Etiket arşivi: işkence

Teslimiyete hayır!

Emre Kongar
Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr
04 Haziran 2023, Cumhuriyet

 

Bir insan, bir toplum nasıl dönüştürülür?

Bir insan, bir toplum, ancak teslim alınarak dönüştürülür.

Peki bir insan, bir toplum nasıl teslim alınır?

İster kişi olsun, ister toplum, her varlık belli değer yargıları üzerinde yaşar.

Bir gruba aidiyet duygusu, bir inanç, bir millet, bir ideoloji, özetle bir kimlik, bu değer yargılarıyla karşılıklı etkileşim halindedir, böylece onun omurgası oluşur:

Bir kişiyi veya bir toplumu teslim almak için bu omurganın yok edilmesi gerekir ki onların yerine yeni bir kimlik, yeni bir değer yargıları bütünü konulabilsin.
***
Bireyleri ya da toplumları kimliklerinden koparıp teslim almak için onların umutlarını yok etmek gerekir.

Savaş esirlerinin (tutsaklarının) beyinlerinin yıkanması, teslim olmalarıyla, teslim olmaları ise hem işkenceyle hem de umudunun yok edilmesiyle sağlanır.

Maddi, manevi işkenceyi biliyoruz.

Umudun yok edilmesi de sürekli işkence ve baskıya ek olarak, önce bir kurtuluş umudunun yaratılması, bu umudun beslenip büyütülmesi ve sonra bu umudun boşa çıkarılıp bireyin tümüyle çökertilmesi yoluyla yapılır.

Teslimiyet, umudun yok edilişiyle sağlanır!
***
Kendi iktidarları için toplumların Demokratik Rejimlerini yok eden otokratların da en büyük silahı, iktidarlarının asla sona ermeyeceğine, bütün seçimleri kazanacaklarına, bireyleri ve toplumu ikna etmeleridir.

Ama Demokratik Rejim umudu devam ettiği sürece bireyler ve toplum ikna edilemez.

O nedenle, Otokratlar, Demokratik Rejim umudunu yok etmeye çalışırlar:

Elbette günlük çıkarlar peşinde olan sermaye sahipleri ve çıkarcı politikacılar, derhal böyle bir iktidara katılırlar…

Bu katılımlar da bireylerin ve toplumların Demokratik Rejim umudunu kırmak için kullanılır.

Ama asıl şok, iktidarın (güya serbest, adil ve şeffaf) bir seçimle düşürülebileceği umudunu yaratıp, bu umudu geliştirip, sonra onu boşa çıkararak yaşatılır.

Büyük umutlarla sandığa giden Demokrat seçmenler, yeniden otokrat iktidarın seçimi kazandığını görünce:

Demokrasi’ye de, Demokrasi için çalışanlara da, Demokrasi umudunu yeşertenlere de, siyasete de, hayata da küser, içine kapanır ve iktidara teslim olur.
***
Umudun tükenişi, teslimiyeti…

Teslimiyet, kayıtsız koşulsuz boyun eğmek anlamına gelen, biatı…

Biat da, Demokrasiden Otokrasiye bireysel ve toplumsal dönüşümü getirir.

Böylece, Özgürlüğün ve Adaletin de sonu gelir.

O nedenle:

UMUDUN TÜKENİŞİNE HAYIR…

TESLİMİYETE HAYIR:

YAŞASIN DEMOKRASİ…

YAŞASIN DİRENİŞ!

Cezaevinin anlamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
07 Kasım 2022, Cumhuriyet

Düzeni bozuk ülkelerde, cezaevinde daha fazla mahkûm olur. Çünkü bir ülkenin düzeni bozuksa o ülkede daha fazla insan suç işlemeye yönelir. Bu durum, düzeni bozuk ülkede, herkesin suç işleyeceği veya düzenin bozuk olduğunun tek göstergesinin, cezaevlerindeki mahkûm sayısı ve oranı olduğu anlamına gelmez. Ancak düzeni bozuk ülkelerde, suç oranlarının da ona paralel olarak daha yüksek olduğu bir gerçektir.

  • Bir ülkenin cezaevlerinde çok sayıda vatandaşın bulunması, övünülecek değil, utanılacak bir durumdur.

Amerika Birleşik Devletleri, dünyada hem mahkûm sayısı hem de nüfusa oranla mahkûm oranı en fazla ülkedir. ABD cezaevlerinde yaklaşık 2 milyon insan bulunmaktadır. ABD birçok alanda gelişmiş bir ülke olmasına rağmen (karşın), ekonomik ve sosyal adalet açısından, Avrupa Birliği ülkelerinin gerisinde olmasına da bağlı olarak, suç oranı konusunda dünya rekorunu elinde tutmaktadır.

Cezaevindeki mahkûm sayısı açısından ABD’yi, yaklaşık 1 milyon 600 bin kişi ile Çin izlemektedir. Ancak Çin’in nüfusunun 1.4 milyar olduğu, ABD’nin nüfusunun 335 milyon olduğu dikkate alınacak olursa, Çin’de nüfusa oranla cezaevinde bulunanların oranı, ABD’ye göre düşüktür.

ABD ve Çin’den sonra, dünyada cezaevinde en fazla sayıda mahkûma sahip olan ülkeler sırasıyla Brezilya, Hindistan, Rusya, Tayland, Türkiye, Endonezya, Meksika ve İran’dır. Bu ülkelerin içinde, yine nüfusa oranlandığında Hindistan’ın oranı diğer ülkelere göre daha düşüktür.
***

  • Türkiye’de yaklaşık 310 bin kişi, cezaevlerinde mahkûm veya tutuklu olarak bulunmaktadır.

Türkiye, dünyadaki 195 ülke içinde, cezaevlerinde en fazla kişi bulunduran 7. ülkedir!

Türkiye Avrupa’daki 45 ülke içinde, Rusya’dan sonra, cezaevlerinde en fazla kişiyi bulunduran 2. ülkedir!

Dünya rekorunu elinde bulunduran ABD nüfusunun % 0.6’sı cezaevindedir, Türkiye nüfusunun %0.36’sı cezaevindedir! Türkiye’yi küçük Amerika yapma projesi istikrarlı bir biçimde devam etmektedir!

Tabii ki ABD’ye göre, Türkiye’de suçsuz olduğu halde cezaevlerinde bulunan insanların oranı daha fazla olduğu için, Türkiye’nin “küçük Amerika” olmak için daha fazla çaba göstermesi gerektiği de söylenebilir!
***
Cezaevleri, intikam alma merkezleri değildir.

Cezaevleri, suç işleyerek topluma zarar veren vatandaşların, belli bir süre için toplumdan yalıtılmaları ve o süre içinde topluma yeniden kazandırılmaları için kurulan yerleşkelerdir. Demokratik bir hukuk devletinde olması gereken budur. Ancak dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’deki fiili durum bu değildir.

Örneğin, Türkiye’deki cezaevi koşulları, Avrupa Birliği ülkelerinin çok gerisindedir. Türkiye, cezaevlerindeki fiziksel işkence uygulamasının sonlandırılması konusunda önemli bir aşama kaydetmiş olsa da psikolojik işkence konusunda yeterli bir gelişme sağlayamamıştır. Cezaevlerinden mahkûmların yolladıkları mektuplar, mahkûmların yakınlarına ve avukatlarına aktardıkları dikkate alınacak olursa, Türkiye’nin bu konuda hâlâ çok şey yapması gerektiği açıktır.

Mahkûmların, dar hücrelerde tecrit edilmeleri; yakınlarıyla görüşmelerinin ve açık görüş olanaklarının, dış mekânda hava almalarının ve gökyüzüyle temas kurmalarının, gazete, dergi, kitap ve televizyon gibi olanaklara ulaşmalarının sınırlandırılması; kış aylarında soğuk havalarda ısınma sistemlerinin zaman zaman çalıştırılmaması; bakım, temizlik ve beslenme koşullarının zayıf olması; mahkûmların topluma yeniden kazandırılmaları amacıyla eğitilmelerine yönelik nitelikli çalışmaların yok denecek kadar az olması, Türkiye’deki cezaevlerinin başlıca sorunları arasında yer almaktadır.

Türkiye’de, bu koşulların düzeltilmesi için ölüm orucuna giren ve ölüm orucu sonucunda ölen onlarca vatandaş bulunmaktadır. Bir insan, cezaevi koşullarının düzeltilmesi için ölümü göze aldıysa, hükümetlerin bunun üzerine ciddi bir biçimde düşünüp sorunu çözmesi gerekir.

Cezaevlerinin ölüm, eziyet ve intikam merkezleri olmaktan çıkıp vatandaşları yeniden kazanma araçlarına dönüşmesi, uygarlık yolunda atılacak çok önemli bir adım olacaktır.

Sansürün satır araları 

Cagatay_Guler_portresi

PROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
HALK SAĞLIĞI UZMANI

24 Ekim 2022, Cumhuriyet

Özgür toplumlarda herkesin görüş ve fikirlerini iletme, her türlü bilgiyi paylaşma hakkı vardır. Buna ifade özgürlüğü denir. İnsanların birbirini anlaması bu yolla sağlanır. Siyasi muhalefet, kültürel etkileşim, toplumun bilgilenmesi, yaratıcılık, ilerleme, karşılıklı görüş alışverişi ve bireylerin kişiliğinin gelişimi için temeldir. Hoşa giden, zararsız kabul edilenlerin yanı sıra başkalarını kızdırabilecek, rahatsız edebilecek görüşler ve ifadeler de buna dahildir.

İfade özgürlüğünü ortadan kaldırmak isteyenler bunu güç kullanarak ve yasadışı kılarak yapmaya çalışırlar. Toplantılar, mitingler ve gösteriler için getirilen izin isteme kuralı bile istismar edilerek salt engelleme amacıyla kullanılır. Oysa A. Camus’ye göre “Özgürlük daha iyi olabilme fırsatından başka bir şey değildir.

YOZ SAPTIRMALAR

Yargıç William Orville Douglas,

  • İfade özgürlüğünün en önemli yanı öğrenme özgürlüğüdür.
  • Eğitim bütünüyle sürekli bir diyalogdan, ufuktaki her problemi izleyen sorular ve yanıtlardan ibarettir.” demektedir.

Bu soru ve yanıtlar kimilerince söylenmesi, işitilmesi ve duyulması istenmeyen, sıkıntı verici ve aykırı sayılabilir. 17 Şubat 1600 tarihinde Engizisyon (mahkemesi!) kararıyla Roma’da yakılarak öldürülen İtalyan filozof, rahip ve gökbilimci

  • Giordano Bruno şöyle diyordu:
  • Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım.”

Sansür” özgürce konuşma ve ifade etme yani iletişim hakkını ortadan kaldırmayı amaçlar. Başta yazılı sonra görsel basını, zamanla tüm boyutlarıyla sosyal medyayı hedef almıştır. Yasalardaki belirsiz ifadelerle karar, “mahkûm etmeye azmettirilmişlerin” “mantığına” bırakılmıştır. Böylelerinin mantığının “Kör bir adamın, sağır bir adama, saçlarına yapıştığı kel bir adamın peşinden koşan belden aşağısı felçli birini gördüğünü söyleyen bir dilsiz” olduğu söylenir. Mahkûm edilmesi emredilen, uslamlama (muhakeme) yerine yoz saptırmalarla mahkûm edilecektir.

YILDIRMA SÜRECİ

Güncel sansür düzenlemelerinin satır aralarında McCarthy’ci eylemlere altyapı oluşturulmaktadır. Joseph McCarthy 1950’li yıllarda kamuya mal olmuş, ünlü birçok kişiyi değişik mantık saptırmalarıyla “komünistlikle” suçlayarak çok büyük bir korku dalgası yarattı. Onlara “Bizim varsaydığımız ama var olmayanın, olmadığını kanıtla bakalım” deniyordu. Herhangi bir kanıt olmadığı halde suçlanan bu kişilerin, olmadıklarını kanıtlayamamaları “suç delili” sayıldı. Bu durum, dayanaksız suçlamaların “güçlü birer kanıt” gibi algılanmasına yol açarak birçok masum insanın hayatını ve itibarını (yaşamını ve saygınlığını) mahvetti. İhanetler, iftiralar, “İsim ver kurtul” işkencelerinin yarattığı paniklemeler, yalancı tanıklıkların yarattığı burgaç neredeyse bütün insani ilişkileri darmadağın etti.

Güç sahipleri öfkeli bir yıldırma süreci başlatırken, işlerine gelmeyen “tezlerin” bilimsel “karşıtezlerini” bile baskıladıklarının farkına varmazlar. “Düşüncenin katma değeri” sayılan “diyalektik süreci” öldürürler. Böylece düşünsel ve bilimsel gelişmeyi, nitelik artışını engelleyen kötü bir yozlaşmayı tetiklerler.

  • Eleştirel düşünce suç olur.
  • Yerleşecek linç kültürü ülkeleri hapishaneye çevirir.

OHAL SÜREC’inde SAVUNMA HAKKI İHMAL veya İHLAL EDİLEREK ADALET SAĞLANAMAZ

Istanbul_Barosu_Logosu

OHAL SÜRECİ, SAVUNMA HAKKININ
İHMAL ve İHLALİ ile SÜRDÜRÜLEMEZ.
SAVUNMA HAKKI İHMAL veya İHLAL EDİLEREK ADALET SAĞLANAMAZ

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

15 Temmuz darbe kalkışmasının hainleri belli olmadan 01.25’te darbe karşıtlığını web sitesinden ilân eden İstanbul Barosu, Demokrasiye ve Anayasal Sisteme bağlılığını ifade ederken, bu karanlık yapının çökertilip, kanserojen bir ur gibi yerleştiği devletin kılcal damarlarından sökülüp atılmasının acil bir sorumluluk olduğuna işaret etmiş; gözü dönmüş, dış destekli, emperyalizmin kuklası bu yapı ile kararlılıkla mücadele edilmesinin, devletin varlığı, bekası, devamlılığı açısından ertelenemez bir milli güvenlik sorunu olduğunu vurgulamıştır. Bu kararlı duruşumuz sürmektedir.

Bu bağlamda değerlendirilen OHAL ilanının hukuksal değerlendirmesi de yapılarak, iktidarın önceki uygulamalarından da kaynaklanan endişeler dile getirilmiş ve ardından kısa süreçteki uygulamalar konusunda kaygılarımızın haklılığından duyduğumuz üzüntülerimiz de dile getirilmiştir.

Bu kez, yayınlanan KHK’lerle getirilen yeni düzenlemelerin, ifade ettiğimiz kaygıları da aşan bir boyut taşımakta olduğuna, yapılan düzenlemelerin içine “serpiştirilen” hükümlerin, savunma hakkına yöneltilmiş bir tehdit olduğuna tanık olduk.

Getirilen yeni düzenlemelerin kısa özeti şu şekildedir                   :

  1. Tutukluların avukatları ile yapacakları görüşmeler, teknik cihazlarla, sesli ve görüntülü olarak kaydedilmektedir.
  2. Tutuklu ile avukatının yaptığı görüşmeyi izlemek amacıyla bir personel hazır bulunmaktadır.
  3. Tutuklunun avukatına, avukatın tutukluya vereceği tüm belge veya belge örneklerine el konulabilecektir.
  4. Cezaevlerinde, avukatlara özgü ziyaret gün ve saatleri, her bir tutuklu için haftanın belirli gün ve saati ile sınırlanabilecektir.
  5. Avukat büroları hakim kararı olmaksızın savcı kararı ile aranabilecek, savcının katılımı olmaksızın arama ve el koyma yapılabilecektir.
  6. Bürolarda avukatın başka müvekkillerine ait belgelere –itiraz olsa da – el konulabilecektir.
  7. Müdafiin (AS: Savunmanın) dosya içeriğini inceleme veya belgelerden örnek alma yetkisi, savcı kararıyla kısıtlanabilecektir.
  8. Gözaltındaki şüphelinin müdafii (AS: Savunmanı) ile görüşme hakkı Savcı kararıyla 5 gün süreyle kısıtlanabilecektir.

Savunma hakkını kısıtlayan, avukatın görevini yapmasını olanaksız kılan, hatta konum ve varlığına tehdit oluşturan bu yeni hükümlerin her birinin doğuracağı çok ciddi ve çok vahim sonuçları olacağını hukuk tarihine “not düşmek” ve bir hukuk kurumu olarak uyarı görevimizi yapmak durumundayız. Bu kısıtlamalar, işkence ve kötü muamelenin konuşulmasına, adil yargılanma hakkının ihlali iddialarının gündeme gelmesine ve OHAL sürecinde olunsa da AHİS md. 15 hükümlerince korunan hakların ihlaline, meşruiyet tartışmalarına neden olabilecektir. Bir başka ifadeyle bu düzenlemeler, olağanaüstü hal bakımından bile “olağanüstü” olan, hukuk devleti bakımından tehlikeli, amaç bakımından ölçüsüz bir özellik taşımakta, hukuk devletini tehdit etmektedir.

Darbe kalkışmasının hukuki tavsifi (AS: hukuksal nitelemesi) içinde ifade ettiği ağır sonuçların savunma hakkı ihlal edilerek elde edileceği umuluyorsa, erkenden uyarmak isteriz ki; toplumun geniş kesimlerince beklenen bir uygulamanın tam tersi sonuçlarının alınması kaçınılmaz olabilir. Sadece “kuru-yaş”ayrımı için değil, onu da aşan boyutta gerçek bir yargılamanın tüm ögeleriyle oluşturulması, fiilin ağırlığı ve failin kimliğinden bağımsız olarak en önce savunma hakkının kutsallığına ve vazgeçilmezliğine ilişkin bir inançla olasıdır.

Savunma ihmal veya ihlal edilerek, hukuk ve adalet elde edilemez.

Yasaların avukata sağladığı haklar, kendisi açısından bir ayrıcalık değildir. Üstelik bu haklar, avukata özgü de değildir. Avukatın bu haklarının kısıtlanması, doğrudan adil yargılanmayı etkileyen bir içerik taşır. Bu denli önemli olan ve hiç kuşkusuz tarihimizin önemli bir kilometre taşı niteliğinde olacak bu yargılamaların, daha soruşturma aşamasında “sakatlanması”, korunmaya çalışılan değerleri de zedeleyebilecektir. Getirilen bu düzenlemeler, soruşturma sürecinde avukatın varlığını gereksiz ve anlamsız kılmakta, işlevini ortadan kaldırmaktadır. Tek amacı savunma hakkının kullanılması ve adalet olan avukat bakımından bu hükümler mesleksel bir travmaya, deformasyona yol açan, kabul edilemez düzenlemelerdir.

Bir kez daha ifade etmek isteriz ki; sıfat ve konumu ne olursa olsun, bu karanlık yapıya dahil olan, destek veren herkes hukuk önünde hesap vermeli, bedelini de “hukuk” ile ödemelidir. Ancak bu bedel; hukuka, hukuk devletine, savunma hakkına ve onun temsilcisi avukata ödetilmemelidir.

Karanlık yapının temizlenmesi, bu vahim kalkışmanın hesabının yargı önünde kararlılıkla sorulması yönündeki güçlü beklenti ve desteğimiz devam etmektedir.

Çabamız; hukuk dışında çözüm arama kolaycılığının, öncelikle hukuk devletinin geleceği açısından, ayrıca darbeci zihniyetin ve destekçilerinin süreci çarpıtma ve sulandırma ihtimaline karşı, hukukun gözetilmesine ilişkindir. Bu, soruşturma ve yargılamaların toplum  katındaki meşruluğunu ve etkinliğini daha da güçlendirecek ve bu vahim girişime karşı güçlü bir yanıt olacaktır.

Bu nedenlerle siyasal iktidar ve yargı, hukuk içinde kalmaya özen gösteren bir anlayışla mücadele etmeyi amaçlamalıdır.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur. 03.08.2016

İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

==================================================

Dostlar,

Teşekkürler İstanbul Barosu’nun çok özenli bildirisine..
Elbette hesap sorulsun yargı önünde ama hukuku ve dolayısıyla adaleti katledip
ağır ve uzun yıllar sürecek yepyeni, sorunlar tohumlamadan..

Sevgi ve saygı ile.
05 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

30 yıl sonra Doğan Avcıoğlu : Hangi Demokrasi ?


A r ş i v i m i z  d e n…

Dostlar,

Türkiye’nin en ciddi birikimli yurtsever İktisatçılarından biri de Sayın Nazif Ekzen‘dir.
AYDINLIK‘ta yazageldiği makaleler, yakın tarihimize yetkinlikle  ışık tutan gerçek birer belgedir. Bunlardan biri de Sayın Doğan Avcıoğlu‘nun 30. ölüm yıldönümü için yaptığı değerlendirmedir. Biz de Sayın Doğan Avcıoğlu için birşeyler yazmayı düşünmüştük; ancak hem zaman bulamadık hem de Nazif Ekzen ustanın makalesini okuyunca vazgeçtik.. Bu makaleyi özellikle Doğan Avcıoğlu ile çağcıl yaşamayan günümüz gençlerinin okumasında büyük yarar var. Bizim kuşağımız ise, 20-30 yaş diliminde Doğan Avcıoğlu ustanın görkemli yapıtlarıyla biçimlendi önemli ölçüde.

PORTRESI
O’na, yetkin emeğine ve saygın – öngörülü yapıtlarına derinden borçluyuz. Hele TÜRKLERİN TARİHİ‘nin 6. kitabı
(Osmanlı’nın Düzeni) tansık (mucize) gibi bir armağan..

 

 

  • Keşke, Kürt değil, “Kürtçü” fanatikler, dış güdümlü “misyonlarına” bir nefes ara
    verip gözatabilseler bu tarihsel yapıtlara.. Hiç belli olmaz, yeniden doğabilirler.. Doğan Avcıoğlu onları yeniden “yaratabilir” !

Osmanli'nin_Duzeni

 

Çoook teşekkürler Sayın Ekzen’e ve ustasına..

Sevgi ve saygı ile.
9.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

30 yıl sonra Doğan Avcıoğlu : Hangi Demokrasi ?

NAZİF EKZEN 

Ölümünün üzerinden otuz yıl geçti. Bu yılın 4 Kasım’ında, “Türklerin Tarihi” nin 6. kitabı ile bizlerle birlikte oldu. Türklerin Tarihi, 6. kitabında Osmanlı’nın Düzeni ile tamamlanmış oldu. Devamında, Kurtuluş Savaşı’nın tarihini yazmıştı. Türkiye’nin Düzeni bu büyük çalışmanın son bölümüdür, ancak Avcıoğlu ilk o bölümünü yazmıştı. Yön Dergisi‘ni kapattıktan sonra, Türkiye’nin Düzeni ile 1967 yılında başlayan bu büyük Türklerin Tarihi çalışması 15 yıl sürdü. Bu süre içine 12 Mart sonrasının sorgu-işkence ve tutukluluk dönemi de dahildir.

2013 yılının 4 Kasım’ında gelen Türklerin Tarihi’nin 6. kitabı, son otuz beş yıllık dönemde egemen kılınmaya çalışılan, “siyasi liberalizm tutkusunun Türk düşün yaşamını kısırlaştıran dar çerçevesini” aşmak için, Türk insanına yeniden yol / yön gösterici olacaktır.

Deli gömleği

1980 Eylülist rejiminin başlangıcından bu yana, yaklaşık otuz beş yıllık dönemde
siyasal liberalizm tutkusunun Türk toplumuna giydirdiği “deli gömleği”, günümüzde toplumsal yaşamın elini kolunu öylesine bağlamıştır ki, artık “İslami vesayetin” önünde hiçbir engel kalmadığı hesaplanmaktadır.

Siyasi liberalizm şampiyonlarının tamamı, “İslami Vesayet” karşısında sahneden silinmiş ya da çekilmiştir. Şimdi Demokrasi’nin sıradan bir “tramvay” olduğunu, son durağa geldiğini ve takiyye’nin kurbanı oldukların itiraf ediyorlar: “Aydınlar, demokratlar ve
sol liberaller neredeyse AKP’ye tam vekalet verdiler ve ‘al bu memleketi, bizim adımıza demokratlaştır’ dediler. Ben 2009 yılında Türkiye’de siyasi gücün bir sivil diktatörlüğe dönüştüğüne dikkat çekmiştim.” Söyledikleri budur ve günah çıkartmak için çok geç.

Demokrasi öldü, yaşasın demokrasi

Doğan Avcıoğlu 1960 sonrasında, bu ülkenin gündemine soktuğu Yön hareketi ile Türkiye’nin 1950’li yıllardan gelen az sayıdaki “demokratını”, “devrimci-demokratlaştırdı ve sosyalistleştirdi”. 1980 sonrasında ise bu “devrimci-demokratların” çok büyük bir bölümü, önce yeniden demokrat oldular ve sonra Türk düşün yaşamını bu güne dek sürekli kısırlaştıran “siyasi liberalizm tutkusu” ile demokrasici ve liberal kesildiler. Bugün artık hiçbir mücadele alanında yoklar. Direnen sadece “Cumhuriyet Gücü” kaldı.

1980’in hemen öncesinde kaleme aldığı son siyasi-ekonomik çalışması,
Devrim ve Demokrasi Üzerine‘nin giriş bölümüne yazdığı 71 sayfalık değerlendirmedir. Şimdi bu çalışmanın “Demokrasi Öldü, Yaşasın Demokrasi”
başlıklı girişinin ilk paragrafını hatırlatmanın zamanı.

Cici demokrasi

“Cici demokrasi, Yön ve Devrim yazarlarının çok kullandıkları bir deyimdi.
Bununla,çok partili siyasal sistemimizin halk iktidarı anlamına gelen demokrasiden
çok uzak düştüğünü, ‘sesli azınlık’ diyebileceğimiz bir – iki milyon kişiye nimetler ve
çok geniş olanaklar sağlarken, ‘sessiz çoğunluk’ diyebileceğimiz gerçek halk kitlesini sistemin dışında bıraktığını, sermaye özgürlüğünü olabildiğine genişletirken,
halk kitlesinden yana eylem ve düşünceyi çok sınırladığını belirtmek isterdik.
Siyasal liberalizm yanlıları ‘cici’ deyimine nedense çok takılırlar, bizi demokrasi düşmanlığı ile suçlarlardı. Demokrasinin biçiminden çok, özüne inandığımız ve demokrasiyi siyasal liberalizmden ibaret saymadığımız için suçlamalara
pek aldırış etmezdik.”

Sevr’den Lozan’a

Avcıoğlu, Türkiye’ye dayatılan bu demokrasi anlayışının yanı sıra, paralel olarak dayatılan ekonomik liberalizm anlayışının da yaratacağı “kısırlaştırıcı-yok edici” geleceği, açık bir anlatım ile bize 33 yıl önce, Türkiye’de Eylülist rejim,
24 Ocak-12 Eylül hazırlıkları yapılırken, 1980 yılının Ocak ayında aktardı.

Avcıoğlu 33 yıl önce, 1980 yılının Ocak ayı başında, yolun neresinde olduğumuzu şöyle açıklıyordu:

  • “Önümüzde iki yol var; ilk yol Batı merkezlerinde çoktan çizilmiştir ve
    Sevr Antlaşması’nın ekonomik planda yürürlüğe konulmasından ibarettir.
    Bu neo-koloniyal ekonomik büyüme modelinin siyasal sistemi,
    örtülü ya da örtüsüz faşizmdir.
  • İkinci yol Sevr’i yırtıp günümüz koşullarında Lozan’a yönelmektir.”

Sandık mı, demokrasi mi?

Siyasi liberalizmin dokunulmaz, sihirli gücü olduğu savunulan “sandık”,
2013 sonbaharında Türkiye’nin liberalleri nezdinde artık belirleyici değil.
AKP’nin uzun süreli destekçileri itiraf üzerine itirafta bulunuyorlar:

“Eğer Ak Parti (…) iktidara gelmelerinde ve iktidarlarını sürdürmelerinde ABD’nin
Türkiye politikasının oldukça esaslı bir payı olduğu kanısındaysalar, söz konusu raporu
ciddiye almak durumunda. Eğer iktidara gelmelerini ve iktidarını sürdürmelerini yalnızca Türkiye’deki ‘sandık’ zannediyorlar ve Washington’daki Beyaz Saray unsurunu
dışlıyorlarsa, somut ve kronolojik olarak kendilerine hatırlatacağımız şeyler olur…”

Durum budur.

Avcıoğlu “cici demokrasi” tanımlamasını, Türkiye’de çok partili siyasal sistemin,
halk iktidarı anlamına gelen demokrasiden çok uzak düştüğünü anlatmak için yapıyordu. Şimdi, 2013 yılında Türkiye’de liberaller de “demokrasinin” halk iktidarı anlamına gelen demokrasi ile ilgisinin olmadığını açık olarak kabul ediyor. Ne diyorlar; “iktidara gelmeyi ve iktidarı sürdürmeyi sadece ‘sandık’ zannediyor ve Washington’daki Beyaz Saray unsurunu dışlıyorsa”. Buradan açıklıkla liberallerimizin demokrasi anlayışını öğreniyoruz.

Cici demokrasiye ‘darbe’

Yıllarca “tam bağımsızlık ve gerçek demokrasi” istemlerini yükseltenleri,
“cici demokrasiye” karşı çıkanları “darbeci” olarak lekeleyenlerin,
Türkiye’nin gerçek demokrasiyi ve bağımsızlığı hak etmediğine inanlar olduğunu,
bugün bütün çıplaklığı ile görüyoruz.

Zaman, geçen 33 yılın bütün yıkıcı-yok edici dayatmalarına direnen devrimci-demokratları ve sosyalistleri haklı çıkardı.

  • Siyasal ve ekonomik liberalizm, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal kalkınmasını sağlayamazdı.

Ancak geride, şimdi yaşamakta olduğumuz ağır ekonomik ve siyasi tahribatı bıraktı.

  • Başı kesilmiş tavuk gibi ne yöne gideceğini bilmeyen liberaller,
    ülkeyi “İslami vesayete” teslim edip kenara çekildiler.

Cumhuriyet Gücü

Yalçın Küçük’e göre Avcıoğlu Devrimciydi.

“Devrimci Doğan, bir inattır; yolundan hiç dönmedi.”

Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı neo-koloniyal sürüklenişten çıkması için
bize yol önerisi var:

“Gelecek ne gösterir, tam bilinmez. Fakat gerçeklere dayalı ölçülü bir iyimserliğin, başarının ilk koşulu olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Türkiye onurlu varlığını sürdürmek için, son günlerin moda deyişi ile söylersek, başarılı olmaya mecburdur, mahkumdur…

  • Ülkemiz, emperyalist çemberi kırıp ‘neo-koloniyal’ faşist sürüklenişten kurtulmayı başarabilecek midir?

Koşulların iyimserliğe pek yer vermediği açıktır. Bu konuda oldukça kötümser olmayı gerektiren nedenler ortadadır. Türkiye, büyük olasılıkla, ilk modeli yaşayacağa benzemektedir. Belki de ikinci model, ilk modelin içinden çıkacaktır.” Avcıoğlu’nun
1980 rejiminin ilk işaretlerini gördükten sonra yaptığı bu saptama içinde Türkiye,
son otuz-otuz üç yılı yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Vardığımız yerdeki tahribat
çok yüksek.

30 yıl sonra Doğan Avcıoğlu Hangi Demokrasi ?

Yatırımcıları ‘havası’

Bugün, 33 yıl sonra geldiğimiz noktada, ekonomik olarak Türkiye;

– 30 yıldır sürdürülen özelleştirme yağmalarına karşın tasarruf-yatırım kabiliyetini neredeyse bütünüyle yitirmiş,
– Kalkınma arayışlarından vazgeçmiş,
– Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak adım adım kazanmış olduğu
sanayi kapasitesini ve kültürünü terk etmiş,
– Ekonomik büyümesini sıcak para girişinin, yabancı mali yatırımcıların “havasına”
terk etmiş konumda.

Demokratik toplum, ABD’nin kontrol ettiğini, liberallerimizden öğrendiğimiz “sandık” tarafından tahrip edilmiş durumda. İslami vesayet, İslami toplumu inşa etme yolunda ilerliyor.

Avcıoğlu’nun anlatımı ile, “ilk modelin içinden çıkacak ikinci modelin” yolu,
bir düzen değişikliğinden geçiyor. “Ulusal Bağımsızlık ve Bağımsız İktisat Politikaları”, Milli Devrimci Kalkınma için olmazsa olmaz koşullardır.
Cumhuriyet Gücü “bir düzen değişikliğini” gerçekleştirmek zorunda.

Kasım 1983’te kaybettiğimiz Doğan Avcıoğlu’nun ölümünün üzerinden 30 yıl geçti.
Bu yazı bir anma yazısı olmaktan öte, Cumhuriyetin son elli yıllık yakın tarihinde
derin izleri olan, devrimci düşün-eylem insanı ile ilgili bellekleri tazelemek ve 33 yıl öncesinden, Türkiye’nin yakın geleceğinde gördüğü ve açıklıkla ifade ettiği endişelerinin temellerini, günümüzün genç kuşaklarına aktarmaktır.

Çok şey öğrendiğim hocamdı, ustamdı. Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.

(http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/nazf-eksen/27347-nazif-ekzen-30-yil-sonra-dogan-avcioglu-hangi-demokrasi-.html, AYDINLIK, 8.11.13)

Servis Edilen Yeni Osmanlıcılık ve ATATÜRK’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri / Recently Served Neo-Ottomanizm and Atatürk’s Opinions on Ottomans

Neo_Osmanliclilik_ve_Ataturk’un_Gorusleri

ÖRTÜLÜ FAŞİZMDEN AÇIK İSLAMİ FAŞİZME : NAM-I DİĞER “ILIMLI İSLAM” REJİMİNE Mİ ??

ortulu_fasizmden_acik_islami_fasizme_24.09.08