Etiket arşivi: Havelsan

28 ŞUBAT (1997) DAVASI’NDA HÜKÜM GİYMİŞ BULUNAN, HEPSİ DEDE OLMUŞ, “EMEKLİ PAŞALARIMIZA”, BU GÜNLER DE ELBET GEÇER, MUTLU YILLAR DİLİYORUM…

Prof. Dr. Tolga Yarman

  • 28 ŞUBAT (1997) DAVASI’NDA HÜKÜM GİYMİŞ BULUNAN, HEPSİ DEDE OLMUŞ, “EMEKLİ PAŞALARIMIZA”, BU GÜNLER DE ELBET GEÇER, MUTLU YILLAR DİLİYORUM…

Dosyamın PDF biçimi : 28 ŞUBAT 1997 HEPSİ DEDE OLMUŞ Emekli Paşalar – 6 Ocak 2022

1

Bu satırları, vicdanen yazmaktayım. 28 Şubat 1997 davasında hüküm giymiş bulunan, hepsi dede olmuş “emekli generaller” için çok beğendiğim bir yazıyı, Değerli E. Tümgeneral Ahmet Yavuz yazmış. Yazı başlığı şöyle:

Kumpaslar Devam Ediyor”, 23 Ekim 2021, Cumhuriyet*…

Ahmet Yavuz; Mahkeme’nin; Günün Başbakanı (ki, Rahmetli’nin milli çizgisine çok saygı duyardım), Prof. Necmettin Erbakan’ın, istifası sırasında, istifa eylemini tamamen kendi takdiriyle (esas itibariyle, önceden saptandığı şekliyle başbakanlığı, koalisyon ortağı öteki partinin genel başkanına devretmek üzere), gerçekleştirdiğini, üstüne basa basa ifade etmesinin, hiç dikkate alınmadığı, hususunu öne çekiyor. Bir başka yazıyı, Değerli E.
Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, “28 Şubat Davası & Ortak Payda” başlığıyla, Gazete
Pencere’de, 19 Temmuz 2021’de kaleme almış.

† Haldun Paşa, tankların Sincan’da sahnelediği tatbikatın, çok önceden tasarlanmış bir tatbikat olduğunu ve fakat bu konudaki sarih bilgilerin ve belgelerin, keza tanıklıkların, mahkeme tarafından katiyen dikkate alınmadığını vurguluyor.
Az önce, 28 Şubat 1997 davasında hüküm giymiş bulunan, hepsi dede olmuş, “emekli
generaller”, derken, sondaki nitelemeyi “tırnak içinde” yazdım, çünkü, insanın içi çok acıyor,
hiçbiri hüküm dolayısıyla, artık “emekli general” değil, dede generallerin… Hepsinin apoletleri mahkeme kararı gereğince söküldü.

  • Bir Darbe Varsa, bunun Göbeğinde Cumhurbaşkanı’nın ta Kendisi var!..

Bir halt karıştırdı iseler, bin beter olsunlar!.. Ama şahsen hiç o kanaatte değilim… Bunu ifade
etmeyi, vicdan borcu telakki ediyorum… Nasıl etmem: Bir darbe varsa, göbeğinde, meşru
kere meşru Cumhurbaşkanı’nın ta kendisi var!.. 28 Şubat’ta (1997) Milli Güvenlik Kurulu’na
(MGK) başkanlık ettiği için var… Bu Kurul’un, saatler çeken toplantısı uzantısında aldığı
zehir zemberek kararlara‡ en başta O imza koyduğu için var… Ondan önce 26 Şubat’ta
(1997), İçişleri Bakanlığı’na yerel yönetimlerin bünyesinde köktendinci örgütlenmenin
araştırılması istemiyle yazdığı yazı§ dolayısıyla var… Aynı gün ve en başta, Başbakan
Erbakan’a “rejim konusunda endişelerini” anlattığı bir mektup gönderdiği için var… Darbe
yaptığı savlanan ve hükümleştirilen Paşalar’ın, bu hareketlerine sessiz kalmak bir tarafa,
Onlar’la, işte en başta MGK’da tam bir ittifak halinde olarak mesai birliği içinde olarak var…
Nihayet Başbakan Prof. Necmettin Erbakan, yerini koalisyon ortağı öteki partinin (DYP)
genel başkanına bırakmak üzere istifa ettiğinde, müstafi başbakan ve onun koalisyon ortağı
başbakan adayını, açıkta bırakarak, yeni başbakan olarak, komşu partinin (ANAP) genel
başkanını başbakan olarak atarken var…

* https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/kumpaslar-devam-ediyor-ahmet-yavuz-1878925
† https://www.gazetepencere.com/28-subat-davasi-ortak-payda/
‡ MGK bildirisinde özetle, “Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların, laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendiklerinin müşahede edildiği” belirtilerek
“Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmeyeceği, dile geliyor.
§ https://www.haberler.com/28-subat-ta-ne-oldu-28-subat-kararlari-nelerdi-13958717-haberi/

2

Bu davanın baş tanığı, demek ki, 1997’deki Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’dir. Dava
2013’de açılmıştır. Demirel 2015’te vefat etmiştir. Bu dava, başlangıçta, şeksiz şüphesiz bir
kumpas davasıdır ve gördüğüm, Rahmetli Demirel’in tanıklığına katiyen başvurulmamıştır.
Buna karşılık, davada üst düzey siyasi tanıklar dinlenmiştir. Bunların biri hariç (1997’de,
Cumhurbaşkanı tarafından başbakan olarak atanmayan koalisyon ortağı); hepsi, başta,
Erbakan’dan sonraki başbakan (Mesut Yılmaz), askerlerin çok lehine konuşmaktadırlar.**
Bu çerçevede, tanıklık yaparken, “Böyle bir davada tanık olmaktan hicap duydum, düzmece
belgelerle devlete hizmet eden komutanların rahatsız edilmesi devlet adına ayıptır”, diyen
Rahmetli Başbakan Mesut Yılmaz’ın (dilerim öyle değildir, ancak, işte), ifadesinin
kayıtlardan düşürüldüğünü okuyunca, içimin büsbütün acıdığını, saklamayacağım…
Nihayette apoletleri sökülen, dede emekli generalleri; Harp Akademileri’nde; öğretim üyesi
olarak, arabanın benzin parasına ancak yeten ek ders ücreti zemininde, ama benzersiz bir
şerefle, otuz yıl boyunca dersler vermiş olmama rağmen; orada, arızî karşılaşmalarımız
dışında hemen hiç tanımam… Çoğuyla karşılaştığımı dahi hatırlamıyorum. Ne önemi var:

  • Doğru” bildiklerimi söylemeye devam etmeliyim.

Kimdir Bu Dede, Emekli Generaller?
Kimdir bu dede emekli generaller? İşte kaldıkları cezaevleriyle beraber isimleri…
T.C. Adalet Bakanlığı 1 Sayılı F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü’nde
(Buca, Kırıklar, İzmir) Kalanlar:
Çetin Doğan
Çevik Bir
T.C. Adalet Bakanlığı Silivri Kapalı İnfaz Kurumunda (Silivri, İstanbul) Kalanlar:
Ahmet Çörekçi; 9. Kısım, Koğuş B2
İlhan Kılıç: 9. Kısım, Koğuş B2
Çetin Saner: 9. Kısım, Koğuş B1-01
Aydan Erol: 9. Kısım, Koğuş B1-01
Kenan Deniz: 9. Kısım, Koğuş B-01-03
İdris Koralp: 9. Kısım, Koğuş B-01-03
T.C. Adalet Bakanlığı 1 Sayılı F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumunda (Sincan/
Ankara) Kalanlar:
Fevzi Türkeri; Koğuş B2-6-66
Yıldırım Türker: Koğuş B2-6-66
Vural Avar: Koğuş B2-6-65
Hakkı Kılınç: Koğuş B2-6-67
Erol Özkasnak: Koğuş B2-6-67
** https://tr.wikipedia.org/wiki/28_%C5%9Eubat_davas%C4%B1

3

Suç Tasnii

2000’lerin başlarında “kumpas davaları”, Silivri’de görülmemiş bir hızda, ama sonradan
ortaya çıkarttığımız şekliyle salak saçma bir çizgide devam ediyor…
Balyoz”dan, Havelsan’ın Efsane Genel Müdürü Sevgili Kardeşim Faruk Yarman da
tutuklu… Faruğa, Balyoz’un tek sivili olduğu için, “Faruk Paşa” ☺) diyordum… Askerler
dimdik durdular, Sevgili Faruk da… Onun için biz iyiydik… Neticede, Silahlı Kuvvetlerimiz,
giderek milli savunma sanayiimiz, saldırı altındaydı… Bunu, taa başından itibaren görmüş ve
o çerçevede kendimizi toplamayı, şükür başarmıştık… Bu sebeple Silivri’ye ziyaretlerimiz,
bir yas, bir üzüntü, bir elem, bir telaş içinde olmaz, tam tersine mizahî bir sevinç içinde
olurdu… Ancak arada, çocuklar, çocuklarımız, tam anlamıyla helak oldular… Faruk 16 yıla
mahkum olduydu… Tutuklu, çakı gibi subayların yediği en az cezaydı bu!.. Müebbed hapse
mahkum olanlar vardı… “Kumpas” encamında, ifşa oldu… Tutuklular ve hükümlüler beraat
ettiler…

Bu gelişmeden canı yanan çok olacaktı… Kazı, yanmasın diye çevirmek gerekiyordu! Çünkü
ortada, dev bir suç vardı… Ve bu suç örgütlü cürüm halinde işlenmişti… Bu sebeple, son
başbakan günün birinde, masum ordu mensuplarına suç tasniini (suç uydurma fiilini) devam
ettirmek zorunda kalmış, o arada suçun şahsi olma zaruretime ilişkin düsturu bir yana itip:
– “Ergenekon” bal gibi vardı!, deyivermişti…
O evrede, kumpasın yanında durarak, masum kere masum çakı gibi askerlerimizin kanına
girerken “suç tasnii” (yani suç uydurma suçu, ki, bu suçun ceza yasasındaki karşılığı,
uydurulmaya yeltenilen suça karşılık getirilmiş ceza olmaktadır), suçunu işleyen, ister siyasi,
ister gazeteci zevat, “yanmaktan” kurtulmak üzere, evet işte “Ergenekon bal gibi vardı” diye,
ağız birliği ederek, akıllarınca toplu savunma yapmaya geçtiler… Oysa suç, işaret ettiğim
şekliyle, “şahsidir”… Soyut, “öznesiz” suç olmaz… “İsim vermeden”; suçtan böylesi sıyrılma
çabalaması; hem iddianın özneden yoksun olması, hem de ismi konmamış olmakla beraber,
alabildiğine geniş bir kitleye, giderek silahlı kuvvetlerimize, yeni bir “suç tasnii” kapsamına
gelmesi açısından, suç teşkil eder…
N’olmuş yani, Hocam, onlardan çok var etrafta!..
Kumpas’taki teknik zafiyeti yakalayıp ifşa etmemiz, Allah’a bin şükür, çok sürmemişti.
††
††
Bu mücadelenin “teknik kahramanlarını” hatırlamak onurlu bir görevdir:
Prof. Dr. Can Özturan (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Cem Ersoy (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Cem Say (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Coşkun Sönmez (Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Emre Harmancı (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Fatih Alagöz (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Fatoş Yarman Vural (Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Göktürk Üçoluk (Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Lale Akarun (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. M. Bülent Örencik (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. M. Yahya Karslıgil (Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Sema F. Oktuğ (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Bülent Sankur (Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü)
Doç. Dr. Borahan Tümer (Marmara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)

4

Öyle olunca, içeridekiler çıktılar. Cakalarından geçilmeyen ve onca uyarıya rağmen,
“kumpasın muhtevasına”, iki çerez etmez teknik bilgileriyle biat etme gafletindeki, cürüm
ortağı hakimlerden ve savcılardan başlayıp, kumpasa alet olanlar, içeriye girdiler… Allah
kurtarsın!..
Şu ki, biliyor musunuz, hala daha, TBMM’de, o sahte deliller nerede üretildi, kimler sahte
delil üretme ajanı olarak nere(ler)de çalıştı, bu konuda tek bir araştırma önergesi verilmiş
değildir… Valla “Yuh” olsun, konuştuklarında mangalda kül bırakmayanlara…
Silivri günlerimizde, fotokopi, çektirmek üzere, Kavacık’ta bir Kırtasiye Dükkanı’ndayım…
Kısacık yukarıda özetlediğim, serencamı, sorulara muhatap olunca, dilim döndüğünce
etrafımdakilere anlatıyorum… O sırada birisi, “N’olmuş yani, Hocam, onlardan çok var
etrafta”, deyiverdi… Yani “etraftaki”, tek niteleme bu, çok sayıdaki apoletliden beş yüz
tanesini, aileler acı içinde, insanlar hapiste, çocuklar pesperişan, bunlar hiç önemli değil, kelle
sayar gibi ve “Hepsi hepsi, şu kadarını içeri almışız”, mesele bundan ibaret olup, “Ne olmuş
yani?”, demeye getirdi…
Algı

Çok haksız gerçi, olsun, “algıdır” bu, ancak muhakkak üstünde durulmalıdır…
Kısacası şu ki, Silahlı Kuvvetler’in, ayrıcalıklarla donatılmış olarak tefrik edilen tepesinin,
halktan kopuk, halk nezdinde, ona yukarıdan bakan pozunun, kentlerin gövdelerinde, halkla
beraber değil, merkez orduevlerinde şatafat ve sarflarla kutlanan o güzelim millî
bayramlarımızda, peçete kağıtlarıyla örtülmüş apoletlilerin kadehleriyle, ertesi gün boyalı
basında boy boy yer alan, dekolte hanımefendi kıyafetlerinin resimleri (burada söylemiyorum,
Akademi’deki derslerimde söylerdim), halkla, Silahlı Kuvvetlerimiz’in arasına maateessüf
bıçak gibi girmişti, epeydir… Bunu bir tarafa koyuyor, yazıyı dağıtmamak üzere, kaldığım
yerden, devam ediyorum… Haa, unutmadan şunu önemle belirtmeliyim ki, 1990’lardaki
komuta kademesi, çoktandır, 1970’lerin, Okyanus aşırı odaktan kerteriz tutan komuta
kademesi olmaktan uzaklaşmaya başlamıştı… Kumpas davalarında başlarına her ne geldi ise,
bundan dolayı geldi…

Esas itibariyle, dışarıda çok sayıda olan emekli dede paşalarımızdan içeride olup apoletleri
sökülmüş olanların birikimlerini tanımamız, “Onlardan çok var” türünden iz’ansız bir hesaba
sıkışmayacaksak, zorunlu oluyor… Çocukluğum, ağır ceza duruşmalarında, büyülenmişlik
içinde geçtiği için bilirim, birinin eşkali iyi demek, ondan, maazallah, “kötülük sadir olmaz”
demek elbette değildir… Olsun, inanıyorum, emekli, dede generalleri müebbede mahkum
eden ağır ceza heyeti de, muhakkak onların eşkaline, bakmıştır.
Biz de bakalım… Herkese açık verilerden toparlayabildiğim verileri EK’te sunuyorum…
(Bilgilerini, elimin altındaki kaynaklardan hemen bulamadığım “emekli, dede generaller”
beni affetsinler, lütfen…)

5

Askerî Vesayet

Bir “askerî vesayet” lafıdır gidiyor… Türkiye’de askerî vesayet yok muydu hiç? Olmaz mı,
allaşkına? Vardı… Gırla… Ama temelde Pentagon (ABD Genel Kurmay Başkanlığı) vesayeti
vardı. Kumpas davaları sırasında (2010 civarı), “askerî vesayet” var mıydı? Hayır, kesinlikle
yoktu! Ya pekiyi ne vardı? Pentagon vesayeti… Bu vardı!.. O kadar böyle ki, Ergenekon ve
Balyoz davaları sırasında, bas bas bağırıyorduk: “Hitler’in imamları vardı, şimdi Pentagon’un
imamları var!”, diye… Günün savcısı kardeşler, haber salmışlardı,“Tolga Hoca’nın
söyleminden rahatsız oluyoruz”, diye… Yakın arkadaşlarım içeriye alınacağım diye
korkuyorlardı… Cevap vermiştim, savcı kardeşlere: “Bilim adamının söyleminden rahatsız
olunmaz, ne diyorsam, kalbî olarak ve vukufiyetle söylüyorum, kulak kabartsınlar”,
demiştim… Ev, iki yıl boyunca gece gündüz tarassut altındaydı… Valizim, hazırdı…
“Balyoz”u yargılayan mahkeme heyetinin başkanı; Yargıtay, verilen hükümlerin birçoğunu
bozunca, “Karar önümüze gelsin, ondan sonra bakarız”, türünden, kibrinden geçilmeyecek
laflar ettiydi… Televizyonlarda, meydanlarda, yine bas bas bağırıyorduk: Sen ne zaman
bilgisayar / bilişim mühendisi oldun da, delillerin düzmece olduğu yönündeki uyarıları re’sen
göz ardı ediyorsun?.. Kabahat sende değil, başta sana öyle bir yetkiyi veren yasama
müeyyidesinde, Allah gecinden versin, tabii de, temyiz karar metinleri senin önüne gelinceye
kadar, gözlerini dünyaya kapamayacağın ne malum?, diye…
N’oldu sonra, ifade ettiğimiz kaygılar, karanlıklardan süzüle süzüle gün yüzüne vurdular…
Hangi vesayet vardı o gün: “Askerî vesayet” mi? Hayır! Ya ne? Pentagon vesayeti…
Pentagon’un İmamları’nın vesayeti!.. Yaa!‡‡
Biz değil miydik, BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) Eşbaşkanı?
Biz değil miydik, ABD askerlerinin İrak’tan burunları kanamadan evlerine dönmeleri için
dualar eden?

Şam’da Emeviyye Camii’nde, biz değil miydik, Cuma namazı kılma hayalleri kurarken,
bilmem kaç milyon Suriyeli’yi kucağımızda buluveren?
Biz değil miydik, “Ora”nın “Yeni Osmanlıcılık” masallarına, cup diye sarılıp, Sultan
Abdülmecit Han’nın doğum gününü kutlama törenlerini, şevkle tezgâhlayan?
Biz değil miyiz, daha dün, bilmem kaç yüz bin kaçak Afgan’a, sınır kapılarımızı açan?
Bizim askerî vesayet mi, tezgahladı, bütün şu olup biteni, allaşkına?
‡‡
Bir noktayı muhakkak belirtmeliyim: Doktoramı, ABD’nin bir numarası olarak tasnif edilen, Massachusetts Institute of Technology’nin (MIT), Atom Mühendisliği Bölümü’nde, TÜBİTAK bursu ile ve üstün başarıyla tamamladım… Dolayısıyla, ABD’de, hocalarımdan başlayarak, giderek arkadaşlarıma, giderek meslektaşlarıma varıncaya değin, “ebedî dostluklarım” vardır… MIT, benim için, bir bilim cennetidir… Amerikan Başkanları’ndan başlayarak, her Amerikalı gencin, dünyanın hemen her yerindeki gençlerin, okumak üzere hayalini kurduklarını bir üniversitede doktora yapmış olmak, baş bir kıvancımdır… Bu ne kadar böyleyse, bir süredir bölgemizde, hemen her yıl, bir milyon insanın kanını içerek yaşamaya, dolaylı dolaysız, palamar atmış, Amerikan savaş makinasının parçası olmayı, reddettiğimiz, bir o kadar vakıadır…

6

Doları, Nas’a yaslanıp, faize basarak, bizim askerî vesayet mi, 18 tl’ye çekti ve sonra bir
gecede milyar dolarları piyasaya boca edip, doları 10 tl dolayına düşürmesiyle beraber, tekrar
dolar alıp, dünya dolar milyarderleri Rockefellerler’e parmak ısırtırcasına, milyarlarca
dolarına, gün ağarırken, pratikçe bir o kadar daha milyar dolar katıp, yoksul halkımızı
şappadanak, merhamet duygusunun kırıntısını yaşamadan, yoksullaştıran… İnsanlarımızı tek
çizgili pijamaya sığacak hale geldiler, ya hu, yoksulluktan… Bizim askerî vesayet mi yaptı bunu?
Tanklar insanlarımızın güzelim inanç duyguları üstünden geçtiler diye (Allah, eğer olmuşsa
onun da müstahakkını versin, tamam), ama “ekonomik soygunun tank paletleri”
insanlarımızın “ekmek lokmalarını” liğme liğme etmişse, nerede bunun yargısı, kardeşim?
Muhalefet TBMM’de, konu araştırılsın diye, önerge veriyor… Araştırılmasın diyen, bizim
askerî vesayet midir, allaşkına?
Yoksa, bizim askerî vesayet, “Cambaza bak!” lafzının kendi mi oldu?
– Aaa, şuna bak, şuna, bizim askerî vesayet yine hortlamış!, diyenlerin, malı götürmesinin
gözlere çekiği perde mi, oluyor?.. Bu günler de elbet geçer, mutlu yıllar, hepinize!..
Valla, yüksek hakimlerimiz beni bağışlasınlar, bir, 28 Şubat 1997’den, müebbede mahkum
olmuş dede, emekli generallere bakıyorum… Bir, gece gündüz yaşadıklarımıza… Şu
sorageldiğim soruları sormadan edemiyorum… Fiilin üstünden çeyrek asır geçse de, hepsi
dede “emekli generaller”, hakikaten bir halt karıştırdı iseler, Allah daha da çok cezalarını
versin…
Ama, kimse alınganlık göstermesin, mevcut müktesebatımla, ben hükümden hiç tatmin
olmadım… Mahkeme heyeti, hiç farkına varmamış olabilir. Farkına varmamış olması doğaldır. Neticede dosya içeriğiyle sınırlı kalmak zorundadır. Ancak önüne arkasına bakınca, “Ergenekon bal gibi de vardı!”, demek ihtiyacında olanlar, dede emekli generallerin apoletlerinin sökülmesinden hani sınırsız derecede, rahatlama duymuş olmayacaklar mıdır?..
Onun için, apoletleri sökülmüş, dede, “emekli generallerimize” ve onlar için üzülenlere
seslenme sorumluluğundayım:

  • – Bu günler de elbet geçer, mutlu yıllar, hepinize!..

Hukukta “iade-i muhakeme” diye bir kurum vardır… Kestirmeden söyleyeyim: Koşullar tesis
olursa, muhakemenin yenilenmesi sağlanabilir… Benim işte, anlatageldim, teknik hissim o ki,
28 Şubat davası henüz nihayete ermiş bulunmamaktadır… Silahlı Kuvvetlerimiz’e, yıllar yılı,
ayrıca işte, öznesiz, şahıs işaret etmeksizin, götürü bir suç tasnii yaftalamasında bulunmayı
günlük mesai haline getirmiş olanlar, takkeyi önlerine koyup düşünmelidirler… Onlar için,
gördüğüm en iyisi, aldatılmış olmalıdırlar…

7

EK

Emekli, Dede Generaller” ile İlgili Herkese Açık Kaynaklardan Edinilebilecek Bilgiler

Çetin Doğan
(81 Yaşında) Işıklar Askeri Lisesinden mezuniyetini müteakip, 1960 yılında Kara Harp Okulu’nu tamamladı. 1961 yılında Topçu Okulu’nu bitirdi. 1987 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti. Ardından; Genelkurmay Komuta Kontrol Daire Başkanlığı, 1. Zırhlı Tugay Komutanlığı, Genelkurmay Plan Harekât Daire Başkanlığı, 4. Kolordu Komutan Yardımcılığı, 1. Mekanize Tümen Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Başkanlığı ve Jandarma Asayiş Komutanlığı
görevlerini icra etti. 1999 yılında orgeneral rütbesine terfi etti ve Ege Ordusu Komutanlığı’na
atandı. 2003 yılında 1. Ordu Komutanı iken emekli oldu.

Çevik Bir (82 Yaşında)
1954 yılında Kuleli Askerî Lisesini bitirdi. 1958 yılında Kara Harp Okulu’ndan istihkâm subayı olarak mezun oldu. Çeşitli istihkâm birliklerinde Takım ve Bölük Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1970 yılında Kara Harp Akademisinden mezun oldu. 1971’de ise Silahlı Kuvvetler Akademisini tamamladı. 1973 yılında da NATO Savunma Koleji’ni bitirdi. Tümen ve Genelkurmay Karargahı’nda Harekât ile ilgili görevlerde bulundu. 1973-1976 yılları arasında Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı’nda (SHAPE) Proje Subayı olarak görev yaptı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Başkanlığında NATO Plan Subayı olarak çalıştı. Daha sonra Genelkurmay Başkanı Özel Kalem Müdürlüğü, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Başyaverliği, Devlet Başkanı Başyaverliği ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı görevlerini yerine getirdi.[3] Bu süreçte uzun süre Kenan Evren ile yakın çalıştı. 1983’te tuğgeneral rütbesine terfi etti. Tuğgeneral rütbesiyle 1983-1985 döneminde NATO Avrupa Müttefik Komutanlık Karargahı’nda (SHAPE) Lojistik ve İnfrastrüktür Daire Başkanlığı ve 1985-1987 arasında da 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1987 yılında tümgeneral rütbesine, 1991’de korgeneral rütbesine terfi etti. Korgeneral rütbesinde 1991-1993 arasında Genelkurmay Harekât Başkanlığı, 1993-1994 yılları arasında da Somali Birleşmiş Milletler Barış Gücü Komutanlığı (UNOSOM II) ve Kara Kuvvetleri Denetleme ve Değerlendirme Başkanlığı görevlerinde bulundu. 16 Ağustos 1994 tarihinde Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na atandı. 30 Ağustos 1995 tarihinde orgeneral rütbesine terfi etti. Orgeneral rütbesinde 1995-1998  arasında Genelkurmay II. Başkanlığı görevinde bulundu. 30 Ağustos 1998’de 1. Ordu Komutanı olarak atandı. 30 Ağustos 1999 tarihinde emekli oldu.

Ahmet Çörekçi (89 Yaşında)
1955 yılında Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1955-1957 arasında Kanada’da pilotaj ve av pilotluğu eğitimini tamamladı ve Merzifon 4. Ana Jet Üs Komutanlığı’na, 1960’ta 1. Ana Jet Üs Komutanlığı’na av pilotu olarak atandı. 1966’da girdiği Hava Harp Akademisi’nden 1968’de mezun oldu ve Hava Kuvvetleri Harekât Başkanlığı’na Hava Hareket Subayı olarak atandı. 1969 yılında 6. Ana Jet Üs Hareket Subaylığı, 1970 yılında aynı üste 162. Filo Komutanlığı yaptı. 1972-1974 yılları arasında Napoli’deki NATO Airsouth karargâhında Plan Şube Müdürlüğü görevinde bulundu. 1974 yılında 6. Ana Jet Üs Harekât Komutanlığı’na, 1976 yılında Hava Kuvvetleri Eğitim Daire Başkanlığı Uçuş Eğitim Şube

8

Müdürlüğü görevlerine atandı. 1978 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti ve 4. Ana Jet Üs
Komutanlığı’na atandı. 1981 yılında Hava Kuvvetleri İkmal Daire Başkanlığı görevine atandı.
1982 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Hava Harp Okulu Komutanlığı
görevini yürüttü. 1986 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede 6. NATO ATAF
Komutanlığı, 1988 yılında 2. Taktik Hava Kuvveti Komutanlığı ve 1990 yılında Hava Eğitim
Komutanlığı görevlerine atandı. 1992 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti ve Millî Güvenlik
Kurulu Genel Sekreterliği’ne atandı. 1993 yılında Genelkurmay II. Başkanlığı’na, 18 Ağustos
1995 tarihinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı. 30 Ağustos 1997 tarihinde emekli
oldu. TSK Üstün Hizmet Madalyası’na ve Pakistan Askerî İmtiyaz Nişanı’na sahiptir.
Emeklilikten sonra resim sanatıyla ilgilenmeye başladı, karma ve kişisel sergilerde bulundu.
28 Şubat sürecinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmaktaydı.

İlhan Kılıç (85 Yaşında)

1955 yılında Işıklar Askerî Lisesi’nden mezun olup aynı yıl Hava Harp Okulu’na girdi. 1957
yılında Hava Harp Okulu ikinci sınıf öğrenimi için Kanada’ya gönderildi. 30 Ağustos 1957’de Asteğmen rütbesi ile mezun oldu. Ardından pilotaj eğitimini de Kanada’da tamamlayarak 1958 yılında yurda döndü ve Kasım 1958’de Bandırma 6. Ana Jet Üs Komutanlığı’na av pilotu olarak atandı. 1966 yılında girdiği Hava Harp Akademisi’nden 1968 yılında mezun oldu ve 2. Ana Jet Üs Komutanlığı’na Harekât Subayı olarak atandı. 1971 yılında aynı üs 121. Filo Komutanlığı görevine atandı. 1972 yılında Napoli Airsouth karargahında Malzeme Kısım Amirliği görevinde bulundu. 1974 yılında 2. Taktik Hava Kuvveti Komutanlığı Lojistik Başkanlığı ve Harekât Başkanlığı, 1977 yılında 8’inci Ana Jet Üs Harekât Komutanlığı, 1978 yılında Hava Eğitim Komutanlığı Eğitim Daire Başkanlığı görevlerine atandı. 1980 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi ederek Hava Kuvvetleri Eğitim Daire Başkanlığı görevine getirildi. 1983-1985 yılları arasında da 2. Ana Jet Üs Komutanlığı
yaptı. 1985 yılında Tümgeneral rütbesine terfi ederek Hava Teknik Okullar Komutanlığı’na,
1986 yılında Hava Harp Akademisi Komutanlığı’na ve 1987 yılında Genelkurmay Anadolu
Daire Başkanlığı’na atandı. 1989 yılında Korgeneral rütbesine terfi ederek Hava Kuvvetleri
Tetkik Kurulu Başkanlığı, 1990 yılında Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler Daire
Başkanlığı ve 1992 yılında Hava Eğitim Komutanlığı görevlerine atandı. 1995’te Orgeneral rütbesine terfi ederek Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne atandı. 28 Ağustos 1997 tarihinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı. 30 Ağustos 1999’da emekliye ayrıldı. Bulgaristan II. Madarski Connick Nişanı, ABD Askeri Liyakat Madalyası, TSK Üstün Hizmet Madalyası ve Pakistan Nişan-ı İmtiyaz Madalyası sahibidir.

Çetin Saner (82 Yaşında)

Kaynarcalı Edip Paşa’nın torunlarındandır. Kuleli Askerî Lisesini bitirdi. Kara Harp Okulu’ndan 1961 yılında tank subayı olarak mezun oldu. Harp Akademisi’ni 1973 yılında bitirdi. 1987 yılında tuğgeneral, 1991 yılında tümgeneral ve 1995 yılında ise korgeneral rütbesine terfi etti. Lüleburgaz’daki 65. Mekanize Piyade Tugayı komutanlığı ve NATO Doğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri kurmay başkanlığı görevlerini yürüttü. Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı ve 5. Kolordu Komutanlığı görevinin ardından 1999 yılında emekli oldu. 28 Şubat 1997 sürecinde valiler, brifing için Genelkurmay Başkanlığına çağrılmıştı. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in “Brifinge katılacak valileri açığa alırız”, demesi üzerine Akşener hakkında “Söyleyin o hanıma. İleri geri konuşmasın, geldiğimizde İçişleri Bakanlığı önüne koyduğumuz bir yağlı kazığa kendisini oturturuz”, dedi. Bu sözü üzerine 16 yıl sonra Evet ayıp etmişim. Yakışmamıştır. Özür
diledim”, dedi.

9

Aydan Erol (82 Yaşında)

1954 yılında Deniz Lisesi’ne girmiş, 1959 yılında Deniz Harp Okulu’ndan Asteğmen olarak
mezun olduktan sonra Donanma’ya katılmıştır. Çeşitli harp gemilerinde Branş subaylığı,
Bölüm Amirliği, II. Komutanlık ve Komutanlık görevlerini deruhte etmiştir. 1970 yılında Deniz Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden mezun olmuştur. Daha sonra sırasıyla Muhrip II. Komutanlığı ve Muhrip Komutanlığı görevlerinde bulunmuştur. 1977-1979 yılları arasında Washington Deniz Ataşeliği, 1979-1982 yılları arasında Dz.K.K.Hrk.Bşk.Hrk.Eğt.D.Bşk. Harekat Şube Müdürlüğü, Dz.K.K. Harekat Eğitim Daire Başkanlığı ve II. Muhrip Filotilla Komodorluğu görevlerini ifa etmiştir. 30 Ağustos 1984’te Tuğamiralliğe terfi etti. 1984-1987 yıllarında Dz.K.K.Hrk.Bşk. Plan ve Teşkilat Daire Başkanlığı, 1987-1988 yıllarında Çıkarma Filosu Komutanlığı görevlerinde bulunmuş olup, 30 Ağustos 1988’de Tümamiralliğe terfi etmiştir.
Tümamiral olarak, 1988-1990 yıllarında Sahil Güvenlik Komutanlığı, 1990-1991 yıllarında
Hücumbot Filosu Komutanlığı ve 1991-1992 yıllarında Harp Filosu Komutanlığı’nı deruhte
etmiş, 30 Ağustos 1992’de Koramiralliğe yükselmiştir. Koramiralliğe terfiinden sonra, 1992-
1993 yıllarında M.G.K. Genel Sekreter Yardımcılığı, 1993-1994 yıllarında Deniz Eğitim
Komutanlığı, 1994-1995 yılları arasında Güney Deniz Saha Komutanlığı, 1995-1997 yılları
arasında Dz.K.K.lığı Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulunmuş olan (E) Koramiral Aydan
EROL, 1997-1998 tarihleri arasında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı görevini deruhte
etmiştir.

İdris Koralp (74 Yaşında)

İlköğretim ve Ortaokul eğitimini doğup büyüdüğü şehir Bursa’da tamamlamış ardından Kuleli
Askeri Lisesi’nde eğitimini sürdürmüştür. 1968 senesinde Kara Harp Okulundan Topçu
Subayı, 1983’te ise Harp Akademileri’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olmuştur.
Bir sene Alman Silahlı Kuvvetler Dil Okulu ve Goethe Enstitüsünde Almanca eğitim alan
İdris Koralp, iki senede Bern Askeri Ateşeliği görevinde bulunmuştur. 1997’de Tuğgenerallik
rütbesini almıştır. 2002 yılında emekli olmuştur.

Fevzi Türkeri (81 Yaşında)

1962 yılında Kara Harp Okulu’ndan, 1963 yılında Piyade Okulu’ndan, 1975 yılında Kara Harp
Akademisi’nden mezun oldu. 1990 yılında tuğgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbe ile Dağ
Komando Okulu ve Eğitim Merkezi komutanlığı görevinde bulunan Türkeri, 1994 yılında
tümgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbe ile Özel Kuvvetler Komutanlığı ve Genelkurmay
İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanlığı görevlerini yürüttü. 1998 yılında
korgeneral rütbesine terfi etti, bu rütbe ile genelkurmay istihbarat başkanlığı ve jandarma
asayiş komutanlığı görevlerinde bulundu ve 2002 yılında orgeneral rütbesine terfi etti ve 2.
ordu komutanlığı görevine atandı. 30 Ağustos 2004 tarihi itibarıyla jandarma genel
komutanlığı görevine atandı. 30 Ağustos 2006 tarihinde emekli oldu.

Erol Özkasnak (75 Yaşında)
1991 yılında tuğgeneral, 1995 yılında tümgeneral rütbesine terfi etti. 2000 Yüksek Askerî
Şûra kararlarıyla kadrosuzluk sebebiyle emekliye sevk edildi.

S-400 KRİZİ

S-400 KRİZİ

Suay Karaman

Ekonomik krizin iyice duyumsanmaya (hissedilmeye) başlandığı ve terörün yine azdırıldığı ülkemizde gündem sürekli değiş(tiril) mektedir. S-400 füze savunma sisteminin alınması ve ülkemize getirilmesi kimilerini sevindirirken, kimilerini de üzmüştür.

S-400 füze savunma sistemi, ülkemizin ileri savunma sistemlerinin geliştirilmesine katkı sağlayamaz. Çünkü bu sistemin üreticisi ve tüm teknolojisini elinde bulunduran Rusya’nın, yazılım kodlarını ülkemize vermesi söz konusu değildir. Böylelikle bu sistem, savunmamızda yeni bir bağımlılık sağlayacaktır. Ama bunların yanında bu sistemin, ülkemizi bölgesel olarak güçlendireceği de bir gerçektir.

Türkiye’nin S-400 tercihinde, ABD ve AB’nin ülkemize yüksek teknoloji ürünü savunma sistemlerini kısıtlama girişimlerinin de etkisi vardır. Bunun sonucunda Türkiye, S-400 füze savunma sistemine sahip ilk NATO üyesi ülke olmuştur. S-400 füze savunma sisteminin alınması, ABD ve AB’yi rahatsız etmiştir. ABD, ülkemize karşı kimi yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. ABD yönetimi, Türkiye’nin ya S-400 füze savunma sistemini ya da F-35 savaş uçağını alabileceğini, ikisine birden sahip olamayacağını bildirmiştir. ABD, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemini satın almasını, kendilerinin güvenlik hakkına doğrudan bir tehdit olarak algılamıştır.

Ülkemizin jeopolitik ve stratejik önemini bilen ABD, ülkemizi sömürmekten vazgeçemeyeceği için uygulayacağı yaptırımlar konusunda duyarlı yaklaşım göstermektedir. F-35 savaş uçağı eğitimi alan Türk pilotlara, eğitim vermeme kararı almış ve ülkemizi F-35 ortak savaş uçağı programından çıkarmıştır. AB ise, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yaptığı enerji sondajlarının yasa dışı olduğunu öne sürerek, ülkemize bir dizi yaptırım uygulayabileceğini açıklamıştır.

S-400 mü, F-35 mi gerilimi üzerinden Rusya ile ABD arasında kalan Türkiye, S-400 alımıyla, Rusya’nın askeri, iktisadi, teknolojik etkisine daha açık duruma gelirken; ABD yönetimiyle de iyi ilişkilerini sürdürmektedir.

Eğer kendi ulusal savunma sanayinizi kuramazsanız, dışa bağımlılığınız artarak sürecektir. 1974’te Kıbrıs çıkartması sonrasında ABD’nin ülkemize uyguladığı silah ambargosu unutulmamalıdır. O yıllarda ulusal savunma sanayimiz için girişimlerde bulunulmuş ve Aselsan, Roketsan, Havelsan, TUSAŞ gibi yerli kuruluşlarımız kurulmuştu. Bugün bu kuruluşlarla savunma sanayimizi daha da geliştirmemiz gerekirken, yine, yeniden dışa bağımlı duruma getirilmekteyiz. Bunun sevinilecek bir yanı yoktur. Ergenekon – Balyoz vb. düzmece davalarla ordumuza tezgah kuranlar, ulusal tank fabrikamızı Katar’ın buyruğuna verenler, ülkemizi sürekli dışa bağımlı duruma getirmişlerdir.

Bugün ABD’ye kafa tuttuğunu sananlar ya da iç politikaya dönük olarak bu izlenimi vermek isteyenler, Kürecik radarını ABD’den almışlardı. ABD’nin ülkemize yaptırımlarına karşı, İncirlik başta olmak üzere tüm üsleri kapatamıyorsak, ne yaparsak yapalım, dışa bağımlıyız demektir.

  • S-400 füze savunma sistemi alındıktan sonra birdenbire terör olaylarının artması da ilginçtir.

ABD ve AB’nin PKK, FETÖ, Cemalettin Kaplan ve Asala gibi terörist gruplara yıllarca yardım edip, destek verdiğini unutanların, yerli ve milli olmaları olanaklı değildir. Ege’de 18 ada ve bir kayalığımızı Yunanistan’a verenlerin, hangi sistemi alırlarsa alsınlar, yaptıkları hokkabazlıktan öteye gidemez..

Aselsan cinayetlerinin izini sürmek..

 

Olayların arkasındaki sır perdesini çözmesi gereken başta MİT ve polis teşkilatımız
olmak üzere devletimizin ilgili güvenlik teşkilatlarıdır. Mühendislerin ölümleri ile ilgili soruşturmalarda gerekli özen gösterilmedi, kayıtlara kaza veya intihar olarak geçirilerek,
hemen aceleyle ilk dosyaları kapatıldı. Daha sonra tekrar açılan dosyalara farklı bilgiler girdi. Her süreçte gizli bir elin devrede olduğu anlaşılıyor. Aslında ilk ölümler, 2004 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve TÜBİTAK’ta çalışan iki uzmanla başladı. Aselsan Cinayetleri adlı bir kitap yazan, Melik Duvaklı, savunma sanayinin tarihi gelişiminin ardında yaşanan güç savaşını ve büyük rant kavgalarından bahsetmektedir (1). Duvaklı’ya göre; askeri casusluk soruşturulmaları derinleştirilirse, savunma sanayinde yaşanan cinayetler de aydınlatılır. Türk Silahlı Kuvvetleri, TÜBİTAK, Havelsan, Aselsan, GES Komutanlığı gibi tüm stratejik kurumlarda birilerinin hücre sistemi ile örgütlenerek, projeler ve ilgili kişiler hakkında bilgi ve belge toplandığını ve bunların yabancı güçlere verildiğini açıklıyor. Aselsan olayları kapsamında hükümet kanadında öyle bir hava estiriliyor ki 2004’den itibaren hükümet savunma sanayini millileştirmiş de Batılılar karşı çıkmış, bu yüzden mühendislerimiz öldürülüyormuş. Cemaat kesimi ise 1998’de Orgeneral Çevik Bir tarafından belirlenen büyük satın alma projeleri böylece iptal olduğundan, Kemalist kesimden hiç ses çıkmıyor diyerek yeni bir algılama yönetimi yapıyor ve gene bu cinayetlerin üstü örülecek diye veryansın ediyordu (2).Konu bu noktaya gelince, önce işe kısa bir savunma sanayi özeti ile başlayacak, sonra bu olayların arkasında kimler olabileceği ile ilgili görüşlerimizi açıklayacağız.

Türk Savunma Sanayi’nin millileştirilme çalışmaları

Türkiye’de savunma sanayinin millileştirilmesi çalışmaları daha Cumhuriyetin kurulmasından önce Atatürk ile başladı ve ilk dönem 1950 yılına kadar devam etti. Atatürk, tam bağımsız bir Türkiye için milli bir savunma sanayi yaratmanın bilincinde idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO İttifakı’na katılması ile başlayan ve kısa süre içinde artış gösteren askeri yardımlar, henüz kuruluş aşamasında bulunan savunma sanayinin gelişmesini durdurmuştur.1963 ve 1967 Kıbrıs bunalımları ile 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve bunun sonucunda Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu, ulusal bir savunma sanayi gereğini tekrar ortaya koymuştur.Aselsan ve Otomarsan gibi şirketler yanında TSK Güçlendirme Vakfı’nın kurulması savunma sanayinin gelişiminde önemli adımlar oldu. Türkiye, silah sanayine ilişkin olarak 1985’de başlattığı 10 yıllık modernizasyon programı ile silah üreten bir ülke olma yolunda ciddi adımlar attı. 20 Haziran 1998 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan
“Türk Savunma Sanayi Stratejisi ve Politikası” ile Silahlı Kuvvetlerin ihtiyaçlarının güvenli ve istikrarlı biçimde karşılanması amacıyla yüksek teknolojiye sahip harp silâh ve araçlarının yurt içinde üretilmesi hedeflendi (3). Böylece Türkiye’de savunma sanayini geliştirme gayretleri hızlanmış ve bugünkü gelişmelere önayak olmuştur.Büyük bir gayretle yürütülen bu çalışmalar sonucunda toplam AR-GE harcamaları 700 milyon ABD dolarına ulaşmış, TSK ihtiyaçlarının yurtiçinden karşılanma oranı %54’ü geçmiştir. Bugün itibariyle savunma sanayinde ulaşılan seviyeye bakıldığında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu ana silah sistemlerinin birçoğu artık ülkemizde geliştirilmekte ve üretilebilmektedir (4).

Öte yandan, ABD, Türkiye’nin en önemli savunma sanayi tedarikçisi oldu ancak hiçbir zaman Türkiye’nin kendisinden bağımsız ve kontrolü dışında bir teknolojiye sahip olmasını istemedi. Örneğin bize sattıkları F-16’ları ABD’ye ya da Yunanistan’a karşı kullanamazdık, elektronik harp sistemi olmayan F-16’lar bir tabuttan ibaretti. Gece görüş sistemleri olmadığı için F-16’lar ile hava harekâtı yapamıyorduk. Bu teknolojiyi 1990’ların ortasında İsrail ile yakın ilişkilerimiz sayesinde edindik. Karşılığında onlara Konya üzerinde eğitim imkânı verdik. Ancak, böylece bugün Irak’ın kuzeyini gece de bombalayabiliyoruz. On yıllardır hava savunma sistemi istememize rağmen, bir gün bana karşı kullanır diye vermeyen ABD, Çin’den almaya kalktığımızda, Çinliler NATO sistemine sızacak diye yaygara kopardı. Ellerindeki en eski ve işe yaramaz patriotları, fahiş fiyata ve sonu belli olmayan bir zamanda bize satma projesi sundular. Hâlbuki o sistemler Yunanistan’da var ve daha iyisini de Ruslardan aldılar. Eğer ihaleyi ABD’ye verirsek, ne zaman ve hangi şartlarda alabileceğimiz gene günün koşullarına bağlı olacaktır.
Çok değil, Ocak 2015 başında ABD Kongresi, daha önce söz verdiği savaştan kalma donanma gemilerinin Türkiye’ye verilmesini reddetti. Karara gerekçe olarak, Türkiye’nin İsrail’e karşı giderek artan düşmanca tutumu ve Kıbrıs yakınlarında doğal gaz araması yapan Amerikan şirketlerine karşı takınılan tavır öne sürüldü (5).

ABD için kriptografinin önemi ve NSA

ABD için tarihsel olarak kriptolama yani şifreli haberleşme en önemli ulusal güvenlik alanlarından biri olagelmiştir. Haziran 1942’de Pasifik’teki Midway deniz savaşında Japon donanmasını deniz haberleşme şifresini çözerek tuzağa düşürmüşlerdi. Eğer o savaşı kazanamasalardı, Pearl Harbor’a denizaltı sokmaları bile mümkün olmayacaktı. Şifre çözme ile Japon savaş planı da büyük ölçüde açığa çıkmıştı ama Japonlar bunun farkında değildi. Böylece Pasifik’te savaşın yönü hep ABD lehine gelişti. ABD, Almanya karşısında da kriptografi avantajını kullandı, Alman haberleşmesine sızıldı. II. Dünya Savaşı’ndan beri Amerikan güvenliğinin kurgulanmasında Pearl Harbor ve kriptografi hep hafızanın bir kenarında bakış açılarını etkiledi. Soğuk Savaş boyunca James Bond tipi ajanlar hep gizli bilgiler ve şifreler peşinde iken film çevirmişlerdi. Kripto çözümü ABD tarafında bir takıntı haline geldi ve mümkün olan herşeyi öğrenmek için Ulusal Güvenlik Ajansı’na (NSA) (6) saldırgan yöntemler kullanmaya başladı (7). Savaş sonrası ABD istihbaratı yapılandırılırken 1951’de kurulan NSA, diğer ülkelerin gizli haberleşmelerini takip ve deşifre etme görevi verilmişti. NSA; esas olarak gizli telefon dinlemelere angajedir ve şifre çözme, kripto ve sinyal istihbaratından sorumludur. Sadece askerleri değil, karşı istihbarat ve karşı terörizm unsurları ile önemli müttefikleri de destekleyen NSA sinyal istihbaratı ve bilgi güvenliği de sağlamaktadır. NSA bünyesinde matematikçiler, fizikçiler, istihbarat analistleri, dil bilimciler, kripto-analistler, bilgisayar mühendisleri gibi bilim adamları çalışmaktadır

ABD istihbarat servisleri içinde en gizlilerinden biri müşterek NSA-CIA gizli sinyal istihbaratı (SIGINT) birimi olan Özel Toplama Servisi (SCS) (8) oldu.Eski NSA çalışanı Edward Snowden’in ortaya çıkardığı bilgilerin başında ABD’nin tüm dünyayı nasıl dinlediğini ifşa eden bir “telekulak haritası” var. Alman Der Spiegel dergisinde yer alan söz konusu harita NSA-CIA ajanlarının dünyanın çeşitli yerlerindeki 90 adet SCS birimini kullanarak aralarında 35 ülke liderinin de bulunduğu milyonlarca kişiyi dinlediğini ortaya koyuyor. ABD diplomatik temsilcilikleri içindeki bu birimler binaların çatılarındaki özel alanlara yerleştirilen ‘Eistein’ kod adlı çok güçlü antenler kullanmaktadır. İstanbul ve Ankara’nın haritadaki renkli farklıdır. Der Spiegel, bunun nedeninin buralardaki dinleme faaliyetlerinin gayri resmi olarak yürütülmesi olduğunu böylece olayın ortaya çıkması halinde bir kriz yaşanma ihtimalinin azaltıldığını belirtiyor. ABD, dinleme yapmak için ilgili ülkede özel bir istihbarat ekibi kurmaktadır.NSA-CIA’nın birlikte oluşturduğu bir SCS’ler, sadece izleme yapmamakta, seçilen hedeflere örtülü operasyonlar da düzenlenmektedirler. Örneğin Türkiye gibi bir ülkede sadece dinlemekle kalmayıp, bu kayıtları değiştirebilir, ya da sahte bilgileri kayıtların içine de karıştırabilir, ya da CIA ile birilerini öldürebilirler.Son yıllarda Ergenekon operasyonlarına yansıyan ses kayıtları ve belgelerin kaynağını tahmin etmek zor değildir. Der Spiegel’in yayınladığı haritaya göre ABD adına dinlemeleri yürüten ekibin Türkiye’deki ayakları İstanbul ve Ankara’daki diplomatik temsilcilik binalarıdır. Türkiye’deki Ergenekon komplosu başlamadan önce gelen 35 Amerikalı istihbarat görevlisinin Türkiye’ye gelişi ile bilgiler, böylece yerine oturmaktadır.Bugün de ABD ve İngiltere, Türkiye’nin de arasında olduğu bazı ülkelerin halkının duyarlılık analizi ile meşguller. Amaç, Türkiye’nin de fitilinin ateşleneceği zamanı ayarlamaktır.

ABD-Türkiye ilişkilerinin arka yüzü..

Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Soğuk Savaş döneminin başlangıcından bu yana ağırlıklı olarak güvenlik kaygıları ile şekillenmiştir. Türkiye, Sovyet faaliyetlerinin izlenmesinde önemli üsler sağladı. Türkiye NATO’ya 1952’de girmişti ama daha 1947’de Amerikan dinleme vasıtaları Yeşilköy’deki MAH tesislerine yerleşmiş, Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin pek çok yerinde kurulan ABD dinleme üsleri işlerini görmeye başlamışlardı.Türkiye’deki dinleme servisleri tamamen bunları kuran Amerikalıların eline geçmişti. Amerikalılar buralarda çalışanları özellikle de telefon dinlemesinde görev yapan memurları maaşa bağlamıştı. Tabii ki Menderes’in telefonu da dinleniyordu. MAH’a hâkim olan Amerikalılar, İstanbul’daki MAH Okulunu, İstanbul teşkilatını ve Yeşilköy’deki soruşturma teşkilatını kendi paralarıyla döndürüyor, paralar doğrudan ilgili servis amirine ve çalışanlarına zarf içinde veriliyordu. Türkiye’de birçok askeri darbenin arkasındaki güç olan Amerikan gizli servisleri, Türkiye’nin dış politikasının bütün çizgilerini belirlemeye çalıştıkları gibi, iç politikaya yönelik müdahalelerde de bulunmaktan çekinmemişlerdir. CIA’nın devlet kurumlarımız içinde etkin bir yapılanması ya da daha doğru bir ifade ile sızması söz konusudur.ABD, 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni kendisi için NGO ve sivil toplum örgütü üssü haline getirdi. Böylece devlete güvensizliğin ve sivil itaatsizliğin alt-yapısı örüldü.12 Eylül 1980 ile birlikte, Kenan Evren’in aklına sokulan Türk-İslam Sentezi çalışmaları ile birlikte ABD’nin hazırlamakta olduğu Gülen oyununun başlangıcı idi.

Ne oldu ise 1990’larda oldu. 14 Ocak 1991 günü, Cudi Dağı’nda kıstırılan PKK’lılara Diyarbakır’dan kalkan ve Çekiç Güç’e bağlı ABD helikopterlerinin malzeme attığı, Genelkurmay Başkanlığı’nca tespit edildi (9). Amerikalıların faaliyetlerini yakından izleyen Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa’yı 17 Şubat 1993 tarihinde Ankara’dan Diyarbakır’a götürecek uçak kalktıktan kısa bir süre sonra düştü. Irak’ın kuzeyinde ABD’nin PKK ile alış-verişine ve Kürt devleti kurulması ile ilgili projelerine ilişkin kesin kanıtlar çıkması üzerine önce Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bir düzen verildi ve doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olmasının yarattığı başıboşluğun önüne geçmek için Harekât Başkanlığı’na bağlandı. Ardından MİT içinden tasfiyeler başladı ve Amerikancı eğilimleri olanlar daha az önemli şubelere kaydırılmaya başlandı. ABD’nin buna tepkisi kendine çöreklenmek için yeni bir kurum bulmak oldu ve böylece polis teşkilatı hedef seçildi.Gülen’in küresel hizmet (!) hareketi, 1990’lı yılların ortasından itibaren ise Orta Asya’da CIA’ya örtü vazifesi gördü ve sadece bu dönemde Kırgızistan ve Özbekistan’da 130 kadar CIA ajanına yataklık yaptı. CIA’nın İslam dünyasına sızmak için Truva atı olan cemaat, Türkiye’deki operasyonları için de örtü sağlayacaktı. 1990’lı yıllarda Gülen Cemaati, ülke içinde de TSK, MİT ve özellikle EGM içine sızma konusunda önemli adımlar atmaktaydı. AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte cemaatin gücü Emniyet içinde görünür hale gelmeye başladı. Emniyetteki Fethullahçı oluşum 2006 yılına gelindiğinde “Emniyette F Tipi yapılanma” şeklini aldı. Ergenekon operasyonlarının ilk sonucu Türk ordusunun Kürt projesi karşıtı politikalara son vermesi ve istenmeyen general ve subayların tasfiyesi oldu. Diğer bir dolaylı sonuç ise Gülen cemaatinin Türkiye içinde meşrulaştırılması idi. Ergenekon ile Türk Polisi, Türk Silahlı Kuvvetleri ve ulusalcı diye adlandırdıkları aydınların karşısına dikildiler.

Aselsan cinayetlerinin perde arkası..

Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile TKS.nın gizli bilgileri, çok gizli savaş planları mahkeme dosyalarına düştü, ABD’ye servis edildi. Türkiye’ye 2008’de gelen 35 kişilik CIA-Pentagon karma heyeti, Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratının Yıldız bürosunda üslenerek, yapılan tertipler ve operasyonlar bu merkez vasıtasıyla emniyet istihbaratı üzerinden yürütüldü (10). ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Ergenekon operasyonlarında Emniyet İstihbaratı ile Amerikalı üst düzey subay-ajanların işbirliği, ABD-Türkiye arasındaki “karşılıklı istihbarat paylaşımı” ve “teröre karşı işbirliği” işlerinden sorumlu idi. Bu işler için Büyükelçilik içinde olan, başında bir Tümgeneral’in bulunduğu Savunma İşbirliği Ofisi (ODC) (11), bir operasyon merkezi olarak işlev gördü. Bütün tertipler bu merkez tarafından planlandı. İç İşleri Bakanlığı ile bir yandan “karşılıklı istihbarat paylaşımı” diye Ergenekon operasyonları tezgâhlandı. Diğer yandan ise “teröre karşı işbirliği” mekanizması içinde demokratik açılım için yönlendirme yapıldı. Türkiye’ye gelen kontrol dışı dinleme cihazlarının, düzenlenen sahte CD ve belgelerin, kaset komplolarının arkasında paralel devlet ile işbirliği yapan NSA, CIA ve onların sözleşmeler yaptığı Amerikan özel istihbarat şirketleri vardı. Amerikan Hava Kuvvetleri İstihbaratı (AFOSİ) personeli de Deniz Kuvvetleri’ni hedef alan Kafes ve Poyrazköy tertiplerinde yer aldı.

ABD,Türkiye’nin istihbaratından bakanlıklarına, medyasından her yanını saran ABD, Türkiye’nin kendine ait gizli bir şeyini hele özel bir şifreleme sisteminin olmasını istemiyor. ABD istihbaratının önceliği her zaman hedef ülkelerin gizli bilgileri olmuş, dost diye içinde yapılandığı ülkelerin dahi bağımsız bilgi ve şifreleme sistemlerine müsaade etmemiştir. Örneğin 1966 yılında Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılma nedeni kendi nükleer silah sistemlerinin şifrelerinin ABD tarafından kontrol edilmesine razı olmaması idi. ABD, size şifresini kontrol etmediği bir teknoloji vermez. Örneğin size verdiği kriptolu telefonları kendisi mutlaka çözüyordur ve daha gelişmiş bir teknolojisine sahiptir. Son yıllarda telefonlarımızdan bilgisayarlarımıza her yanımızı kontrol eden ABD, Türkiye’de bilgi güvenliğini yok denecek seviyeye getirmiştir. 2007 yılından itibaren ortaya çıkmaya başlayan kasetler, ses kayıtları, komplo CD.leri cemaat-CIA işbirliğinin sonucu idi. Genelkurmay Başkanlığı yaşanan büyük sızıntılar nedeni ile önemli travmalar yaşadı. Devletin en gizli görüşmeleri internete düştü. Bunların hepsinin arkasında cemaati kullanan CIA yani ABD vardı. Giremediği Özel Kuvvetler Karargâhı’nın kozmik odasına da cemaat sayesinde girmiştir. Sıra genç subaylara geldiğinde onlar için casusluk ve fuhuş senaryoları tezgâhlandı. Başta MİT olmak üzere, kilit yerlerde çalışan pek çok subay, bu suçlamalarla tasfiye edilirken, yerlerine cemaatçiler geldi.2007’den sonra Cemaatin, hükümeti kullanarak TSK.nın özellikle tayin ve terfilerin yapıldığı personel başkanlıklarında etkin bir yapılanma sağladığı görüldü. AKP ve cemaatin arası açıldıktan sonra, hükümetin verdiği cemaatçi subaylar listesine henüz nasıl bir işlem yapıldığı bilinmiyor.

ABD yaklaşık 10 yıldır Rusya-İran ve Türkiye’de bilim adamlarını öldürüyor!

Rusya’da yazılım uzmanları, İran’da nükleer fizikçiler, Türkiye’de kriptocular öldürülmektedir. 1990’lı yıllarda ABD’ye giden istihbaratçı ve askerlere TÜBİTAK ve Aselsan gibi kurumlarda tanıdığı olup-olmadığı soruluyordu. 2003 yılından itibaren TÜBİTAK, Aselsan, Havelsan gibi kuruluşlar hükümetin dikte ettiği isimleri işe almak zorunda kaldıklarında aslında cemaatin yapılanması başladı. TÜBİTAK içinde oluşturulan cemaatçi yapılanma ile Türkiye’nin araştırma bütçesi bir yandan belirli üniversite hocalarına verilen projeler ile cemaate aktarılırken, başta kripto teknolojileri olmak üzere TÜBİTAK’ın güvenirliği oldukça zedelendi. Özetle söylemek gerekirse Aselsan cinayetlerinin izleri; başta Aselsan, TÜBİTAK ve MİT olmak üzere devletin en önemli kuruluşları içine sızmış olan cemaat uzantıları ve bunların CIA bağlantıları üzerinden bulunmalıdır. Bu bulunduğu takdirde Türkiye’deki habersiz dinlemelerin, kasetlerin, telefon kayıtlarının, kumpasların ve Türkiye’nin bilgi güvenliğinin arkasındaki casusların izi bulunmuş olacaktır. Bugüne kadar cemaat üzerinde yapılan operasyonlar, henüz değil kuklacıya, kuklalara bile ulaşamamıştır. MİT kurulduğundan beri en büyük zafiyetimiz hep kontr-espiyonaj yani casuslarla mücadele ve bilgi güvenliği oldu. Bu durum bugün her zamankinden daha acil ve hayati bir güvenlik sorunu olarak önümüzde duruyor.

@DocDrSaitYilmaz

Kaynakça-Dipnot
(1) Melih Duvaklı, Aselsan Cinayetleri, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2013.
(2) Zaman, Aselsan Dosyasını ‘İntihar’ Deyip Kapatacaklar, (05 Mayıs 2013).
(3)Savunma ve Havacılık Dergisi: “Değişen Savunma Stratejileri ve Türkiye”, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu ile söyleşi, Sayı: 4/2001, (Ankara, 2001), 19.
(4) Murad Bayar: Sunuş Yazısı, Savunma Sanayi Dergisi, (Aralık 2010), s.6-10.
(5) Cihan H.A., ABD Kongresi, Türkiye’ye ‘Savaş Gemisi’ Verilmesini Reddetti, (5 Ocak 2015).
(6) National Security Agency
(7)George Friedman, Keeping the NSA in Perspective, Stratfor, Geopolitical Weekly, (April 22, 2014).
(8)Special Collection Service.
(9) Ferruh Sezgin: Helikopter Olayının İçyüzü, Ortadoğu Gazetesi, (4 Şubat 1992).
(10) Aydınlık:Tertipleri 35 kişilik CIA-Pentagon Heyeti Yönetiyor, (16 Mart 2008)
(11)Office of Defense Cooperation.

BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!..


BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!.. 

6_milyon_olu_secmen

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dostlar,

Türkiye gündemi bilindiği gibi..
İnsanlık tarihinin belki de en büyük yolsuzluk olayı ile dopdolu.

Öte yandan 30 Mart 2014  yerel seçim günü de geliyor..

  • SEÇİM GÜVENLİĞİ yaşamsal bir önem taşıyor..

Ancak teknik olarak pek çok ve sonucu belirleyebilecek boyutta gedik var sistemde.

Bizzat YSK’nın kendisi sorun..

Bu ciddi sorunları da Türkiye’nin tartışıp, mutlaka seçimlerin dürüstlüğü ile ilgili
en küçük kuşku kalmadan seçime gitmesi gerek. Aksi takdirde daha büyük çalkantı ve siyasal istikrarsızlık ülkemizi bekliyor ve de AKP karabasanından kurtulamamak..

Bu bağlamda sitemizde daha önce birkaç yazıya yer verdik..

CHP ve MHP gerekirse halkı sokaklara dökerek büyük mitinglerle
mutlaka sonuç alıcı bir eylem dizisi içine girmelidir..

Aşağıda ciddi bir yazıyı daha paylaşmak isteriz.

Sevgi ve saygı ile.
12 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

========================================

BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!..

İktidardaki siyasi partinin devlet olanakları ile propaganda yapmasına izin veren; bakanların istifa etmeden yerel seçimlere aday olarak katılabileceklerine ilişkin

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, bundan böyle yapılacak olan seçimlerin
adil, sağlıklı, güvenilir ve şeffaf olarak yapılabilirliğini kuşkulu hale getirdi.
Seçmen veri tabanının, YSK tarafından izlenen bağımsız bir seçmen kütüğü yerine, İçişleri Bakanlığı’nın üretip güncelleştirdiği ve dış kaynaklardan alınan verilerle güncellenen bir veri tabanının kullanılmış olması, seçimlerin tarafsızlığı ile güvenilirliğini tartışmalı hale getirmiştir ve kabul edilebilir bir durum değildir.

1 milyondan fazla Suriyeli sığınmacıya vatandaşlık statüsü verilerek “seçmen” haline getirilmeleri ise, kabul edilebilir bir durum değildir.

Son olarak; seçimlerin güvenliğinin, ortakları arasında GAMA ve KUTLUTAŞ gibi
özel şirketlerin olduğu, genel müdürlüğünü de AKP ile yükselmeye başlayan Sadık Yamaç adlı bir bürokratın yaptığı, 1982 yılında Türk-ABD şirketi olarak kurulmuş bulunan HAVELSAN‘a(1) teslim edilmesi, yargının tartışma götürmez şekilde “by-pass” edildiğinin en somut kanıtıdır…

Bu son hamleyle denebilir ki, Türk Milleti adına egemenlik hakkını kullanabilen organların başında gelen yargının elinde hiçbir güç bırakılmamıştır.
Söylenenlere inanırsak, güya seçim sonuçlarına dışarıdan olası müdahalelerin
önüne geçmek ve YSK içi güvenliği sağlamak için bu çok önemli iş HAVELSAN’a
ihale edilmiştir!..

Seçimlerin sonucunu doğrudan etkileyecek olan veri tabanı ile seçim güvenliğinin, yüksek hakimlerden oluşmuş bağımsız ve tarafsız bir kurum olması gereken
Yüksek Seçim Kurulu yerine, siyasal iktidarın etkisine açık veya doğrudan denetiminde olan kurum ya da şirketlere bırakılması, geçmiş yıllarda tartışılan ve fakat bir türlü sonuçlanamayan 6 milyondan çok (ölü) seçmenin nasıl oy kullanabildiği hususunu yeniden tartışmaya açmıştır!..

Suriyeli sığınmacılara seçmen olabilmeleri için vatandaşlık verildiğine ilişkin iddialar üzerine, CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar, son 6 yılda ülke nüfusu yaklaşık 5 milyon artarken, seçmen sayısının 12 milyon arttığına
dikkat çekerek, AKP’ye mezardan gelen desteği bir kez daha hatırlatmıştır…

Acar’ın bu iddiası ile başta CHP olmak üzere pek ilgilenen olmamıştır…
CHP’nin Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Emrehan Halıcı’nın bu konu ile ilgili değerlendirmesi ise, acıklı ve yürek yakıcıdır. (2) Halıcı, CHP’nin geleceğini doğrudan iktidarın vicdanına teslim etmekle,
Y-CHP‘nin acizliğini bir kez daha kanıtlamıştır. Yürekli yurtsever yazar Dr. Ali Rıza Üçer (3) dışında bu konuyu ele alıp inceleyen ne yazık ki, yok denecek kadar azdır. Halbuki, Antalya Milletvekili Acar, bu çıkışı ile “seçimlerin güvenliği” hakkında
çok önemli bir hususa işaret etmişti:

  • 2002-7 döneminde seçmen sayısı yaklaşık 1 milyon artmışken,
    2007-11 döneminde bu sayı, on kat artarak 10 milyona çıkmıştır!

Bu anormal artışın nedeninin birileri tarafından mutlaka açıklanması gerekir…
Sayılar ortadadır: 2007 yılındaki nüfusumuz 70.586.256 iken, 2012 yılı sonunda bu sayı 75.627.384’e çıkmıştır. 2007 yılında seçmen sayımız ise, 42.800.000 idi.
YSK, 24 Ekim 2013’te seçmen sayısını 54 milyon 971 bin olarak açıklamıştır.

Şimdi önümüzdeki soru şudur              :

  • 6 yılda nüfus yaklaşık 5 milyon artmışken,
    seçmen sayısı nasıl olur da 12 milyona çıkabilmiştir?..

Bu sorunun en doğru yanıtını nüfus istatistiklerinden (4) bulabiliriz…

Resmi kayıtlara göre; her yıl yaklaşık 1 milyon 300 bin kişi, yeni doğan olarak
nüfusumuza eklenmekte, 400 bin kişi de vefat ederek nüfusumuzu eksilmektedir (5).

Bu verilere göre, nüfusumuzun her yıl yaklaşık 900 bin kişi arttığını kabul edebiliriz. Başka bir ifade ile söylersek; 2008 yılında 17 yaşında olan 1991 doğumlular, 2009 yılı içinde 18 yaşını doldurarak “seçmen” sıfatını almış ve o yılın toplam nüfusu olan 72.561.312 sayısı içinde yerlerini almışlardır. Aynı şekilde, 2008 yılında 16 yaşında olan 1992 doğumlular da iki yıl sonra, 18 yaşını doldurarak 2010 yılı içinde, 73.772.988 olan toplam nüfusumuz içinde kayıt altına alınmışlardır. Bu şekilde her yıl yaklaşık
900 bin kişi nüfusumuza eklendiğinden, 6 yılda nüfus artışımız en fazla 900.000 x 6 = 5.400.000 kişi olabilecektir. Nitekim, 2012 yılındaki nüfusumuz 75.627.384 olup,
2007 yılındaki nüfusumuz olan 70.586.256 ile arasındaki fark da 5.041.128 olmakla
bu artış oranına uygun düşmektedir…

YSK, 2007 yılında 42.800.000 olan seçmen sayısını 24 Ekim 2013’te 54 milyon 971 bin olarak vermektedir… Yukarıdaki verilere göre, en çok 5.400.000 artabilecek olan
seçmen sayısına 6.600.000 fazlalık nereden gelmiş de toplam seçmen artışımız
12 milyona çıkmıştır?

Bu sorunun yanıtını öncelikle siyasal iktidarın vermesi gerekir.
Akla yatkın ve matematiğe uygun bir yanıt verilmedikten sonra,
sandığa gitmenin hiçbir anlamı olmayacaktır!

  • Ölü mü, sağ mı ve nerede oldukları belli olmayan “çantada keklik” 6.600.000 oyu hazır olan bir siyasal iktidar ile yarışmak ve seçimi kazanmak öyle kolay değildir.

Bu koşullar altında yapılacak olan seçim ile siyasal iktidar hiçbir biçimde değiştirilemez!.. Hele de iktidarın karşısında tek siyasal hedefi “muhalefette kalabilmek” olan
çapsız siyasetçiler olursa, AKP’yi hükümetten düşürmek olanaksız gibi gözükmektedir!..

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:

(1) HAVELSAN, resmi internet sitesinde misyonunu;
AKP’nin politikalarına paralel olarak, şu şekilde ifade etmektedir:

“Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın (TSKGV) bağlı ortaklığı olan HAVELSAN‘ın misyonu ülkemizin savunma, güvenlik ve bilişim alanındaki gereksinim
ve ihtiyaçlarının milli olarak karşılanmasına azami katkıda bulunmaktır.
HAVELSAN, misyonu doğrultusunda, Cumhuriyet’imizin 100. yılında,
ülkemizin “Vizyon 2023” hedeflerinin gerçekleşmesi için belirlenen strateji ve politikalarda, öncelikli olarak seçilen sanayi ve teknoloji alanlarında bu sorumluluğun bilinci ve heyecanıyla çalışmaktadır. Özgün ürün sahibi olmak amacıyla özkaynaklarımızı kullanarak Ar-Ge faaliyetlerimize yatırımlar yapmaktayız.” 

HAVELSAN’ın siyasal iktidardan bağımsız bir kuruluş olmadığını anlamak için
lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayıp okuyunuz.

http://www.havelsan.com.tr/SirketProfili/BaskanM.aspx

(2) Yeni CHP’nin de kabul ettiği gerçek: SEÇSİS ile sağlıklı, güvenilir ve
saydam bir seçimden söz edilemez…

Emrehan Halıcı‘nın yaptığı değerlendirmede:

“YSK tarafından takip edilen bağımsız bir seçmen kütüğü yerine NVİ’nin üretip, güncellediği ve ASAL, Yargıtay, Adli Sicil gibi dış kaynaklardan alınan veriler ile güncellenen bir seçmen kütüğü veri tabanı kullanılmaya başlanmıştır.” denmektedir.

Bu değerlendirmenin tümünü okumak için bağlantıyı tıklayınız.

http://esecmen.chp.org.tr/secim_guvenilirligi.aspx

(3) İŞTE SEÇİM HİLESİNİN AÇIK KANITI (Dr. A.Rıza Üçer)

http://www.odatv.com/n.php?n=iste-secim-hilesinin-acik-kaniti-1509101200

(4) Nüfus İstatistikleri:

http://www.nvi.gov.tr/Hizmetler,Hizmetler_Ana_Sayfasi.html

(5) http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist

POSTMODERN HUKUK’UN BALYOZU…


POSTMODERN HUKUK’UN  BALYOZU…

portresi2

 

 

Dr. Noyan UMRUK

 

 

Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Belleğimizi tazelemekte yarar var.
Birinci Balyoz iddianamesinin temeli, Cumhuriyet Savcılığına değil de, kuryelik ya da muhbirlik işlevini üslenen gazeteciye (AS: Mehmet Baransel) sunulan(!) bir bavuldan çıkan CD’ler…Bu bavulda 16’sı davayla ilgisiz toplam 19 CD vardı. Geriye kalan
3 CD’den biri ünlü11 Nolu CD. Malum gazeteci, 30 Ocak 2010 tarihinde bu CD’leri Beşiktaş Adliyesine teslimi ile başlayan soruşturma  250’si tutuklu 365 kişinin yargılandığı Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasal davalarından birine dönüştü.

Ve nihayet, 29.03.2012 tarihli duruşmada savcılık “Türkiye cumhuriyeti hükümetini cebren ıskat ve vazife görmekten men etmeye teşebbüs suçuyla” sanıklar hakkında
15 yıldan 20 yıla dek hapis cezası istedi. Hafta başında da (AS : 09.10.13) Yargıtay kimi makyajlarla davayı onadı.

YARGI SÜRECİNDE GÖRMEZDEN GELİNEN ÖNEMLİ ÇELİŞKİLER

Davanın temeli olan 2003 yılında üretilen CD’de ekleme çıkarma, bozma, değiştirme, güncelleme yok. Ama 1500’e yakın çelişki, yanlış veya mantık hatası var…
Örneğin;
– CD’deki Avrupa Şafak Hastanesi bu ismi 2004 yılında, Medical Park Sultangazi Hastanesi bu adı 2008’de, Yeni Recordati adlı ilaç fırması bu adı 2009’da almıştır.
– Planın ana belgesinde adı geçen TGB 2006’da kurulmuştu.
ASELSAN çalışanı olarak geçen 3 kişinin, bu kurumda 2006 yılında çalışmaya başladığı, belgelerde adı geçen 115 kişinin o tarihte HAVELSAN’da çalışmadığı
anılan kurumlarca açıkça bildirmişti.
Dijital verilerde yer alan 22 üniversiteye mensup toplam 279 öğrencinin 2002 – 2003 yıllarında herhangi bir üniversiteye kayıtlı olmadığı, varolduğu iddia edilen dershane ve özel yurtlardan 56 tanesinin, fişlendiği iddia edilen 8 vakfın o tarihte faaliyet göstermediği saptandı.

 Kendilerine suç yüklenen dönemlerde Cem Gürdeniz Karadeniz özel görevinde, yani denizde, Nuri Alacalı Amerika’da eğitimde, Mehmet Örgen Norfolk (ABD) SACLANT’da, Sinan Topuz Gemlik Fırkateyni ile
Girit Adasında, Barboros Büyüksağnak Roma’da EUROMARFOR karargahında görevli.

– Şüpheli Hakan Büyük’ün 21 Şubat 2011’de Eskişehir’deki evine yapılan bir baskında bulunan taşınabilir bellekte bulunan verilerin baskından 7 gün önce polis tarafından yazıldığı ortaya çıktı.

imagesCAJKJ7RX.jpg

BİLİRKİŞİ RAPORLARI:

Savunma 11 ve 17 Numaralı CD’leri Amerika’daki adli bilişim uzmanlarına inceletti. Arsenal Forensics‘te bu CD’lere ilişkin bir raporunda11 ve 17 numaralı CD’lerde bulunan en az 76 dokümanın tarih ve zamanlarında sahtecilik yapıldığı sonucuna varıldı. Çünkü, 11 ve 17 numaralı CD’lerde yer alan 76 doküman, 2003’te olmayan ilk kez Microsoft 2007’ye dahil edilen Calibri yazı tipine ve XML Şemalarına referansta bulunuyor.

Bitmedi, Yıldız Teknik Üniversitesi rapruna göre de “11. ve 17. CD’ler ancak 2007 yılı içinde ya da daha sonra, geçmiş tarihli olarak hazırlanmış olabilir, daha önceden hazırlanmış olmaları mümkün değildir. 11. ve 17. CD imajlarına ilişkin olarak bu CDlerin içinde yer alan dosyalar kesin delil niteliğinde değerlendirilemez.”

YARGI SÜRECİNDE CİDDİ USULSÜZLÜKLER:

–  Savcılar savunmadan 11 ay boyunca yaklaşık 6 klasör belge sakladı.
–  Savcılar ASELSAN ve HAVELSAN gibi kurumlardan gelen cevapları
değişik bir şekilde mahkemeye sundu.
–  Savcıların görevi lehe ve aleyhe bütün delilleri toplayıp, maddi gerçeğe ulaşmakken,
davada sanıklar lehine olan ancak kullanılmamış tam 1466 hata, çelişki, aykırılık vardır.

SONUÇ:

imagesCAOZBN1D.jpg

Mahkeme sormadı ama kamu vicdanı soruyor:

– Sanıklar lehine argümanlar içeren bilirkişi raporları neden dikkate alınmadı ?
– Darbeyi önlediği iddia edilen KKK ile dönemin Genelkurmay Başkanı ve öbür kimi
önemli sanıklar neden dinlenmedi?
– Neden sanıkların yalnıza %14’ü bu darbe amaçlı olduğu iddia edilen seminerin
katılımcıları?
– Genelkurmay Başkanlığı Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne değil,
Başbakanlığa bağlı. Dolayısı ile Başbakan ve sıralı amirlerin 2003 yılında YAŞ’ta
terfi ettirdikleri personelin darbe  girişiminden haberleri var mıydı?
Varsa neden gereği yapılmadı? Yoksa neden yok?

Millet acilen bilgilenmek istiyor…

Aksi takdirde, daha davanın başlangıcında seminere konu olan Egemen Harekat Planının Balyoz darbe planına dönüştürülmesiyle ortaya çıkan Cumhuriyet tarihimizin en ağır cezaları içeren siyasal davalarından biri olarak bu dava,
ABD-BOP-Cemaat-İktidar-12 Eylül Referandumu ile oluşturulan HYSK,
ÖYM’ler, Yargıtay yapılarına değin uzanan bir yapılanmanın TSK’ni tümüyle etkinsizleştirme (pasifize etme) kurgusu olarak milletin vicdanını derinden yaralamayacak mı? (
AYDINLIK, 13.10.2013)

Gene SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ..


Dostlar
,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, pek haklı olarak SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ konusunu hep gündemde tutmaya çabalıyor.

Başbakan RT Erdoğan, geçtiğimiz günlerde %10’luk barajı bırakın kaldırmayı, indirmeyi bile düşünmediklerini ısrarla ve birkaç kez vurguladı. Temel gerekçesi ise geçtiğimiz 11 yılda ülkemizde yakalanan istikrarın (!?) tek part iktidarına bağlı olması idi kendisine göre.

Oysa demokrasi kuramı ve mevzuatımız 2 temel gerekçe aramakta :

1. Temsilde adalet 
2. İstikrar..

Demokrasinin özü temsilde adalettir. Uzlaşmadır. Toplumda farklı kesim ve görüşler nasıl barış içinde uzlaşma ile varolacaklar, kendilerini geliştirerek yaşayacaklarsa; siyasal partiler de demokratik terbiye ve uzlaşma kültürü bağlamında bir araya gelerek hükümet ortağı olacaklardır. İstikrar ve kalkınma da bu barışçı birlikteliğin (peacefull co-existence, co-existence pacifiqué) türevi olacaktır.

TBMM’deki şimdiki aritmetik son derece adaletsizdir ve bırakın istikrarı,
ülkede huzursuzluk kaynağı ve seçimlere güvensizlik, katılmama kaynağıdır. Milyonlarca oy kendisini TBMM’de temsil olanağı bulamamaktadır. Son genel seçimlerde seçmenlerin % 23’ü, yaklaşık olarak her 4 seçmenden 1’i
değişik nedenlerle oy kullan(a)mamıştır. Hatırı sayılır bir iptal oranı da vardır.

Sonuçta 10 seçmenden 4’ünün oyunu alan AKP (gerçekte oy oranı %40!), TBMM’de 10 vekilden 6’sını kazanmıştır (!). Bu tablonun hiçbir gerekçe ile savunulması olanağı yoktur. Demokrasinin özüne aykırıdır ve Başbakan RT Erdoğan ikide bir % “50 oy aldık..” diye böbürlenerek gönlündeki “çoğunluk” diktasını meşrulaştırmaya çabalamaktadır.

Ali hoca, aşağıdaki yazısında seçimde elektronik hile olasılığın sıcak bakmıyor.

“Oysa 12 Haziran 2011 SEÇİM SONUÇLARININ ANALİZİ” başlıklı 24.6.11 tarihki e-iletisinde açıkça elektonik hile kuşkusunu dile getirmekte. Daha önce de bu sitede Sn. Ercan’ın bu yeni “iyimserliğine” katıl(a)madığımızı yazmıştık.

http://ahmetsaltik.net/secsis-ve-secim-guvenligi/

Ali hocya itirazımızı sürdürüyoruz.

  • Elektronik seçim hilelerini mutlaka engellemeliyiz.

Sevgi ve saygı ile.
Dikili, 1.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

SEÇİM SEÇİM SEÇİM..

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

Değişik zamanlarda seçim üzerine yazdığım üç yazıyı gözden geçirilmiş hali aşağıdadır.
__________________________

1. Ankara 1. Bölge örneğinde 2011 Genel Seçiminin sayısal analizi.

Çobanla eşit olmak istiyorum !...

Toplam 16 Milletvekilliği verilen Ankara 1. Bölgede 2011 seçiminde geçerli oyların sayısı 1 milyon 548 bindir; yani ortalama 97 bin seçmene bir Milletvekili düşüyor demektir. Oysa Türkiye genelindeki ortalamada her 78 bin seçmene 1 milletvekili düşmektedir. Bir başka ifade ile Ankara 1. Bölge seçmenlerinin 300 bin oyu daha başta ellerinden alınmıştır. Bunun yanı sıra %10 ülke barajı altında kalan partilerin ve bağımsızların 75 bin oyu da çöpe gitmiştir (ya da 1 sıradaki parti hesabına yazılmıştır diyebiliriz).

Baraj ve d’Hondt sayım sistemi sayesinde Ankara 1. Bölgede 693 bin oy alan ve oransal olarak 7 milletvekili çıkarması gereken AKP 1 fazlasıyla 8 milletvekili çıkarmıştır. Bir başka ifade ile AKP’ye bu seçim sistemiyle %12 bonus tanınmıştır; öte yandan 229 bin oyla sadece 2 milletvekili çıkaran MHP nin 30 bin oyu da sıfır çekmiştir, yani işe yaramadan çöpe gitmiştir. MHP 199 bin oy alsaydı yine de 2 milletvekili çıkarabilecekti.Baraj altında kalarak çöpe giden, dolayısıyla bir anlamda AKP’ye yansıyan 75 bin oydan, 56 bini CHP’ye gitseydi, CHP oyları 607 bin olacak ve AKP 1 eksik, CHP 1 fazla milletvekili çıkarmış olacaktı. (607/7 > 693/8) Bu örnekte de görüldüğü gibi baraj altında kalacakları peşinen belli muhalefet partilerinin ve muhalif bağımsızların oyları AKP lehine bir faktör olmuştur..

(2011 seçim öncesinde “Oyların küçük partilere, bağımsızlara değil, barajı geçmesi kuvvetle olası olan iki büyük muhalefet partisine verilmesi gerekir..” şeklinde tavsiyelerde bulunmuştuk. Bu matematik analizleri dile getirişimizden dolayı da Ulusal Kanal’ın ekranı bize yasaklandı)

Türkiye’nin Başkenti Ankara şehir nüfusu ~ 3,5 milyon, Vilayet nüfusu ~5 milyon
Toplam nüfusu ~ 5 milyon olan Ankara Vilayetine 30+1 milletvekili tahsis edilmiştir. 82 milyonluk Türkiye’de 550 Milletvekili olduğuna göre 5 milyonluk Ankara’ya en az 33 milletvekili tahsis etmek gerekirdi. (TÜİK rakamlarına göre Türkiye’nin nüfusu
76 milyon. Buna göre Ankara’ya (5/76)x550=36 milletvekili düşüyor. )

Öte yandan Batman, Siirt, Şırnak… 23 küçük Vilayetin toplam nüfusu da 5 milyon; ancak her vilayete fazladan 1 “Vilayet kontenjanı” tanıyan Seçim Yasası gereği,
bu 5 milyonluk kitle Meclis’te 53 milletvekili ile temsil olunmaktadır; yani Ankara’da oturan bir yurttaş Siirteki Yurttaşın siyasal temsil bakımından kabaca yarı değerindedir Meclis’te temsil bakımından…

Ben 73 yaşında bir Profesör olarak, hiç değilse Şırnak’ta, Siirt’te yaşayan
23 yaşındaki bir çoban yurttaşımla eşit temsil edilmek istiyorum. æ

**********************

***2. Yönetimde İstikrar vs. Temsilde Adalet CHP iktidar olabilir mi?

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’de 1950’den bu yana yapılan 15 Genel seçim içerisinde Milli bakiyeli, barajsız d’Hondt sisteminin uygulandığı 1961-1965-1969-1973 ve 1977 seçimleri dışındaki bütün seçimler “yönetimde istikrar” ilkesini öne çıkaran ve
“temsilde adalet”i sağlamayan yöntemlerle yürütüldü.

Aşağıdaki tabloda CHP’nin sandıkta aldığı oy yüzdesine karşın Meclis’te temsil ediliş yüzdesi veriliyor. Turuncu renk çoğunluk sisteminin, mavi barajsız d’Hondt, kırmızı %10 barajlı, vilayet kontenjanlı d’Hondt sisteminin uygulandığı dönemlerdir. (oyların açık verildiği, sayımların gizli yapıldığı ve CHP’nin %85’le iktidar olduğu 1946 seçimini tasnif dışı tutuyorum.)

CHP’nin Sandık ve Mecliste temsil oranları
____________________________

Yıl Sandık(%) Meclis(%)
1950 39 14
1954 35 6
1957 41 29
1961 37 38
1965 29 30
1969 27 32
1973 33 41
1977 41 47
1983 30 29 (HP)
1987 25 22 (SHP)
1991 21 20 (SHP)
1995 25 23
1999 9 –
2002 19 32
2007 21 32
2011 26 25

Bu tablodan da görüldüğü gibi, CHP 1980 askeri darbesinden sonra kendisini bir türlü toparlayamamış, %20-25 bandında tutunmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki bütün sosyal demokrat/sol tabanın siyasi temsildeki oranının en çok 1/3 kadar olduğunu görüyoruz. (Dünya ortalaması da bu orandadır. Avrupa genelinde %40)
Bunun siyasal nedenleri yanında sosyolojik, biyolojik nedenleri de vardır.. Genelde sosyal demokrat, ulusalcı, laik, çağdaş ailelerde ortalama çocuk sayısı 2-3 arasında iken aşiret yaşantısı sürenlerde, Muhafazakâr ailelerde 3-4 arasındadır…
Bu nedenle, yıllık nüfus artış hızı birinci grupta yaklaşık binde 8, ikinci grupta yaklaşık binde 25 tir, dolayısıyla 50 yıl içerisinde başlangıçtaki nüfus orantısının kabaca (1,025/1,008)5=) 2,3 katına gelinmiş olması normaldir.

1960’larda muhafazakâr kesim %60 civarında idi; yani iki kesimin başlangıç populasyon orantısını kabaca 60/40=1,5 alabiliriz. Salt biyolojik nedenlerle, bu oran 50 yılda 2,3 katı yükselerek bugün 3,5 olmuş ise CHP oylarının %22 seviyelerinde oluşuna pek şaşırmamak gerekir. (1/4,5 = 0,22) Gerçek şu ki, Türkiye bugün
1960’a göre çok daha muhafazakâr (~%75 !) bir toplum yapısına dönüşmüştür.
Kanıtı ortada.

ORC-Operation Research Consultants, celebrating 20 years (Objective Research Center) ORC araştırma Şirketi tarafından 81 ilde ~ 64 bin denekle yapılan siyasal anket sonuçları;

AKP % 41,5
CHP % 33,0
MHP % 15,9
BDP % 5,6
DİĞER % 4,0

Tüm bu handikaplara karşın CHP doğal sınırını %33 çizgisini zorluyor.
Hem içeriden ve hem dışarıdan haklı-haksız eleştirilerle sürekli didiklenen CHP’nin son yapılan (ORC) kamuoyu yoklamalarında %33 lere doğru yükselişi bu nedenle büyük bir başarı sayılmalıdır. Mevcut seçim sisteminde sandıkta %35 net oy alan bir Parti tek başına iktidar olabilir. 2015 Genel Seçiminde,*) 57 milyonluk seçmen kitlesinden katılım %80 olursa ve Sandığa giden 45,6 milyon seçmenin %35’inden, net 16 milyon oy alabilirse CHP tek başına iktidar olabilir; yani 2011 seçiminde
11 milyon oy alan CHP’nin daha 5 milyon yeni oy’a ihtiyacı var, tek başına iktidar olabilmesi için. Son 4 yılda seçmen kitlesine katılan yaklaşık 4 milyon genç seçmenin en az yarısından ve daha önceki seçimde AKP ye oy vermiş 3 milyon seçmenden oy alması gerekiyor.

CHP’nin %33 ve MHP’nin %15 üzerinde oy alarak Meclis’e girmeleri durumunda AKP, “kıl” payı farkla da olsa, Hükümeti en azından CHP+MHP koalisyonuna devretmek durumunda kalabilir.

Tabii bütün bu varsayımlar seçimlere hile karışmaması, MHP’nin Meclis’e girmesi ve AKP’nin %35 altına inip 1. Parti konumunu yitimesi koşulu ile geçerlidir.

*) ve umarız, Marmara’da beklenen büyük deprem meydana gelmezse

3. “Seçsis’le hile yapılıyor” masalı

Dr. A. Saltık : Aman Ali hocam, masal filan değil, ciddi risk!)

Değerli arkadaşlar,

Seçimlere hile karışmaması, güvenilir bir seçim sonucu için öncelikle yurttaşlar,
sivil toplum kuruluşları, kitle örgütleri ve siyasal Partiler demokratik sorumluluklarının gereğini yerine getirmeli, üzerilerine düşen görevi yapmalılar. Burada ana mesele nüfus kayıtlarına, seçim kütüklerine güvenirliğin ve “Sandık Güvenliği”nin sağlanmasıdır.

Türkiye’de elektronik yöntemli bir seçim sistemi olmadığından yani oylar tuşa basılarak veya internet yoluyla kullanılmıyor; Dolayısıyla, Sandığa sahip olunduğu sürece,elektronik manüplasyonla oyların çalınması, aktarılması vs. hileli işlemler ilke olarak olanaklı değildir. Sandık kurulları ve siyasal partiler tutanaklar üzerindeki rakamları her an takip ve kontrol edebilirler.

Nüfus ve Seçmen sayılarının yanlışlığı, 2007 ve 2011 seçimlerinde tanık olunduğu gibi, seçmen sayılarındaki tutarsızlıklar Sistem yapısalı ile ilgili olmayan, elle yapılan bilinçli (!) yanlış veya eksik girdilerin sonucudur… 2007’de en az 75 milyon olması gereken Nüfus bilinmeyen nedenlerle 70 milyon olarak ilan edildi. Sonuçta bu çelişki seçmen sayısına da yansıdı.

YSK tarafından kullanılan SEÇSİS üzerinde yapılan spekülasyonlar bu bakımdan anlamsız ve yersizdir. Türkiye’de kullanılan bu sistemin yazılımı Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın şirketi Havelsan tarafından milli olanaklarla gerçekleştirilmiş; donanımı ise yine yerli KOÇ Grubu tarafından üstlenilmiştir. Almanya’da ve Yunanistan’da sorunlu olduğu gerekçesiyle ihalesinden vazgeçilen sistem ise oylamanın elektronik yolla (tuşa basılarak veya internetten) yapıldığı ABD kökenli “secsys” sistemidir. Gerçekten de ABD Başkanlık seçiminde bu sisteme dışarıdan girilerek oy sayısında değişiklik yapıldığı bir “hacker” tarafından mahkeme huzurunda itiraf edilmiştir. Ancak böyle bir durum Türkiye için söz konusu değildir.

Türk Seçim sistemindeki ana sorun Seçim Yasası’nın çarpık mantığından kaynaklanıyor. Hiçbir hileye, hırsızlığa gerek kalmadan 10 milyon oy alan bir Parti sanki 20 milyon oy almış gibi temsil ediliyorsa (örneğin, 2002 seçiminde AKP’nin durumu) sandık hilelerinden söz etmek, Deveyi bırakıp, Devenin kulağı ile uğraşmak gibidir. æ