Etiket arşivi: HABEAS CORPUS

Her şey çok mu güzel olacak?

Yavuz Alogan
Yavuz Alogan
yalogan@gmail.com
16 Aralık 2022, https://www.veryansintv.com/her-sey-cok-mu-guzel-olacak/ 

featured

Nasıl gerçekleştiği bilinmeyen birden çok eşzamanlı olayın etkileşerek ortaya çıkardığı, sonuçları öngörülemeyen duruma belirsizlik diyoruz.

Belirsizlik durumunda birbirinin yolunu kesmeye ya da açmaya çalışan, politik iradelerini farklı siyasî hayat (siyasal yaşam) koşullarında oluşturmuş güçlerin konumunu ve hızını, dolayısıyla imkân ve kabiliyetlerinin (olanak ve yeteneklerinin) olayları etkileme derecesini ölçemezsiniz. Bir bakıma bu, Alman fizikçi Werner Heisenberg’in “belirsizlik prensibi”ne (1927) benzer. Bu prensibe (ilkeye) göre bir kuantum parçacığının hem konumundan hem de hızından aynı anda emin olamazsınız.

Siyasal toplumun bütün parçacıkları, belirsizlik durumunda doğayı taklit eder. Her bir parçacık yaşamda kalmak ya da gücünü artırmak için konumunu ve hızını değiştirir, böylece çarpışmalar başlar. Her çarpışma her bir parçacığın konumunu ve hızını bir kez daha değiştirerek öngörülemeyen, beklenmedik sonuçlara yol açar. Konumunu değiştirip hızını artırarak bir bilardo topu kümesine çarpan tek bir topun, bütün topların konumunu değiştirmesini ve her bir topun kazandığı hızın yol açacağı çarpışmaları düşünelim.

İmamoğlu’na verilen ceza tam da böyle bir etki yaratmış, belirsizliğe yol açmıştır.

Belirsizlik durumunda kesin sonuçlu analiz yapmaya kalkışmadan, tekil durumlara yol açan etkenleri anlamaya çalışmak gerekir. Önce anlayacaksınız ki analiz edebilesiniz. Anlamadığınız şeyi nasıl analiz edeceksiniz? Anlamak için de bilgiye ulaşmanız gerekir. Bilgisine ulaşamadığınız olayı anlayamazsınız. Olsa olsa yarım yamalak, çelişkin bilgilerle anlamaya çalışırsınız. Bunun üzerine bir de kesin sonuçlu analiz bina ederseniz belirsizliğe katkıda bulunmuş olursunuz.

Ayrıca sınıfsal tabanı olmayan, etnik ve mezhepsel olarak bölünmüş, çoğu ülke dışından kurgulanmış, komplolarla kurulmuş ya da hizaya sokulmuş, geçmişten gelen hiçbir siyasal geleneğin temsilcisi olmayan, sağ-sol-merkez gibi bir konumda yer almayan, mafya tarzında yönetilen, iç ve dış komplolara göre konum alan partilerin nesini analiz edeceksiniz?

Üstelik ülkede başta anayasa olmak üzere neredeyse her yasa kezlerce göz göre göre ihlal edilmiş, en temel hukuksal güvence olan adil yargılanma hakkı, hâkim teminatı / yargıç güvencesi (habeas corpus) (AS  Habeas Corpus, 1679 tarihli İngiliz kişi dokunulmazlığı belgesidir) siyasetin kaprislerine feda edilmiştir. Böyle bir yerde orman yasası işleyecek ve hiç kimse kurduğu oyunun sonucundan emin olamayacaktır.

O hâlde detektif gibi düşünmek gerekir. Detektif düz ve basit mantık yürütür, kestirmeden giderek kanıttan sonuca ulaşmaya çalışır. Fakat deliller (kanıtlar) kesin değilse faili (eylemciyi) bulmak yine zorlaşır. Bu durumda bir spekülasyon aralığı açılır, herkes kendi meşrebine ve niyetine göre delil icat edip (kanıt uydurup) yorum yapmaya başlar. Fakat bu aralık geçicidir; bir zaman sonra mutlaka kapanacaktır; barika-i hakikat (hakikat güneşi) kimilerine ışık, kimilerine karanlık gölgeler getirerek ortaya çıkacaktır.

Spekülasyon aralığından bakıldığında görülenler şunlardır:

Sayın Reis, seçim öncesinde İBB’ye çökerek İstanbul’da yuvalanan ve arpası kesilen tarikat ve cemaatleri sevindirmek, kentin kaynaklarına el koyarak yandaşlarını coşturmak istemiş olabilir.

Ancak, deneyimli Reis’in bu denli ucuz bir kazanım uğruna orta erimde ağır bir imaj yitiğini göze alması pek olanaklı görünmediği için, Saray’da yuvalanmış bir kliğin bu tezgâhı kurup işletmiş olması da olasıdır. Evrensel ve tarihsel olarak Saray, tanımı gereği, farklı çıkarların çatıştığı, ajanların ve kliklerin Kralı etkilemek için örtülü etkinlik  yürüttüğü bir entrika yuvasıdır.

Temyiz süreci kısa sürer ve karar onaylanırsa, Reis’in İstanbul’u geri almak istediği; temyizde karar bozulur ya da süreç zamana yayılırsa Reis’ten habersiz tezgâh kurulduğu anlaşılır.

Kılıçdaroğlu’nun aldatılarak Almanya’ya gönderildiği ve oradan apar toprak getirilerek madara edildiği anlaşılmaktadır. Genel Başkan’ın Almanya’dan dönerek partililerine hitap etmesini beklemeyen İmamoğlu’nun, yüzünde “Rabbiyessir” gören ve Cumhurbaşkanı olması için kendisine neredeyse davul zurnayla destek veren Akşener’i, karar açıklandıktan sonra Saraçhane’de kürsüye çıkarması tek kelimeyle siyasal bir skandaldır. İnsan genel başkanını bekler!

İmamoğlu’nun “tarihsel” konuşmasında  birkaç kez İstanbul’u bütün Türkiye’yle birlikte anarak, “gençliğim var … bu omuzlar her yükü taşır” diyerek genişlettiği tesir sahası (etki alanı), Kılıçdaroğlu’nun “16 milyon seni kucaklıyor” sözleriyle daraltılmış, Akşener’in “16 değil, 85 milyon senin arkanda” sözleriyle yeniden genişletilmiştir. İki adamın Cumhurbaşkanlığı için rekabet ettiği açıkça görülmektedir. Sayın Saray rakip olarak karşısında Kılıçdaroğlu’nu istemekte, İmamoğlu’ndan ise çekinmektedir.

Altılı Masa’daki beş başkanın Kılıçdaroğlu aday olmasın diye İmamoğlu’na razı olması olanaklı, karışıklık durumunda Meral Hanım’ın aradan sıyrılıp aday olması ise olasıdır.

CIA ajanı Henry Barkey, İmamoğlu’nun mahkûm edilmesinden sonra iki büyük yitirenden birinin Erdoğan, öbürünün ise “cumhurbaşkanlığı için ortak aday olacağını sanan” Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu söylemiştir.

Küresel sistemin İmamoğlu’nun kişiliğinde ve toplam formasyonunda Zelenskiy ya da Şaakaşvili gibi seçilmiş adamları andıran bir gevşeklik, kolayca doldurulabilecek bir zihinsel boşluk gördüğünü anlıyoruz. ABD ve AB’nin siyasal toplumu “demokrasi” adına CHP-İYİP-HDP koalisyonuna doğru bükmeye çalıştığını, Saray’ın ise bu gereksinimi anlayarak mutasavver  (tasarlanan) koalisyonun yerine getirmesi beklenen göreve istekli olmaya çalıştığını ama siyaseten katettiği yol böyle bir rol değişikliğine elverişli olmadığı için, tuhaf ve çaresiz bir manzara arz ederek debelendiğini görüyoruz.

Bu bükme çabasının AKP’nin gerileme sürecinde nasıl sonuç vereceğini, gerçekçi bir değişim bekleyen halk kitlelerinin her şeyin çok güzel olacağına nasıl ikna edileceğini doğal olarak bilemiyoruz. Ancak olayların RAND Corporation’ın Ocak 2020 tarihli raporuna şimdilik uygun biçimde geliştiğini görebiliyoruz. Raporda “otokrat Erdoğan’ı devirebilecek en zorlu aday Ekrem İmamoğlu” denmektedir.

İmamoğlu’nun İngiltere Büyükelçisi ile baş başa balık yediğini ve ülkesine döndüğünde İngiliz istihbarat servisi MI6’nın başına geçen Büyükelçi’ye, 11 Nisan 2020’de, “Türkiye sevginizden hiç şüphemiz yok, Mr. Moore! Organize kötülük her yerdedir, ancak Türk insanı her zaman kimin dostu olduğunu bilir!” diye şaklaban bir tivit attığını ben kişisel olarak unutmam.

  • Ancak ilkel toplumlar ya da sömürge ülkelerin çaresiz halkları,
    yabancı devletlerin “kurtarıcı” diye parlattıkları adamların peşinden giderler.

Belirsizliğe karşın, Saray’ın aşırılığı karşısında Altılı Masa’nın halkı sokağa çağırmak zorunda kalması olumlu bir gelişmedir. Halk yolunu sokakta bulur. Bir dizi ara evreden geçilecek, her evre mevcut gerici ve baskıcı yapıyı biraz daha çözecek, ortaya yeni güçler ve kimsenin öngöremediği bir dizi sonuç çıkacak, her şeyin nasıl çok güzel olacağı zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Bu aynı zamanda bir uyanış sürecidir.

  • Şimdilik, siyasal İslamcı diktatörlükten daha kötü bir seçenek yoktur.

Bertaraf edilmesi (uzaklaştırılması) gereken tehdit ve tehlike sıralamasında Saray birinci sırada, Altılı Masa ise ikinci sırada yer almaktadır.

 

ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ’NDE ‘KRAL ÇIPLAK!’

ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ’NDE
‘KRAL ÇIPLAK!’

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün 10 Ocak Dünya Çalışan Gazeteciler günü olarak takvimlerde yer etse de, Türkiye için bir utanç günüdür. Mesleğini icra edebilen gazetecilere tebrik için var olan bugün, mesleğini icra etmesine müsaade edilmeyen, hapishanelere tıkılan onca gazeteci olduğu için, maalesef ülkece kafamızın önümüzde olması gereken bir gündür. Gerçeğin köprüsünün başında bir zorba gibi dikilen AKP, hapsettiği gazetecilerle basın özgürlüğü konusunda ülkemizi 199 ülkeden 163. sıraya geriletmeyi başarmıştır.

Hakikatin kıymetini korkuya değişen ya da konfora satan havuz medyasının hakimiyetinin yükseldiği bir ülkede, inadına doğruyu söyleyenler ya mahpusta ya da mahpusta olma hazırlığındadır. Ülkenin daha da karanlık cenderelere girmesine neden olan gelişmeleri iktidardan dahi daha hararetli savunan ‘gazeteciler’ her köşe başını tutmuşken,
“kral çıplak” diyenler, büyük bir tehdit altındadır.

Herkes bilmelidir ki ülkemizdeki tutuklu gazeteciler sorunu, sadece medyayı ilgilendirmemektedir. Gerçeğin köprüsünün başındaki bu Deli Dumrulluk hali, bu zorbalık, sadece tutuklanan gazetecilerin hürriyetini değil, yurttaşların da haber alma özgürlüğünü
gasp etmektir.

HAKİKAT, YOLDAŞLIK KURAR

Biz eğitimciler, gerçek ile; bilim ile; doğru ile davranarak, geleceğimizin güvencesi olan yavrularımızı bu ilkelerle yetiştirmeye adanmış insanlarız. Hakikatin şaşmaz terazisinin kıymetini yüreğinde hissedenleriz. Ve biliriz ki, hakikatin hakkını veren gazetecilerin olmadığı bir ülkede, hangi tarikat yurdunda ufacık yavrulara tecavüz edildiğini kimse öğrenemez,
hangi yobazın yönetimindeki bir kursta ufacık kız çocuklarının cayır cayır yandığını
kimse bilemez, devlet -mecbur olduğu ve ödeneği bulunduğu halde- taşrada bir yere
okul açmadığı için eğitime ulaşmaya çalışan çocukların nasıl tehlikelerle karşılaştığını
kimse öğrenemez…

Fakir Baykurt’un yoldaşı olan öğretmenler için, hakikatin peşini bırakmayan gazeteciler, henüz tanış olunmamış yoldaşlardır. Bilinsin ki; hakikatin namusunu hiçbir güce, vaade satmayan; her türlü baskıya rağmen “gerçekleri” bize ve halkımıza ulaştırma gayreti içinde olan aydın, ilerici, demokrat, yurtsever gazeteci ve yazarlarımızın sonuna dek arkasındayız.

SADECE ‘ÇALIŞANLARIN’ DEĞİL

Bu yüzden Çalışan Gazeteciler Günü’nü, sadece çalışma fırsatı olan gazetecileri tebrik ederek değil, muktedirleri rahatsız ettiği için işsiz bırakılan ya da özgürlüğünden edilen gazetecileri de hatırlayarak kutlamak gerekmektedir.

  • Bizim sohbetlerimizin hararetinde, kralın; tacı, tahtı, kıyafetinin güzelliğini öven adamları değil, o kralın ne kadar da çıplak olduğunu haykıran çocuğun masum cesareti vardır.

Unutmayalım; Cumhuriyetin devrimlerine sahip çıkacaksak bu önce gerçeklere ve onun anlatıcılarına sahip çıkmaktan geçecektir. Tarih boyunca sınandığı gibi: “Gerçeğin kendisi devrimcidir!”

Eğitim-İş olarak, hapishanelerde tek bir tutuklu gazetecinin olmadığı, “kral çıplak” demenin bir beyan kabul edildiği bir Türkiye için mücadele edeceğimizi vurguluyoruz.

Hakikate ihanet etmeyen, ihanet etmeyenleri asla unutmayan herkesi, “kral çıplak” diye bağıran çocuğun samimiyetiyle kucaklıyoruz.

EĞİTİM-İŞ Merkez Yönetim Kurulu
10 Ocak, 2018, Ankara
===========================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ Genel Merkezi’nin bu gün yaptığı basın açıklaması, siyasal tarihe net biçimde not düşen içeriktedir. AKP Genel Başkanı bu günkü konuşmalarında 15 yıldır sağlanan başarıda (ekonomik!) hukuk devletini ödünsüz uygulamalarının önemli katkısı olduğunu söyleyebildi..

Gerçekten değerlendirmekte zorluk çekiyoruz. Erdoğan ülkemizin durumunu gerçekten böyle mi algılamaktadır, siyaseten mi böylesine davranarak acı gerçekleri halk yığınlarından kaçırmaktadır? Gerçekte her 2 durum birbirinden daha az ürkünç (vahim) değildir.

Çarpıcı bir örneği biz verelim.. Bilindiği gibi İngiltere’nin yazılı – biçimsel (formel) bir Anayasası yoktur. Zamana yayılan, Anayasa değerinde tutulan geleneksel metinler vardır. Bunların ilki taaa 1215’e tarihlenen Magna Carta Libertatum‘dur (Büyük Özgürlük Şartı). 64 maddelik bu görkemli metin, ilk kez, mutlak yetke (otorite) olan ve bu gücünü Tanrı’dan aldığı kabul edilen Kral’ın temel yetkilerinde sınırlamalar getirerek Lordlar Kamarası’nın temelini atmıştır. İlerleyen yıllarda 1679 tarihli “Habeas Corpus” oldukça önemli bir hak ve özgürlükler bildirgesidir. Buna göre,

  • “Korkma, Kralın adamları seni haksız olarak tutarsa,
    bağımsız yargıçlar ilk fırsatta seni salıverecektir..”

Açıkça ve kestirmeden söyleyelim – saptayalım                 :

1. Türkiye’de devr-i AKP’de temel insan hak ve özgürlükleri, İngiltere’de yayınlanan 1679 tarihli Habeas Corpus‘tan daha geridir!

2. AKP iktidar olduğunda ülkemizin demokratik düzeyi 100 birim kabul edilirse,
16. yılda bunun %95’i eritilmiş, kala kala ne yazık ki %5’i ancak kalabilmiştir!

Durum tam da budur ve gerisi boş sözdür (laf-ı güzaftır..) !

AKP ya az eğitimli kitleleri aldatmaktan vazgeçecektir ya da içine düştüğü şizofrenik durumdan (gerçeklikten koparak düşler dünyasında yaşamak kurtulacaktır. Tersinde dayatırsa
ne ya da neler olabilir, kestirmek hem çok güç hem de değil.. Nitekim Erdoğan bu gün kaymakamlara seslenirken, “mezhep temelli (O ‘mezhebi’ diyor ne yazık ki!) çatışmalar çıkarmak isteyenlerin olduğunu belirtti ve kaymakamların bunu engellemesini istedi.

Gerçekte Sünni İslamı ülkeye Devlet şiddeti ve gücüyle dayatan AKP iktidarı değil mi?
Üstelik bunu siyaseten – siyasetin gereği olarak yaparak; içtenlikle Müslüman olarak inanmadan!

GEZİ isyanı Erdoğan’ın ATATÜRK ve İNÖNÜ’ye 2 ayyaş demesi ile başlamadı mı? Onun da arkasında yaşamı iyice dinselleştiren ağır sınırlamalar içeren bir yasa düzenlemesi için halkın tepkisini “İki ayyaşın çıkardığı yasa oluyor da bizimki niye olmasın?!” diyen kendisi değil mi?? Bir toplumun değerleri böylesine körü körüne aşağılanıp hiçe sayılabilir mi??

Eğitim alanında DİNCİLEŞTİRME = SÜNNİLEŞTİRME dur durak tanımadan dayatılıyor.
Bir avuç İstanbul Bulgar cemaatine milyonlar harcanarak kilise onarımı yapılıyor ama nüfusun 1/4’ünü oluşturan Alevi halkımızın tapınma (ibadet) yeri Cemevlerini tanınmayarak Cami’ye gelmeleri buyuruluyor..

Şimdi de ortaokul ve liseler için 3 çember formülü.. Bir başka ateşle oynama örneği daha…

AKP galiba tüm güçleri ele geçirdiğinden öylesine emin ki;
– Ne ölçüde ve nitelikte baskı uygularsa uygulasın halkın kafasını kaldıramayacağını,
ağzını açanı ezeceğini düşünüyor.

Çok önemli ölçüde böyle de yapıyor.. Peki bu rejimin siyaset biliminde karşılığı ne?

Dinci faşist diktatörlük! Bir kez daha vurgulayalım, üstelik siyaseten, içten inançla değil!

Çok yazık ediliyor ülkemize çoook..
AKP akillerinin mutlaka frene basması gerek..  Çoook deli dolu gidiyor iktidar çoook..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi – EĞİTİM-İŞ Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Psikososyal Dayanışma Ağı’ndan 10 Ekim açıklaması

Psikososyal Dayanışma Ağı’ndan 10 Ekim açıklaması


(AS : Bizim çok kapsamlı bilimsel katkımız yazının altındadır..)

Türk Tabipleri Birliği’nin de bileşenlerinden biri olduğu Psikososyal Dayanışma Ağı (PSDA), 10 Ekim katliamının yıldönümü dolayısıyla açıklama yaptı. Açıklamada, PSDA’nın çalışmalarına devam edeceği duyuruldu.

*****
Psikososyal Dayanışma Ağı (PSDA) Açıklaması

Katliam, yıkım ve savaş ortamında dayanışmanın, bir arada olmanın öneminin bilinciyle Psikososyal Dayanışma Ağı (PSDA) olarak Suruç, Ankara ve İstanbul’da gerçekleşen saldırılar sonrası gönüllü psikososyal destek sunduk. Katliamlarda kaybettiğimiz insanların yakınlarına taziye ziyaretlerinde bulunduk; yaralananları hastanelerde ziyaret ettik; ilgili sivil toplum kuruluşları, sendikalar, partiler, dernekler ile çeşitli dayanışma etkinliklerinde bir araya geldik; etkilenenlere gönüllü bireysel görüşmeler ve grup çalışmaları ile psikolojik/ psikiyatrik destek sağladık; bilgilendirme çalışmaları yaptık. Hedefin tüm toplum olduğunun kabulü ile hedefte olanlardan bir kısmının da bizler olduğunun  farkındalığıyla temelde yaramızı saracak olanın dayanışmak olduğunu düşündük, duyumsadık ve bu dayanışmada payımıza düşeni yerine getirmeye olabildiğince çaba gösterdik.

Psikososyal Dayanışma Ağı olarak tüm Türkiye’ye yayılmış katliamlardan sağ kalanlar ve kayıplarımızın yakınları için destek verecek mekanizmaları harekete geçirmeye çalıştık. Aşağıda sıralanan mesleki çalışmalar yürüten sivil toplum örgütleri ile birlikte hareket eden ve tüm bu süreçte dayanışma gösteren gönüllülerimize özverili katkıları için teşekkür ederiz.

PSDA farklı illerde farklı çalışmalar ile saldırılardan doğrudan ya da dolaylı etkilenenlere ulaşmaya çalışmıştır. Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Kocaeli ve Mersin merkezli oluşturulan psikososyal dayanışma ağları aracılığıyla saldırılardan etkilenenlerle çeşitli şekillerde temas kurulmuştur. Doğrudan saldırıya uğrayan, tanıklık eden veya saldırıdan etkilenenlerin yakınlarıyla bireysel terapotik görüşmeler gerçekleştirilmiş, paylaşım ve psikoeğitim grupları yapılmış, psikoterapi çalışmaları sürdürülmüştür. Halen birçok başvurumuzun psikiyatrik/psikolojik izlem ve psikoterapisi devam etmektedir. Tüm bu çalışmalarda yüzlerce meslektaşımız/dayanışmacı çeşitli düzeylerde doğrudan sorumluluk üstlenmiştir.

İşte, geçen yıl bir araya gelen bizler; PSDA’nın önümüzdeki süreçte de çalışmalarına devam edeceğini bildirmek isteriz. Hem yaşanan katliamların niteliği ve büyüklüğü düşünüldüğünde doğrudan ve dolaylı etkilerinin uzun vadeli olabileceği, bazı etkilerin uzun süre sonra açığa çıkabileceğinden hem de bu topraklarda sonu gelmeyen, yıllardır süreğenleşmiş şiddete karşı bir arada olmanın ve dayanışmanın hepimiz için iyileştirici olacağı umudundan dolayı çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Çeşitli düzeylerde yaşanan zorluklara, birçok noktada sınırlılıklarına, kayıp ve acılarla yüz yüze gelmenin yıpratıcılıklarına  karşın PSDA geçen bir yıl içinde dayanışma temelli biraradalık tasarımını görece güçlendirmiş ve örgütlenmesini daha da yapılandırmıştır. Umarız  dayanışmayı daha da geliştirecek, yaygınlaştıracak, kalıcılaştıracağız; bunu sağlayacak olan barış ısrarı, dayanışma pratiği, daha paylaşımcı, adil ve özgür bir dünya arzusu olacaktır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 10 Ekim 2016

Psikososyal Dayanışma Ağı
==============================
Dostlar,

AKP – RTE ile Politik Pozitif Feedback – Kapitonaj ve Kollaps

“Travma sonrası stres bozukluğu” (TSSB) (Post-Traumatic Stress Disorder, PTSD) tıpta önemli bir psikiyatrik tablodur. İlginç olanı ise, bu “Bozukluğun” (İng. disorder) özneleri beklendiği gibi hep tekil kişiler değildir. Toplumsal kitleler de anılan hastalığın toplu (kollektif) özneleri olabilmektedir. Apayrı bir psiko-sosyal antite olarak kabul görmektedir TSSB. Toplumsal (Sosyal) psikolojide kalıcı izlere – zedelenmelere yol açan bu tür acı olayların ülke yöneticileri tarafından ustalıkla yönetilmesini beklemek olağandır.

Ne var ki, günümüzde bu nazik sorumluluk ve görevin bilincinde siyasetçiler iktidarda değiller. Hatta tam tersine, yığınlar, geniş kapsamalı terör yöntemleriyle köşeye kıstırılarak teslim alınmaya çalışılmaktadır! “Öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness) tablosuna sokulan kitlelere “pes ettirilmek” ve tek seçenek olarak dayatılan siyasal tercihlere boyun eğmek kalmaktadır!

Bu utandırıcı politika, popülist yüz kızartıcı davranışlarla ha bire pohpohlanan “cumhur” un gerçekte nasıl basit bir alet -hatta sürü- olarak görüldüğünün açık kanıtıdır. TTB (Türk Tabipleri) bileşeni olarak Psikososyal Dayanışma Ağı‘nın açıklamasında vurgulanan Suruç, İstanbul ve Ankara kırımları (katliamları) tam da bu iğrenç amaçlarla sergilenmiş ve (veya) kullanılmıştır.

İnsan haklarının bunca ayaklar altına alındığı bir başka ülkeyi 21. yy’da göstermek olanaksızıdır.

Türkiye, 21. yy’ın şafağında, özellikle son 3 (üç) aydır, OHAL rejimi altında inletilerek – kıvrandırılarak, AKP – RTE baskıcı – totaliter – Anayasa ve hukuk dışı yönetimiyle eziliyor.

Hiç abartısız ve açıkça tarihe not düşelim ki; Türkiye, 1679’da İngiltere’de yayımlanan temel insan hakları metinlerinin öncüllerinden olan “Habeas Corpus” rejiminin sağladığı temel insan hak ve özgürlüklerinin bile açıkça gerisindedir. Bu belgede, Monarkın (İngiltere Kralı) mutlak iradesi sınırlandırılmakta ve insanlara;

  • … Korkma! Kralın adamları seni haksız yere tutarsa (yakalarsa, gözaltına alırsa),
    bağımsız yargıçlar seni ilk fırsatta salıverecektir….

Bu güvencenin 40’ta 1’i 400 yıl sonra Türkiye’de var mıdır??
Unutulmasın; OHAL döneminde kolluğun sorgusuz sualsiz gözaltı süresi 30 (otuz) gündür!

Türkiye’de hiç kimsenin can ve mal güvenliği, hukuk güvenliği bırakılmamıştır.

Devletin tepe yöneticileri, çağdaş dünyada örneği olmayan akıllara durgunluk veren muazzam koruma yöntemleriyle korunmak (!?) zorunda duyumsuyor kendilerini.. Niçin ? Olağanüstü yüksek faturalar ise halka ödetiliyor büyük adaletsizlikle. Oysa çooook kıt kaynaklarımızı, gelişmekte olan bir ülke olarak, olağanüstü titiz saptanmış önceliklere göre bilimsel akılcılıkla kullanmak kaçınılmaz bir zorunluktur.

Türkiye, TEK ADAMIN demir – çelik yumruğuyla, faşizmin açık sularına doğru pupa yelken sürüklenmektedir.

Toplumsal ruh sağlığı ağır yara – travma almıştır, almaktadır. Bunca zedelenen bir toplum, Demokratik beklentilerini- umutlarını çooook gerilere itebilir; mücadele azmini yitirebilir, bilim – teknoloji üretmez, sanat – kültür yaşamı sönümlenir, ekonomisi çöker.. Bir başka bilimsel deyimle “total psiko-sosyal regresyona“a girer. Geleceği çalınır toplumun!

Bu tablo; siyaset bilimi yazınındaki (literatüründeki) ve insanlık tarihindeki adlandırması (terminolojisi) ile  bir bütün olarak çürüme (corruption) ve yok olma, sosyal – politik – tarihsel  – kültürel – ekonomik kapitonajdır (içten çökme)..

O zaman, Tayyip bey vb. şürekasının halife – sultanı olacağı (!) bir tebaa ve ülke toprağı da kalmayabilecektir..

Sanırız Türkiye’de hiçbir iktidar AKP – RTE ikilisi kadar çok uyarılmadı, kredi kullanmadı. Yazmaktan ve uyarmaktan yoruldu bu ülkenin aydınlık kurum ve kişileri. Diyalektik gerekircilik sonucu kaçınılmaz olarak yaşanan acı – ağır olaylar da yeterince uyarıcı ol(a)mıyor ne acı ki..

AKP – RTE ikilisi, hiçbir türlü olan bitenden ders almamakta! Bu tablo ve gidiş, pozitif feedback ile ülkemizde, sonunun nereye varacağı kestirilemeyecek muazzam boyutta bir karmaşaya (kaosa) ve yıkıma (collapse) adım adım ve hızla Türkiye’yi sürüklüyor..

– AKP – RTE; duymuyor musunuz? 
– AKP – RTE; görmüyor musunuz? 
– AKP – RTE; felaketin tam tamlarını algılamıyor musunuz?
– Çanlar kimin için çalıyor, hiç sorgulamıyor ve kavrayamıyor musunuz??
– AKP – RTE; bu çok ağır vebalin altından nasıl kalkabilirsiniz??

*****
Ağır mı ağır, belimizi büken, uyutmayan…. Profesyonel yetki ve sorumlulukla;
“Bizden günah gitti” bile diyememenin tarifsiz kıskacı ve acısıyla, bir kez daha not düşelim..

Sevgi, saygı, kaygı ve tükenmeyen UMUT ile.
12 Ekim 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Yazımızın pdf biçimi : akp_rte_ile_politik_pozitif_feedback-_kapitonaj_ve_kollaps

ULUSUMUZA ÇAĞRIMIZDIR…


Ulusumuza Çağrımızdır… 

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net,
profsaltik@gmail.com,
17.7.2014

Türkiye’de AKP’yle birlikte gelişen politikalar üzerine aydınlar “Ulusal Birlik Çağrısı” adıyla bir metin yayınlayarak, katılanları imza vermeye çağırmıştık.

Türkiye’nin küresel güçlerin çok yönlü saldırısı altında olduğuna dikkat çekilen metinde,

  • “Siyasal iktidar, bu tehlikeli durumu halkın gözünden kaçıracak her türlü propaganda ve baskı aracını en etkili biçimde kullanmaktadır.” deniliyordu

Büyük ölçüde bizim kaleme aldığımız metni aşağıda güncelledik..

*****************

Ulusumuza Çağrımızdır… 

Cumhuriyetimiz kuruluşundan bu yana en kritik dönemlerini yaşıyor.
Çok yönlü sinsi bir işgal ile küresel güçlerin örtülü sömürüsü sürdürülüyor
ve ülke bütünlüğümüzü yıkıp ulusal birliğimizi parçalamak isteyenlerin çabaları yoğunlaşıyor. İktidar, bu tehlikeli durumu halkın gözünden kaçıracak her türlü propaganda ve baskı aracını en etkili biçimde kullanmaktadır.

“CUMHURİYET ve ATATÜRKÇÜLÜK TASFİYE SÜRECİNE SOKULMUŞTUR”

Meclis’te muhalefet yok sayılmakta, Cumhuriyetin yansız ve koruyucu kurumları üzerinde sindirme ve yandaşlaştırma amaçlı her türlü tertip uygulanmaktadır.
Bu gelişmler karşısında her yurtsever gibi gittikçe daha çok kaygı duymaktayız.
Cumhuriyet ve Kemalizm; bu topraklarda yaşayan insanların bu vatanın sahibi olmasını, ondan eşit pay almasını ve yüksek bir yaşam düzeyine ulaşmasını amaçlar.

Buna karşın, Cumhuriyet ve Atatürkçülük tasfiye sürecine sokulmuştur.
Sözde “serbest piyasa” adıyla azgın bir sömürü düzeni halka dayatılmaktadır. Özelleştirme talanıyla bağımsızlığın ve Cumhuriyetin temel ekonomik dayanakları ortadan kaldırılmış, Ülkemiz tarım ve sanayi üretiminden koparılarak her yönden
dışa bağımlı duruma getirilmiştir. En önemli mal ve hizmet üretici kamu kuruluşlarımız, başta enerji, iletişim, bankacılık, sigortacılık ve madencilik ile SAĞLIK alanlarında
olmak üzere, yabancıların eline geçmiştir.

Çok ağır dış borç, tehlikeli rakamlara varan cari açık, kaynağı belirsiz sıcak para
(“net hata noksan” kalemi diye örtülüyor!) kullanımıyla krizleri erteleme çabası gibi yanlış ve sürdürülemez politikalar yüzünden ülke ekonomisi hızla tıkanmaya sürüklenmektedir.

“REJİM BAŞKANLIK ile İSLAMİ FAŞİZME GİDİYOR”

Diktacı bir rejime (İslami faşizme!) gitmek, bu tıkanmanın çözümü olarak görülmektedir.
Süregelen ve artan işsizlik, yoksulluk ve açlık sınırı altındaki toplum kesimlerinin gitgide çoğalması; halkımızda, özellikle gençlerde gelecek kaygısının artması, bir karmaşa döneminin açık belirtileridir. Temel hak ve özgürlüklerin kullanılması, adil yargılanma ve savunma hakları, demokratik hak arama yolları yasa ve hukuk tanımaz biçimde
gözü kara ortadan kaldırılmıştır.

Sağlık hizmetleri ancak parası olanların yararlanabileceği biçimde piyasalaştırılmış, Anayasal Öğretim Birliği (md. 174) bozulmuş, üniversitelerde siyasal kadrolaşma doruğa erişmiştir. Çok ciddi derecede zedelenen yargı bağımsızlığı;
“yüksek yargının tek çatı altında toplanması” girişimiyle, tümüyle bağımsızlığını yitirerek siyasallaşacaktır. Emperyalist güçlerin araçlarından biri olduğu artık açıkça anlaşılan bölücü terör örgütü ile ilişkiler, bölünmeyi meşrulaştıracak sözde “Açılım” girişimleri hatta yasaları ile sürdürülmektedir.

“BAŞKANLIK GÖRÜNTÜLÜ BİR DİKTA REJİMİNE GİDİLİYOR”

Dış siyasette ulusal çıkarlar bir yana bırakılarak Türkiye’miz, uluslararası güçlerin, ekonomik, siyasal ve askeri emellerine taşeronluk yapar düzeye indirgenmiştir.
Tüm bu ürkünç (vahim) girişimleri tamamlayıcı ve kalıcılaştırıcı bir son adım olarak dayatılan “Yeni Anayasa – Yeni Türkiye” tuzağının, Türkiye Cumhuriyeti’ni başkalaştırma, “Başkanlık” görüntülü bir dikta rejimine dönüştürme girişimi olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Yürürlükte bir anayasa varken yapılacak işlemin adı
ancak “anayasa değişikliği” olabilir. O da, yürürlükteki anayasaca konmuş yöntemlere uyarak olur (md. 175) ve bunların başında, “değiştirilemez” oldukları vurgulanan hükümlere uymak zorunluğu yer alır.

Bu anayasal zorunluk ortadayken iktidar partisine mensup kimi hukukçuların belirttikleri gibi yürürlükteki anayasayı “ilga edilmiş“ -hukuksal olarak yok- sayıp “yeni anayasa” yapmaya girişmek düpedüz “sivil darbe” dir ve açıkça anayasa suçudur.

AKP’nin, Meclis’teki 4 partinin katılımıyla yeni anayasa yapma girişimlerini, kendilerini
bir “asli kurucu iktidar” sayma manevrasını kabul etmek; hukuksal olarak olanaksızdır.

“YENİ ANAYASA YAPMAK BU MECLİS’İN
HUKUKSAL YETKİSİ İÇİNDE DEĞİLDİR!”


Türkiye’de temel İnsan Hak ve Özgürlüklerinin yer yer 1679 tarihli İngiliz
Habeas Corpus Rejiminin gerisine savrulduğunu kaydetmek abartı sayılmamalıdır.

AKP iktidarının kökü dışarıda bu politikaları pervasızca sürdürmesi durumunda, bir
ulus-devletimizin, yurt bütünlüğümüzün, Cumhuriyetimizin, demokrasinin, toplumsal barışın kalmayacağı çok tehlikeli bir BÖLÜNME – İÇSAVAŞ sürecine girilebilir.

Artık açıkça görülen bu karanlık gidişin engellenmesi için; yurt bütünlüğü, ulusal birlik, laik-demokratik-sosyal-hukuk devleti ilkelerini benimseyen; emek, eşitlik ve özgürlük duyarlığı taşıyan siyasal partilerimizi ve demokratik kitle örgütlerini en kısa sürede
güçlü bir birliktelik ve eylem için direniş ve dayanışmaya, öz olarak
VATAN SAVUNMASINA çağırıyoruz.

  • 12. Cumhurbaşkanı seçimi Erdoğan’dan kurtulma fırsatıdır!
  • Sandığa gidelim ve Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü adaya oy kullanalım.. Oy kulanmamak, boş veya geçersiz oy atmak ya da kazanma şansı olmayan zayıf adaya oy vermek; Erdoğan’a oy vermektir!
  • Erdoğan kazanamazsa AKP de dağılır!
  • Erdoğan kazanırsa ve oyları arttıkça bu kez Türkiye dağılır!

********************

Metnin pdf formu : Ulusumuza_Cagrimizdir_17.7.14

Sevgi ve saygı ile.
17 Temmuz 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 65. Yılında Görünüm..


Dostlar
,

Geçtiğimiz yıl, Dünya İnsan Hakları Günü‘nün ya da
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin 64. yılı nedeniyle kapsamlı bir yazı yazmıştık.. Bu yazıyı anımsayalım istiyoruz..

Gözden geçirerek yeniden paylaşmak istiyoruz..

Aşağıda..

Acıyla vurgulayalım ki, günümüzde kişi hak ve özgürlükleri İngiltere’de Krala karşı 1679’da yürürlüğe konan HABEAS CORPUS rejiminin bile gerisindedir!

Orada, “Habeas Corpus” ta, özce denilmektedir ki;

  •  Korkma, Kralın adamları seni haksız tutarsa, suçsuzsan bağımsız yargıçlar seni ilk fırsatta salıverecektir..

Oysa günümüzde Ergenekon – Balyoz – Casusuluk vb. düzmece davalarda,
sahte ve hatta düzmece oldukları kezlerce kanıtlanan sözde kanıtlarla (delilerle)
masum insanlar yıllardır zindanlarda tutsaktır ve birçoğu da yaşam boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Zindanlarda ölümler / öldürmeler başlamıştır!..

Ayrıca TSK; kurumsal olarak büyük ölçüde güç yitiğine uğratılmıştır!
Bu durum kabul edilemez, çünkü ulusal savunmayı zayıflatarak ülke – ulus çıkarlarına giderimi olanaksız zararlara yol verebilecektir.

Medya tutsak alınmıştır.. Halk gerçekleri öğrenememektedir.
4. güç devre dışıdır, ülkemizde apaçık AKP dinci faşizmi yürürlüktedir!
“Güçler ayrılığı” felç edilmiştir.. Her şey tek adamın 2 dudağı arasındadır.

Bu görünümüyle Türkiye’nin AKP rejimi Platon’on, Aristo’nun, Montesquieu’nun öngörülerinin bile gerisine savrulmuştur ancak 2 yüzlü Batı ve maşası
sözde insan hakları kuruluşları, yakıcı sorunun özünü görmezden gelerek,
insan haklarını “ayrılıkçı” biçimde kullanmayı utanmazca sürdürmektedirler.

Ülkemizde inanç ve etnisite temelli kışkırtıcı ayrımcılıkla kanlı bir iç savaşı ve bölünmeyi hedeflemektedirler.. Yabanıl (vahşi) kapitalist sözde serbest piyasa ile ekonomik Sevr’i uygulamak ve ülkeyi borçlandırarak yoksullaştırmak, özelleştirme ile talan etmek yetmemiştir. Siyasal – coğrafi bağlamda da Sevr; Lozan yırtılarak yürürlüğe konmalıdır; Başbakan RTE, bu süreçte, BOP eşbaşkanı olarak sonuçlarını
bilerek – bilmeyerek Batı’dan bir “görev” almıştır.

Bir ülke halkının kaynaşarak uluslaşması ve yurt tutup uğrunda ölerek vatanlaştırdığı topraklarında dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olarak
yaşama hakkını görmezden gelerek o halkı türlü iğrenç oyunlarla iç savaşa sürüklemek insan haklarının neresinde yazılıdır?

İnsan hakları şampiyonu Batı emperyalizminin bu onmaz hastalığı nasıl ve ne zaman düzel(til)ecektir??

İçeriye dönersek; önleyici gözaltı diye hiçbir çağcıl hukuk düzeninde yeri olmayan bir biçimde, Başbakan R.T. Erdoğan’ın gittiği yerlerde TGB (Türkiye Gençlik Birliği) üyesi gençler peşin olarak, potansiyel suçlu ilan edilmekte ve gözaltına alınmaktadırlar..

Başbakan R.T. Erdoğan o kentten ayrılana dek, bu TGB’li gençler,
geceyi polis karakollarının nezarethanelerinde geçirmektedir.

Bu uygulama hangi pozitif hukuk normuna dayalıdır??

Cumhuriyet Savcıları kolluğun (kentlerde polisin / kırsalda jandarmanın) bu istemine hangi yasa maddesine dayanarak izin vermektedir?

Bu hususun Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca açıklığa kavuşturulmasını diliyoruz.
Ayrıca HSYK’yı da göreve çağırıyoruz..

  • Bu savcılar yasaları çiğneyerek suç işlemektedir.

Türk Hukuk Kurumu ve Türkiye Barolar Birliği sorunu üzerine gitmelidir.

Türkiye, yüz kızartıcı bu hukuk dışı uygulamadan kurtarılmalıdır.
İnsan haklarının en başında “kişi dokunulmazlığı” gelmektedir.
Hiç kimse keyfi biçimde özgürlüğünden alıkonulamaz.

Anayasa madde 19 : Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.

Fakat 19882 Anayasası’nın kişi hak ve özgürlüklerini oldukça sınırlayıcı dokusu kapsamında temel hak ve özgürlükler ülkemizde pervasızca çiğnenmektedir.
Bu hukuk tanımaz ürkünç durum, AKP iktidarında katlanılmaz düzeye tırmandırılmıştır.

Habeas Corpus’tan bu yana aradan 344 yıl geçmiştir ve ülkemizde
AKP, hukuku bir toplumsal terör aracı olarak kullanmaktadır.

Geçtiğimiz hafta emekli olan bir Yargıtay Daire Başkanı yüksek yargıcın bu yöndeki sözleri kulaklarda yer etmiştir.. Bu sayın yargıca göre hukuk Türkiye’de adaletin aracı değil, terörün silahına dönüştürülmüştür.

65 yıl sonra Dünya İnsan Hakları Günü‘nde Türkiye’nin dökülen görünümü
(hal-i pür melali) özetle böyledir..

Sevgi ve saygı ile.
10.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında Görünüm..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
profsaltik@gmail.com,   www.facebook.com/profsaltik,  www.ahmetsaltik.net  

     2. Büyük Paylaşım Savaşı’nın ardından ciddi yıkım yaşayan insanlık, bir daha bu çapta savaş olmasın özlemiyle Birleşmiş Milletler (BM) örgütünü kurar (1945) ve 3 yıl sonra 10 Aralık 1948’de uluslararası bir Bildirgeyi benimser: İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB)..

Türkiyemiz de, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak, söz konusu İHEB’ne imza koyar. Bu Bildirge, insan hakları tarihinde son derece önemli bir dönemeçtir. MÖ 1760’a uzanan Hammurabi Yasalarından, 1215’e tarihlenen Magna Carta’ya, 1679’da yayınlanan Habeas Corpus’a, 1776 ABD ve 1789 Fransız Devrimi Yurttaş Hakları Bildirileri’ne, Osmanlı’da 1839 “güdükTanzimat Fermanı’na, giderek 1. ve 2. Meşrutiyet’e (1876 ve 1908) dek, oradan da 1923’te Atatürk’ün Cumhuriyetimizi kurmasına, 1944’te Filadelfiya Bildirgesi’ne, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS, Türkiye’nin onayı 1954) dek uzanan en azından 4 bin yıllık çook uzun bir tarihsel süreç. Paris’te Louvre Müzesi’nde sergilendiği üzere, İnsan Haklarının temel metni olan Anayasalara erişmek hiç ama hiç kolay olmamıştır. Egemenler insan haklarını tanımamak üzere çok direnmişlerdir. Sonuçta temel özgürlükler metni anayasalar adeta “insan derisi ile kaplı” dırlar! Ne mutlu ki; İHEB, ilk maddesinde “Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar.” diye gürler.
Bunun anlamı, binlerce yıllık “köleliğin son bulması” dır.

Büyük ATATÜRK, -çağında henüz telaffuz edilmemekle birlikte- gerçek bir insan hakları eylemcisi olarak, Sevr ile yok edilmek istenen Türk Ulusunun yaşam hakkını sağlayarak tarihte benzersiz bir destan yazmıştır.

İronik olarak da, “şanlı” (!) Batı uygarlığının çok ağır bir insanlık suçu (soykırım, jenosit) işlemesine engel olmuştur! Daha sonra Anadolu halkına Cumhuriyet’i armağan ederek çağdışı saltanat ve halifeliğe son vermiş ve egemenliğin kaynağını “sözde” gökyüzünden yeryüzüne indirerek, ulusu egemen kılarak Türkiye’de insan haklarına dayalı çağcıl bir devlet kurmuştur. Aşağıdaki sözleri, 1944’te benimsenen
Filadelfiya Bildirgesi’nde öz olarak yer almıştır:

     “ Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının önüne geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, aç gözlük
ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.”

Anılan Bildirge’nin öz içeriği ise; “Dünyanın hangi köşesinde yoksulluk ve sefalet varsa; bu, Dünyanın gönenç içindeki köşeleri için büyük tehdittir.“ yönündedir. Doğumunun 100. yılına (1981) armağan için UNESCO’da 156 ülkenin oybirliğiyle onanan karar ise, ATATÜRK hakkında şu değerlendirmeye yer vermektedir;
altı çizili sıfata lütfen dikkat :

  • Uluslararası anlayış ve barış için çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü
    bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder,
    İNSAN HAKLARINA SAYGILI,
    dünya barışının öncüsü, insanlar arasında
    hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı;
    Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

İnsan hakları, tarihsel zamanda 3. Kuşağa erişmiştir :

– Temel hak ve özgürlükler ilk kuşaktır.

– 2. Kuşak Haklar sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri içerir.

– Günümüzde ise sağlıklı-güvenli bir çevrede yaşama, tarihsel kalıtın korunmasını isteme … vb. haklar 3. Kuşak İnsan Hakları kümesindedir.

Günümüzde İHEB ne yazık ki, tüm dünyada yaşama geçirilememiştir.
Dahası, giderek özü boşaltılmakta ve kendisini “Küreselleşme” diye zihinlere
-retorik- tuzak kurarak sunan yeni emperyalizm, insan haklarının en büyük engeli
hatta düşmanı durumuna gelmiştir.

ABD eski Dışişleri Bakanı, Küresel Elit devletinin örtük Başbakanı Dr. Henry Kissinger açıkça,

  • Küreselleşme; Amerikan hegemonyasının öteki adıdır.” diyebilmiştir!

Dünya ağır bir sömürü, işsizlik, yoksullaştırma, sağlıksızlaşma, sosyal güvencesizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik, soğuk ve sıcak çatışma, “post-modern 3. kuşak savaş” ortamına sürüklenmiştir. Oysa Atatürkçülük = Kemalizm; “Yurtta barış dünyada barış!”ı öğütlemektedir. İkiyüzlü Batı, insan haklarını bölücülük yaparak sömürmektedir!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; şu önermelerine ne demeli, ne denebilir ki??
Ders, hedef alınmalı elbette..

– “Resmi makam ve üniformaya sığınarak mücadele devri bitmiştir.
Artık açıkça ortaya çıkmak ve milletin hakları adına gür sesle bağırmak gerekir.
– Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü bir siyasal düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak
hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına egemen olunamaz.
– Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur; ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir.”

Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve
3. Binyıl türevini yapalım.. Bunun için ise “aklın ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :

Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir.”

Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu ilke, yalnız Türkiye’yi değil,
tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir.

Dolayısıyla başta ülkemizde, “her-ke-si” –özellikle iktidarı– , kapitalizmi akla-bilime, adalete davet ederiz.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının tanığıdır; insana yakışan, bu akışa karşı koymak değil, savunmaktır.

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında İstemlerimiz       : 

  1. İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB), tüm kavram, kural ve kurumlarıyla yaşama geçirilmelidir. “Her-ke-sin, ülkesinin kamu hizmetlerinden
    eşit olarak yararlanma hakkı vardır.” (md.21).
    KüreselleşTİRmeciler, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu uluslararası
    hukuk metinlerini; başta İHEB, BM ve Dünya Sağlık Örgütü Anayasaları,
    ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü)  özleşmeleri, Avrupa Sosyal Konvansiyonu..
    vb. kazanımları pervasızca çiğniyorlar. Kendi eylemsel (de facto) hukuklarını (sözde!?) dayatıyorlar..
    Bunun ilk ve vazgeçilmez koşulu Yeni Emperyalizmin = KüreselleşTİRmenin yeryüzünden yok edilmesidir.
  2. Büyük ATATÜRK bu tarihsel olguyu görmüş ve “bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve yutmak isteyen kapitalizme karşı ulusça savaşımı
    meslek edinmemiz
    ” gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla, M. Kemal Paşa’nın mazlum anti-emperyalist Türkiye’si, dünyaya öncülük ederek KüreselleşTİRmecilere (ABD-AB’nin yeni emperyalistlerine)
    yem olmamalı 
    ve benzer durumdaki ülkelere çağrıda bulunarak;
    DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİni örgütlemelidir.
  3. Post-modern ekonomik çökertme savaşı 1. öncelikli tehdit olarak tanımlanmalı ve tüm ulusal refleksler bu bağlamda canlandırılmalıdır. ÖZELLEŞTİRME, emperyalizmin yıkıcı, ideolojik bir talan aracı olup,
    kesinkes son verilmeli, kritik satışlar geri alınmalıdır. İç ve dış borçta konsolidasyona gidilerek vadeler uzatılmalı,  1 kezlik Servet-varlık vergisi konulmalıdır. Gelir dağılımı iyileştirilmeli, işsizlik çözülmelidir.
  4. Anayasamızın 2. maddesinde yer alan ve Cumhuriyetimizin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek 6 temel niteliği,
    – toplumun huzuru /
    – ulusal dayanışma ve
    – adalet
    içinde ödünsüz uygulanmalıdır :

1. İnsan haklarına saygılı,
2. Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
3.
Demokratik,
4. Laik
5. S o s y a l bir
6. Hukuk Devleti..

  1. Avrupa Birliği, Gümrük Birliği, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kurumlarla yapılan tüm teslimiyetçi 2’li ya da çok yanlı anlaşmalar halka açıklanmalı ve köktenci biçimde gözden geçirilmelidir.
    Dış politika ve dış ticarette yeni seçenekler yaratılmalı, Türkiye yüzünü Batı dışındaki ülkelere de çevirmelidir. AVRASYA, BRICS ülkeleri gibi yeni stratejik seçenekler üzerinde gecikmeden ve büyük ciddiyetle durulmalıdır.
  2. Yaşayageldiğimiz yıkım süreci göstermiştir ki, devletimiz, milletimiz, vatanımız ve çağdaşlaşma kazanımlarımız, ancak Atatürk Devrimi temelinde yaşatılabilir. Atatürk Devrimi, Türkiye için herhangi bir seçenek değil, tek seçenektir.
    Atatürk önderliğindeki kurucu irade, Türk Devrimi’nin deneyimlerine göre Cumhuriyet’imizin temel niteliklerini 1937’de Anayasa’nın en başına koymuştur. İnsan haklarının ülkemizde ve dünyada yaşama geçirilmesinde 6 Ok’u; denenmiş, başarmış evrensel bir model olarak görüyor ve kararlılıkla savunuyoruz.
  • “Türkiye Devleti;Cumhuriyetçi,
    – Milliyetçi,
    – Halkçı,
    – Devletçi,
    – Laik ve
    – Devrimcidir.”

     

  1. Batı’dan devşirme emperyalist ezberleri bırakarak, ulusal devrim sürecimizde ürettiğimiz ve dünyaya model bu temel stratejik formülü, yeniden Anayasamıza koymak koşuldur. Atatürk Devrimi temelinde Cumhuriyeti yeniden örgütlemek amacıyla aşağıdaki ilkelere dayalı yeni Anayasa, “kurucu iktidar eliyle” yapılabilir:

– Bağımsız ve güçlü devlet,
– Etkin hükümet,
– Hızlı adalet,
– Örgütlü halk,
– Özgür ve eşit yurttaş,
– Planlı, halkçı, karma ekonomi,
– Bölgelerarası denge,
– Çalışan ve üreten Türkiye.

  1. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımı temelinde Ulus Devlet pekiştirilmeli hiçbir etnik, mezhepsel, dinsel, sosyal, kültürel vb. nedenle ayrışmaya izin verilmemelidir. Sorun, bu alt aidiyetlerin sorunu olmayıp; insan haklarının en üst demokratik standartlara çıkarılması ile çözülecektir.
  2. Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve 3. Binyıl türevini yazalım.. Bunun için ise “Dünyada us ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :“Yaşamda en gerçek yol gösterici, us (akıl) ve bilimdir.” Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu “bilimsel akılcılık” ilkesi, yalnız Türkiye’yi değil, tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir. Başta ülkemizde, “her-ke-si” -özellikle iktidarı- akla ve bilime, ülkenin temeli olan toplumsal adalete, Silivri ve Hasdal’dan başlayarak, BOP’u derhal bırakmaya çağırırız.Gelir dağılımını iyileştirmeye, işsizliği azaltmaya, Batı’nın insan haklarını sömüren ikiyüzlülüğüne ödün vermemeye çağırırız.

    Çevreye saygıya, hayvan halkLarına, doğaya hürmete;

    Büyük Atatürk’ün YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ’ına çağırırız.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının aynasıdır; insana yakışan, doğala karşı koymak değil, omuz vermektir. Türkiye’nin insan hakları sicili kapkaradır ve sorumlular; kritik muhasebe için geç kalmaktadır. (10.12.2012)

İHEB, Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrası uyarınca yasa gücündedir;
ek olarak

* İç yasalarla çelişmesi durumunda üstün hukuk normudur,

* Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez…

Mahkemeler karar gerekçelerinde bu Bildirge’ye giderek daha çok dayanmaktadırlar.

30 maddelik Bildirge’nin tümünü (İngilizce ve Türkçe) okumak için erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Universal_Declaration_of_Human_Rights_UDHR

INSAN_HAKLARI_EVRENSEL_BILDIRGESI

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 10.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net