Etiket arşivi: halk egemenliği

BU GÜN 10 KASIM… ULU ÖNDERİMİZ AZİZ ATATÜRK, 84 YIL ÖNCE ARAMIZDAN AYRILMIŞTI.

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

ATATÜRKÇÜLÜK NEDİR?

Özgür aklın ve pozitif bilimin verilerini doğru kullanıp, hiç yılmadan, sürekli çalışarak, Türkiye toplumunu, “a” dan “z” ye her alanda eksiksiz, laik ve demokratik bir yapıyla, çağdaş uygarlık düzeyine yükseltme, hatta onu aşabilme ve bu cumhuriyeti sonsuza dek yaşatabilme ülküsüne Atatürkçülük denir.

Aramızdan, 84 yıl önce çok sevdiği ulusundan bedensel olarak ayrılan, ancak bize;

– düşmandan temizlenmiş ve tam bağımsızlığını kazanmış özgür bir ülke,
halk egemenliğine ve ulusal istence dayalı demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti, – ayrıca toplumu yüksek ve adil bir ekonomik ve sosyal refaha (gönence) taşıyabilmek için,
özgür akıl ve bilimden asla sapmamayı miras olarak bırakan bir şaşmaz rota bırakmıştı…

3. Cumhurbaşkanımız Sayın Celal Bayar‘ın sözü ile “ATATÜRK’Ü SEVMEK MİLLİ İBADETTİR.”

Atamızı en derin saygı ve minnetle anıyor ve O’nu yapıtları ile birlikte sonsuza dek anma ve yaşatmayı sürdüreceğimize söz veriyoruz.

 

TÜRKİYE’DE GÜNCEL LAİKLİK SORUNLARI ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Uzun bir zamandan beri, Diyanet İşleri Başkanının siyasilerle sıklıkla bir arada boy göstermesi, çeşitli konulardaki kuraldışı tutumları, davranışları, konuşmaları ve bu konuşmaların uslup (biçem) ve içerikleri Türkiye medyasında geniş yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bu nedenle, Anayasamızın ve laik devlet yapımızın bir gereği olarak Türkiye’de laiklik yeniden kamuoyunun gündemine oturdu. Bu gelişmeler bağlamında ben de kimi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Günümüzdeki çağdaşlaşma paradigması yani total resmi ve sivil çağdaş değer ölçüleri dizgesi Batı (Avrupa) kökenlidir. Bu çağdaş değerler sisteminin oluşmasını var eden zihniyet devriminin temel bileşenleri de şunlardır.

1- Devlet, toplum, aile ve birey yaşamını düzenleyen dogmatik, dinsel, eleştirilmeye ve yenilenmeye kapalı normların yerini giderek akla, deney ve gözleme dayalı özgür bilimsel düşünceye bırakması. Toplum ve devlet yaşamında her alanda aklın ve bilimin kesin egemenliği

2- Devlet, toplum, aile ve bireylerin özgür düşünme ve davranma özgürlüğünü baskılayan kilisenin, yani ruhban (din adamları) sınıfı temsilcilerinin tüm otorite ve vesayetine son verilmesidir. Başta dinsel alan olmak üzere, her kurum ve herkes için ve yine her konuda din ve vicdan özgürlüğünün geçerli olmasıdır. Bu durum Orta Avrupa’da LAİKLİK, Kuzey Avrupa’da ise SİVİLLEŞME (Secularism) olarak toplumsal yaşama aktarılmıştır. Bu bağlamda laiklik ve sekülerleşme birbirine çok yakın anlamdadır.

3-Laikleşme ve sivilleşme, dinsel otoriteden (Papalık-kilise) bağımsızlaşma, dini otoritenin vesayetinden kurtulma demektir.
Sivil toplum laik toplum demektir. Bu bağlamda tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşu olamazlar. Çünkü genelde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), tarikat ve cemaat üyelerinin aklı, cemaat liderleri tarafından rehin alınmış gibidir. Cemaat üyelerinin doğrudan özgür iradeleri ya yoktur ya da çarptırılmıştır. Eğer dinsel terminoloji ile söylemek gerekirse;

  • “Mürşit önünde mürit (tarikat üyesi), gassal (ölü yıkayıcı) önünde meyit (ölü)” gibi olmalıdır.

4- Çağdaş paradigmanın bir başka öğretisi de Ulusal (milli) egemenlik, yani topyekun halk egemenliği demektir.1789 Fransız Devrimi‘nden sonra Aile veya hanedan yönetimi ya da vesayetinde olan teokratik ve feodal nitelikli devletlerin yerini ulusal istence (mili iradeye) dayalı devletler almıştır. Bu gelişme ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERİN doğuşu, gelişmesi, içeriğinin genişlemesi ve demokratik anlayışın derinleşmesi demektir. Bu durumda demokrasi çok öz olarak şöyle ifade edilebilir :

  • Demokrasi = Laiklik + sivilleşme + ulusal istenç + özgür aklın ve bilimin sürekli olarak yol göstermesi.
  • Demokrasi, temelde bir zihniyet ve devrimidir.

5- Laiklik ve sivilleşme dini dışlama değildir. Herkese din ve vicdan özgürlüğü verir. İsteyen istediği inancı benimser. İstemeyen benimsemez. İnanç demokrasisidir. Ancak birey açısından, ruhban sınıfından bağımsızlaşma, dinsel olayları özgür aklın ve bilimin süzgecinden geçirme, özgür irade sahibi olabilme demektir. İnsan, her birey, hem dindar hem laik olabilir. Kendi inancını özgürce yaşar, fakat başkalarına asla karışmaz. Başkalarının ya da devletin kendi inancına karışmasını da istemez.

Peki laiklik nasıl anlaşılmalıdır?

A- Bireysel açıdan laiklik din, vicdan ve inanç özgürlüğü demektir. Laiklik her bireye istediği din ve inancı seçmek ya da hiçbir inancı benimsememe özgürlüğü verir. Çünkü her özgürlük zıddı ile vardır. Vicdanların baskı altında olduğu yerde özgürlük olmaz.

B- Toplumsal açıdan laiklik, farklı dinler, mezhepler ya da farklı inanç kümeleri ile birlikte, farklılıklara empati (özdeşim) yaparak onlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayabilme demektir. Toplumsal açıdan laiklik farklı dinsel ve etnik yapıdaki insanların İNANÇ DEMOKRASİSİ ya da çoğulcu toplumların birlikte yaşama iradesidir.

C- Devlet açısından laiklik , devletin tüm farklı dinsel inanç kümelerine karşı mutlaka yansız; etnik, kültürel ve sosyal farklılıklara karşı da adil olmasını gerektirir. Çünķü Hz. Ali’nin dediği gibi, ”

  • Devletin dini” adalettir.

Devlet bir canlı varlık değil bir tüzel kişiliktir. Tüzel varlığın yani devletin dini olmaz. Demokratik ve laik toplumlardaki devlet yöneticileri, devlet adına kurallar üretir ve kararlar verirken, laik devletin hukuksal, laik ve demokratik anayasal varlığına uygun davranmak zorundadır.

Türkiye’ye gelince                   :

1- Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti, laik ve sivil bir devlet ve toplum yapısı hedeflenerek kurulmuştur. Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilmez 2. maddesine göre;

  • “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” dir.

Tüm siyasal iktidarların daima ve her kararlarında laikliğin ruhuna ve özüne uygun davranmaları gerekir. Ancak İslam dinini ilahi, kutsal kaynağından kopartıp bir dünyevi ikbal ideolojisine dönüştürmek hem dine, hem devlete ve hem de çoğulcu toplumsal yapımıza zarar vermektedir. Kaldı ki din, dil, etnik yapı..vb. açılardan bir Osmanlı Devleti nüfus mirası (kalıtı) olan Türkiye’nin toplumsal yapısı da çoğulcudur. Bu nedenle özü ve ruhu ile doğru anlaşılmış doğru laiklik ve çoğulcu demokrasi toplumumuzun varlığını, birliğini ve iç barışı korumak bakımından ekmek ve su kadar vazgeçilmezdir.

2- Farklı dinler ve inanç kümelerini ve aynı dinin farklı felsefi, tasavvufi yorum sahiplerini bir arada tutmak, kaynaştırıp barış içinde yaşatmak gibi bir misyonla (özgörevle) kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın salt İslam Dininin, hatta bu dinin yalnızca Sünnî Mezhebinin hizmetine girmesi asla doğru değildir.

D.İ. (Diyanet İşleri) Başkanlığı kesinlikle;

– Dinler, mezhepler, tarikat ve cemaatler üstü bir kurum olmalıdır. Dinler üstü / dışı bir konumda kalarak faaliyet göstermelidir.

-Özerk, bağımsız bir kurum olmalıdır.

– Siyaset dışı kalmalıdır. Dini siyasete ya da çıkarlarına alet etmek isteyen iktidarlara, partilere, kurumlara,  tarikat ve cemaatlere bizzat D.İ. Başkanlığı karşı çıkmalıdır.

Her türlü tarikat ve cemaatlerle bağlarını koparmalıdır. Eğer bu ana görevlerini yapamıyorsa ya yeniden yapılandırılmalı ya da kapatılmalıdır.

Bunları söylediğim için beni ütopik bulabilirsiniz. Ancak insan hayal ettikçe yaşarmış…

Çağdaş, laik, demokrat, gelişmiş, adil, aklın ve bilimin izinden hiç ayrılmayan hep barış, kardeşlik, dayanışma ve huzur, ebedi olarak da sevgi ve dostluk içinde yaşayan bir devlet, ülke ve toplum dileğiyle…

Ülkemizde laiklik konusunda yaşanan her türlü yanlışlar, bilerek ya da bilmeyerek hatalar ya da kasıtlı davranış ve uygulamalara karşın, ben yine de gelecekten çok umutluyum. Ya siz?

DEVLET BABA VE DEMOKRASİ AÇMAZI ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
26 Haziran 2021

Ataerkil (AS: Pederşahi) toplum genelde baba egemenliğine dayalı toplumdur. Ailenin her türlü taşınmazları babaya tapuludur. Hasat edilen ürünler, elde edilen gelirler babaya aittir. Aile mallarının alımı, satımı ve harcanmasına baba karar verir. Evdeki kadınların, anne ve çocukların yaşları ve konumları ne olursa olsun, babaya koşulsuz itaat etme zorunlulukları vardır.

Evliliklere, eş seçimine, kimin hatta ailede kimlerin okula gidebileceklerine baba karar verir. Ayrıca ataerkil (AS: Patriyarkal) düzendeki baba, yaptığı işler, harcamalar ve verdiği kararlarda kendini tamamen (AS: tümüyle) özgür sayar. Kişisel olarak hiçbir konuda hiç kimseye hesap verme gereksinimi duymaz. Hem ekonomik varlığını ve hem de yönetme erkini kimseyle paylaşmaz. Kendisinden hesap soranları asi kabul eder, hatta evden kovabilir. Aile bireylerini eğitmek, beğenmediği yaşam biçimlerine karışmak ve kendi istediği kıvama getirmek de babanın görevidir. Burada karışmadaki (müdahaledeki) kasıt, çocukların değil, yetişkinlerin yaşam biçimine karışmadır. Yetişkinlerin büyüdüklerini ve vesayet (AS: korumanlık) altında olmadıklarını kabul etmemektir.

Sözün özü;

  • Bir toplumda bireyler özgürleşmeden, ailenin ergin (reşit) bireyleri, özellikle de kadınlar, başta kendileri ile ilgili olanlar olmak üzere, ailede söz ve karar sahibi olmadan eşitlikçi ve demokratik aile kurulamaz.

Bireyleri ve aileleri vesayet (AS: korumanlık) altında olan; resmi ve resmi olmayan dogmatik geleneksel değerlerle eğitilen bir ülkede toplumsal ve kurumsal yapılar da demokratikleşemez. Çünkü ataerkil vesayet (AS: babacıl korumanlık) sistemi (dizgesi) demokrasinin, özgürlüklerin, hukukun ve adaletin gelişmesinin önünü tıkar.

Böyle ülkelerde, toplumsal sarsıntılar ve sorunlar çoğaldıkça halk, kendi zihniyetini (anlayışını) değiştirmek ve özgürleşip, iktidar gücünü ele alıp demokrasinin yolunu açmak yerine, kendince bir kurtarıcı aramaya koyulur. Yani kendi ideolojisine uygun, daha yetkin ve daha karizmatik bir baba (vasi) arayışına yönelir. Söz konusu kısır döngü hep böyle sürer.

Böyle durumlarda o ülkede, dinci, ırkçı, milliyetçi, liberal, kapitalist, sosyalist, komünist… bol sayıda partiler kurulur ve vatan kurtarıcı figürler ortaya çıkar. Çoğu zaman, adları ve programları ne olursa olsun, genelde hepsi de vesayetçi ve babayanî (babacıl) oldukları için bunların arasında da yoğun bir rekabet ve hatta şiddete dayalı suçlama ve düşmanlıklar oluşabilir. Genelde partiler arası rekabet, ekonomik projeler ve topluma refah (gönenç) sağlayacak programlar yerine, dinsel ve kültürel (ekinsel) kavramlar; vatan, millet bayrak…gibi hamasi değerler üzerinde yoğunlaşır.

Kesin çözüm şudur: Kendisini baba ya da vasi (koruman) halkı sürü, şahsını da bu sürünün çobanı görüp topluma velilik ya da vasilik yapmak isteyenleri iktidar yapma yerine; DOĞRUDAN HALKI İKTİDAR YAPMAK GEREKİR. Gerçek demokrasiler ancak böyle boy verebilir. Çünkü demokrasiler ve vesayet (korumanlık) rejimleri birbirine zıttır.

Halk egemenliği ya da MİLLİ İRADE (Ulusal İstenç) tepeden tabana doğru değil, tersine tabandan tepeye yön veren bir iradedir (istençtir). İktidar olanların yetki çemberini tabandaki halkın demokratik iradesinin (istencinin) sınırları belirler.

  • Demokrasilerde hiç kimse, halktan almadığı bir yetkiyi kullanamaz ve kendisin de bağlı olduğu anayasal düzeni bozamaz.
  • Siyasal yönetimin patronu iktidarda olanlar değil, Halktır.

Öyleyse ne yapmak gerekir?

Bireyler, aileler ve toplumların tam olarak, erginlik ve yetkinliğe ulaşabilmeleri, hukuku, demokrasiyi, özgürlüğü ve adaleti amacına ve içeriğine uygun olarak yaşayabilmeleri için de DEVLETIN BABALIK GÖREVİNE SON VERMELERİ GEREKİR.

  • Demokrasi ve vesayet bir arada yaşayamaz. Biri varsa öbürü yoktur.

Eğer bir ülkede devletin babalık rolü sona ermezse siyasal iktidarı elinde tutanlar, halkın doğrudan görev verdiği temsilci konumunda olmaz, tersine halka buyruk veren veli ya da vasi konumunda olurlar. Halkın yaşam biçimine karışmayı doğal hakları olarak görürler. Veli ya da vasiye gereksinimi olan toplumlar da halk, henüz yeterli erginliğe ulaşmamış yani rüştünü kanıtlayamamış anlamına gelir. Devlet yönetimine halkın iradesi (istenci) ve gereksinmeleri değil veli ya da vasilerin buyrukları egemen olur.

Ulusal egemenliğe dayalı devlet düzeni giderek yerini kişi ya da lider (önder) egemenliğine bırakır. Başka bir söyleyişle de, ailedeki ataerkil, baba egemenliğine dayalı aile yönetim biçimi devleti yönetenlerin vesayet rejimine taşınmış olur. Mikro ölçekteki baba vesayeti, yerini makro ölçekteki siyasal ve karizmatik önderlere bırakır. Çoğu Orta Doğu, Bazı Uzak Doğu, Afrika ve Güney Amerikan ülkelerindeki durum bu şablona (kalıba) yakındır

Kıssadan hisse                           :

Ya da konuyu bitirirken şunu da açıklıkla belirtmek gerekir :

Ülkemizdeki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin rotası demokrasiye değil; feodaliteye, otoritarizme, yani ataerkil,
feodal, aşırı MERKEZIYETÇİ bir baskıcı düzene yöneliktir.

Bu nedenle de, konuyu halka daha iyi anlatıp demokratik yollarla, yani serbest, özgür ve dürüst seçimlerle güçlendirilmiş ve güncellenmiş parlamenter sisteme geri dönülmelidir.

Özgürlük, bağımsızlık, ulusal egemenlik ve demokrasi kanalları güçlendirilerek;
– yurttaşların yasalar önündeki eşitliği zedelenmeden,
– özgür ve yansız bir basına,
– Güçler ayrılığına,
– Hukukun üstünlüğüne,
– yargı bağımsızlığına…

DEMOKRATİK LAİK VE SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİ ilkelerine yeniden dönmek gerekir.

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3-mart-1924-bir-devrim-gunudur-kutlu-olsun3

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
03 Mart 2020, Ankara

3 Mart 1924’te üç önemli yasa Mecliste kabul edildi. Bunlar
– Hilafetin ilgası (AS: kaldırılması),
– Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması ve
Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. (AS: Öğretim Birliği Yasası)

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

Kuşkusuz ki bu büyük devrim, “Ben cumhuriyeti vicdanımda milli bir sır gibi sakladım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından, henüz Kurtuluş Savaşı başlamadan önce planlanmış, tasarlanmıştır.

Edebiyatımızın ulu çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Çanakkale milli mücadelenin önsözüdür” demektedir. Aslında 3 Mart Devrim Yasaları da “Cumhuriyet Devrimlerimizin Önsözüdür.” 23 Nisan 1920’de Meclisimiz açılmış ve yeni kurulacak Türk devletinin halk egemenliğine dayalı olacağı ilan edilmiştir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve devletin yönetim biçimi belirlenmiştir ama Cumhuriyet’in nitelikleri ve tamamlayıcı yasal ve toplumsal değişiklikler henüz yaşama geçirilmemiştir, Türkiye nasıl bir Cumhuriyet olacaktır? İslam Cumhuriyeti mi, faşist Cumhuriyet mi, teokratik Cumhuriyet mi, oligarşik Cumhuriyet mi? Bu sorular henüz yanıt bulamamıştır.

Attila İlhan Cumhuriyet üç devrim üzerine kuruludur” der.

İlk ikisi olan “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı ve padişaha karşı demokratik devrim” aşamaları geride bırakılmış. 3 Mart 1924’te 3. aşama olan “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü”için harekete geçilmiştir.

  • Bu 3 yasanın her biri başlı başına birer devrimdir.

O yüzden bu 3 yasanın kabul edildiği günü kutlayan Cumhuriyet Aydınları, bu yasalara “3 Devrim Yasası” adını vermiştir.

Bugünden baktığımızda bile bu yasaların geçmesinin ne denli zor olduğu ortadır. Okuma – yazma oranı diplerde, yıllarca dinci taassupla (AS: bağnazlıkla) yetişmiş ve Halifeye kul olduğunu düşünen bir ümmete karşın, bu Büyük Devrim kararlılıkla yalama geçirilmiştir.

Mecliste bu yasa geçerken neler olduğunu Mahmut GOLOĞLU’nun İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-1 (1924-1930), Devrimler ve Tepkileri kitabından aktaralım:

“Meclis Başkanı Fethi Bey, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşının ‘Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması’ hakkında bir yasa önerisi verdiklerini, bu teklifin de ötekiler gibi, Komisyonlara gönderilmeden hemen görüşülmesinin istendiğini bildirdi. İstek kabul edildi ve teklif okundu. Teklifin gerekçesinde şöyle deniyordu:

Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde ‘Halifelik Makamı’nın varlığı nedeniyle Türkiye, iç ve dış politikasını 2 başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve ulusal yaşantısında ortaklık kabul etmeyen Türkiye, görünüşte ya da dolaylı ikiliğe dayanamaz. Yüzyıllardan beri Türk milletinin felaket nedeni ve sonunda fiilen ve antlaşmalı olarak Türk İmparatorluğu’nun çökmesine vasıta olan Padişah Ailesi’nin, Halifelik kılığı içinde, Türkiye’nin varlığına daha da etkili bir tehlike oluşturacağı ağır deneyimlerle kesin olarak anlaşılmıştır. Bu ailenin Türk ulusu ile ilişkili olan her durumu ve gücü, ulusal varlığımız için tehlikedir. Esasında Halifelik, ilk İslam emirliklerinde, ‘hükümet’ anlam ve görevinde ortaya çıkarılmış olduğundan, bütün dünya ve din görevlerini yerine getirmekle yükümlü olan çağdaş İslam hükümetlerinin yanında ayrıca bir halifelik makamı bulunmasının nedeni yoktur. Gerçek budur. Türk milleti kurtuluşunu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez.’ “

Halifeliğin kaldırılışı tek başına çok büyük devrimdir.

Eğer halifelik kaldırılmasaydı Türkiye Cumhuriyeti ulusal sınırları içinde, üniter (AS: tekil) bir ulus devlet olmak yerine tüm müslüman nüfus üzerinde sorumluluk iddia eden ama somut hiçbir yaptırım gücü olmayan uluslararası hukuk bakımından da tartışmalı bir yapının taşıyıcısı olarak büyük riskler üstlenecekti.

Hilafet kaldırılmasaydı Cumhuriyet’in ilanının fiilen bir hükmü de olmayacaktı zira halifelik makamı bir vesayet makamı olarak etkisini sürdürecekti.

En önemli sonuçlarından biri halifelik kaldırılmasaydı asla laiklik kabul edilemeyecekti (5 Şubat 1937).

Halifelik kaldırılmasa Türk Medeni Kanunu kabul edilmeyecek, yurttaşlık ve kadın devrimimiz yapılamayacaktı (17 Şubat 1926).

Halifelik kaldırılmasa hukuk devrimimiz yapılamayacaktı.

Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi Yasasının kabulünün gerekçesini anlamak için Atatürk’ün şu sözünü iyi değerlendirmek gerekir:

  • “Eğitimdir Ki Bir Milleti Ya Hür, Bağımsız, Şanlı, Yüksek Bir Toplum Halinde Yaşatır Ya Bir Milleti Kölelik ve Yoksulluğa Terk Eder.”

Yine dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf ÇINAR, öğretmenlere bir seslenişinde:

Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” demiştir.

Bu iki büyük ve önemli söz, öğretimin birleştirilmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamaya yetmektedir çünkü Atatürk, yeni kurulan “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” demiştir, kültürden kasıt laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen gençler, kuşaklar ve bir toplum yaratmaktır. Ulus birliğini, kültür birliğini sağlamanın en etkili yolu öğretimde birliği sağlamaktır. Bu nedenle Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile o dönem henüz kapatılmayan (30 Kasım 1925) tarikat ve cemaat medreseleri de yabancı azınlıkların okulları da dahil olmak üzere tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na başlanmıştır.

Şeriye ve Evkaf Vekaleti Osmanlı tarihinde şeyhülislamlık kurumuna denk gelen modern devlet yapısında yeri olmayan bir organı ve kaldırıldı, temel görevi çıkarılan yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi idi ve başlı başına bir vesayet organıydı. Kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırılarak Türk Ordusunun yönetimi Vekiller Heyetinden (AS: Bakanlar Kurulu) çıkarılarak bağımsız bir yapı olan Genel Kurmay Başkanlığı’na verildi. Bu sayede Ordunun siyasal etkilerden uzak kurumsallaşması amaçlandı ve bu yapı çok da başarılı oldu.

Bu 3 devrim yasası ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi kurulmuştur.

Gerçekte 3 Mart 1924 Laikliğin Türkiye’de filizlenmeye başladığı gündür.

3 Mart Devrimci bir gündür kutlu olsun !

Seçilen ve atanan

Seçilen ve atanan

Örsan K. Öymen
26.8.19, Cumhuriyet
Demokrasi halk yönetimi anlamına gelir. Demokraside halk, kendi seçtiği temsilcileri vasıtasıyla, yönetimde egemen olur. Bu nedenle demokrasiye halk egemenliği de denir. Bu bağlamda demokrasi, halkın egemen olmadığı monarşi, oligarşi, teokrasi gibi sistemlerden keskin bir biçimde ayrılır. Monarşi tek kişinin egemenliğidir, oligarşi belli sınıfların egemenliğidir, teokrasi de “Tanrı”nın egemenliğidir.
Ancak halk egemenliğinin gerçekleşmesi için belli koşulların sağlanması gerekmektedir. Bu koşullar şunlardır:
1) Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem.
2) Yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı, yürütmenin emrinde olmayan bağımsız yasama ve bağımsız yargı.
3) Düşünce, ifade, basın, yayın ve örgütlenme özgürlüğü.
4) Laiklik; yani devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarının dinden arındırılması, dinin bu alanlara müdahale etmemesi ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanması.
5) Ekonomik ve sosyal adalet.
6) Vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum.
Söz konusu koşulların yalnızca birisi veya birkaçı değil, tümü sağlanırsa, demokrasiden ve halk egemenliğinden söz edilebilir.
Türkiye’de günümüzde bu koşulların hiçbiri geçerli değildir.
Dolayısıyla Türkiye’de bir halk egemenliğinden ve demokrasiden söz etmek kesinlikle olanaklı değildir. 

Türkiye’de yukarıdaki koşulların tümünün sağlandığı bir dönem de hiçbir zaman var olmamıştır. Örneğin ekonomik ve sosyal adalet ile vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bu yönde mücadelenin verildiği dönemler olmuştur, ancak bu mücadele başarıyla sonuçlanmamıştır. Ancak yine de, 1961-1971 ve 1972-1980 yıllarının, bu koşulların en üst düzeyde sağlandığı dönemler olduğu söylenebilir.

Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem;
yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı;
düşünce, ifade, basın, yayın, örgütlenme özgürlüğü
ve laiklik koşulları

bu dönemlerde büyük ölçüde yürürlükteydi. Ancak bunların kısa bir dönemde sağlanmış olması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için yeterli olmadı. Olamazdı da, çünkü demokrasi yarı zamanlı bir meslek veya hobi değildir. Demokrasi ciddi bir şeydir ve gerçekleşmesi için büyük emek ister.

  • Demokrasi feodal zihniyetli tembel siyaset ağalarının ve devleti kendi çıkarları için işgal ve talan edenlerin işi değildir.
  • Günümüzde, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda olduğu dönemde, demokrasinin söz konusu altı önkoşulunun hiçbiri kalmamıştır.
  • Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivil iktidar dönemlerinde bir ilktir.
  • Türkiye Cumhuriyeti Anayasası fiilen ortadan kaldırılmıştır. 

Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin elinde yalnzca çok partili serbest seçim kalmıştı, ancak o da büyük darbe yemiştir. Güneydoğu Anadolu’da seçilmiş belediye başkanlarının daha önce de görevden alınıp yerine kayyım atanması; AKP’li seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp yerine belediye meclisinden kişilerin atanması; 31 Mart İstanbul belediye seçiminin yasaya ve hukuka aykırı bir biçimde iptal edilmesi ve son olarak, geçen hafta, ortada bir suç ögesi bulunduğuna ilişkin kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanması, halkın verdiği oyların yok hükmünde sayılması, Türkiye’nin içine sürüklendiği büyük felaketin göstergeleri arasındadır.

  • 12 Eylül askeri darbesinin bile başaramadığını, AKP-MHP iktidarı başarmıştır.

Emperyalizm Türkiye’ye demokrasiyi çok görmüştür ve Türkiye’yi Ortadoğu’nun geri kalmış ülkeleriyle aynı kategoriye sokmaktadır.

  • Bir sonraki aşama, Türkiye’nin iç savaşa sürüklenip parçalanmasıdır.
  • Türkiye’de yürütülen operasyonun nihai amacı, dinci-laik, Sünni-Alevi ve Türk-Kürt arasında bir çatışma ortamı yaratmaktır.
  • Bunu da, seçilmiş gibi görünüp, aslında atanan AKP-MHP iktidarı yürütmektedir.
  • AKP’yi, MHP’yi, Erdoğan’ı ve Devlet Bahçeli’yi kimin atadığı ise gayet açıktır! Kenan Evren’i kim atadıysa, onları da aynı güç atamıştır!

Yılmaz ÖZDİL : YENİ ANAYASA

YENİ ANAYASA

Yılmaz ÖZDİL
SÖZCÜ, 11.02.2017

Atatürk, memleketin tapusunu kendi üstüne geçirebilirdi, 600 senedir kul olarak yaşayan toplum bunu yadırgamaz, kabullenirdi. Ama öyle yapmadı. Egemenliği saraydan aldı, millete verdi.
*
Aynı dönemlerde… Almanya’da Hitler iktidar oldu.
İtalya’da Mussolini başa geçti, İspanya’yı Franco teslim aldı.
Portekiz’i Salazar yönetiyordu, Rusya’da Stalin hakimdi.
Polonya’yı darbeyle iktidara gelen mareşal Pilsudaski eziyordu.
Macaristan’ı kral naibi ayaklarıyla amiral Horthy inletiyordu.
Romanya’da kral vardı, Yugoslavya’da kral vardı.
Avusturya’da çar vardı, Arnavutluk’ta cumhurbaşkanı Zago kendini kral ilan etti.
Yunanistan’da general Metaksas darbe yaptı, cuntayla yönetti, İsveç nazi yandaşıydı.
*
Elinde her türlü imkan varken sadece Atatürk demokrasiyi tercih etti.
*
Diktatör, kral, çar… Avrupa’da o dönemde, İngiltere, Fransa ve Türkiye dışında,
halk egemenliğiyle yönetilen başka ülke yoktu.
Demokrasi kavramı, 2. Dünya Savaşından sonra yayıldı.
*
Avrupa’ya henüz demokrasi gelmeden çoook önce, Atatürk döneminde hazırlanan
1924 Anayasası, halk egemenliğine dayalı, meclisi yücelten “demokrasi anayasası”ydı.
Türkiye çok partili rejime 1924 anayasasıyla geçti. Tarihimizin en uzun ömürlü anayasası oldu.
*
Ve dün… 100 sene sonra 100 sene ileriye gideceğimize 100 sene geriye gittik.
*
Saraydan alınıp halka verilen egemenliği, halktan alıp saraya geri veriyorlar.
Meclisi feshedip her yetkiyi tek kişiye devrediyorlar. 
*
Ve sen hâlâ bön bön bakıp, acaba bundan sonra neler olacak diye merak ediyorsan?
*
Allah’ın lütfu Atatürk sayesinde deneme-yanılma’dan kurtulmuştun…
Deneme-yamulma‘yla öğrenirsin!
=====================================
Teşekkürler değerli Yılmaz Özdil

Sevgi ve saygı ile.
12 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Faili Meçhuller: Neden ve Niçin?

Dostlar,

ADD’de 2004-6 döneminde kendilerinin Genel Başkan,
bizim de Gn. Başkan Yrd., zaman zaman Gn. Başkan Vekili olarak görev aldığımız dostumuz sevgili Kazancı, aşağıdaki nefis makaleyi 24.1.14 günü Cumhuriyet’te yayımladı.

Gazete, farklı bir biçemle yazı içinde devrim şehitlerinin fotoğraflarını serpiştirdi.. İyi oldu bize göre..

Makaleyi, pdf olarak özgün biçimiyle görmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Faili_Mechuller_24.1.14

Sn. Kazancı’nın makalesinin tam metni ayrıca aşağıda..

Teşekkürler sevgili Kazancı..

Sevgi ve saygı ile.
25 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Faili Meçhuller: Neden ve Niçin?

Ertugrul_Kazanci_portresi


Av. Ertuğrul L. KAZANCI
Eğitimci, Hukukçu
Cumhuriyet, 24 Ocak 2014

 

 

  • Kemalist ideoloji esaslarına bağlı; ilerici, toplumcu ve devrimci sistem yeniden inşa edilmelidir. Yoksa harami ve canilerin verdiği acı ve Sömürüler “bertaraf” edilemez. Her biri birer değer olan
    “Namus erbabı” da cesaretlerine karşın, “namussuz” düzenin saldırısından kurtulamaz.

Günümüzdeki Türkiye’de hâlâ ortaya çıkarılmamış siyasal katliamların yıllara dayalı ağırlıkları vardır. İnsan hakları ihlâlleri ve “iade-i muhakemeler” gerektiren adil yargı özlemleri dile getirilmektedir. Sömürü ve yolsuzlukların diz boyuna çıktığı manzara da ortadadır. Kısacası halka düşman bir düzen, aşılamamıştır.

Kamuya zararlı totaliter payandalı liberalizm, her karışıklığa kol atar.
“Bir lokma, bir hırka” tuzağını teşhir ederek haksızlıklara karşı dikilenler de çilelerden kurtulamazlar. İşte memleketimizin gerçeği budur. Eğer bir ülkede
ideal devlet işleyişi yoksa cinayetlerden, talancılıklara dek tüm kötülüklere gizemli şallar atılır. Gizemli şalların rüzgârı da kapitalizmin; tutucu, şöven, teokratik
hurafe ve safsatalarıyla, yolsuzluklarından güç alır.

Türkiye’de halk egemenliği esas alınarak kurulan Cumhuriyete duyulan saygınlık; saydamlığı yeğlemesi ve karanlık işleri dışlamasından ileri gelir. Türkiye Cumhuriyetini yalnızca halkın kendisi yönetmiştir. Devrimci felsefe,
içli-dışlı “eşkıyayı” ulusumuzu ilgilendiren konulara yanaştırmamıştır. Rejim, örtülü eylemlerden “medet” ummamış, “devlet sırrı” safsatası ardına hiç gizlenmemiştir. Her şey apaçık yürütülerek suç ve ceza işleyişinde kamuoyu bilgilendirilmiştir.

Yergiler yöneltilen “Ebedi ve Milli Şef’ler” nitelemeli dönemlerde;

ne toplumsal güvensizlik,
ne faili meçhuller ve
ne de hesabı sorulmamış talancılıklar vardır.

Kalkınmayı amaçlamış demokratik bir ülkedeki insanların yaşamlarından çekilen fotoğraf ve filmlerinden mutluluklar yansımaktadır.
Atatürk’ün deyişiyle: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk” yani ulus,
gurur içindedir.

“Kemalist” devlet işleyişine bir göz atınız. Hiçbir faili meçhul hâl,
bir tek gizlide kalmış siyasal cinayet var mıdır? Bunun yanı sıra,
devlet yönetimindeki yolsuzluk “şaibeleri” de meçhulde kalmamış,
üstleri kapatılmamıştır.

Sonrası                    :

Siyasal cinayetlerden yolsuzluklara dek her türlü sorunun ülkemizin başına gülleler gibi yağmasındaki sorumluluk, 1950’ler sonrasınındır. Atatürk devrim ve ilkeleri,

  • “Bizi yutmak isteyen kapitalizm ve
    bizi mahvetmek isteyen emperyalizmle”

yer değiştirmiştir. İktidarlar; ayırımcı, çıkarcı ve ezici odaklara bağlıdır.
“Tam bağımsızlık” ve halkçı-devletçi ekonomi terkedilmiştir.

ABD’nin CIA, İngiltere’nin MI6 örgütleri eliyle dünyada örgütlenen gizli kurumlar, Türkiye’de de konuşlanarak cirit atmaya başlamışlardır. Çünkü “dost ve müttefik” tanımlanan bir ülke, iktidarlar eliyle onlara kucak açmıştır. 1946 yılından bu yana 50’den çok devlette hükümet darbesi ve 25 dolayındaki ülkede işgal yapanlar, sürekli yeraltı örgütlerinin karmaşa (kaos) örgütlemesiyle yola çıkmışlardır.

Ayrıca Türkiye, çokuluslu şirketlerin yağmaladığı açık pazar konumuna düş(ürül)müştür.

Ülkelerdeki devrimci aydınlarla uğraşma, işte bu tertiplerin işidir.
İlerici ve toplumcu her adım ve atılımın öncüleri hedef tahtası varsayılmıştır.
Mc Carthy kafasıyla iş gören yerli ve yabancı silahlı köstebekler,
devlete güveni sarsmışlardır.

İnönü 1961-65 yıllarını kapsayan son Başbakanlığında, ABD finanslı ve karanlık işlevli Özel Harp Dairesi’ni bütçe araştırmasıyla ortaya çıkarmıştır.

Başbakan İsmet İNÖNÜ;

  • “Bir talimat veriyorum, 5 dakika sonra ABD B. Elçisi, bilgili olarak karşıma dikiliyor. Ben devleti böyle bırakmamıştım.” derken,

devletin geldiği durumu işaret etmektedir.

  • ”Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünya içinde yerini bulur.”

yaklaşımındaki İnönü’nün, dış ve iç gerici-tutucu işbirlikçiler eliyle 1965’te,
ABD’de iken güvenoyu alamayıp iktidardan düşürüldüğü de belleklerdedir.

Derin yapılanmalar             :

Sonraki yıllarda işbirlikçi derin yapılanmalar yeniden güçlenmiştir.
Faili bilinmeyenlerdeki; dış bağlamlı ve iç tertipli etmenlere zamanla
akıl erdirilmiştir. Devleti eşkıya ile el ele tutuşturma politikalarına en yalın örnek “Susurluk” olayı değil midir? Nicesinin “devlet adına görevlendirildiği” öyküleri üst üste deşifre olmamış mıdır? 1974 yılında Başbakan Ecevit’in:
Özel Harp Dairesi’ni, Org. Semih Sancar’dan duydum.” demesi de
ayrı bir ilginçliktir.

Devletin görev ve sorumluluğu; yurttaşın dirliğini koruyup, kollamaktır

Saygın bir siyasal iktidar, kamu düzenine kastedenleri arar, bulur ve cezalandırır.  Ama ülkemizde; İpekçi, Mumcu, Kışlalı, Aksoy, Üçok, Hablemitoğlu, Türkler, Dursun, Köksal,  Karafakioğlu, Okkan, Doğanay, Emeç, Öz, Cömert, Kutlar, Özkan ve öbürrlerine ilişkin işleyeni (faili) bilinmeyenler (meçhuller) aydınlanabilmiş midir?

Org. Eşref Bitlis cinayeti ne olmuştur?

Prof. Cavit Orhan Tütengil’in yargıdaki yitik dosyası nerededir?

Emperyalizmin bu ülke ve ulusun işlerine karışmasıyla birlikte başlayan süreçte, neden ilerici ve toplumcular sürekli hedeftir?

Zindanlar ve cana kasteden saldırılar, niye hep onların yaşamsal tutarak
halkçı-devrimci görüşler savunmanın onulmaz bedelleri karşılarındadır?

Sonuç                    :       

Kemalist ideoloji esaslarına bağlı; ilerici, toplumcu ve devrimci sistem yeniden inşa edilmelidir.

Yoksa harami ve canilerin verdiği acı ve sömürüler “bertaraf” edilemez.
Her biri birer değer olan “Namus erbabı” da cesaretlerine karşın,
“namussuz” düzenin saldırısından kurtulamaz.

********