Etiket arşivi: İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ-İHEB

28 Mayıs oyu, direnme hakkına eşdeğerdir

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 25.05.2023, BİRGÜN

“İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeniyle korunması gerek” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB).

Özgürlüklerin öncülü ve temeli olarak oy hakkı, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa güvencesinde.

Seçimler, “serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır.” (AS: Anayasa md. 67/2)

Siyasal hak değil yalnızca, bir ödev ve yurttaş sorumluluğu olan oy hakkı, devletin kurumsal yapısı içinde kullanılır.

Anayasa’ya aykırılıkların gölgelediği 14 Mayıs seçimleri henüz sonuçlanmadan balkon konuşmasıyla 2. tur kampanyasını başlatan Sn. Erdoğan’ın çağrısı: TBMM’de Cumhur İttifakı çoğunluğu aldı, ama CB adayı 2. tura kaldı. 28 Mayıs’ta oylarınızı bana verirseniz, yasama-yürütme uyumu ve istikrar sağlanır.

HUKUK ve AHLAK YOKSA…  

Anayasa ile bağdaşmayan parti başkanlığı (AS: + devlet başkanlığı),  siyasal partiler arasındaki eşit yarışma koşullarını da bozmuştu. 3. kez aday olan aynı kişi, yardımcısını ve bakanlarını da sahaya sürdü. Hiçbiri görevinden ayrılmadı. Seçmenlerin vergileri ile yaratılan Devlet olanakları, parti ve adayları lehine seferber edildi.

Hukuk saygı görmeyince eşit yarışma da zehirlendi: eşitsizlik, medyaya giriş olanakları ile sınırlı kalmadı, medya tekeli ötesinde TRT, “vergi yükümlüsü hak sahipleri” için yıldırı aygıtı olarak kullanıldı.

Devlet olanaklarını elinde tutan ve bütün kamu görevlilerinin sicil amiri olan kişi, rakibi için hazırlanan montaj afiş ve videoları meşru gördü ve kullandı.

Serbest ve eşit süreci zehirleyici etkenlere her gün yenileri eklendi. CB yardımcısı ve bakanların, 2. turda da çifte sıfatla Anayasa’yı ihlal ederek parti başkanı için çalışmaları amacıyla, TBMM’nin  and için toplanması bile geciktiriliyor. (AS: TBMM İçtüzüğü çiğnenerek!)

  • YSK eşliğindeki seçim hukuku ihlalleri sınır tanımıyor.

DEMOKRASİ DE OLMAZ

Demokratik standartların uzağında olan seçim süreci saydam yürütülemediği gibi, seçmen sayısı bile bilinmiyor; sivil toplumun katılımı engellenmeye çalışılıyor; sandık güvenliğinin sağlanması, sorun olmayı sürdürüyor.

Çoğulculuğu sönümlendiren hukuksuzluk ve ahlaksızlıkları, “maneviyatçı ve milliyetçi” söylemlerle örtme çabası sürekli. Kadın düşmanlığı pompalanarak yürütülen kampanyaya camilerde silahlanma çağrısı da eklendi.

Demokratik bir gelenek olan TV ekranlarında ikili tartışma yerine meydanlarda montaj video kullanımı, sözde Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi kurgusunun demokratik olmadığının açık bir göstergesi.

Cumhurbaşkanı sözcüsü, parti sözcüsü gibi; parti sözcüsü Devlet sözcüsü gibi konuşuyor.

  • Kişi+parti+Devlet birleşmesi, Devleti partileştirdi Parti’yi devletleştirdi.

Demokratik hukuk devleti bir yana, ortada Devlet kalmadı.

DİRENMENİN ANLAMI

Üç nedenle:

-öncesi, gelinen yer ve betimlenen tablo haliyle.

-oy verme; sandığa gitme ve oy kullanma.

-oyların sayımı; sandıkların açılması, sayım ve sonrası.

Tam 75 yıl önce yazılan İHEB’e göre,

  • “baskı ve zorbalık”, ayaklanmanın meşru temelini oluşturur.

Bunun gerekçesi ise, insan haklarının hukuk düzeni ile korunmamasıdır.

27 Mayıs 1949’da RG’de yayımlanan İHEB, ulusal hukuk ile bütünleşti:
insan haklarına dayanan devlet.

10 Mart’tan bu yana yoğunlaşan seçim hukuku ihlalleri, oy hakkının kullanılmasını, direnme hakkına eşdeğer kıldı.

Bu nedenle, oy hakkı için yurttaşların “uyanık bekçiliği”, hiçbir zaman olmadığından daha gerekli.

Sorun, 28 Mayıs günü sandık başına gitmek değil, o ana kadar olup bitenleri çok iyi izlemek,
oy günü çevresel uyanıklığı elden bırakmamak ve sayım sürecini yakından gözetmek.

Özetle; 28 Mayıs’ta Sn. Kılıçdaroğlu’na verilecek oy, diğerine göre “sayı ötesi” bir anlama sahip.

Sonuç olarak                       ;

  • Pazar günü,
  • Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘hakiki’ yurttaşları,
  • direnme hakkını, gelecek kuşakların haklarını koruma ereğinde kullanmalı:
  • para için değil ülke ve yurttaşlık için,
  • kaçak saray saltanatı için değil Türkiye Cumhuriyeti için.

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin 68. YILINDA EN TEMEL İNSAN HAKKI : SAĞLIKLI – ONURLU YAŞAM..

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin 68. YILINDA EN TEMEL İNSAN HAKKI : SAĞLIKLI – ONURLU YAŞAM..

Dün, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) BM (Birleşmiş Milletler) tarafından kabulünün 68. yıldönümü idi. Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği, geleneksel Cumartesi konferansları kapsamında bize görev vermişti birkaç hafta önce. Konuyu yukarıdaki gibi birlikte belirledik. Derneğim mütevazi salonu tümüyle dolu idi. Oturum Başkanı Sn. Av. Ayhan Sarıhan toplantıyı yönetti. Kurucu Genel Başkan Sn. Zeki Sarıhan ve şimdiki Gn. Bşk. Sn. Nazım Mutlu da salondaydı. Seçkin ve ilgili bir izleyici kitle vardı.

Önce HAK kavramının tanımlarını yaptık, kısa tarihsel geçmişini sunduk, Köle Spartaküs‘ün MS 70’lerde ayağındaki zinciri farkederek ünlü Roma dönemi kanlı isyanlarını dile getirdik;

  • Bu zincir bizim ayağımızda ne arıyor?? 

1215 önemli bir dönemeçti.. İngiltere Kralı Yurtsuz John’a, feodal aristokratlar kazan kaldırmışlardı. Vergi verdikleri gerekçesiyle yönetimde söz sahibi olmak istiyorlardı. Yönetme yetkisini Tanrı’dan aldığı tartışılmayan Mutlak Monark, sınırlandırılmaya çalışılıyordu. Feodal soylular, ayaklarını yere vurarak;

  • Taxation with representation, Taxation with representation.. diye tempo tutuyorlardı.
    (Vergi veriyoruz, yönetimde söz hakkı istiyoruz..)

İngiltere Kralı kayıtsız kalınca seslerini yükseltmiş, söylemlerini daha da keskinleştirmişlerdi :

  • No taxation without representation, No taxation without representation!
    (Yönetimde temsil edilmeyeceksek vergi vermeyeceğiz!)

Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Şartı) 1215’te yayımlandı ve İngiltere Krallığı mutlak monarşiden koşullu (meşruti – şarta bağlanmış) monarşiye doğru büyük bir adım atmış oldu. Veegilendirme birlikte kararlaştırılacaktı.. Askere alma da. Kimse yargılanmadan Kral buyruğuyla öldürül(e)meyecekti..

Osmanlı’da benzer adımların iyimser 1807 (Sened-i İttifak), eh biraz 1839 (Tanzimat Fermanı) ve anayasal olarak 1876’da (1. Meşrutiyet) atıldığı anımsanacak olursa arada 600 yılı, 6 koca yüzyılı bulan bir süre var! 2. Abdülhamit’in daha 2. yılında anayasal meşruti rejimi askıya aldığı, 32 yıl koyu bir baskı rejimi (istibdat) uyguladığı anımsanacak olursa, bu müstebit (baskıcı) Padişahın İtthat Terakki öncülüğünde halk ayaklanmasıyla 2. Meşrutiyet 1908’lere kayıyor ve aradaki fark 700 yıla uzanıyor!

İngiltere’de 1640’larda ilan edilen Cumhuriyet, Büyük Atatürk‘ün devrimci önderliği sayesinde Anadolu’da 400 yıllık bir gecikme ile 1923’ü buluyor..

  • Günümüzde ise AKP – Erdoğan iktidarı yüzlerce yıl gecikmiş Cumhuriyeti ve demokrasiyi Türk halkına çok görüyorlar ve vargüçleriyle çağdışı bir Başkanlık rejimi için Türkiye’yi kuşatmış bulunuyorlar..

1679’un Habeas Corpus’una dokunmadan geçemezdik.. O özgürlük belgesiyle İngiltere halkına çok temel bir hukuksal güvence veriliyordu :

  • Korkma, Kralın adamları seni haksız yere tutarsa,
    bağımsız yargıçlar seni ilk fırsatta salıverecektir..

Böyle deniyordu Habeas Corpus’ta (Kişi Dokunulmazlığı anlamına geliyor..). Bu saygın metin, Kolluğun “tutma” süresini en çok 24 saat olarak sınırlıyordu. Türkiye 5 aydır OHAL rejimi altında inletiliyor ve bu süre 30 gün! Olağan dönemde 24 saat idi ve savcının 1’er günlük uzatmaları ile 4 günü bulabiliyor yargıç karşısına çıkarılana dek gözaltı süresi..

Elbette 1776 Virginia Haklar Bildirgesini, 1789 Fransız Devrimi ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini (Liberte / Fraternite / Egalite)…. satır başları ile anımsattık. Bu şanlı devrimi düşünsel olarak hazırlayan AYDINLANMA Dönemi düşünürlerinin adlarını saygıyla andık.. 6 ciltlik AYDINLANMA Ansiklopedisi yazarı şanlı Denis Diderot’yu, Monteskiyö’yü, Voltaire’i, JJ Rousseau’yu, Robespier’i.. Onların öncüllerini.. İncil’i Latince’den Almanca’ya çeviren yürekli ve aydın din bilgini – papaz Martin Luter’i, Kilisenin yaktığı Jan Huse’u, Giardano Bruno’yu, ceberrut Kiliseyi bilimsel keşifleriyle çökerten Kopernik ve Galile’yi…

Ortaçağın karanlığından deneysel – gözlemsel bilim ile, bilimsel akılcılıkla, siyaset filozoflarının ve bilim insanlarının birkaç yüzyıl süren çok yoğun, çok kanlı ve müthiş saygın çabasıyla çıkabildi insanlık..

Günümüzde yobazlığa, karanlığa, insan hakları düşmanlığına karşı artık bileği bükülmez bir aracımız var : BİLİMSEL AKILCILIK.. Büyük Atatürk’ün bize manevi mirası tam da bu!

İNSAN HAKLARI NOTLARI başlığı altında Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’deki eğitimimiz sırasında oluşturduğumuz notların ana başlıklarını özetledik.. 47 sayfalık bu özlü ve emekli çalışmayı ekte aşağıda pdf olarak sunuyoruz (730 KB)

İNSAN HAKLARI

Ardından 79 yansıdan oluşan power point yansıları eşliğinde sunumumuzu sürdürdük..Yaklaşık 75 dakika bizim sunuşumuzun ardından katılımcıların soru ve katkıları ile 2 saati doldurduk.. Bu sunumu da pdf olarak site okurlarımızla paylaşıyoruz.. (4.2 MB)

Insan_Haklari_Saglik_Konf._10.12.16

*****

Akşam evlerimize geldikten birkaç saat sonra ise ne yazık ki İstanbul’da polise ve yurttaşlara dönük katliamı duyduk ve içimiz ezildi.. Bu dizeleri yazdığımız dakikalarda son verilerle (11.12.2016, 17:16) 38 can yitiği ve 166 yaralı var… Bu kaçıncı katliam AKP – RTE’nin tek başına iktidarının 15. yılında?? Tayyip bey gene kandırılmakla mı meşgul?? Türkiye tarihinin en kanlı 15 yılının AKP – RTE dönemi olduğu artık söylenip – yazılıyor.. Tarih de bu tür dönemlerin nasıl kapandıklarının acı ve ibre dolu örneklerini gözümüze gözümüze sokuyor.. Bu acı ve yürek yangını içinde yazdığımız yazı sitemiz manşetinde.. Manşet hep güncellendiğinden, yazının sitemizde kalıcılığını sağlamak için pdf olarak bu yazımıza ekliyoruz…

INSAN_HAKLARI_GUNUNDE_ISTANBUL’da_KATLIAM

Okunmasını, paylaşılmasını ve
gereğinin hızla – basiret ve dirayetle – hukuk içinde ve akıl – bilim öncülüğünde
yapılmasını haykırarak seslendiriyoruz artık..

Sevgi, saygı, acı ve kaygı ile.
11 Aralık 2016, Ankara

Prof.Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı / Globalisation & Public Health


Dostlar
,
Sevgili AÜTF Öğrencilerimiz..

Bu dersleri 1990’ların ortalarında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde ilk kez
biz başlattık.. dersek okurlarımız bizi hoşgörür umarız..

Sağlık Ekonomisi’ni de..

Bu 2 konu artık klasik Halk Sağlığı kitaplarının vazgeçilmez ve kapsamlı bölümlerinden.

Çok sayıda bilimsel kongreye, yayına da konu.

Biz de bu konularda tıpta uzmanlık tezleri, doktora ve yüksek lisans (master) tezleri verdik ilgili öğrencilerimize. Epey de yayın yaptık..

KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı

Konulu çok geniş kaynakça taramasına dayalı kapsamlı sunuyu sürekli güncellemekteyiz. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 6’da (son sınıfta) 4 saat süreli bir ders olarak işlemekteyiz. Dönem 1 / 2’de ise daha kısa sunuyoruz.

Bu gün İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ-İHEB‘in 65. yılına girdik.

Ne acı ki, KüreselleşTİRme, günümüzde insan haklarının en büyük düşmanı oldu.

Jurgen Habermas, Noam Chomsky, Susan Geroge, Jacque Chirac,
Server Tanilli, Suna Kili.. 
ve daha pek çok düşünürün, politikacının vurguladığı üzere;

  • Küreselleşme; insanlığın binlerce yıllık uygarlık birikiminin
    en büyük tehdididir!

Oysa İHEB, aradan geçen 65 yılda bu Bildirge yaygın olarak yaşama geçirilmeliydi.
Günümüzün gereksinimlerine yetmemeliydi ve 3. Binyıl güncellemesini yapmalıydık!

Olmadı.. Kendini Küreselleşme adı altında saklayan YENİ EMPERYALİZM,
= KüreselleşTİRme; insan haklarının en başta gelen engeli hatta düşmanı..

Tüm insan hakları emekçilerini Romalı Köle Spartaküs‘ten başlayarak
Hallac-ı Mansur’dan Martin Luther’e ve anti-emperyalist – anti-kapitalist devrimci ve eylem adamı Büyük Atatürk’e.. dek sonsuz bir hürmetle selamlıyor
ve bu mütevazi ders notlarımızı onların saygın anılarına adıyoruz.

  • KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı..

Yansıları izlemek için erişkeleri (linkleri) tıklamak gerekiyor..
Dosya oylumu >7MB olduğundan 2 parça olarak sunuyoruz..

KuresellesTIRme_ve_Halk(in)_Sagligi-1

KuresellesTIRme_ve_Halk(in)_Sagligi-2

Yansı içeriklerini (pdf sunumunda görülmeyen dipnotları dahil) metin olarak da sunuyoruz..

Kuresellestirme_yansilarinin_metni (18.9.14’teki içeriktir.)

Türkiye’nin ve dünyanın esen geleceği bakmından

KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm süreçlerinin yaygın insan kitlelerince
çok iyi kavranması ve DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ kaçınılmaz görünüyor..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 14.11.14 (21:18)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ ve ÇAĞRIŞTIRDIKLARI..

Dostlar,

Bu gün “DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ“!

2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler sistemine geçildiğini biliyoruz. “Milletler Cemiyeti” başarılı olamamış, 2. Büyük savaşı engelleyememişti. Yeni sistem ,yeni ve etkin kurumlaşmalar ve düzenekler getirmeliydi kalıcı barış için. Bunların başında BM Güvenlik Konseyi uluslararası toplumun yaptırım gücü geliyor.. Yaptırımlar çeşitlendirilmiş durumda : Diplomatik, politik, ekonomik, ticari ve askeri.. “Koalisyon güçleri” oluşturarak sıcak çatışmalı
askeri müdahale dahil.

24 Ekim 1945’te NewYork’ta açılan BM örgütü, bir bakıma soğuk savaşın başlangıcını ve Dünyanın hegemon gücünün İngiltere’den ABD’ye, Londra’dan NewYork’a geçişini de tarihlemekteydi. Doğu ve Batı Blokları oluşmuş ve 2 kutuplu stratejinin geriliminde küresel siyaset mayalanmıştı. Ancak nükleer caydırıcılık (nuclear deterrance) ile frenlenebilen polarizasyon yaklaşık 45 yıl sürmüş ve SSCB’nin dağılmasıyla (26 Aralık 1991) bir ABD monopolüne dönüşmüştü.. Günümüzde ise bu kez çok kutuplu bir denge var..

Her neyse…

Yeni BM yapılanması bir Dünya Hükümetini andırmaktaydı. Örn. Dünya Sağlık Örgütü – DSÖ (World Health Organisation – WHO) Cenevre’de kurulmuş ve küresel sağlık sorunları onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı. Dünyaya dağılmış 6 bölgeliydi.
UNEP (United Nations Environmental Program) Kenya / Nairobi’de kurulmuş ve küresel çevre sorunları da onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı… UNESCO, UNICEF, FAO.. benzer yapı ve işlevli kurumlardı. ILO ise taa 1919’lardan gelmekteydi ve Türkiye, Büyük ATATÜRK döneminde 1932’de bu Örgüte üye olmuştu.
ILO (International Labour Organisation), Uluslararası Çalışma Örgütü olarak dilimize çevrildi ve bir tür küresel Çalışma – Sosyal Güvenlik Bakanılığı işlevi üstlenmişti.

Türkiye BM’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu amaçla BM örgütünün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, yapıldı.

Türkiye DSÖ’ye de üye oldu. Benzer yolla DSÖ’nün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, bu da yapıldı. DSÖ Anayasası, 1947’de 5062 sayılı yasa ile TBMM’de onandı ve uluslararası andlaşma niteliği kazandı.
Bilindiği gibi Anayasa’nın 90. maddesi Mayıs 2004’te değiştirildi ve son biçimiyle şöyle (kısaltılarak):

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

  • Madde 90 Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük
    Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. 
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
    Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.)
    Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. 

Böylelikle, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar
kanun hükmünde”
kılınmıştır. Bu bağlamda DSÖ Anayasası TBMM’de bir yasa ile uygun bulunduğuna göre, iç hukuktaki yasalarla eşdeğerdedir ve Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyecektir. Dahası, DSÖ Anayasası (Ana Sözleşmesi) = T.C.’nin 5062 sayılı yasası, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşma” olması  nedeniyle de ek bir üstünlük sahibidir ve ulusal yasalarla çelişmesi durumunda bu Andlaşma hükümleri uygulanacaktır (üstün hukuk normu).

  • SAĞLIK hakkı, tartışmasız en temel insan hak ve özgürlüklerinin
    başında gelmektedir.

İlk sıra YAŞAM HAKKI’nındır. Bu hakkı anlamlı kılan, içini dolduran ise sağlıklı ve onurlu olmasıdır. Nitekim BM’den 3 yıl kadar sonra 10 Aralık 1948’de benimsenen ve Türkiye’nin de “taraf olduğu” (bu terim uluslararası bir teknik hukuk terimidir..)
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), 25. maddesinde SAĞLIK hakkını
apaçık tanımlamıştır :

  • İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), 25 : “ HER-KE-SİN, KENDİSİ ve AİLESİNİN SAĞLIK ve GÖNENÇ İÇİNDE BESLENME, GİYİM, KONUT ve  TIBBİ BAKIM HAKKI VARDIR. ”

*******

DSÖ, başlangıç yıllarında Dünya sağlığı için anlamlı hizmetler vermiştir.
Özellikle dünyanın gelişmemiş bölgelerinde, Afrika’nın derinliklerinde, G. Amerika’da
ve uzak doğu Asya’da bulaşıcı hastalıkların denetimi ve yönetimi için bu ülkelere yol göstermiş; teknik ve insangücü, lojistik desteği sağlamıştır.
Genişletilmiş Aşı Programları (EPI), daha sonra GAVI stratejisi özellikle anılabilir.

Dr. Halfdan Mahler‘in DSÖ Genel Başkanı olduğu yıllarda benimsenen “HFA-2000” projesi bizleri de ilk hekimlik yıllarımızda çok heyecanlandırmıştı. Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da 1978’de toplanan DSÖ üyesi ülkeler, ünlü Alma-Ata Bildirgesi‘ne
imza koymuşlar ve “2000 Yılına Dek Herkese Sağlık” hedefini evrensel düzeye taşımışlardır.

Ne var ki, ilerleyen zaman, özellikle 1980’ler sonrası ve SSCB’nin dağılmasından sonra hızlanarak abanan KÜRESELLEŞ-tir-ME = Yeni emperyalizm süreci tüm akışı alt üst etmiştir. DSÖ hızla DB (Dünya Bankası) ve IMF güdümüne sokulmuştur ne yazık ki..

Alma-Ata Bildirgesi hedefleri unutturulmuş, “21. Yüzyıl İçin 21 Hedef” konmuş, ardından da “2020 Hedefleri” önerilmiştir.

DSÖ küresel sermayenin güdümünden çıkarılmalıdır..
Bu nasıl olacaktır??

2013 boyunca temel tema HİPERTANSİYON idi DSÖ için..
Sessiz katil (Silent killer)..

2014 için vektörlerle bulaşan hastalıklar öne çıkarılıyor..

Small bite – big threat.. Küçük ısırık – büyük tehdit..

Kolay gelsin ve sağlıklı bir 2014 dileyelim..

Sevgi ve saygı ile.
7 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Teğmen Çelebi’nin “Sehven” Soruşturmasında Takipsizlik!

Dostlar,

portresiTeğmen M. Ali Çelebi, Ergenekon tertibi kapsamında tutuklu yargılanırken, 08.04.2011 günü yaptığı savunmada,

  • Telefonuma “SEHVEN” Hizbut Tahrir sempatizanlarının numaraları yüklendi, belgeli…

tümcesini kurmuştu. Mahkemede polis komplosunu apaçık kanıtlamıştı.

Teğmen Çelebi, 18 Eylül 2008’de tutuklanmıştı ve ilk savunmasını yapma sırası
2,5 yıl tutuklu kaldıktan sonra gelebilmişti! Bu savunma metnini şu erişkeyi tıklayarak okuyabilirsiniz : Mehmet_Ali_Celebi’nin_savunmasi_8.4.11.

Salıverilmesi ise 20 Mayıs 2011’de, 2 yıl 8 ay sonra olanaklı olmuştu.

Teğmen M. Ali Çelebi, hüküm almadan, polisin alet edildiği bir komplo ile
2 yıl 8 ay hapis yattı.

Şimdi ise, 1 dakika gibi bir sürede 140 dolayında Hizbut Tahrir sempatizanının numaralarını cep telefonuna yükleyen polisler hk. adli işlem sürüyor.

Bu polisler suçlarını itiraf ederek “sehven” (yanlışlıkla) oldu.. demişlerdi.

Gözaltına alınan Teğmen M.A. Çelebi’nin polis emanetinde alıkonulan cep telefonuna, polisler “sehven” 1 dakika gibi bir sürede 140 dolayında Hizbut Tahrir sempatizanının numaralarını yüklemişlerdi. Can ve mal güvenliği kime emanet??

Şimdi bu polisler hakkında savcılık takipsizlik kararı verdi ve dosya kapanacak.
“Sehven” de olsa (!) bu eylemin (komplonun!) bir bedeli olmayacak!?

Oysa Teğmen M. A. Çelebi 32 ay suçsuz biçimde hapis yattı..

Bu adalet perisi nerelere kaçtı / kaçırıldı?
Devr-i AKP’de Türkiye sınırlarını terk mi etti, Atlantik ötesine mi sığındı,
tutsak mı alındı?

Polisin eylemi görevi ihmal derecesinde hafif asla değil.
Görevi kötüye kullanma bile hafif kalıyor.
Polislerin Teğmen M. A. Çelebi’ye yaptıkları; resmen,
komplo kurarak iftira atmalarıdır.

Bu suçun ağır karşılığı Türk Ceza Yasasında tanımlıdır (Md. 267).
Şimdi bu alçakça tertip örtbas ediliyor.
Hem de Cumhuriyetin bir savcısı tarafından.
Bir Cumhuriyet Savcısı, bir T.C. Yurttaşının, TSK’nin genç bir kara pilot teğmeninin başına örülmek istenen çoraba, haydi suça ortaklık demeyelim, en hafif deyimi ile kayıtsız kalıyor!

Bu davranışın da, kadim Türk Ceza Yasasında bir karşılığı olmak gerekir herhalde.

Acaba yetkili başsavcı vekili bu mütalaayı ilgili savcıya iade eder mi?

Bekleyip göreceğiz..
Ve Teğmen M. A. Çelebi, yüksek zekasıyla bu hukuk bulmacasını da
çözmesini bilecektir.

Ülkemizde tuz bile kokuyor artık.. hem de epey zamandır..

Başbakan RT Erdoğan ise “ileri demokrasi” teraneleri anlatıyor,
Şeyh Edebali‘den alıntılar yaparak insanı yücelten sözlerini aktarıyor.
7-8 yüzyıl geriye gönderme yapıyor (referans veriyor). Oysa AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; 4 Kasım 1950 ve güncellenmesi 9 Mart 2013) ve
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB, 10 Aralık 1948) çok daha somut, nesnel,
yeni ve evrensel.. Ve de iyi kötü 1982 Anayasamız.. Hukuk devleti Türkiye, Anayasasına göre anılan 2 uluslararası hukuk metnine taraf, kendisini bağlıyor
(Anayasa md. 90). Ama Başbakan RT Erdoğan ne bu metinlere gönderme yapıyor
ne de apaçık hukuksuzluktan rahatsız oluyor!?

Niçin acaba??

1 milyar dolar serveti olduğunu savlayan Doğu Perinçek’in iftira attığını söylüyor ve “Ergenekon’dan içerde!” diyor sadistik bir söylemle. “Kanıtlayın İsviçre bankalarındaki hesaplarımı..” diyor.. Oysa bal gibi biliyor ki İsviçre yasaları bu konuda çok katı ve bu yüzden illegal hesaplar o ülke bankalarında. Bunun tek bir yolu var, kendisi İsviçre hükümetine resmen başvurarak adına açılmış tüm hesapların tüm dökümlerini örn.
en az 10 yıl geriye dönük olmak üzere açıklanmasına yetki verecek.

Soylu milletimiz ve muhalefetimiz, AKP’nin dini bütün 326 milletvekili,
16 milyon seçmeni, özgür basınımız.. bu soruyu soramıyor..

Soranı cin çarpıyor..

Teğmen M. Ali Çelebi, 08.04.2011 günü yaptığı savunmasını şöyle bağlamıştı :

  • “Bizler Türk subayları olarak bize emanet edilen devrimleri ve bağımsızlığı Silivri’de kaybetmeyeceğimizi tüm dünyaya göstereceğiz!
  • Burada Silivri Ateş Hattının şeref kürsüsünden büyük milletimi,
    değerli komutanlarımı ve silah arkadaşlarımı Mustafa Kemal’in en yüce,
    en yenilmez duygularıyla selamlıyorum.”

Keşke hepsi bir masal olsa..

Masallar korkuya bağışıktır..

Keşke korkular da birer masal olsa..

Sevgi ve saygı ile.
27.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================

Teğmen M.A. Çelebi’nin “Sehven” Soruşturmasında Takipsizlik!

Ergenekon sanığı Teğmen Mehmet Ali Çelebi‘nin cep telefonuna emniyette ‘sehven’ yükleme yapıldığı iddiasına ilişkin yürütülen soruşturmada polislere takipsizlik verildi.

Vatan Gazetesi’nden Çağdaş Ulus’un haberine göre, iki yıl süren soruşturma kapsamında 5 savcının değiştiği “Sehven” soruşturmasında polislere takipsizlik kararı verildi.

SAVCILAR BİRBİRİNE DÜŞTÜ

Ergenekon davasının tutuksuz sanığı Teğmen Mehmet Ali Çelebi‘nin cep telefonuna İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde ‘sehven’ yükleme yapıldığı iddiasına ilişkin yürütülen soruşturmada memur suçlarına bakan savcı ile başsavcı vekili anlaşmazlığa düştü. Ergenekonun sanığı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin cep telefonuna emniyette ‘sehven’ yükleme yapıldığı iddiasına ilişkin yürütülen soruşturmada savcı, “polis görevi kötüye kullandı” dedi ve 3 yıla kadar hapis istedi. İddianamenin onay için gönderildiği Başsavcı vekili ise, ‘kötüye kullanma’ değil, ‘görevi ihmal’ var diyerek “2 yıla kadar hapis istemli yargılanmalı” görüşünü savundu. İddianame soruşturma savcısına iade edildi.

SAVCI: GÖREV KÖTÜYE KULLANILDI

Savcı Atıcı, Çelebi’nin telefon döküm işlemlerini yapan görevli şüpheli bir polis memuru hakkında ‘görevi kötüye kullanma’ suçundan iddianame düzenlendi. İddianamede polis memurunun 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması istenildi. Savcı, diğer 5 polis memuru hakkında da dava açmaya gerek görmeyerek takipsizlik kararı verdi.
Hazırlanan iddianame, memur suçlarından sorumlu İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekiline gönderildi.

BAŞSAVCI VEKİLİ: GÖREVİ İHMAL

Ancak başsavcı vekili, iddianameyi savcıya iade etti. Başsavcılık, iade kararında polis memuru hakkında 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası öngören ‘görevi kötüye kullanma’ suçlamasından değil, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasını öngören ‘görevi ihmal suçlaması’ ile iddianame hazırlanması gerektiğini belirtti. Ayrıca başsavcı vekili, soruşturma dosyasında bazı eksikliklerin olduğunu ve bu eksikliklerin de giderilmesi gerektiğini belirtti. İddianamenin iade edildiği savcı Atıcı, yeniden dosyayı incelemeye aldı.

O POLİSLERE TAKİPSİZLİK

Savcılık soruşturması sonunda verilen kararda polis memurlarının görevi kötüye kullanmadığını belirten savcılık makamı, olayla ilgili takipsizlik kararı vererek polisleri akladı. Adı geçen şüphelilerin görevi kötüye kullandıklarına dair delil bulunmadığını belirten savcılık, şüpheliler hakkında,’kamu adına ek kovuşturmaya yer olmadığına’ kanaat getirdi. (Odatv.com, 25.6.2013)

MERİÇ VELİDEDEOĞLU : ‘İHEB’in ‘8-10-11’inci Maddeleri


Dostlar,

Aydınlanma Bilgesi, ilk TBMM’de “katip” Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun eşi, kendis de bilge insan Sayın MERİÇ VELİDEDEOĞLU‘nun yazısı aşağıda..

Ne çok öğretici ve ufuk verici değil mi??

Sevgi ve saygı ile.
19.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

MERİÇ VELİDEDEOĞLU


(Faks: 0216 355 31 78)

‘İHEB’in ‘8-10-11’inci Maddeleri

Geride bıraktığımız “10 Aralık” gününün, tüm dünyada “İnsan Hakları Günü” olarak anılması artık iyice yaygınlaştı, yerleşti.

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” (İHEB), “64” yıl önce (1948) o gün
“Birleşmiş Milletler”in “Genel Kurulu”nda kabul edilmişti.

“30” maddelik “İHEB”in hemen hemen ilk “21” maddesi insanın
“kişisel hak” ve “özgürlükleri”ni gözler önüne serer.

1789 Fransız Devrimi’nin ürünü olan laikliğin algılanmasıyla ayrımına varılan
bu “hak”ların, aynı zamanda “kendiliğinden” ve tüm insanlar için “eşit”oluşunun da bilincine varılır, henüz “18.” yüzyıl bitmeden.

Bu “eşit”lik bilindiği üzere, hiçbir “ayrım” gözetilmeksizin,
herkesin “yasa”önünde “eşit” oluşuyla sağlanır.

Burada bir ayraç (parantez) açarak bu “kabul”ün, bir “ayrım”a -özellikle-“kadın-erkek” eşitsizliğine dayanan her üç tek Tanrılı dinin “şeriat”larını (yasaları) anlamsızlaştırdığını, çağ dışı bıraktığını belirtmeliyiz.

Konuya dönersek, “İHEB”in “8.” maddesine bakmaya sıra gelir ki şöyle der:

  • Herkesin, yasayla tanınmış bu “temel hakları”nın çiğnenmesi durumunda“mahkemeler”e başvurma hakkı vardır.

Ve bir sonraki “10.” madde de; herkesin kendisine herhangi bir “suç”yüklenirken “bağımsız ve yansız” bir “mahkeme” tarafından “hakça” ve “açık”bir “yargılama”ya
hakkı vardır, der.

“11.” maddede ise kendisine “suç” yüklenen herkesin “savunma”sı için gerekli olan
tüm “güvenceler”in tanınmasından, söz edilir.

Türkiye, “10 Mart 1954”te “İHEB”e uyacağını bildirmekle, bu “bildirge”nin içerdiği “30” maddeyi, dolaysiyle de sözü edilen “üç” maddeyi de aynen uygulayacağını
kabul etmiş oluyordu.

Ama bu “imza”yı atan “Demokrat Parti” (DP) iktidarı bu yasaları uygulaması bir yana, “yasama” organı olan “Meclis”i, “mahkeme”ye dönüştüren, “Meclis Tahkikat Komisyonu” kurarak (Nisan 1960) muhalefeti (CHP) yargılamaya kalkıştı.

“27 Mayıs Devrimi”nin ürünü olan “1961 Anayasası”;  “İHEB”in bu “30.”maddesinin uygulanabilmesi için gereken yasal düzenlemeleri içerdiği bilinir.

Ne var ki çoğu kez “sağ” ve “dinsel” görüşlü iktidarlar “İHEB”i dikkate almama yollarını hep buldular.

Yalnız şu belirtilmeli; bunlardan hiçbiri son “10” yıldır Türkiye’yi yöneten “AKP”iktidarının bu konudaki başarısına (!) erişmedi, erişemezdi.

“İHEB”in temel ilkelerinden olan “cinsel eşitlik”i, kökten yadsıyan “şeriat”a,“Elhamdülillah ben ‘şeriat’çıyım!” diyerek sahip çıkan;
“ABD”den “deliğe süpürmeyip kullanılması” istenen R.T. Erdoğan,
“laik” TC Devleti’ne “Başbakan”yapılınca, bu “bildirge”yi hallaç pamuğu gibi savuracağı belli değil miydi?

“İHEB”in “10.” maddesindeki “bağımsız ve yansız bir mahkeme” vurgusunun,
“şeriat”a bağlı, ayrıca bir “imam” olan “Başbakan” için anlamı nedir?

Erdoğan, bunun yanıtını daha “Ergenekon Davası” oluşturulurken verdi:

  • “Bu davanın ‘savcı’sıyım!” diyerek.

Başbakan’ın bunu, “Ergenekon”un “iddianamesi” henüz kabul edilmeden söylediğini anımsarsak işlenen “hukuk cinayeti”nin boyutu sanırım daha da iyi görülebilir.

Çünkü Erdoğan bu söylemiyle -bir bakıma- “iddianame”yi hazırlamakta olan“savcı”ya, “Sen bensin, ben de sen!” diyordu. “Ergenekon İddianamesi”nin bu“ileti” dikkate alınarak oluşturulduğu genel bir kanıdır. Şimdi, bu iddianamenin yarattığı sonuçlar sergileniyor artık…

“AKP” iktidarında, “yargı” ile “yürütme”nin bu denli “sarmaş dolaş” içinde olmasını
-bizim “Simgesel Eylem Grubu” gibi kimi “çoban ateşleri”nin dışında- toplumun
“ah!” “vah!” ile izlemesinin kırılıp ülke çapında duruşmayı izleme“eylem”ine geçilmesi “umut” verici olmalı…

Ama bir “eylem”in ülkenin yüzünü güldürecek bir sonuca varması için“kesintisiz” sürdürülmesinin gerektiğine artık karar verme durumundayız.

Eğer bu çok “zor” dersek; daha dün “fellah”lar diye bir bakıma küçümsediğimiz
yerli Mısır halkının, özellikle “Kahire”lilerin bu “zor”u nasıl yendiğini onlardan
öğrenmemiz gerekir.

Öyle değil mi?
(Cumhuriyet, 14.12.12)

SELÇUK EREZ : İDAM MI ??


Dostlar
,

Meslek büyüğümüz Sayın Prof. Dr. Seklçuk Erez, hafta sonu Cumhuriyet PAZAR ekinde haftalık makaleler yazıyor bilindiği gibi. Uzun yıllardır bu yazıları kaçırmıyoruz.
9 Aralık 2012 günkü yazısı İDAM CEZASI hakkında.. Son derece ustalıklı bir hiciv yazısı denebilir.. Okunmalı ve okutulmalı..

Hazır “İnsan Hakları haftasında” iken.. Ve de 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü basında hemen hemen hiç yer almazken.. Kimsecikler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB‘in 65 yaşına girişini anımsamazken..

Türkiye, “Tek adam” ın türkü beklenti ve manevralarına tutsak,
kaldırdıktan yıllar sonra gene idamı konuşuyor, konuşturuluyor..

Ne çok hain..” tekerlemesi ile bitiriyordu Ataol Behramoğklu isyan şiirini..

(http://ahmetsaltik.net/ataol-behramoglu-ne-cok-hain/, 22.9.12)

Sevgi ve saygı ile.
11.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==================================================

Prof. Dr. SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com 


İDAM MI ?

Recep Tayyip, çocukken babasını sinirlendirdiğinde ne yaparmış?

Ferhan Çalmuk ve Ruşen Çakır’ın “Kasımpaşalı” başlıklı kitaplarında yer alan iddiaya göre,

  • Tayyip kendisine kızan babasının ayakkabısını öpermiş.

Baba Ahmet bu davranış üzerine yumuşarmış. Yazarlara göre, “Bir gün komşuları Müşerref Abla’nın sözlerine kızan Tayyip küfürler savurmaya başladı. Bunu duyan babası eve geldiğinde onu ayaklarından tavana astı. Burada 20 dakika kalan
küçük Tayyip’i dayısı kurtardı. Recep Tayyip’in yaşamının ilk yılları, Kasımpaşa’da işte böyle geçti.”

Şimdi adam asmanın yeniden geçerli olmasını istemesinde çocukluğunu, kendi asıldığı günleri özleyiş mi etkin oluyor? Yoksa bilmediğimiz başka deneyimler mi O’nu
böyle konuşturuyor?

İdamdan söz açılınca benim midem bulanır ve askerliğini bir sıkıyönetim evresinde cezaevinde yapmış, idamlarda bulunmak zorunda bırakılmış bir meslektaşımın anlattıklarını anımsarım:

– Bazı idamlarda ölümün hızla gerçekleştiğini, bazılarında ise mahkûmun uzun süre ipucunda yalpalandığını görüyordum. Bu farkın nedenini sonra öğrendim:
İnfazcılar, idam mahkûmunun mert biri olduğuna inandıklarında onu uzun mesafeden bırakıp boynunun hemen kırılmasını sağlıyor, sevmediklerini ise kısa mesafeden sallandırıp kolay ölmemelerini yeğliyorlardı. Doktor, infazcıların mahkûmları kendi değer yargılarına göre bir kez daha yargılayıp kaç dakikada öleceklerine karar vermelerini “Sizi rapor ederim!” diyerek engelleyebilmişti.

İdamın yeniden uygulanmasını önermeden önce insan, imzaladığı uluslararası sözleşmeleri unutsa bile bunun nasıl bir şey olduğunu sormalı, ayrıntılarını öğrenmelidir. Bu yüz kızartıcı cezayı son yıllara kadar uygulamış olmanın ayıbını hâlâ silememiş ülkemde, yararlanabileceği yayın ve tanıklar çoktur.

Bir şey daha bilinmeli: İdam cezası, İtalya’da 1944’te Mussolini’den, B. Almanya’da Hitler’den, Portekiz’de Salazar gittikten, İspanya’da Franko rejimi sona erdikten sonra kalkmıştır. Bu cezayı diktatörler yeğlemiş, insanlar bunlardan kurtulduklarında kaldırmışlardır idamı. Bunu uygulamanın ayıbını hâlâ sürdüren az sayıda ülke örnek gösterileceğine, idamın aslında bir diktatörlük uygulaması olduğu da anımsanmalıdır!

Maurice Ogden’in “Cellat” (Hangman) şiirini okumalıyız çocuklarımıza:

Kentimize geldi cellat
Altın, kan ve alev kokuyordu
Yollarımızı çekingen tavırlarla adımlayarak
Darağacını mahkeme meydanına dikti…

Bu şiirde cellat, kent halkını tek tek yakalar ve asar. Her idamda kentliler, bir sonrasının kendileri olmasından korkar, ses çıkarmazlar. Sonuçta, kentte şiirin anlatıcısıyla cellattan başka hiçbir canlı kalmaz. Anlatıcıyı savunacak kimse yoktur. Cellat, onun boynuna ilmiği geçirirken, Anlatıcı, “Beni kandırdın…” der, “darağacını başkaları için diktiğini sanmıştım..”

Çocuklarımıza Maurice Ogden’in şiirini okuduğumuzda buna birkaç mısra eklesek yararlı olur:

Önce idamdan bahsaçmışlardı
Sonra yollamışlardı celladı
Eğer sözünü ettiklerinde ayaklansaydık
Ne celladı görürdük ne de darağacını…