümserliğe gerek yoktur.

SEÇME – SEÇİLME HAKKINDAN KADININ KÖLELİĞİNE

SEÇME – SEÇİLME HAKKINDAN KADININ KÖLELİĞİNE

MUSTAFA SOLAK
Tarihçi – Yazar

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

5 Aralık 1934’te TBMM tarafından kadına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmasının yıldönümünü kutluyoruz.

3 Nisan 1930’da belediyelerde, 26 Ekim 1933’te köy ihtiyar heyeti ve muhtarlık seçimlerinde, 5 Aralık 1934’te ise Türkiye Büyük Millet Meclisinde kadına seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Ülkemizde, kadınlara seçme ve seçilme hakkı Fransa, Belçika, İtalya ve İsviçre gibi pek çok Avrupa ülkesinden önce tanındı. Öte yandan, ilk kadın Bakan 1971’de 33. hükümet döneminde görev almıştır. (AS: Prof. Dr. Türkan Saylan, Sağlık Bakanı)

Kadının bugünkü durumu nedir?

Diyanet fetvalarında kadın

Diyanet İşleri Başkanlığı “ ‘Boşarım’ demekle boşanma meydana gelir mi?” sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir.”[1]

  • Diyanet, mahkeme kararı olmaksızın, salt sözle de erkeğin karısını boşayabileceğini savunuyor!

Diyanet, “Boşama yetkisinin kadın eşe veya başkasına devredilmesi mümkün müdür?” sorusuna verdiği yanıtta da “boşama yetkisi prensip olarak kocaya verilmiştir” diyerek kadına bu yetkinin verilmediğini ima yoluyla dile getiriyor.

MEB kitaplarında kadın

Benzer anlatımlar İmam Hatip Lisesi “FIKIH” ve “FIKIH OKUMALARI” ders kitaplarında var. Fıkıh ders kitabında sayfa 185’te erkeğin kadını boşaması şu şekilde düzenlendi:

Talak, Fıkıh ders kitabının ifadesiyle “kocanın tek taraflı irade beyanıyla eşini boşamasıdır.” Talak, “sen benden bir talak ile boşsun” veya “kendine artık başka koca ara” gibi cümlelerle olmaktadır. Boşama yetkisi salt kocaya verilmekle birlikte koca evlenirken veya daha sonra, dilerse bu konuda karısını da yetkili kılabilecekmiş.[2]

Ders kitabında görüldüğü gibi; yalnızca erkeğin boşaması değil aynı anda eşinin kızkardeşi, halası, teyzesi ile olmamak koşuluyla erkeğin çok eşli olabileceği de dile getiriliyor.

Dahası “Fıkıh Okumaları” ders kitabında da bir erkek eşini üç kez “boş ol” veya yukarıda belirttiğimiz ifadelerle boşarsa onunla yeniden evlenebilmek için eşinin bir başka erkekle evlenip boşanması veya yeni kocanın ölmesi gerekir. Fıkıh Okumaları ders kitabında, yeni koca ile evliliğin zifafı içereceği de yazılıdır.[3]

Ayrıca ders kitaplarında şunlar da var:

  • Miras payı Medeni Yasa’ya değil ayete göre düzenlendi,
  • Kadının “açmasına izin verilen avreti; yüzü, bilekleriyle birlikte elleridir”,
  • Elbise, karşı cinsin dikkatini çekmemeliymiş,
  • Nafaka varken mehir düzenlendi,
  • Kadına bakmak haram,
  • Mezheplere göre avret yeri farklılığı,
  • Kürtaj “cinayettir” yaklaşımı, (AS: Katolik Kilisesi bile kürtaj hakkını kabul etti; PAPA, “tavşanlar gibi üremeyin” dedi!!)
  • Estetik yasak,

Tekfir eden (dinden çıkan) erkekse, Müslüman bir kadınla evlenemez,

Daha çoğu var ancak buncası yeterli sanırım. Bu fetvalar ve ders kitaplarındaki ifadelerle kadının durumu ilerler mi? Geriler mi?

Ceren Özdemir’in, Emine Bulut’un katline bir de bu yönden bakmalı.

Bu fetvalar ve eğitime nasıl yaklaşılmalı?

Peki kadının onuru, özgürlüğü için ne yapacağız?

NOT: Ders kitaplarındaki ve Diyanet fetvalarındaki durumu görmek için

  • GAYRİMİLLİ EĞİTİM ve DİYANET’İN FETVALARI kitaplarımı okuyabilirsiniz.

[1] https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/839/%E2%80%98bosarim–demekle-bosanma-meydana-gelir-mi-, erişim tarihi 01.12.2017.

[2] Orhan Çeker, Saffet Köse, Abdullah Kahraman, Servet Bayındır, İbrahim Yılmaz, Recep Özdirek, Adnan Memduhoğlu, Hasan Serhat Yeter, Editör: Recep Özdirek, Fıkıh, MEB Yayınları, Ankara, 2017, s.185.

[3] Abdullah Kahraman, Servet Bayındır, Recep Özdirek, Adnan Memduhoğlu, İbrahim Yılmaz, Ahmet Özdemir, Fıkıh Okumaları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2017, sayfa 108. FIKIH OKUMALARI kitabına http://www.eba.gov.tr/ekitap?icerik-id=2626 adresinden erişebilirsiniz.
===============================
Dostlar,

Yüce Atatürk ile dava – silah arkadaşlarına çağlar ötesi uzgörüsü (vizyonu) ve eylemi için şükran ile…

Dün türbanlıların okuma hakkını gasp ediyorsunuz” diyen siyasal islamcı, günümüzde “kadının okuması zinhar caiz değildir..” batağına sürüklenerek takiyyesini ele verdi ve maskesi düştü..

  • İslamda kadın – erkek eşitliği yok!

21. yy’da aklıbaşında hiç kimseye bu olguyu kabul ettiremezsiniz..
Ne Allah korkusu, ne peygamber, ne Kur’an, ne fıkıh, ne hadis…
Ne de Cennet – Cehennem vaatleri..
O halde : Hüküm zamanla değişir, 1400 yıl öncesinin Vahabi Kültürünün çöl şeriatını DİN diye dayatmanın olanağı kalmamıştır.
Bunu sürdürenler gerçekte maskeli / maskesiz din düşmanıdırlar.
Sağduyulu (aklıselim) Müslümanlar bu çıkmazı sonlandıracaktır.
İnsanların istemi ve çağın gereği budur;

  • Tüm yollar İslamda reforma çıkmaktadır.

Oyala(n)dıkça Agnosist, Deist, Ateistler çoğalıyor, İslam eriyor..
Marmara Üniv. İlahiyat Fakültesi profesörlerinden biri, birkaç gün önce ezber bozan birkaç masum laf etti diye fetva verildi : “Öldürülmesi caizdir“.. Adamcağız apar topar emekli oldu!

İslam bu mu??

İslamda yoksulluktan kurtulma özgürlüğü / hakkı da yok : Fitre, zekat var..
Diyanet ve Erdoğan Müslümana yoksulluğa katlanma vaazı verebiliyor!?

İslamda demokrasi de yok, fikir özgürlüğü, inanç özgürlüğü yok, yok, yok..

Oysa Demokrasi, eşitlik, özgürlük, yoksulluktan kurtulma.. çağın vazgeçilmez ülküleri.

…………..
…………………..

Bilginize, vicdanınıza, gönlünüze…
Ne ölçüde kullanabiliyorsanız “inanç” bukağısındaki aklınıza!

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile. 05 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

Dindar anayasa ve Türkiye’de “şeriatçılığın” sınırları…

Dindar anayasa ve Türkiye’de “şeriatçılığın” sınırları…

Prof. Dr. TANER TİMUR

Ismail_Kahraman_Ahmet_Davutoglu

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Atasözüdür, “çocuktan al haberi” derler; özel yaşamda gizli tutulmak istenen bilgiler, çoğu kez saf ve masum çocuklardan alınır. Kamusal alanda ise durum farklıdır; sırlar daha iyi korunur ve atılacak adımlar daima hesaplı bir şekilde planlanır. Siyasete genellikle ilkeler değil, kelbîlik (sinizm) hâkimdir; saflığa, masumiyete yer yoktur. Ve bu yüzden de önemli hamlelerden önce “denek”ler kullanılır; kamuoyu yoklanır; ortamın hazır olup olmadığı test edilir. Eğer koşullar elverişli değil, hava fırtınalıysa, girişim ertelenir, ortalık yatıştırılmaya çalışılır ve “denek” de “feda” edilir! Kimilerinin gözünde “kahraman”laşsa da!

Görünüşe göre bizde “laiklik”le ilgili son gelişmeler de bu şemaya uygun cereyan etti. Meclis Başkanı “denek” oldu; “dindar Anayasa” test edildi ve pek tutmayacağı anlaşılınca da Cumhurbaşkanı ve Başbakan “yok böyle bir şey; dediler; yeni anayasada laiklik ilkesi korunacak ve bütün dinlere, bütün inançlara ‘eşit mesafede’ davranılmaya da devam edilecek!”..
•••

Yine de görünüşe aldanmayalım ve sorgulamayı derinleştirelim. Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın bu tablodaki yeri ve işlevi gerçekten neydi? Masum bir “deneklik” mi? Siyasi hırsla beslenen kişisel bir “oyunculuk” mu? Yoksa iktidarı daha ileri bir pozisyona zorlamak için bir grubun planladığı bir çeşit “tetikçilik” mi? Bunları bilemeyiz ve bu ilk aşamada sanırım sadece şunu söyleyebiliriz: İsmail Kahraman Bey, bu çıkışıyla adı gibi bir “kahraman” olamadıysa da, asla yalnız bırakılmış, “feda edilmiş” de sayılmaz. Unutmayalım ki Erdoğan da, Davutoğlu da bu dava arkadaşlarının “fikir özgürlüğü”nden saygı ile söz ettiler. Bu da yetmedi, Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş daha da ileri giderek, açıkça Kahraman’ı savundu. “1924, 1961 ve 1982 anayasaları millete rağmen, yapılmış anayasalardır”; diyordu Kurtulmuş; “bu anlayış din-devlet ilişkileri ve bu bağlamda laiklik uygulamalarını da maalesef anayasayla millete dayatan bir anlayış içinde oldu. Birtakım yanlış uygulamalar üzerinden de çok vahim meseleler yaşandı. Bir anayasa milletten kopuk olmaz. Millette ne varsa parlamentoya yansır, anayasaya yansır”. Kısaca Meclis Başkanı haklı olarak bazı “dayatma”ların altını çizmiş, doğru yönü göstermişti. Nihayet Kurtulmuş’u da Osmanlı Ocakları Başkanı tamamladı ve o da bu ikiyüzlülüğe son vererek sosyal medyada malumu ilan etti:

  • “TBMM başkanı Kahraman onurumuzdur. Halkın diline tercüman olmuştur.
    İslam ilkesini zorla batılılaştırdınız.”

    •••
    Evet, İsmail Kahraman yalnız kalmamış, fakat beklediği desteği de bulamamıştı. Oysa O da konuşabilir, “laiklik”ten söz eden Cumhurbaşkanı’na bazı şeyleri hatırlatabilirdi. Örneğin, “Sayın Başkan, diyebilirdi, siz siyasal hayatınızı ve karizmanızı ‘minarelerimiz süngü, camilerimiz kışla’ özlemiyle kurdunuz ve bu mısraları başbakan olarak kezlerce parti kurullarında ve Meclis’te tekrarladınız. Şimdi lütfen söyler misiniz, bizler, Mürşidimiz Necip Fazıl’dan ve sizin bu sözlerinizden aldığımız ilhamla nasıl ‘her inanca eşit mesafede’ olabileceğiz? Yine siz değil miydiniz, AKP’li gençlere Necip Fazıl’ın ‘dinine ve kinine sadık’ gençleri öven hitabesini okuyan? Bakın şimdi bu gençler yetişti ve örgütlendi; üstelik sizi değil, beni destekliyorlar; o halde artık her inancı hak diniyle eşit sayan laiklik uydurmasını terk etmeniz ve hak yolundaki kervanımıza katılmanız gerekmez mi? Yoksa Mürşid’in Gençliğe Hitabesi’nde, laik cumhuriyetin ‘işgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet’ olarak tanımlandığını unuttunuz mu? ”.
    •••
    Kuşkusuz kimse İsmail Kahraman’dan böyle bir konuşma beklemiyor. Yine de patlak veren “kriz”, Türkiye’de bir “din devleti” olasılığı hakkında düşündürücü noktalar içeriyor ve İktidar partisinden gelen bir TBMM Başkanı’nın açıkça “dindar anayasa” istediği bir ülkede, herhalde bu “öneri”yi ciddiye almak ve tartışmak gerekiyor. O halde tartışalım ve “İslam Dünyası”nın bugünkü halini de göz önünde bulundurarak önce şu saptamayı yapalım:
  • Din Devleti, bir hükümet şeklidir; üstelik parlamentarizm ve başkanlık sistemlerinden daha köklü, daha kapsamlı bir sistemdir. Ve nasıl “her millet layık olduğu hükümete sahip oluyor” ise, her Müslüman ülke de ancak layık olduğu “Şeriat Devleti”ne sahip olur. Bu durumda yanıt arayacağımız soru da şudur:
  • Türkiye’de “şeriatçı” bir sistem mümkün müdür? Eğer mümkün ise, ülkenin bugünkü sosyal ve kültürel gelişme düzeyinde bu “şeriatçılığın” sınırları neler olabilir? İşte tam da burada paradoksal (AS: çelişkili) bir durumla karşılaşıyoruz ve görüyoruz ki; bu ülkede İslamı siyasallaştırarak iktidara gelenlerin neredeyse hepsi, yükseköğrenimlerini laik eğitim veren fakülte ve okullarda tamamlamış ve yaşantılarını da bu kurumlardan aldıkları diplomalarla biçimlendirmiş kimselerdir. Öyle ki, şu son günlerde “dindar anayasa”yı savunan İsmail Kahraman bile, Hukuk Fakültesi’nde Şeriat ve Fıkıh değil, Roma Hukuku ve Medeni Hukuk okumuş ve bugün işgal ettiği “makam”a da “fakih” değil, “hukukçu” sıfatıyla gelmiş bir siyasetçi değil midir? Bu demektir ki, İsmail Kahraman ve “dava” arkadaşları bugün laikliğe karşı savaşırken, biraz da kendi geçmişlerine, kendi formasyonlarına karşı savaşıyorlar. İşte “Devrim” yaşamış bir ülkede “şeriatçılığı”, İran ve Arap modellerinden ayıran önemli hususlardan biri budur.
    •••
    Bu kişisel çelişkilerin nasıl çözüleceği, elbette ki bu ikilem içinde yaşayanların sorunudur. Yine de aralarında “diploma” konusunda en zengin olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, geçenlerde yaptığı bir konuşmada bu konuya ışık tutacak açıklamalarda bulundu. Biz de kendisini izleyelim.
    Davutoğlu, Kocaeli’nde, “Gençlik Çalıştayı”nda yaptığı konuşmada, Türkiye Üniversiteleri’nde yapılan “Batılı klasiklere” dayalı öğretimi daha öğrenci yıllarında yetersiz bulduklarını ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken ideal arkadaşlarıyla beraber buna “alternatif bir program” hazırlayarak hafta sonlarında okumalar ve tartışmalar yaptıklarını anlatıyordu. Programlarında, resmi ders programlarında yer almayan “Doğu klasikleri”ni de böylece öğrenmiş oluyorlarmış! Peki, kimler varmış bu “Doğu klasikler”ini yaratanlar arasında? Davutoğlu şu isimleri sayıyor: Necip Fazıl, Said Nursi, Sezai Karakoç, Mehmet Akif, İdris Küçükömer, Nurettin Topçu, Kemal Tahir ve Nuri Pakdil.. Doğrusu garip bir liste; herhalde tamam da değil, fakat verilen isimler bunlar ve Davutoğlu, dava arkadaşları ile bu düşünürleri okuyarak Doğu ile Batı arasında bir denge sağladıklarını söylüyor! Bu da yetmiyor, sayın profesör şu “temel ilke”yi gençlere hatırlatıyor:
  • “Ama bütün bu kitaplar bir Kitab’ı anlamak içindir; O Kelamı Kadim’i de hiç gönlünüzden, yüreğinizden, zihninizden, eyleminizden eksik etmeyin!”. İşte sizlere, tesadüfen bugün de (28 Nisan 2016) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmam-Hatipli öğrencilere övdüğü medrese zihniyetini en bağnaz dönemlerinde şekillendiren temel ilke! Üstelik bu kez, üniversitede kazandığı bütün dereceleri göstermelik sayacak bir pervasızlık içinde, bir profesörden geliyor!
    •••
    Şimdi bu bilgiler ışığında, önce bir noktaya açıklık getirmeye çalışalım:
  • AKP dışında kimi “demokrat” aydınların da paylaştığı bir görüşe göre, tek parti döneminde, din, devamlı olarak aşağılanmış, dindarlar ezilmiş, mağdur edilmişlerdi. Kuşkusuz yıllardır tartışılan ve daha da tartışılacak bir konudur bu. Ne var ki bu tez, devrimci bir dönemde, reel İslam’ın toplumdaki yeri ve işlevi açıklığa kavuşturulmadan tartışılabilir mi? Oysa bu soru bu ülkede öteden beri tartışmanın başlamadan bitmesine neden olan bir soru halini aldı:
  • Dini duygular kutsaldır; tartışılamaz!Oysa burada unutulan nokta şudur: Evet, herkes elbette inançlarında özgürdür; herkes istediği şeye inanabilir; kimse de kimseyi inancı yüzünden kınayamaz! Ne var ki, bir inanç “kutsal bir dünya görüşü” haline gelip de başkalarının inancını ve yaşam biçimini denetlemeye başlayınca, onlar da susup oturacaklar mıdır? İşte bir soru ki bizi son yıllarda sık sık tartışılan “İslam’da reform” konusuna tekrar bir göz atmaya götürüyor.
  • Gerçekten de neden İslamiyet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir reform geçirmemiştir?
  • Neden dünyayı düzenleme gibi bir iddiadan uzaklaşarak kişisel bir inanç demetine dönüşmemiştir? Bu yüzden çıkan kavgalarda aslında kimler ve nasıl “mağdur” olmuşlardır? Neden bu ülkede “mağdur”lar ısrarla dindarlar arasında aranmaktadır? Bu konuda Batı’daki tecrübeler nasıl olmuştur?
  • Örneğin Fransa’da, 1789 Devrimi’nde Kilise’nin bütün malları elinden alındığı, sayısız din adamı giyotine gönderildiği, hatta bir ara din yasaklandığı halde, neden bugün kimse çıkıp da Devrim’i “Hıristiyanlar mağdur oldu” diye eleştirmemektedir?
    •••
    Aslında Osmanlı Devleti’nin geri kalması elbette ki dinle, Müslümanlıkla açıklanamaz. Ortaçağ’da Eski Yunan klasiklerine ilk ulaşan ve Hıristiyan ilahiyatçılardan önce Karanlık Çağ’da gedik açanlar, İslam âlimleri olmuştu. Farabi’ler, İbn Rüşd’ler, Muhyiddin Arabi’ler, İbn Haldun’lar bugün de batılı kitapevlerinin vitrinlerini süslüyorlar. Nitekim bugün “İslam felsefesi” denilen bilgi dalı da, büyük ölçüde Aristo, Platon ve İskenderiye Okulu öğretisinden nakledilen ve yorumlanan düşünceler üzerine kurulmuştur.

Gerçek şu ki; Osmanlılar bugün gülünç hale gelen bir “Osmanlı dalkavukluğu” ardında gizlenen sosyo-ekonomik nedenlerle geri kalmış ve aynı nedenler İslamı da dondurmuş, çağından koparmıştır. Osmanlı coğrafyasını çok aşan bu nedenleri Arap düşünürler genellikle Osmanlı yönetimine bağlar, Osmanlıları suçlarlar. Bunlardan Sorbon’da yıllarca İslam düşüncesi dersleri vermiş olan Cezayirli Muhammed Arkoun, hemen bütün eserlerinde bu yozlaşmadan Osmanlıları sorumlu tutan bir tez ileri sürmüştü. Belki de bir ölçüde Menderes yönetiminin Cezayir Kurtuluş Savaşı’na ihanetiyle de ilgili olan bu ön-yargılı tutum elbette ki paylaşılamaz. Ne var ki, Osmanlıların “İslam düşüncesi”ne fazla bir şey katmadıkları da bir gerçektir. Descartes’ın çağdaşı Katip Çelebi’nin Mizan’al Hak’da saydığı büyük alimlerin (Fahreddin Razi; Kadı Baydavi; Sadeddin Taftazani; Celaleddin Davvani vb.) hiçbiri Osmanlı değildi. II. Abdülhamit de “Panislamist” politikasında, Osmanlı ulemasından çok, Yıldız’a davet ettiği Cemaleddin Afgani’den ilham almaya çalışmıştı.

Çok daha yakın zamanlarda ise, Tunus Müslüman Kardeşler lideri Raşid Gannuşi bir Türk gazetecisiyle yaptığı bir söyleşide şunları söylemişti: “Sürgünde kaldığım Londra yıllarında Türkiye’yi sık sık ziyaret ettim; Tunus’ta yasak olan yaklaşık on sekiz kitabım en çok Türkiye’de satardı. Ziyaretlerimden Necmettin Erbakan’ı, Tayyip Erdoğan’ı ve Abdullah Gül’ü çok iyi tanırım (…) Türkler çok pratik. Bizler de onlara teorik katkı sunuyoruz. Benim yazdıklarımın AKP’yi etkilediğine dair Türk akademisyenlerince yazılan makaleler var”. (Cumhuriyet, 31 Ekim 2011). İşte bizim “İslam dünyası”na önderlik hevesinde olan yöneticilerimizin taşıdığı “Osmanlı kültür mirası” budur.
•••
Yine de Osmanlılar, toplumda çöküş belirtileri başlayıp da “ıslahat” gereği anlaşılınca, din ve geleneğimizi korumak şartıyla, Batı’dan “ilim ve fen”i alma zorunluluğunu kabul etmişlerdi. Eğer bunu yapabilselerdi, dolaylı bir şekilde “dinde reform” yolu da açılmış olacaktı. Çünkü Batı’da laikliği, aslında, Osmanlı ulemasının düşman olduğu filozoflar ve sosyologlar değil, doğa bilimcileri sağlamıştır. Öyle ki, Batı’da Rönesans’tan başlayarak şu inanç gelişmişti:

İlahi tebliğ ayrı iki kitapta ifadesini bulmuştur: İncil ve “Doğa’nın Büyük Kitabı”. Bunlardan birincisini insanlar yazmışlardı ve bunlar yer yer yanılmış olabilirdi; oysa Tanrı’nın asıl kanunları Doğa’da gizli idiler ve müminler bunları bulup ortaya çıkarmak durumundaydılar. İşte Bacon, Galile ve izleyicileri bunu yaptılar ve büyük kavgalardan sonra filozoflar da onları izlemek zorunda kaldı. Ve insanların din ve evrenle ilişkileri de bu süreçte değişti; sekülerleşti. İşte Osmanlıların yapamadığı buydu ve onlar filozoflarla kavga edip durdular. Bugün AKP’li “alim”lerin bayrak yaptığı Necip Fazıl bile, 20. yüzyılın ortalarında, “biz felsefeyi dalaletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak tarihi bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu olarak görmekte mazuruz” diye yazabiliyordu. Şimdi de onun müritleri, çağımızı ve çağımızın sorunlarını anlamaya çalışacaklarına, bu “Doğu Klasiğini” okumaya, anlamaya ve yaymaya çalışıyorlar.

•••
Peki, tekrar soralım, bu inanç ve düşünce bagajıyla nereye varılabilir?

Ülkenin bugünkü iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlarına hiçbir çözüm perspektifi taşımayan bu “kültürel miras” ile nasıl bir “Anayasa” yapılabilir; nasıl bir “rejim” kurulabilir? Yine de haksızlık yapmayalım; on üç yıldır ülkeyi yöneten ekip kuşkusuz birçok doğru şey de söylüyor, çağdaş analizler de yapıyor. Oysa çelişki şurada: Bu doğru sözlerin ve çağdaş analizlerin aslında savaş açtıkları felsefenin, yıkmak istedikleri düzenin ürünü olduğunu görmek, kabul etmek istemiyorlar ve şizoid çelişkiler içinde yaşamaya katlanıyorlar. Üstelik toplumu da bölerek ve iç savaş ortamına sürükleyerek! İyi de, bu “İnadına Osmanlı! İnadına Şeriat!” anlayışı bizi nereye kadar götürebilir? Aslında abes bir soru; çünkü tarih bunun yanıtını çoktan vermiş bulunuyor: Osmanlıları götürdüğü yere! Önce “istibdad”a, sonra savaşa ve en sonunda da çöküşe! Eğer Devrim geleneğinin mirasçıları bunlara zamanında “dur!” demesini bilmezlerse!

=================================

Dostlar,

Bu nefis çözümlemeye (analize, tahlile) hiçbir ekleme yapmak istemiyoruz..

Dileriz çok okunur ve gerekli dersler alınır; ülkemiz – ulusumuz büyük, karanlık ve
sonu öngörülemeyecek yıkımlardan korunur..

En büyük sorumluluk (vebal), AKP içindeki sorumluluk sahibi, mütedeyyin önderlerindir.
Sonra da Mustafa Kemal’in gençlerinin..

BİRLEŞMEK TEK ÇAREDİR!

İktidar her bakımdan kuşatılmış durumda, bu tablo daha da hırçınlık doğuruyor ve büyük hatalara zemin hazırlıyor.. Ne denli bastırılmaya ve saklanmaya çalışılsa da kazan kaynıyor.

Ve şu dakikalarda Erdoğan, sarayında bilmem kaçıncı kez ülke genelinden çağrılan muhtarlara adeta vaaz veriyor, konuşma yapmıyor! Sözleri ağırlıklı ölçüde dinsel içerikli. Muhtarlarım size söylüyorum, ey ümmet (pardon halk mıydı??) sen anla.. örneği. İşleri Allah’a kaldı, görüyorlar herhalde. Sıkıştıkça bu din edebiyatı ve inanç sömürüsüne daha da sarılıyorlar. Ne çok hazin..

Öte yandan DEAŞ (IŞİD) “ülkemizin gücünü sınamayı” inatla sürdürüyor; Başbakan Davutoğlu’nun, “Hiç kimse Türkiye’nin gücünü – sabrını sınamaya kalkışmasın..” sözüne meydan okuyor açıkça.. Topraklarımızda insanlarımızı öldürüyor ve Türkiye’nin bir hava füze savunma sistemi yok! Roketleri havada saptayıp vuramıyoruz.. Gerçekten NATO’nun en “güçlü” 2. ordusu muyuz, en “kalabalık” 2. ordusu muyuz?? Burnumuzu çıkaramıyoruz sınırlarımızdan birkaç km öteye ve BM hukukundan kaynaklanan meşru savunma hakkımızı bile kullan(a)mıyoruz? Niye acaba? CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu boşuna mı söyledi “Bunlar terör örgütlerine yardım ve yataklık yaptılar.. suç duyurusunda bulunuyoruz..” diye?

Bay RTE‘nin 3 yıl kadar önce IŞİD – DEAŞ için söylediği “hırçın çocuklar” kanaati sürüyor mu yoksa?! Bu yaramaz çocuklar hırçınlıklarını Kilis’i – Gaziantep’i roket ateşine alarak 20’ye yakın insanı öldürme  ölçüsüne dek vardırsalar bile mi?

Bu son sorumuz, -eminiz gözden kaçmamıştır- önemlidir, hem de çook önemli!

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK


3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK

3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir.
Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.” 

diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli devrimlerindin biri Laikliktir.
İnsanların inançlarına saygı gösterilmesi gerektiğini savunan Eğitim-İş, Atatürk’ün söz konusu tanımını benimsemiştir ve devlet yönetiminde inançların öne çıkmasına karşıdır.
Laik düzlemde inançlar, eğitim, hukuk, bilim ve ekonomiye etki etmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurumları ve kuralları, dine, etnisiteye göre değil,
laiklik ilkesine göre biçimlenmiştir ve bu yapı korunmalıdır.
Ancak bugün gerici düzenleme ve uygulamalarıyla laik eğitime darbe vuran AKP iktidarı, “dindar ve kindar nesil” yetiştirme hedefine uygun olarak dinci eğitimi yaygınlaştırmaya
hızla devam etmektedir.

  • Akılcı ve bilimsel düşünen, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı,
    kişiliği gelişmiş, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve üretken bireyler yetiştirmek;

Türk Milli Eğitimi’nin temel amaçları arasında yer almaktadır.
Ancak AKP iktidarının hedefi öğrencileri cemaatlerin ve tarikatların kucağına iterek
çağdaş, bilimsel, akılcı, laik eğitim sistemini ortadan kaldırmaktır.

Karma eğitime son verilmesi durumunda, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Cumhuriyetin
en önemli kazanımlarından olan ve Milli Eğitimde birliği esas alan Tevhid-i Tedrisat
ortadan kaldırılacak ve yeniden çok başlı eğitim sistemine dönülecektir.

Eğitim-İş, tüzüğümüzde de belirtildiği üzere, Atatürk ilke ve devrimleri ile
Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesi üzerinde yükseldiğinin bilinciyle,
laiklik ilkesinin korunmasına büyük önem verir. Kişilerin inanç ve vicdan özgürlüklerini savunurken, dinsel inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanmalarını ya da baskı altına alınmalarını da kabul edilemez bulur. Bu nedenle de ülkede yaşayan herkesin

– çağdaş,
– bilimsel,
– laik,
– demokratik,
– eşit,
– parasız ve
– nitelikli eğitim hakkı

olduğunu savunur ve bu hakkın yaşama geçirilmesi için mücadele eder.

Bu amaçla, AKP iktidarının bilimsel, laik, ulusal ve demokratik eğitimi tasfiye etme girişimlerine karşı başta Eğitim-İş üyesi öğretmenler olmak üzere tüm öğretmenler;

3 Devrim Yasası’nın kabulünün 91. Yıldönümü olan 3 Mart 2015 tarihinde,
yakalarına “Laiklik Özgürlüktür” sloganının bulunduğu kokartları takacak,
Eğitim-İş tarafından hazırlanan ders planı içinde ülke genelinde tüm okullarda ilk ders saatinde “Laiklik” konusunu anlatacaklardır.

Eğitim-İş olarak, Öğretim Birliğine (Tevhid-i Tedrisat) son vererek, medrese-mektep ikilemini günümüze taşımak isteyen bu anlayışa karşı, Atatürk ilke ve devrimlerine, Cumhuriyetimizin kazanımlarına, ülke bütünlüğüne, laik, bilimsel, demokratik, eşitlikçi ve parasız eğitime sahip çıkmaya devam edeceğiz; bu kararlılıktan asla vazgeçmeyeceğiz.

EĞİTİMİŞ MERKEZ YÖNETİM KURULU
http://www.egitimis.org.tr/haber-arsiv/3-mart-ta-okullarda-dersmz-laklk-olacak#.VO-V1fmUdrs

Ders planları için lütfen tıklayınız…

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_Ilk_4_Yil

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_5-6-7-8._Yillar

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_Liseler

======================================

Dostlar,

logo

Biz de bir EĞİTİM-İŞ üyesi olarak
(Ankara 1 Sayılı Şube), Genel Merkezimizin
bu açıklamasını ve eylemini son derece yerinde buluyoruz…

 Laik rejim, Batı’da yüz yılı aşan son derece kanlı mezhep savaşlarının ardından

çoook acılı deneyimlerle öğrenilmiş bir devlet ve toplum düzenidir.

Gökten inmediği gibi “Laikçilerin” (!) “inananlara” dayattığı bir dinsiz yönetim asla değildir.

Avrupa’da yüz yılı aşan Katolik – Protestan savaşları sonunda, 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans’ın) başkenti Konstantinapolis düşünce (Osmanlı Padişahı
Fatih Sultan Mehmet tarafından tarihinin en zayıf döneminde yakalanarak fethedilince)

Avrupalı Hırıstiyanlar sonunda uyanmış ve

“Ne senin Katolik şeriatın ne de benim Protestan şeriatim” diyerek uzlaşmış;

toplum laikleşerek devlet de sekülerkeşerek kadim sorunu sonsuza dek çözmüşlerdir.

İngiltere, Roma’dan ayrılarak kendi Anglikan Kilisesini kurmuştur..

İslam Dini ve Muhamet Peygamber ise dinsel önder olmakla yetinmeyip, siyasal önder –
devlet başkanı da olmak istediğinden – olduğundan, İslam Dünyasında böylesi bir Laikleşme süreci yaşanamamaktadır.

Fakat laiklik olmadan barışa ve demokrasiye erişme olanağı yoktur..

Bizim Dincilerin – şeriatçıların 500 yıllık bu yaşam gerçeğini kavramaları için ne yapılmalıdır??
Daha kaç zaman İslam Dünyası karanlıklar içinde debelenecektir??
Aydın din bilginleri ve Müslümanların topluma önder olmaları tarihsel bir görevdir.

İslam’da reform Hırıstiyanlıkta olduğu gibi mutlaka yaşanacaktır..

Er ya da geç..

Sevgi ve saygı ile,
26.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net