Etiket arşivi: Hasan İzzettin Dinamo

99. YILINDA 30 AĞUSTOS’un, 9 EYLÜL 1922’nin GÜNCEL ANLAMI

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos utkusu (zaferi) için şunları yazdı :

  • Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batının pençesinden; vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

Giriş                                        :

  • “Onlar (Yunanlar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.” (A. H. Lybeyer, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Halide Edip Adıvar, Atlas Kitabevi, İst., 1994, syf. 177)

Osmanlı’nın Milli Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı) Enver Paşa ve arkadaşlarının son derece yanlış, serüvenci politik kararları ile 1. Dünya Savaşı’na Almanların yanında giren (1914) Osmanlı Devleti, bağlaşığı (müttefiki) Almanya’nın yenilmesiyle; Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Çanakkale gibi kimi savaşlarda ciddi askeri başarılarına karşın yenik sayılmış, ateşkes (mütareke, silah bırakışması) istemek zorunda kalmıştı. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın (Mütarekesi’nin)  kurallarını çiğneyen Batı’lı işgalciler, Megalo İdea veya Büyük İyonya düşleri ile kışkırttıkları Yunan komşumuzu silahlandırarak (silah satarak!) Batı Anadolu’ya sürmüşler ve 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmişti.

Son Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahidettin tarafından kabul edilen önce 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi (Mütarekesi), sonra da 10 Ağustos 1920’de bağıtlanan Sevr Andlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan en az bin yıllık anavatan toprakları Anadolu da Batılı emperyalistlerce hızla işgal edilmiştir!

Mütareke İstanbul’u Çaresiz / İşbirlikçi!

Mondros Ateşkesi sonrası İstanbul’da ülkenin kurtuluşu için büyük çabalar harcayan Mustafa Kemal Paşa, çıkış yolu bulamayınca, koşulların hızla parçalanmaya (Sevr’e!) gittiğini engin sezgisiyle kavramıştı. Bu bağlamda, kurtuluş Anadolu’daydı.. Anadolu halkına gidip işgali, yurdun parçalanışını, Saltanatın ise çaresizliğini ve hatta ihanetini anlatmalıydı. İzmir’in işgali, Anadolu halkı için çok ciddi bir uyarıcı olmuştu. Kemal Paşa, Anadolu halkına haklı olarak öylesine güveniyordu ki; 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı’ndan hareket ederken, hem İstanbul’daki İngiliz ve Fransız donanmasını, hem de İzmir işgalcisi Yunanları adresleyerek,

Geldikleri gibi giderler..” diyordu.

Son Padişah Vahdettin, İstanbul’da “İngiliz Sevenler Derneği” ne üye olacak denli aymazlık, sapkınlık ve ihanet içindeydi. Yunan işgaline karşı savaşmak memleketin hayrına değildi, Vahdettin’in fermanlarına göre.. Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki Kuvvayı Milliyeci’lere katılmak suçtu, isyandı.. Hatta Şeyh-ül İslam efendiye (!?) göre işgalci Yunan ordusu Halife ordusu idi!!??

Mustafa Kemal Paşa, 3 gün süren çok tehlikeli bir deniz yolculuğunun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye koyulmuştu. Bu arada Mondros Ateşkesi çiğnenerek ülke işgal ediliyor, ordu dağıtılıyor (terhis ediliyor), silahlarına el konuyordu. Kemal Paşa, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak;

1. Ülkenin bütünlüğü ve ulusun geleceği tehdit altındadır.
2. Bu durumdan kurtuluş ancak Ulusun azim ve kararlılığı ile olanaklı olacaktır .. diyordu.

Bu amaçla Erzurum Kongresi’ne girerken (23 Temmuz 1919), Padişah Vahidettin Kemal Paşa’yı idama mahkum etmiş, Kemal Paşa da bütün askeri görevlerini, Paşa ve Ordu Denetçisi (Müfettişi) sanını (unvanını) bırakarak istifa etmişti (8 Temmuz 1919). Erzurum Kongresi’ne katılan bir avuç yurtseverin huzuruna, güçlükle bulunan bir sivil elbise ile çıkmış ve şöyle demişti :

Sine-i millette, ferd-i mücahidim.. (Ulusun bağrında tek başına bir savaşçıyım..)

Kurtuluş Savaşı Örgütleniyor

Erzurum Kongresi’ni Sivas Kongresi ve çok sayıda yerel kurtuluş kongreleri izler..
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, “.. bu Ulus, tutsak olmaktansa ölsün, daha iyidir..” Anadolu halkı da aynı kanıdadır. İnanılmaz bir savaşıma (mücadeleye), örgütlenmeye girişilir. Anadolu’da bir “Kutsal İsyan” başlatılmıştır, Hasan İzzettin Dinamo‘ya göre.. ve yine aynı saygın yazarın ciltlerce yazdığı üzere Kutsal Barış‘a da uzanılacaktır sonunda…

Ankara’ya dönülür Kongreler sonrası 27 Aralık 1919’da…

İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ulusal direniş destanı yazılmaktadır. Akıllara durgunluk veren bir girişimle, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılır. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı işgalci İngilizlerin basarak kapatmasından (16 Mart 1920) 40 gün bile geçmemiştir, zamanlama çok ustacadır. Bu arada Anadolu’da, işgalcilere karşı yerel savaşlarla ilerleyen yaygın bir karşı koyuş yaşanmaktadır.

10 Ocak 1921’de, Albay İsmet Bey, 1. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazandı Yunan ordusu karşısında..

24 Ocak 1921’de, BMM, Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) çıkardı! (1924, 1961 ve 1982’de de yenilendi..) Kurtuluş Savaşı bile Hukuk içinde yapılacaktı Meclis öncülüğünde. İlk BMM, İngilizlerin basarak dağıttığı Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın da işlevini üstlenmişti adeta..

1 Nisan 1921’de, General İsmet Paşa, 2. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazanır Yunan ordusu karşısında..

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bu utku, Mustafa Kemal Paşa’nın çok yerinde anlatımıyla,
“Milletin maküs talihini” (aksi giden talihini) de yenen bir utku olmuştu. Batı (Garp) Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği kutlama telgrafında aynen böyle diyordu Mustafa Kemal Paşa büyük bir değerbilirlikle :

  • Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretlerine!
    Siz orada yalnız düşmanı yenmekle kalmadınız, ulusun aksi giden talihini de çevirdiniz..”

Olağanüstü zor koşullarda, bin bir yoklukla, işgal altında, boynunda Padişah’ın idam fermanıyla,
Yunan uçaklarından atılan fetvalarla halkın Yunan işgaline direnmemesi, Kemal Paşa yandaşı Kuvvacıların cezalandırılacağı.. duyurularının baskısıyla.. Anadolu halkı direniyor, “Çılgın Türkler” teslim olmuyordu.. (Turgut Özakman’ın aynı adlı kitabı..)

Kurtuluş Savaşı için, işgale son vermek ve Sevr’i yırtarak anayurdu bağımsızlığına eriştirmek için hummalı bir hazırlık da sürdürülüyordu bir yandan.. 5 Ağustos 1921’de BMM, Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutanlık görevini verdi. 23 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı’nı başlattı. 13 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa Sakarya Zaferi’ni kazandı. Polatlı’ya dek gelen İngiliz emperyalizminin maşası Yunan ordusu Sakarya’nın batısına sürüldü.

19 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa’ya BMM tarafından, Sakarya Zaferini kazanması nedeniyle Mareşallik rütbesi ve Gazi sanı (unvanı) verildi.

“Büyük Taaruz”a Hazırlık :

İzmir ve Batı Anadolu, İstanbul.. Sakarya Utkusu’na (Zafer’ine) karşın hâlâ işgal altındaydı. İşgalci Yunan birlikleri Ege’de olmadık zulümleri işliyorlardı. Toplu öldürmeler, yakıp yıkmalar, sürgünler, ırza tecavüzler, hasta askerlerinin battaniyelerini halka dağıtarak frengi (sifiliz), çiçek vb. bulaşıcı hastalıkları halka yayan biyolojik savaş vd. (Yılmaz Özdil, Son Cür’et)

Büyük bir gizlilik ve diplomatik ustalıkla, gözlerden kaçırılarak, Sakarya Utkusu’nun ardından moral kazanan ulus, topyekun bir seferberlikle son saldırıya hazırlanıyordu; eşsiz komutan Mareşal Mustafa Kemal öncülüğünde.. Anadolu’nun “kılıç artığı” halkı, nesi var nesi yok, ulusal ordu için ölçüsüz bir özveri içindeydi. Batılı emperyalistler, Anadolu’da kalan halka, “Kılıç artığı” diyorlardı.. Yıllardır “doğraya doğraya” bitiremedikleri, gençlerini-subaylarını yitirmiş, kadın-yaşlı-çocuk ve hastalıklarla boğuşan yoksul, çaresiz Anadolu halkına.

İnebolu’dan geceleri kağnılar sabahlara dek silah ve cephane taşıyordu.. Kadınlar, çocuklar ilkel işliklerde (atelye) cephane üretiyorlardı narin elleri ve parmaklarıyla geceler boyu.. Top mermilerini bile yontuyorlardı namluya girsin diye! Büyük ulusal ozan Cahit Külebi’nin şiirlerinde inanılmaz ustalık ve duyarlıkla aktardığı üzere; hasta, bakımsız, cılız öküzler koşukta öldüğünde, kendilerini koşuyorlardı kağnı arabasına kadınlarımız!..

Elif kadın, gecenin ayazında top mermileri kağnıda ıslanmasın diye bebesinin örtüsünü cephanelerin üstüne kaydırıyor ve bir süre sonra bebeğinin donduğuna tanık oluyordu! 7 düvelin üstüne çullandığı ve yalnızca savaşta yenik saydığı bir ulusa anayurdunu parçalayarak Sevr
Andlaşması’ını dayatmakla yetinmeyip; Ulusu tarih sahnesinden de silmeyi yüzyıllardır tasarladığı bir tarihsel yok ediş, SOYKIRIM süreci (NUTUK’taki betimleme) yaşanıyordu Anadolu’da..

Sevr Andlaşması, “..Batılıların yüzyıllardan beri tasarladıkları bir suikast planı..” idi Kemal Paşa’ya göre. SÖYLEV’inde (NUTUK), Lozan ve Sevr’i karşılaştırırken bu acı değerlendirmenin altını çiziyor, tarihe not düşüyordu..

Doğu cephesinden silah ve cephane trenle Batı cephesine taşınırken, makinistlerin ensesinde silah dayalı idi; çünkü Türk makinist yok idi treni yürütecek!. Türkler salt asker ve çiftçi idi Osmanlı’nın zalım düzeninde.

Büyük Taarruz ve Sonuçları

Büyük Taarruz’un başlatıldığı 25/26 Ağustos 1922 gecesi, Yunan Orduları komutanı General Trikupis, İzmir’de kuştüyü yastıklarda sabahlarken; Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1874 m yükseltili (rakımlı) Kocatepe’de Mehmetçik’le omuz omuzadır. Tıpkı Mehmetçik gibi, kaputunu üstüne çekerek, haşin ayazda öylece sabahlar.

26 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa, Afyon Kocatepe’de, sabah 04.30’da Büyük Taarruzu başlattı. Bütün seferberlik çabalarına karşın, Batı emperyalizminin donattığı Yunan ordusu ile ordumuzun donanımı pek çok bakımdan denk değildi. Azim ve özveri, ölçüsüz yurt sevgisi ve Kemal Paşa’nın üstün komutanlık yetenekleriyle, aleyhimize olan fark kapatılacaktı.. Lybeyer’in yerinde aktarımı ile, yazımızın Giriş bölümünde de verdiğimiz üzere;

  • “ Onlar (Yunanlılar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.”

26 Ağustos tarihi rastlantısal değildi. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i Muş / Malazgirt ovasında yenerek Anadolu’yu Türk yurdu yapma başlangıç günü idi. Ne yazık ki Osmanlı bu yurdu da düşmana bırakmıştı Sevr Andlaşmasını onaylayarak. İşte anavatan toprakları kurtarılacaktı 851 yıl sonra 1 kez daha!

Gerçek bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyordu.. Çiğiltepe’yi, Başkomutan’a verdiği söz üzerine yarım saat içinde düşüremeyen Albay Reşat Bey, onuruna yediremeyerek beylik silahı ile canına kıyıyordu. Oysa 2 dakika sonra tepe Yunan’dan alınıyordu! İlk saldırıda, Yunan ordusunun elindeki tahkimli mevziler ele geçirildi ve 27 Ağustos’ta Afyon işgalden kurtarıldı. Yenik düşman, 27 Ağustos gecesi İzmir’e çekilmek istedi. Fakat, Fahrettin Altay Paşa komutasındaki süvariler düşmanın gerilerine sarkarak, çekilme yollarını kesmişti. 30 Ağustos günü, beş Yunan tümeni Dumlupınar’ın kuzeyinde kuşatılarak yok edildi. Bu kuşatmadan kurtulmayı başaran General Trikupis, 2 Eylül günü Uşak dolayında yakalandı. Süvarilerimiz düşmanın haberleşme olanaklarını ve demiryolu bağını kesmişti. Bu nedenle Trikupis, Hacı Anesti’nin görevden alınarak kendisinin “Küçük Asya Ordusu” Başkomutanlığına atandığını, tutsak düştüğü birliğin Türk komutanından öğrendi.

General Trikupis, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna getirildi, kılıcı alınmadı. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal Paşa tutsaklara yer gösterip, kahve ısmarladı ve sonra; “Nasıl oldu, anlatın?” diyerek, düşman tarafında yaşananları sorguladı… General Trikupis, Büyük Taarruzun başladığı gece Afyon’da bir baloda eğlendiklerini; bir ucu Kütahya’da, öbür ucu Afyon’daki Türk saldırısının Yunan mevzilerini hızla ezip geçtiğini; sele kapılmış gibi Murat Dağı eteklerine sürüklendiklerini ve Kızıltaş Deresi yamaçlarında kapana kıstırıldıklarını, bütün çıplaklığı ile anlattı. Bundan sonrasını doğrudan General Trikupis’ten aktaralım :

“Durumu anlamaya, telgraf hatlarımızı kullanmaya ve Atina’daki Başkomutanımızla bağlantı kurmaya bile zaman bulamadık. 30 Ağustos gününe dek, toplarımızı az çok kullanarak, geri çekiliyorduk. Fakat, sırtımızı o yamaca (Kızlıtaş yamaçlarına) dayadıktan sonra, kıpırdamaya bile gücümüz kalmadı. Öğleden sonra, topçumuzu da kullanamaz duruma düştük. Ancak tüfeklerimizi kullanabiliyorduk. Bir an geldi ki, tüfeklerimizi bile ateşleyemeyecek biçimde, bir darlığa sıkıştırıldık. İşte o zaman, süngüleriniz parıldamaya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü. Artık, sonumuz gelmişti. Atımı bile bulamadım. Ormanların içinde, yaya olarak yollara düştüm.”

Tutsak Yunan Generali, bozgunu böylece anlattıktan sonra, Gazi’ye sorar:

“Peki, siz bu savaşı nereden yönetiyordunuz?”

Mareşal Mustafa Kemal yanıt verir:

  • İşte, tam o süngülerin parladığı yerden!” (Şahap Osman Aras’tan..)

Tutsak Yunan Generali Trikupis şaşırır, müthiş bir heyecana kapılır ve saygı ile doğrulur;

“Savaş böyle kazanılır.” der. “Yoksa, yüzlerce kilometre uzaklıktaki bir yattan, harita üzerinde pergelle ölçüp biçerek, savaş yönetilmez..”

30 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa Dumlupınar’da Başkomutan Meydan Savaşı’nı kazandı.. Başkomutan şu tarihsel buyruğu verdi :

  • Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!(Günümüz Ege denizini kastederek..)

Yengin (muzaffer) Ordu, Batı emperyalizminin maşası işgalci Yunan ordusunu İzmir’e dek 10 gün kovaladı! Kaçarken bile yolları, köprüleri, demiryollarını harap ettiler; evleri, köyleri, hayvanları, ormanları yaktılar.. Tarayıp öldürdükleri hayvan sürülerini su kuyularına doldurdular! Bunca kin – nefret – düşmanlık nasıl açıklanabilir? Osmanlı’nın çok övündüğü fetih ve vali atayarak vergiye bağlama ve yönetme geleneği (haydi küstahlığı demeyelim) nedeniyle yüzlerce yıl bağımsızlık ateşiyle tutuşan Yunan halkının intikamı mı acaba?!
…….
9 Eylül 1922 günü İzmir’de sevinç gözyaşları sel oldu. 16 Mayıs 1919’dan başlayarak 3,5 yıla yakın işgal, kan, zulüm altında inleyen Ege’nin incisi, özgürlüğüne kavuşmuştu. İşgalde Yunan’a ilk kurşunu sıkan ve oracıkta şehit edilen Gazeteci Hasan Tahsin’in ruhu şad edilmişti.
10 Eylül 1922’de Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girdi. Hükümet konağına gelişinde ayaklarına Yunan bayrağı serilmişti..

  • Bayrak bir ulusun onurudur, kaldırın..” dedi ve insanlığa bir ders daha verdi.

Mondros (Silah Bırakışması) Mütarekesi, Sevr yırtıldı.. İşgalciler İstanbul’u ve Anadolu’yu zaman içinde terk ettiler.. Önceki yıl (2019) 30 Ağustos kutlamalarında toplu taşımanın ücretsiz olması önerisini, AKP’li Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, “30 Ağustos, halkın tamamını ilgilendiren bir bayram değil” diyerek sıkılmadan geri çevirmişti! Oysa 8 Temmuz 1920’den beri 2 yılı aşkın süredir Yunan işgali altında inleyen Bursa, 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu denize döken ordumuzun kuzeye yönelmesi ile 2 gün sonra 11 Eylül 1922’de işgalden kurtarılmıştı. Bu cehalet ya da kasıt, adı geçen kişiyi yerin dibine sokar mı acaba? AKP’ye ve bu kişiye oy veren iyiniyetli yurttaşlarımızın bilgisine özellikle sunmak isteriz bu utanç tablosunu.
***
1 Kasım 1922’de Saltanat (Padişahlık) kaldırıldı. Padişah 16 gün sonra İngilizlere sığınarak Malaya Zırhlısı ile kaçtı.. Mustafa Kemal Paşa Osmanlı hanedanının kanını dökmedi, yurt dışına sürgün edildiler. Zaten Türk / Atatürk Devrimi yeryüzünün en kansız devrilerinin başında gelir.
20 Kasım 1922’de Lozan barış görüşmeleri başladı ve çok zorlu bir süreç sonunda (2 ay kesintiyle 8 aya yakın) Türkiye, 24 Temmuz 1923’te, Misak-ı Milli sınırlarının uluslararası tapusunu aldı, uluslararası hukukça egemen bir devlet olarak tanındı. Lozan tabumuzdur!

  • 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi!

Ozanlar ozanı koca Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazdı :

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki, şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «Üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…

Yengin (muzaffer) Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa tarihe şu notları düştü 2 yıl sonra:

“…. 30 Ağustos Zaferi, Türk Tarihi’nin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır …”

 “ .. Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.. ”

Yukarıdaki sözler, Yüce Önder ATATÜRK’ün 30 Ağustos 1922’de kazanılan olağanüstü utkunun 2. yıldönümünde (1924) Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan alındı. Bu görkemli konuşmanın üzerinden 97 yıl geçti. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktası olan böylesi bir günde; aradan geçen 99 yıl, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü doğrulayan bir siyasal tarih laboratuvarı oldu. Nice devletler yıkıldı, nice devlet başkanlarının yontuları (heykelleri), hatta cesetleri yerlerde sürüklendi eli kanlı emperyalistlerce.

Ama Türk Devrimi tüm görkemiyle, son 19 yıldır AKP eliyle vefasızca, tarih bilincinden derin yoksunlukla, gaddarca, hatta düşmanca… epey yara almış olsa da, her şeye karşın ayakta, dimdik.. Bu karşıdevrim ayracı da kapatılacak elbette!

Pakistan Devlet Başkanı M. Ali Cinnah’ın 30 Ağustos utkusunun ardından Londra’da dile getirdikleri çok düşündürücü ve öğreticidir :

 “ .. Ne biz ne de her kıtada yaşamakta olan tutsak ve mazlum ulusları bundan sonra tutamayacaksınız. Mustafa Kemal ve Türkler ki, kendileri için hazırlanan tabutu yayılmacıların başına geçirmişlerdir; şimdi Dünyada başlarına tabutlar geçirilecek başkaları da benzer sonuçlara hazırlanmalıdırlar.” (11.09.1922, Londra)

Hindistan Devlet Başkanı Mahatma Ghandi’nin de 08.09.1922’de düzenlediği basın toplantısında, bağımsızlık ve özgürlük ateşini harlayan sözleri, tarihe ulusça övünmemiz gereken notlar düşüyor :

 “ Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, Dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.” Ve “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum.”

Sonuç                                                 :

Mustafa Kemal Paşa, 04 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı konuşmasında, bir yıl önce Başkomutan atanırken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” açıkladı. 1922 Büyük Taarruzu 30 Ağustos utkusu ise Türklerin Anadolu’da yeniden tutunmalarını sağladı.

Emperyalizmin sömürgeleri, Türk Ulusunun, UNESCO’nun 1979 kararıyla da onaylandığı üzere yeryüzünün ilk ve tek anti-emperyalist bağımsızlık savaşını başarmış olmasından cesaret alarak tutsaklığa başkaldırıyor ve Atatürk’ün savaşım yöntemini örnek alarak başarılı oluyorlar. Bu görkemli tarihsel dönüşüm ve başarının uluslararası tarihsel kıvancı, Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Ulusumuzundur. Bu yüzdendir ki, hazımsız ve kinci, sömürgen emperyalizmin ülkemizle görülecek büyük hesabı vardır!

Geleceği, bize Yüce Atatürk’ün kutsal emaneti Türkiye Cumhuriyeti’nin parlak geleceğini, Cumhuriyet ordusunun aydınlık beyinli, yiğit yürekli ve yurtsever subayları ile biz Kemalist aydınlar el ele Ulusumuza öncülük ederek, “tüm ulusçu ve cumhuriyetçi güçleri bir araya getirerek” kuracağız.

Bu duygularla, 99 yıl sonra bir kez daha, ulusumuzun ve Ordumuzun 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı ve 9 Eylül’ü kutluyoruz!

Yüce Atatürk’ün ulusumuza kutsal emaneti Cumhuriyeti, 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde belirlenen temel özelliklerini –ulusal dayanışma ve adalet anlayışı içinde,

– insan haklarına saygılı,
– Atatürk ulusalcılığına bağlı,
– Başlangıçta (Anayasanın) belirtilen temel ilkelere dayanan,
– demokratik,
– lâik ve
– sosyal bir
– hukuk Devleti

koruyup daha da geliştirerek özgür ve tam bağımsız olarak sonsuza dek yaşatacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmasın!

Bu arada 1 Eylül’ler, Dünyamıza barış getirsin.. Büyük asker Atatürk’ümüzün dileği, özlemi de buydu :

  • YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!

Hemen ve sürekli, adil, onurlu, kalıcı barış istiyoruz tüm dünyada ve yurdumuzda! Savaşı, Önderimiz gibi, “ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe cinayet” sayıyoruz!
Yaşadığımız kimi sıkıntılar geçici.. Binlerce yıllık ulusal tarihimizde elbette yer yer zor dönemler olabilir. Ancak Türk Ulusunun, kendisinin geleceğine kastetmeye niyetli tüm güçleri kahredecek gücü, birikimi, önderi ve kararlılığı, deneyimi hep oldu. Bunlara bugün, dünden daha çok sahip olduğumuzdan kesinlikle kuşku duyulmamalıdır.

Ama herhalde bu; AB’si ile, Gümrük Birliği ile NAFTA, APEC, IMF, DB, DTÖ, Bilderberg, TLC, CFR, BM’siyle… KüreselleşTİRme masalları ardına saklanan “yeni emperyalizm” ile; dinci – Batı işbirlikçisi / maşası iktidarlar ile asla değil!

Örgütlü ve uyanık olarak, akıl ve bilimle, günün değişen tehditleri ve fırsatları hızla ve doğru algılanarak, Cumhuriyetimiz sonsuza dek özgür ve tam bağımsız olarak yaşatılacaktır. Bizim adlandırmamızla “Post-modern”, Genelkurmay Başkanı merhum Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın nitelemesiyle “karanlık savaşlar“ın hedef ve yöntemlerinin ayırdında olarak..

Şu sözler, Atatürk’ten günümüze sağlam reçeteler olarak tarihsel bilincimizde yankı buluyor (4 Ekim 1922) :

 “ Arkadaşlar! Ulusumuz, tek bir insan gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba sayesinde bu başarıyı hazırlamıştır. Ulusumuzun barış işlerinde de barıştan sonraki işlerde de aynı himmet ve çaba içinde, aynı birliği göstererek bu utkuyu tamamlayacağından kuşkum yoktur. ” (Söylev ve Demeçler syf. 247)

Türk halkı, Ata’sının uyarısının farkındadır ve gereğini dün olduğu gibi bugün de yarın da şaşmaz sağduyusu ve tarih bilinci ile, vefa ile yerine getirmesini bilecektir. Çağımızda küreselleşen emperyalizmin ve işbirlikçisi iktidarların da ayırdındadır. Sevgin (Aziz) şehit ve gazilerimizin kutsal anılarına ancak böyle hürmet edebileceğimizin, yaraşır (layık) olabileceğimizin ayırdındayız. Onları sonsuz bir şükran, minnet ve özlemle anıyoruz. Bağımsızlık, özgürlük, Vatan uğrunda canlarını veren tüm şehitlerimizin, Yüce Önderimizin hatıraları önünde bağlılık ve saygıyla eğiliyoruz. Atalarımız, ulusun-vatanın namusu için çoluk-çocuk demeden boşuna ölmediler, rahat uyusunlar.

AKP iktidarını; Cumhuriyet’i var eden değerlerle ve kutsallarımızla uğraşmayı bırakarak, gaflet, dalalet hatta hıyanetten sıyrılarak ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğümüze bağlı ve saygılı kalmaya çalışıyoruz. Anayasanın ilk 3 maddesi kesin ve net kırmızı çizgilerimizdir. Anayasaya sadakat borcu yemini etmişlerdir TBMM’de; ahde vefa boyunlarının borcudur. Son Türk Devleti asla kurda – kuşa yem edilmeyecektir, elbette gerekirse bu zihniyete karşı da! Bu ulusal kararlılığımız hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

30 Ağustos 1922 Utkusu, 1 Eylül Dünya Barış Günü (1945’te 1. Dünya Savaşı’nın bitimi nedeniyle) ve İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül 1922 Yurdumuza, Ulusumuza ve tüm insanlığa kutlu, mutlu ve ders olsun dileriz.

Aşağıdaki yazımıza da bakılmasını öneririz..

Söyleşi : 26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2021 

Not : Bu arada, 17 Ağustos 1999 depreminde yitirdiğimiz “resmen” 20 bin dolayında insanımızın acıları da yüreğimizde. Onları da özlemle anıyoruz.. Gerekli dersleri çıkararak, bundan böyle deprem vb. doğa olaylarına hazırlıklı olmamız zorunluğu çok açık ki, afetlere dönüşmesinler..

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her yıl 23 Nisan tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın, son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.

Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  resmi kuruluş tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de  Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu. Aynı doğrultuda, cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu. Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu.

Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır. Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine, imparatorluk sınırları içinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi   ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.

On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken, devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından başlayarak kabul edilen krallıkların sınırları içinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız Devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu. Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken, yeni dönemde ülke sınırları içinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu. Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.

19. yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, 20. yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca süren sömürge yönetimleri 1. Dünya Savaşı sonrasında, dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. 1. Dünya Savaşı 20. yy’ın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali, batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak  Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada, eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içende geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı, sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içinde, ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile, Heyeti Temsiliye’nin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920’de Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu. Bu doğrultuda, 19. yy’daki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için,  geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile, Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.  Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik ögeyi içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu. Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir.

Atatürk sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur. İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi üzerinden  ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur. Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea doğrultusunda  İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen  Hırıstiyanları, ABD’nin gelişi ile birlikte Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde  Musevi  lobileri izleyince, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma  sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen NATO ittifakının, batı emperyalizminin denetim altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içinde Tevhidi Tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır. 2. Meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.

Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış, batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak, geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir. Ayrıca, 20. yy boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir. Bugün Türkiye devletinin ulusallığı yalnızca anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak, devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir. Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş  bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.

21. yy’ın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek, demokratik rejim içinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içinde kutlayabilmesi için, Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, öbür bağımsız güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir. İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen   Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde  ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler, küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü  yapılanmaları   toplumun önüne getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir.

Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası dayanışma düzeni içine girmeleri zorunluk kazanmaktadır. Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda  küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel  sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda  baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve   bazen da tehdit ederek, bu ülkelerin  hukuk açısından sahip  oldukları ulusal egemenlik haklarını  kullanılmaz  bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak, öbür ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından biri olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir.

Geleceğin 23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene“ sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır.

Küresel sermayenin

– siyaseti finanse etmesi,
– medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve
kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi

gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve  bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir. Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun  gelecekte sürdürülebilmesi için, ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi  tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir. Bu doğrultuda, ilk adım olarak

  • “Ne mutlu Türküm diyene! “

30 AĞUSTOS ZAFERİ ve 9 EYLÜL’ün GÜNCEL ANLAM ve ÖNEMİ

30 AĞUSTOS ZAFERİ ve 9 EYLÜL’ün GÜNCEL ANLAM ve ÖNEMİ

(Bu Söyleşi, Çorum Haber ve Çorlu Devrim gazetelerinde 07-11 Eylül 2018 günlerinde 5 bölüm olarak yayınlanmış, 09 Eylül 2018’de web sitemize konmuştur.)

SORULAR : Mustafa AYDINLI (E. Teknik Öğretmen)

YANITLAR : Prof. Dr. Ahmet Saltık, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
ve Mülkiyeliler Birliği Üyesi   www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mustafa AYDINLI
: Sayın Hocam, 30 Ağustos ‘zafer günü’ olarak simgeleşti ancak 26 Ağustos’ta başlayıp, 9 Eylül’e dek uzayan 14 günlük çok ilginç bir tarihsel süreç var. Bu sürecin güncel anlamını ÇORUM HABER okuyucuları için kısaca özetler misiniz?

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, size ve bu söyleşi fırsatını sağlayan Çorum Haber Gazetesine teşekkürle başlamak isterim öncelikle.

26 Ağustos 1922, İsmet Paşa’nın adlandırmasıyla “Başkumandan Meydan Muharebesi“ nin Afyon Kocatepe’den (1874 m rakımlı) başlatıldığı tarihtir. O günün belirlenmesinde işgal edilmiş Anadolu’da zamanın hızlanmış akışının ve koşulların asıl belirleyiciliği varsa da, Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı bir inisiyatif de vardır : O da, Alpaslan ve ordularınca Malazgirt ovasında 1071’de Bizans ile (Romen Diyojen) yaşanan meydan savaşı ile 851 yıl sonra yine aynı güne denk düşürmektir.

Bu ince esprinin – hesabın nedeni ise, 10 Ağustos 1920’de son (36.) Osmanlı Padişahı
VI. M. Vahdettin’in Sevr Anlaşmasını onaylaması ile kadim anayurt Anadolu’nun bile elden çıkışı ve emperyalistlerce işgal edilişidir. Bilindiği gibi Osmanlı Meclis-i Mebusanı, İstanbul’un İtilaf Devletlerince işgal edilidiğinde basılmış ve milletvekilleri tutuklanmış, sürülmüştü.
Tarih 16 Mart 1920 idi. Mustafa Kemal Paşa, bu çok acı olayı yüksek zekasıyla bir anlamda fırsata çevirmiş ve Anadolu’da – Ankara’da ivedilikle bir Milli Meclis toplanmasını tasarlamıştı. Bu önemli girişimi 23 Nisan 1920’de başarıya ulaşmış ve Ankara’da ilk Meclis BMM (Büyük Millet Meclisi) olarak 115 üye ile toplanmıştı. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kapanmasından 40 gün bile geçmeden. M. Kemal Paşa bir strateji dehası olduğundan, tüm ayrıntılara hak ettikleri önem verilmektedir. Dolayısıyla ilk iş, bir Meclis’e sahip olmaktır. Gecikilmemelidir, zamanlama da çok önemlidir, seçilen sözcüklerde.. Yeni Meclisin adı Osmanlı Meclis-i Mebusanı değil, “Büyük Millet Meclisi’ dir. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa, Batı’ya mesaj vererek moral üstünlüğü yakalamaya çalışmaktadır. Osmanlı tebaasının değil ama Türk Milletinin Meclisi gene vardır, hemen yenisi oluşturulmuştur ve yeri Ankara’dır. İşgalci emperyalistlerle savaş, Anadolu’nun bağrında ateşlenecektir. Uluslararası ilişkilerde, dağıtılan bir Meclisin Ankara’da, 40 gün geçmeden toplanmasının anlamını muhataplar iyi kavramıştır.

Bir bölümü İstanbul’dan kaçabilen Osmanlı mebusları, bir bölümü Erzurum – Sivas Kongre süreçlerinde oluşturulan kadrolarla, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan ilk Meclis, Sevr’i tanımadığını ve imzalayanları da (son Osmanlı Padişahı Vahdettin) “hain“ ilan ettiğini tüm dünyaya duyurmuştur. Bir başka anlatımla, Sevr Anlaşması tanınmadığına göre, Anadolu’nun işgali de reddedilmekle, bu amaçla bir Kurtuluş Savaşı başatılacağı ilan edilmiş oluyordu.

Mustafa Kemal Paşa Başkanlığında ilk Meclis İngiliz emperyalizminin işgalci maşası Yunan birlikleri ile 2 kez 1. (6 -10 Ocak 1921) ve 2. İnönü muharebelerini (23-31 Mart 1921) başardı. Garp (Batı) cephesi komutanı İsmet Paşa, bu zaferleri ile, M. Kemal paşa’nın deyimi ile,
salt düşmanı yenmekle kalmamış, Milletin “makus“ (aksi giden) talihini de kırmıştır. Ardından, Sakarya’nın doğusuna geçerek Polatlı’ya dek yaklaşan, İngiltere adına Megali İdea hayalleri ile kışkırtılarak vekalet savaşı (proxy war) yürüten Yunan orduları ile Sakarya Meydan Savaşı verilmişti. M. Kemal Paşa komutasında 23 Ağustos – 12 Eylül 1921 arasında 22 gün – 22 gece süren büyük savaş başarılmış ve Yunan orduları püskürtülmüştü. 1683’teki 2. Viyana kuşatmasından 239 yıl sonra ilk kez Batı karşısında gerileme durdurulmuştu, ancak ne yazık ki, öz yurt topraklarında..

Fakat işgal bitirilebilmiş ve Sevr tümüyle yırtılabilmiş değildi. Sevr uyarınca İtilaf devletleri hemen hemen tüm Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Bize koşullu olarak bırakılan orta Anadolu 286 bin km2 idi, o da gereğinde işgal edilebilecekti Sevr Anlaşması uyarınca ve bu toprak parçacığı salt Karadeniz’e açılabiliyordu. Ege, Marmara, Akdeniz ile deniz sınırı yoktu! M. Kemal Paşa, bu duruma isyan ile 30 Ağustos sabahı ordularına “Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!“ komutu vermişti. O dönemde Ege – Akdeniz bir bütün olarak görülüyor ve Akdeniz olarak adlandırılıyordu.

Anadolu’nun işgaline son vermek için bir “Kutsal İsyan“ başlatmak gerekiyordu Hasan İzzettin Dinamo’nun ünlü tarih romanına verdiği adla. Bu amaçla hazırlıklar olağanüstü zor koşullar ve yokluklar içinde yürütüldü 26 Ağustos’ta başlatılacak vatan savunması için. Daha 13 ay önce, Tekalif-i Milliye yasası ile perişan durumdaki Anadolu halkının elinde ne varsa yarısına saha sonra ödenmek üzere el konmuştu. Demiryolları imtiyazını Batılı şirketlere kapitülasyon olarak vermişti Osmanlı. Doğu cephesinden mühimmatı Batı’ya sevk edebilmek, ancak,
gayr-ı müslim tren makinistlerinin ensesine tabanca dayayarak olanaklı olabiliyordu.

Sayısı iki yüzbini aşan asker varlığı ve İngiltere’den “satın alınan“ ağır silahlarla Yunan ordusu
Batı Anadolu’yu işgal etmişti. Savaş hukuku diye bir şey tanımıyor, zulüm yapıyor,
ırza geçiliyordu. Elde ne kaldı ise denk bir askeri güç toplanmalı ve bu işgalci – talancı ordu Anadolu’dan sökülüp atılmalıydı..

İşte 26 Ağustos 1922 sabahına bu koşullarda (konjonktürde) gelinmişti. Mustafa Kemal Paşa, Malazgirt Meydan Savaşı kazanımları Sevr ile Osmanlı tarafından elden çıkarıldığı için,
bir tür rövanş, Sevr’in intikamı peşinde idi. Alpaslan’ın ve ordularının ruhları şad edilecekti yeniden. İşte bu tarih bilgisi, bilincidir ve başlıca moral – motivasyon kaynağıdır o yokluklar içinde. Mustafa Kemal Paşa, Mareşal rütbeli bir üstün asker olarak 15 gün içinde savaşı kazanabileceğini hesaplamıştı. Ancak 9 Eylül’de İzmir’e girildi ve plan 1 gün önce bitti.
Bunu da espriyle karşılayan ve .. kabahat bende değil.. çok çabuk dağıldılar… anlamında sözler söyleyen, Mustafa Kemal Paşa idi. Saldırı (taarruz) planlarını öbür Paşalar tümüyle onaylamamış, karşı çıkanlar olmuştu ama O, kendi sözleriyle, .. tarih önünde tüm sorumluluğu üstlenerek… kendi savaş planını üstün başarıyla uygulamıştı.

9 Eylül 1922’de 26 Ağustos 1071’in Sevr ile yitirilen rövanşı alınmış oldu.

Çanakkale savaşları kazanıldığında da Mustafa Kemal Paşa, “Hektor’un öcünü aldık.. “ diyerek Anadolu tarihi ve kültürüne –Troya’lılardan yana, Akha’lılara karşıt olarak– sahip çıkmıştı.

Mustafa AYDINLI : Kuşku yok ki 30 Ağustos, Anadolu halkının tarihinde emperyalizme karşı verilen mücadelede bir altın sayfadır. Ulusal övünç günüdür. Yakın tarihimize ilişkindir.
Fakat AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN’ın son iki yıldır,
varlığımızı borçlu olduğumuz yakın tarihimizi bırakıp 1000 yıl ötesine Malazgirt zaferine dikkat çekmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Ahmet SALTIK :  Öncelikle, Mustafa Kemal Paşa’nın uzun yıllar çok yakınında yer alan,
Devrim Tarihimizin canlı tanığı olarak yazan değerli yazar Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya
adlı yapıtından kısa bir alıntı yapmak isterim : (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, syf. 363)

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

Erdoğan’ın bu tür kaynaklar yerine tam tersine Cumhuriyet – Atatürk karşıtı kaynaklardan ve sınırlı ölçüde beslendiğini, yakın tarihimize ilişkin ciddi bir nesnel bilgi birikimi olmadığını hemen herkes biliyor ve görüyor. Dolayısıyla koşullandırmaların ürünü yanlış turum ve davranışlar sergiliyor. Bu saatten sonra değişmesini beklemek tam bir hayalcilik olur. Ancak siyasal yaşamın zorlamaları karşısında, politik opportünizm gereği kimi popülist davranışlar gözlenebilir. Böyle de olmakta nitekim ve AKP’nin Atatürk’ün mirasına sahip çıkan parti olduğunu (!) söylemeye dek irrasyonel sınırlara taşıyabiliyor söylemlerini. Hocası Erbakan da, yaşasaydı Atatürk’ün kendi partileri olan Refah’a katılacağını savlamaya dek ileri gitmişti!

26 Ağustos’ta Dumlupınar yerine başka yerlere gidenler… Alpaslan’ın 1071’de bize sunduğu Anadolu’yu, sizin övündüğünüz Osmanlı, Sevr ile Batı’ya terketti. Malazgirt ve İstanbul dahil. 3,5 yıl süren işgali, Osmanlı’nın düşmanla işbirliğine karşın Mustafa Kemal önderliğinde
bu halk sonlandırdı. Osmanlının kabul ettiği Sevr’i 1. Meclis yırtıp, onay verenleri vatan haini ilan etmese idi, bu gün ne Erdoğan ne de Etienne de la Boetie’nin ünlü deyimi ile gönüllü köleleri olurdu.. ve Malazgirt Türk toprağı değildi! Tarihe ve bu toprakların mazlum insanlarına ihaneti bırakın.. ATATÜRK havalanını hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç mi hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken kapatıp – taşıtıp, adını silip, Alpaslan Havaalanı yapmak, ülke ekonomik bunalımda iken Ahlat’ta saçma sapan gerekçe ile Saray hülyası kurmak.. çok yönlü oyunlardır ve tarih gerçekleri yazacak, bunları yapanları ise bu Ulus asla bağışlamayacaktır! Gerçek ulusal tarihimiz önemsiz gösterilip ikincilleştirilmekte, AKP iktidarı kendince seçenek (alternatif) tarihini yaratmaya çabalamaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması da neredeyse Kurtuluş Savaşı düzeyine (!) yükseltilmeye çalışılmaktadır, resmi tatil yapılmıştır!

Mustafa AYDINLI : 30 Ağustos yalnızca Türk toplumu için değil, aynı zamanda Emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş savaşımı veren mazlum uluslara da örnek ve önder olmuştur. Öbür mazlum ulusların kurtuluş ve cesaretini tetikleyen bu utkunun (zaferin), dünyada yarattığı yankıları özetler misiniz?

Ahmet SALTIK : Önce Anadolu’daki yansımalarına bakmak uygun olur. Yunan askeri birlikleri İzmir’de denize döküldü. Ölenler ve ordu komutanı General Trikupis dahil tutsak edilenler dışında kaçabilenler, ne buldularsa denize açıldılar ve Yunanistan’a geri döndüler. Ancak
Türk ordusu karşısında geri çekilirken Batı Anadolu’da, Ege’de yapmadıkları mezalim kalmadı. Her yeri yakıp yıkarak çekildiler, köprüleri, yolları tahrip ettiler. Hayvan sürülerini taradılar
ve su kuyularına doldurdular.. Frengili (Sifiliz’li) askerlerine sardıkları battaniyeleri Ege köylülerine dağıtarak bu hastalığın salgın yapmasına neden oldular.. İzmir’i tam anlamıyla ateşe verdiler.. Bunları kin ve düşmalık adına değil, tarihsel nesnel bellek oluşması adına anımsatıyoruz. Buna karşın, savaşta tutsak alınan Ege Yunan ordusu komutanı General Trikupis, Mustafa Kemal Paşa’nın çadırında kendisine ikram edilen kahvenin ve insancıl davranışın (örn. kılıcının alınmayışının!) karşılığını adeta ödedi : Ölünceye dek her yıl, 10 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik’te doğduğu eve giderek saat 09:05’te saygı duruşunda bulundu. Türkiye’de iyi bilinen kimilerinin bağışlanmaz bir vefasızlıkla “.. 10 Kasımlarda Anıtkabir’de sap gibi durma.. “ benzetmesi yapması çok acı vericidir ve köklerini yozlaştırılan Türk Eğitim sisteminde, tekke-tarikatlarda aramak gerekir.

Ayrıca eklemeliyiz ki, Yunan kralı Venizelos, çok ağır 1922 yenilgisinden yalnızca 12 yıl sonra 1934’te, Mustafa Kemal ATATÜRK’ü Nobel Barış ödülüne aday gösterebilmiştir! Örnek bir davranıştır ve hem Mustafa Kemal Paşa’nın gerçek değeri için hem de Venizelos’un büyük devlet adamı oluşuna ilişkin net, güçlü bir kanıttır. Türkiye de, 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın zor koşullarında, Dumlupınar gemisi ile Yunanistan’a buğday yardımı yapmıştır.

9 Eylül’de Batı Anadolu’da Yunan işgalinin sonlandırılmasının ardından İzmir limanındaki İngiliz donanması da çekildi. Mustafa Kemal Paşa’nın orduları, “Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!“ komutunun gereğini yerine getirmişlerdi. Yengin (muzaffer) Başkomutan ordularını kuzeye, Bursa taraflarına yönlendirdi. İtilaf devletleri ateşkes (mütareke) istediler
ve 11 Ekim 1922’de Mudanya’da İsmet Paşa başkanlığındaki Türk kurulu (heyeti) ile
ateşkes antlaşması imzalandı.

Bu Antlaşma Kurtuluş savaşının askeri bölümünü bütünüyle bitiren bir antlaşmadır. Bundan böyle politik görüşmeler (müzakereler) dönemi başlamıştır. Bu sayede İstanbul ve Doğu Trakya, savaşılmadan kurtarılan yerler olmuştur. Büyük Taarruz ile Anadolu toprakları Yunan işgalinden kurtarıldıktan sonra Türk Ordusu İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya Bölgesine yönelmiştir. Doğu Trakya’da Yunan, İzmit ve Çanakkale’de İngiliz, İstanbul’da ise İtilaf Devletleri askerleri vardı. Daha sonra Türk birlikleri Çanakkale ve İzmit’e yönelince burada bulunan İngiliz askerleri ile çatışmaya girildi ve İtilaf Devletleri TBMM’ye çağrıda bulundular. Yeniden savaşılmadan İstanbul ve Boğazlar işgalcilerin elinden kurtarıldı. Bu yenilgiler yüzünden İngiliz Başbakanı L. George, görevinden istifa etmek zorunda kaldı. (https://antlasmalar.com/mudanya-ateskes-antlasmasi/, erişim 03.09.2018)

Hindistan özgürlük savaşımının öncüsü Mahatma Gandhi, tarihe geçen, .. Mustafa Kemal İngilizleri yenene dek biz onları yeryüzü tanrısı olarak biliyorduk.. sözlerini söylemiştir..

Ardından Lozan görüşmelerine geçilmiş ve bir ara Batının kapitülasyonlar için ısrarı yüzünden kesilen görüşmeler, son derece çetin pazarlıkların sonunda, 24 Temmuz 1923’te bitirilmiştir (8 ay!). Bu görüşmelerde de Türkiye’yi İsmet Paşa başkanlığında bir kurul ziyaret etmiştir.
(Kurulda bizim ailemizden hukuk profesörü Veli Saltık danışman olarak bulunmuştur.)

Lozan barışı ile günümüzde de geçerli Misak-ı Milli sınırları çizilerek Sevr Anlaşması yürürlükten kaldırılmış, Osmanlının başımıza bela ettiği kapitülasyonlardan kurtulunmuş
ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve tanınmış oldu. 06 Ekim 1923’te İngiliz birlikleri İstanbul’dan ayrıldı.. 16 Mart 1920’de gelmişlerdi, 3,5 yıl Osmanlı padişahının onayı ile kaldılar, hatta Vahdettin İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Derneği kurdurmuş, üye olmuştu; işgali meşru, buna direnen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını asi – isyancı ilan ederek,
Şeyhülislam fetvasıyla idam fermanı çıkarmıştı. Fatih’in 1453’te aldığı İstanbul’u son
Osmanlı Padişahı İngilizlere teslim etmiş, yeniden kurtaran ise Mustafa Kemal Paşa olmuştur.

Tüm bu zorluklara karşın emperyalizmin sıcak savaşta, meydanlarda yenilmesi ilk kez oluyordu. Ana hatlarıyla Çanakkale savunmaları, İnönü Savaşları, Sakarya ve Dumlupınar meydan savaşı başarıları, dünyada geniş yankı doğurdu. Yukarıda da değindiğimiz üzere, dönemin ABD’sinin yerinde olan, üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere ve ortakları (7 Düvel!) Türklere yenilmiş, İngiltere’de hükümet düşmüştü bu yüzden..

Lozan Barış Anlaşması ile Türkiye’nin bağımsız – egemen bir devlet olması onayalanınca, örnek olma etkisi daha da büyüdü ve Cezayir, Tunus, Hindistan başta olmak üzere ulusal kurtuluş savaşlarına umut oldu. Fransız sömürgenliğine karşı dövüşen Cezayirli özgürlük savaşçılarının göğsünde Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafı vardı. Tunus ve Ceayir bayrağında bizimki gibi ay ve yıldız yer aldı. Dahası, onlarca yıl sonra Küba’nın, Bolivya’nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtulması için yürütülen özgürlük savaşlarında öldürülen Dr. Che Guevera’nın sırt çantasından Mustafa Kemal Paşa’nın NUTUK’u çıkmıştı (Fransızcası)!
Keza Küba’nın efsane kurucu önderi Fidel Kastro da kurtuluş savaşlarında Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs Samsun stratejisini örnek aldıklarını Havana Büyükelçimize (Bilal Şimşir) belirtmişti.

Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde başarılan destansı Türk bağımsızlık savaşı, özellikle
2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında benimsenmek zorunda kalınan sömürgesizleşme (de-kolonizasyon) süreci için temel belirleyicilerden olmuş ve yeni kurulan BM (24 Ekim 1945) sistemi, pek çok sömürgeyi özgür – egemen ülkeler olarak üye yapmak zorunda kalmıştır. İnsanlık tarihine verdiğimiz bu katkılarla, Türkiye ve Türk Ulusu olarak övünebiliriz.

Mustafa AYDINLI : Emperyalist güçler ve uzantıları, 30 Ağustos sürecinde ne bekliyorlardı, neyle karşılaştılar, 30 Ağustosun tarihin akışındaki yeri nedir? Yenen ve yenilenler bağlamında 30 Ağustosun sonuçları nedir?

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, bu sorunuzu önemi ölçüde yukarıda yanıtlamış oldum sanırım. Eklemek gerekirse, Batı Anadolu’da Yunan işgali kesinleşecekti, Yunan ordusunun  yenilmesi akla – hayale gelecek şey değildi. İngiltere hem Büyük Yunanistan (Megali İdea) uğruna Yunanları kışkırtmış hem de bu savaşta onlara silah satmıştı. Ege’nin 2 yanı Yunanistan’ın olacak, Büyük İyonya yeniden canlandırılacaktı (ihya edilecekti).
Ayrıca Trabzon çevresinde de Rum Pontus Krallığı yeniden kurulacaktı. Boğazlar ve çevresi
İngiliz egemenliğine bırakılıyordu. Doğuda bir Kürt ve Ermeni devleti kurulacak,
Güneydoğu Fransızlara bırakılacaktı.. Yukarıda da değindiğimiz gibi, orta Anadolu’da şimdiki topraklarımızın 1/3’ü kadar, salt Karadeniz’e açılabilen, 286 bin km2 toprak bize adeta sürgün yeri olarak emaneten bırakılıyordu; gerek gördüklerinde buraların da işgali Sevr Anlaşmasına göre olanaklıydı. Padişah İstanbul’da kukla olarak tutulacaktı ancak TBMM 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırınca (Lozan görüşmelerine TBMM hükümeti ile birlikte Osmanlı da çağrılınca), son padişah, İngiliz işbirlikçisi Vahdettin, 15 gün sonra, bir İngiliz zırhlısı ile (Malaya) kaçmak zorunda kalacaktı. Böylece Osmanlı Saltanatı fiilen sona erdirilmiş oldu. 1299’da Söğüt’te kurulan Osmanlı devleti, 10 Ağustos 1920’de resmen bitirilmiş idi.

1914’te 2,5 milyon km2 toprağı olan Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının %90’ını yitirmişti. Sevr ile 286 bin km2 olarak öngörülen anayurt, tanımlanan Misak-ı Milli sınırlarına
Musul dışında ulaşılarak yaklaşık 800 bin km2 vatana erişilmiş oldu. Erdoğan’ın sarayında muhtarlara yanlış söylediği gibi değil.. Onca vatan toprağını Lozan’da yitirmedik,
tersine Sevr ile verdi Osmanlı; Lozan Anaşması ile, Sevr’de bize bağışlanan toprağın yaklaşık
3 katı elde edildi. 12 Ada da Lozan’da verilmedi, 1912’de İtalyanlara bıraktı Osmanlı.
Bir cumhurbaşkanı bunca önemli bir tarihsel bilgi hatasına nasıl ve niçin düşer,
takdirini okyucuya bırakalım.

Mustafa AYDINLI : 30 Ağustosu yeni kuşaklara tam olarak anlatabiliyor muyuz?
Sizce aksayan yönler var mı? Varsa nasıl olmalıydı?

Ahmet SALTIK : Ne yazık ki hayır.. Tablo, AKP iktidarıyla birlikte giderek daha da olumsuzlaşıyor.

Oysa SÖYLEV’inde (NUTUK’ta) Mustafa Kemal Paşa tüm gerçekleri yüzlerce belgeye dayandırarak yazıyor.. Hem tarih yapan hem de yazan olarak. Bakınız Sevr ve Lozan Anlaşmaları için karşılaştırarak ne söylüyor :

  • Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri öteki barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!

Dikkat buyurulsun, Atatürk Sevr Antlaşmasını savaşta yenilen bir devlete dayatılan
herhangi bir anlaşma olmaktan farklı olarak;

Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış
– Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış
– büyük bir suikast!
– Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer

olarak tanımlamaktadır. Açıkçası Türk ulusunu – halkını Anadolu’nun ortasında hapsederek orada birkaç onyılda bitirmek, yok etmek ve tarihten silmek.. Yani apaçık SOYKIRIM!
Bir halkı, Türk halkını kökten yok etme planı ve suçu! Lozan Antlaşması ise bu planı
boşa çıkarmış, ulusun ve ülkenin bekasını sağlamış eşsiz bir başarının belgesidir;
Türkiye’nin hem tapusu hem de dokunulmaz tabusudur!

Yakın tarihimizin salt öğretimi değil, Türkiye’ye kol – kanat gerecek bilinç, sorumluluk ve özgüven kazandırmak üzere sistemli eğitimin verilmesi, ülkemizin bekası için zorunludur.

Mustafa AYDINLI : Sayın Hocam, verdiğiniz bilgiler için ÇORUM HABER ve Çorlu Devrim gazetelerinin okuyucuları adına teşekkür ediyorum.  Eklemek istediğiniz başka konular varsa eklemenizi rica ediyorum ve başka bir söyleşide görüşmek dileğiyle…

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, önemli hizmetiniz için sağolunuz. Çorum Haber Gazetesi
ile Çorlu Devrim Gazetesi ve sizin gibi aydınlık okuyucularını dostlukla selamlamak isterim.

30 Ağustos Zafer Bayramı bir kez daha kutlu olsun 96. yılında! 1. Dünya Paylaşım Savaşını kazanan ülkelere karşı yenilenler arasından ulusal kurtuluş savaşımı başlatabilen olmadı.
Devasa Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandı, koca Almanya’ya çok ağır Verasilles Antlaşması dayatıldı, çıt çıkmadı. Yalnızca Anadolu halkı Büyük Atatürk öncülüğünde
isyan etti (Kutsal İsyan; H. İzzettin Dinamo) ve meşru savunma direnişi ile, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in onayladığı Sevr Antlaşmasını ”yok” sayarak, imzalayanları hain ilan etti ve gerçekte soykırım amaçlı Sevr’i tarihin çöplüğüne attı. İşte 30 Ağustos Zaferi ve ardından Lozan Barış Antlaşması, böylesine büyük bir varoluş kalkışmasının, soykırımı hedeflenen bir ulusun öz savunmasının (nefsi müdafaa!) özgürlükçü onur belgesi ve anahtarıdır.
(Kutsal Barış; H. İzzettin Dinamo)

Yüce ATATÜRK, neredeyse yüz yıl öncesinden hala günümüze ışık tutuyor :

  • ”Bilelim ki, kazandığımız başarı ulusun kuvvetlerini birleştirmesinden ileri gelmiştir.
    Aynı başarıları ileride de kazanmak istiyorsak, aynı temele dayanalım ve aynı yolda yürüyelim.”

Oysa AKP iktidarı, 16 yıldır kendisine oy verenler ve vermeyenler diye niteleyerek ulusumuzu ikiye böldü. Tabanını pekiştirmek (tahkim etmek) üzere bu yöntemi ağır düzeyde ve sürekli kullandı. Seçim kazanma uğruna ulusun bütünlüğü feda edildi. Bu politika olağanüstü yanlış, hemen durdurulması gereken stratejik bir hatadır.

Yurtta barış, dünyada barış“ sözleri Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uluslararası yazına (literatüre) çok değerli bir evrensel armağanıdır.

Yüce önder Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşımızın şehitlerine, merhum gazilerine minnet ve şükranımız sonsuzdur.

Bu borcu ödemenin tek yolu, kutsal emanet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek bağımsız – onurlu yaşatmaktır.