Hem var olan hem de yaratılabilen kaynaklar açısından, dünyanın en zengin “kaynak potansiyeli”ne sahip ülkelerinden biri olduğumuzu söyler dururuz. İnsan kaynağı açısından da doğal zenginlikler açısından da bunlar üzerinden ve tabii ki çalışarak zenginleştirebileceğimiz kaynaklar açısından da geçen 100 yıl içinde hem nitelik hem de nicelik olarak muazzam bir kapasiteye ulaşabilirdik.
Hani şu “her renkten her cinsten” siyasetçilerimizin dillerinden düşürmedikleri “Yıldız ülke-Model ülke” olmamamız için hiçbir neden yoktu.
Ancak maalesef, iktidarı elinde tutanların “gaflet, dalalet ve hatta hıyanetleri” sonucu, şu anda “Kuzeybatı sınırından girecek Bulgar’ın 3-5 Leva’sına, Kuzeydoğu sınırından gelecek Gürcü’nün 3-5 Lari’sine, AVM’lere üşüşen Araplar’ın yeşil dolarlarına” muhtaç durumda, uluslararası mütekabiliyet (AS: karşılıklılık) ilkelerini bile kendi aleyhimize çiğneyerek ekonomimizi (en azından yerel çapta) ayakta tutabilmenin hesabı içindeyiz. Arap’ı, Bulgar’ı ve Gürcü’yü küçük görmek için yazdığım asla zannedilmesin, bizimle kıyaslandığında çok küçük ekonomileri ve çok daha sorunlu siyasi-sosyal geri planları olan ülkelerden söz ettiğimiz için bu örnekleri verdim.
Türkiye’nin geri kalanı ile aynı ekonomik zorluklarla boğuşmakta olan Edirneli, Kırklarelili, Ardahanlı, Artvinli, Karslı esnafın “günü kurtarması, günü çevirmesi” ve en azından onların yüzlerinin (bir süreliğine) gülmesi için bile hükümetin nelerin hesabını yaptığını hatırlatmak için yazıyorum.
Bir yandan da artık gidici olduğunun fena halde farkına varan iktidar sahiplerinin, her türlü akıl, izan ve mantık sınırlarını zorlayacak düzeyde saçmaladıkları bir döneme girildiğini not almamız lazım.
Düşünsenize, Türkiye tarihinin (Cumhuriyet dönemi de değil, belki de birkaç yüz yıllık tarihimizin) belki de en ahlâksız, en vicdansız, en utanmazca ve en yüz kızartıcı israf, soygun ve yolsuzluk projelerinden biri olan Ankara’daki Oyuncak Park (Ankapark) rezaletini bile muhalefete fatura etmeye çalışacak kadar “zıvanadan çıkmış” bir muktedir söylemle karşı karşıyayız.
Çevre Bakanı beyefendi, 800 milyon dolar (o paraya Ankara halkı için neler yapılabileceğini Mansur Yavaş anlattı) tutarındaki bir “kirli rezalet”i aslında kendisi de kınayacağına, “Ne büyütüyorsunuz ya. Zaten tesisin çürümesinin sorumlusu bugünkü ABB yönetimi” diyecek kadar ne söylediğinin farkında olmayan (daha da kötüsü, belki de bile bile söyleyen) utanmazca bir ruh hali içinde.
Aslına bakarsanız, bu Ankapark rezaleti Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun, son 20 yılın har vurup harman savurma uygulamalarının, Cumhuriyet’in ilk 80 yılının varlıklarını satıp savmanın, “rüşvet-avanta-kayırma-peş keş-hırsızlık” ekseninde buharlaştırmanın bir “mikro” örneği değil mi? Orada 800 milyon, makro ölçekte kim bilir kaç trilyon (AS: milyar) dolar?
Ankapark’a ve sonrasında muktedirin tepkilerine bak, geçen 20 yılın özetini gör. Eğitimde, sağlık alanında, hukuk ve adalet sisteminde, ifade özgürlüğünde, dış politikada, muhtemelen on yıllar alabilecek bir tamirata ve tadilata ihtiyaç bırakacak ağır yıkımı saymıyorum bile. Sadece ekonomiye verdikleri hasarı bile, kendilerini eleştirenlere “ciro etmeye” çalışan insafsız ve vicdansız bir zihniyet ile karşı karşıyayız.
Yıkıp döktüklerini, yakıp yıktıklarını, çalıp çaldırdıklarını, hortumlayıp hortumlattıklarını unutturmak istercesine, her başarısızlıkta (ki, dakikada neredeyse en az 60 örneği yaşanmakta) başkalarını suçlayan bir utanmazlık tiyatrosu oynanıyor.
- Ekonomik iflası bile “Cenab-ı Allah katına” havale eden bir aymazlık ve terbiyesizlikle, millete karşı derin bir küstahlıkla karşı karşıyayız.
Bu ülke, buna daha ne kadar tahammül edebilir bilemiyorum. Ama bu toprakların bir insanı olarak, halkın tahammül gücüne de bir yandan şapka çıkarıyor, bir yandan da hayret etmekten kendimi alamıyorum.
En temel ihtiyaçlarını (peynir, zeytin ekmek, kira, enerji, iletişim, ulaştırma, sağlık, eğitim) bile artık karşılayamaz duruma gelmiş, borç batağına saplanmış, işsizlik ve yetersiz emek karşılığı ile hayatı zindan olmuş, çocuğunu okula gönderememe riski taşıyan, hastanede en temel hizmeti almak için aylarca beklemek durumunda olan on milyonlarca insanın, nasıl olup da anketlerde hâlâ “Yüzde 25-30 bandında bile” muktedire teveccüh gösterebildiğinin ortaya çıkması beni ciddi endişelendiriyor.
Bunun “Dinle, imanla, cehaletle, tevekkülle” filan izah edilebileceğine inanmıyorum. Dileğim, 20 yıldır aşılamayan bu kısır döngünün, kırılamayan bu kahpe zincirin, yenilemeyen bu makûs talihin, bir an önce görkemli bir “silkiniş” ile aşılması. Son virajı almak, son çıkıştan kendinizi kurtarmak için tarihi bir fırsat var önümüzde.
O fırsatı iyi kullanmak ve bugünün viran manzarasına tepkilerimizi daha yüksek sesle dile getirmek için, muhalefetin çıkaracağı seslere daha büyük katılımla destek vermek gerekiyor. Unutmayın, zulmün, istibdadın ve karanlığın yüzüne ne kadar yüksek sesle haykırırsak, meydanları ne kadar hıncahınç doldurursak, zalimlerin gidişi o kadar hızlanacaktır.
Evimizde oturup, TV başından, telefon ve bilgisayar ekranından izleyerek kurtulamayız bu zifiri karanlıktan. Demokrasiden yana herkesin, hançerelerini yırtarcasına meydanlara muhalif siyasi güçlerin bayrağı altına toplanması tek çaredir. Meydanları doldurmak şarttır. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kurtarıp “hürriyet ve eşitlik” istemek son çaredir.
Artık, sefaletten, açlıktan, çaresizlikten başka yitirecek bir şeyimizin olmadığı bir noktadayız. Avazımız çıktığı kadar “Yettiniz Artık!..” diye bağırmak için bugün en uygun gün değilse, ne gündür?