Etiket arşivi: Fransız Devrimi

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her yıl 23 Nisan tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın, son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.

Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  resmi kuruluş tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de  Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu. Aynı doğrultuda, cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu. Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu.

Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır. Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine, imparatorluk sınırları içinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi   ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.

On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken, devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından başlayarak kabul edilen krallıkların sınırları içinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız Devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu. Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken, yeni dönemde ülke sınırları içinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu. Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.

19. yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, 20. yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca süren sömürge yönetimleri 1. Dünya Savaşı sonrasında, dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. 1. Dünya Savaşı 20. yy’ın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali, batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak  Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada, eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içende geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı, sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içinde, ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile, Heyeti Temsiliye’nin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920’de Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu. Bu doğrultuda, 19. yy’daki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için,  geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile, Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.  Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik ögeyi içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu. Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir.

Atatürk sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur. İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi üzerinden  ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur. Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea doğrultusunda  İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen  Hırıstiyanları, ABD’nin gelişi ile birlikte Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde  Musevi  lobileri izleyince, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma  sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen NATO ittifakının, batı emperyalizminin denetim altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içinde Tevhidi Tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır. 2. Meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.

Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış, batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak, geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir. Ayrıca, 20. yy boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir. Bugün Türkiye devletinin ulusallığı yalnızca anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak, devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir. Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş  bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.

21. yy’ın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek, demokratik rejim içinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içinde kutlayabilmesi için, Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, öbür bağımsız güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir. İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen   Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde  ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler, küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü  yapılanmaları   toplumun önüne getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir.

Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası dayanışma düzeni içine girmeleri zorunluk kazanmaktadır. Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda  küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel  sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda  baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve   bazen da tehdit ederek, bu ülkelerin  hukuk açısından sahip  oldukları ulusal egemenlik haklarını  kullanılmaz  bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak, öbür ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından biri olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir.

Geleceğin 23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene“ sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır.

Küresel sermayenin

– siyaseti finanse etmesi,
– medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve
kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi

gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve  bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir. Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun  gelecekte sürdürülebilmesi için, ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi  tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir. Bu doğrultuda, ilk adım olarak

  • “Ne mutlu Türküm diyene! “

YÖNETİMDE KADININ ROLÜ VE ÖNEMİ

YÖNETİMDE KADININ ROLÜ VE ÖNEMİ

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI

Geçmişten bugüne, ilkel toplumu bir yana bırakırsak, insanlık evriminin geçirdiği köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum düzenlerinde kadının yönetimdeki yeri ve önemi tartışma konusu olmuştur. İlkel toplumda kadın tek başına belirleyici ve etkin güçtür. Kadın haklarının ilk zamanlarda çok daha önemli olduğunu görüyoruz. Şuradan anlıyoruz ki; ilk zamanlarda tüm ilahlar eril değil dişil, tanrıça! Üretim ilişkilerinin değişimi ve ilkel toplumun bağrında yetişen köleci toplumla birlikte kadının toplumdaki rolü ve önemi de değişmiştir.

Fransız Devrimine dek kadınlar aleyhine gelişim süreci devam etmiş, 1789 Devrimi de kadına değişim, iyileştirme konusunda tam olarak bekleneni verememiştir. Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte kadına seçme – seçilme hakkını verirken, Avrupa’dan, dahası dünyanın pek çok ülkesinden daha ileri bir tutum sergiledik. Bu gelişmişliğin Ortadoğu ve Arap ülkeleri ile kıyaslanması bile söz konusu olamaz. Bu Devrimin adı kuşku yok, Mustafa Kemal mucizesidir. Ne yazık ki günümüzde bu hakları korumaktan bile yoksunuz.

1921 yılında kadın ve erkek öğretmenleri bir kongrede bir araya getiren Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver hakkında bir gensoru önergesi veriliyor ve uzun tartışmalardan sonra Tanrıöver istifa etmek zorunda kalıyor. 23 Kasım 1922’de kadınların milletvekilleri seçilmeleri hakkında verilen değişiklik üzerine Meclis’te tartışma çıkıyor, Mustafa Kemal “Türk kadınını mesaimizde müşterek kılmak, hayatımızı onunla yürütmek, Türk kadınını ilmi, içtimai hayatta erkeğe ortak, yardımcı yapmak lazımdır.” diyor.

Türkiye’de her ne denli sayıları az olsa da, dünya çapında yapılan araştırmalarda, kadın yöneticiyle çalışan kurumların daha yüksek başarım (performans) sergilediklerini görmekteyiz.

Araştırmalar sonucunda, yönetiminde kadın yönetici bulunduran kurumların kazanımları şöyle sıralanıyor : Büyük bir kurum olmanın işareti sayılıyor; çalışanlar, daha çok çaba (efor), daha iyi verim (performans) sergiliyor. Etkin bir önderlik oluşuyor. Müşteri hoşnutluğunda (memnuniyetinde) artış sağlanıyor. Kadınların erkeklere göre daha güçlü duygudaşlık (empati) kurma yeteneği, sorunları daha kısa sürede çözme olanağı sağlıyor.

KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Gülden Türktan’a göre kadınlar, iş dünyasında başarılı olmalarını şu özelliklerine borçlu :

*Takım (ekip) çalışmasına yatkınlık
*Duygusal zekâ (EQ)
*Duygudaşlık (Empati) yeteneği
*Çok yönlü düşünme olanağı.
*İletişim yeteneği

Erkek yöneticiler daha çok sonuç odaklı çalışırken, kadın yöneticilerin süreç odaklı oldukları değerlendirilirken, kadın ve erkek yöneticiler karşılaştırıldığında kadınların daha çok ayrıntı üzerinde durduklarını anlamak güç değildir.

Öte yandan Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mahmut Özdevecioğlu (şimdi Profesör), “Erkeklerin otoriter tarzlarına karşın, kadınların insan odaklı ve destekleyici yönetim tarzları ön plana çıkıyor.’’ değerlendirmesini yapmaktadır (2004). (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/kadin-yoneticiler-daha-basarili-248802)

Kadınların yerel yönetimlerde yönetsel konumda bulunmaları ise yerel demokrasinin gerçekleştirilmesi, halkın yaşam alanlarına ilişkin sorunlarının belirlenmesi, çözüm seçenekleri üretilmesi ve uygulamaya konması ile yakından ilgilidir. Yerel yaşamda karşılaşılan sorunların ve gereksinimlerin birçoğu kadın ve aile yaşamını da ilgilendiriyor. Bu sorunların ve gereksinmelerin saptanması ve çözümünde kadınların da yoğun olarak yer alması gerekir. Ancak kadınların yerel yönetimlerde temsili yetersizdir.

Kadınların genel ve yerel yönetimde etkin konumlarda toplumsal cinsiyet (gender) eşitliği ve fırsat eşitliği bağlamında yer alması, toplumsal gelişme ve uygarlık açısından yadsınamayacak bir gerekliliktir. Unutulmasın, Anayasanın 10. maddesi yasalar önünde herkesin eşit olduğuna vurgu yapmakla birlikte her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Dahası, 41 ve 50. maddelerde, hakkaniyet temelli toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamada pozitif ayrımcılık bile öngörmektedir.

Türkiye uluslararası hukuk bağlamında taraf olduğu (Anayasa md. 90) CEDAW Sözleşmesi (Committee on the Elimination of Discrimination Against Women) olarak bilinen “Kadına karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi” ile de kendisini bağlamıştır.

‘Madame Bütçe Açığı!’

‘Madame Bütçe Açığı!’

Özgen Acar
Cumhuriyet, 19.6.18
(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Fransa tarihinde önemli iz bırakmış olan “Madame Deficit (Madam Bütçe Açığı)” Marie Antoinette kimdir?

Avusturya Kraliçesi Maria Teresa’nın, 1770’te, Viyana Sarayı’ndan Fransa Sarayı’na, henüz “14 yaşında” iken “gelin” gönderdiği Kraliçe Antoinette’in, Katoliklerin “Büyük Ölüler Günü” 2 Kasım 1755’te doğduğu için tam adı Marie Antoina Josepha Joanna idi… 
16 yaşındaki Fransız Kralı 16. Louis ile evlenince, adı Marie Antoinette oldu. Halkın “ekmek sıkıntısı” anımsatıldığında, “Qu’ils mangent de la brioche (Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!)” tepkisi ile, adı yalnız Fransa’nın değil tüm dünya tarihine geçti. 
“La brioche” sözcüğü Türkçeye “pasta” olarak hatalı çevrildi. “Brioche” bolca yumurta ve tereyağı kullanılarak yapılan, zengin işi bir tür “kektir!” 
Ülkeyi iktisadi bunalımına sürükleyen Kral 16. Louis, Fransız Devrimi’nde” 21 Ocak 1793’te giyotinle öldürüldü. 16 Ekim 1793’te idam edilen Kraliçe Marie Antoinette’ten geriye “birkaç keten iç gömleği, korse, iç çamaşırı, iki çift siyah çorap, keten bir başlık, birkaç patiska mendil ve çorap lastikleri ile bir kutu pudra, büyük ince bir sünger, küçük bir kutu pomat” kaldı!
***
Maliye Bakanlığı, 2018’in ilk beş ayındaki “bütçe açığını” 20.5 milyar lira olarak dün açıkladı. 
Yine dün Türkiye İstatistik Kurumu, bu yılın ilk dört ayında 15 yaşından yukarı işsiz sayısının 3 milyon 210 bin kişi olduğunu duyurdu. 
(Dünya Futbol Kupası’nda 2002’de 3. olan Türk Ulusal Takımı, futbolcu AKP Reisi iktidara geldikten sonra elenerek 4 kupaya katılamadı. Ama 330 bin nüfuslu İzlanda kupada, Messi’li Arjantin karşısında tarih yazdı. Demek ki Türkiye’de, 10 İzlanda nüfusu kadar “işsiz” var!) 
CHP’nin hazırladığı, OHAL’in yarattığı iktisadi bunalım raporunda, “OHAL, milletin sofrasındaki her 5 ekmekten birini yuttu” deniliyor… Marie Antoniette’in ekonomik sıkıntı tepkisinin bir benzeri AKP Reisi’nden geldi! 
Hatay’da “Millet kıraathanesi de kuracağız! Kitaplar, çay, kahvelerden, ‘keklerden’ gençlerimiz ücretsiz bir şekilde faydalanacak!” dedi. 
Kayseri’de “Millet Kıraathanesi’ndeki ‘kekler’, ücretsiz olacak. Gençlerimiz ‘kekini’ alacak, çayını, kahvesini alacak, interneti olacak. Oturup dersini çalışacak!” diye yineledi!
***
“Kıraathane (okumaevi) olayını gençler bilmez… 2. Dünya Savaşı yıllarında, gazeteler İstanbul dışında basılmadığı için öteki kentlerde, “gazete müvezzileri” öğleden sonra, sokaklarda, “Gazeteler geldi… Taze havadisler geldi!” diye bağırarak satış yaparlardı. 
Erkeklerin gittikleri “kahvehanelerin” sahipleri çeşitli gazeteler alarak, masaların üzerine dağıtırlardı. Emekliler ve işten yeni çıkanlar da kahvehanelere gittiklerinde, bu ücretsiz gazeteleri okudukları için, buralara “kıraathane (okuma evi)” denilirdi. 
Saat 19.00 oldu mu, kahvehanedeki radyo açılarak “ajans (haber)” dinlenir, Hitler ne yapmış, Churchill en son ne yapmış öğrenilirdi… Çünkü pahalı oldukları için “lüks” sayılan radyolar evlerde bulunmazdı. 
Babam İzmir -Eşrefpaşa’da PTT Müdürü idi. Eve 3 gazete alırdı ve annemin ördüğü danteleyle üzeri örtülmüş küçük bir radyomuz, duvarda asılı dururdu. Komşu erkekler “kıraathane (okuma evi)” denilen bu yerlere gittikleri için, bazı kadınlar da akşam olunca bizim eve “ajans” dinlemeye gelirlerdi. 
Karataş Ortaokulu’nda öğrenci iken arkadaşlarla Halkevine” gider, tiyatro ve öteki etkinlikleri izlerdik. Yalnız gençler değil, aileler de 1932’de Atatürk’ün  kurduğu  halkevlerinin”  etkinliklerinden yararlanırlardı. Ayrıca kimi semtlerde, daha küçük Halkodaları” vardı. Aileler geceleri bu odalardaki konserleri, tiyatroları izlerlerdi. Örneğin Kadifekale yolu üzerindeki “halk odasında” Gönül Yazar ve eşi Necdet Yazar’ın konserleri çocukluğumun anıları arasındadır. Ne yazık ki bunlar DP döneminde kapatıldılar!
***
Marie Antoinette’in işsizlere, “ekmek” yerine “kek” önermesi gibi AKP Reisi de günümüzde “iş bulmak” yerine “kek” vaat ediyor! Bununla da yetinmiyor seçimler için bol vaatlerde bulunuyor. 
Aylardır “bedelli askerliğe” hayır demesine karşılık, desteğinin azaldığını görünce, seçime 10 gün kala “Bedelli gündemimizde var!” dedi. Böylece “bedelli” vaadiyle bazı gençlere ve ailelerine eşeğe uzatılan havuç gibi bir başka “kek” önerdi!
====================================
Dostlar,

Çıplak ayaklı – yoksullaştırılmış Fransız köylüsü ile Fransız aristokrasisinin dışladığı yeni yetme merkantilizm zengini Fransız burjuvazisinin tarihte örneği görülmeyen, hiç ama hiç hesapta olmayan, şaşılası ittifakı ile başlattıkları ayaklanma, 1789’da eşşsiz Fransız Devrimi ile sonuçlanmıştı..

Bastille zindanlarına tıkılan binlerce Kraliyet karşıtı, çılgın halk yığınlarınca bu zindanlar basılarak salıverilmişti..

Champs Elysees Boulevard’ı boyunca Kraliyet Sarayı’na yürüyen çıldırmış isyancı onbinlerin kulakları sağır eden çığlıkları – uğultuları Kraliçe Antoinette’nin kulaklarına erişmişti çoook geç de olsa.. Dadıya korku içinde sorulan soru :

  • “Kuzum bunlar ne istiyor??!” olmuştu.

Dadının yanıtı dillere pelesenk olmuştur :

  • Açlarmış efendim..
  • Kraliçe : Eee “pasta” yesinler ekmek bulamıyorlarsa…

İşte böyle yaşamın gerçeklerinden – halkın dertlerinden kopar ve ağır bir şizofrenik tablo içinde kendi kurguladığınız sanal bir aleme hastalıklı biçimde saplanırsanız; tarih o zaman tekerrür eder.. Yani tarihten ders al(a)mayanlar = aptallar için yinelenir; hükmünü yürütür..

Not : Fransız – Amerikan – Çin – Rus devrimleri tarihin en kanlı devrimlerdir ve her biri yüzbinlerce ölüme neden olmuştur. Oysa Mustafa Kemal ATATÜRK öncülüğünde Türk Devrimi yeryüzünün en kansız – eli temiz devrimlerindendir. İstiklal Mahkemeleri 2500 dolayında idam kararı verirken, ihanete düşen Osmanlı hanedanı yalnızca sürgün edilmiştir..

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

 

ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’ı da BAĞLAR

ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’ı da BAĞLAR!

12. Cumhurbaşkanı Erdoğan, son derece ciddi bir gafa daha imza attı..
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Sorumlusu
Erdem Gül‘ün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince tutuksuz yargılanmak üzere koşullu salıverilmelerine (tahliyelerine) köpürdü. Yerel İlk Derece Mahkemesi, 3 ayı aşkın bir süre önce Sulh Ceza Yargıçlığınca tutuklanan 2 sanığın tutuksuz yargılanma istemlerini birkaç kez geri çevirmişti. Bunun üzerine sanık avukatları, Anayasa Mahkemesi’ne 148. madde kapsamında bireysel başvuruda bulunarak ‘haklarının çiğnendiğini’ (hak ihlali) savladılar. Dündar ve Gül’ün görüşlerini bütünüyle paylaşmasak da salıverilmelerini adil buluyor, sevinçle karşılıyoruz. Eylemlerinin basın özgürlüğü kapsamında görevleri olduğuna inanıyoruz. Tayyip beyin mahkemeleri etkilemeye çalışma çabasını hukuk dışı buluyoruz!

Anayasa’nın, AKP iktidarınca RTE’nin Başbakanlığı döneminde halkoylaması ile paket olarak değişiklik gören 26 maddesinden biri 148. maddedir. Bu maddeye yapılan ekleme ile :

– (Ek fıkra: 7/5/2010-5982/18 md.) ‘Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.denilmiştir.

Bu başvuru ‘Bireysel başvuru hakkı’ olup, Anayasa değişikliğinden 2 yıl sonra yürürlük almıştır ve başvuru usul ve esaslarını belirleyen yasaya göre yapılmaktadır. Söz konusu yasanın çıkarılmasını da Anayasa aynı maddede emretmektedir :

– ‘Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.’

İç hukuk yolları tükenince, ülkemizde yargı siteminin en üstünde yer alan Anayasa Mahkemesine başvuru yolu açılmıştır. Başvuruyu görüşen 5 üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi ‘Bölüm’ü dosyayı Genel Kurula havale etmiş, bu Kurul da 15/17 üye ile karar vermiştir. Toplantıya katılan 15 üyeden 12’si Anayasa’nın 16, 17 ve 19. maddeleri bağlamında 2 sanığın yasal haklarının çiğnendiğine (ihlaline) karar vermiştir. 3 üye karşı oy kullanmış olup, bunlar RTE’nin ve TBMM’de AKP grubunun oylarıyla seçilenlerdir ve yargıç – yargı bağımsızlığı adına endişe vericidir.

Tayyip bey bu karara fena içerlemiştir. Dava açılmadan önce MİT TIR’larının Suriye’ye silah ve cephane taşıdığı fotoğraflarının Cumhuriyet’in ilk sayfasında yayımlanması üzerine gürlemiş ve yapılanın basın – yayın – haber alma özgürlüğü değil ‘casusluk – terör örgütüne destek’ anlamına geldiğini bildirerek suç duyurusunda bulunmuştu. Sanıklar, yaşam boyu hapis istemiyle ağır ceza mahkemesinde tutuklu yargılanmakta idiler 3 aydır..

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının UYAP‘a yüklenmesi üzerine, yerel mahkeme kaçınılmaz ve zorunlu olarak ‘salıverme’ kararı almıştır oybirliği ile. Çünkü :

– Madde 153 – Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir (1. fıkra)….
Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve
yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. (son fıkra)

12. CB Erdoğan, ağır ceza mahkemesinin kararında direnebileceğini belirtmiş, bu durumda sanıklara AİHM yolu açılacağını belirtmiştir. Erdoğan, Anayasa’nın en temel maddelerini bile bilmemekte ya da bilmez görünmektedir. Sanırız bilmemektedir. 153. maddenin yukarıya alınan içeriği çok nettir. Bu Yüksek Mahkemenin kararları kesindir ve herkesi bağlamaktadır. Yerel mahkemenin kararında direnme olanağı Anayasal olarak yoktur. Karar Yargıtay, Danıştay vb. öbür yüksek mahkemelerin Dairelerince verilse idi, yerel mahkeme direnebilirdi ve kural olarak ilgili Yüksek Mahkemelerde Dava Daireleri Genel Kurullarında dosya kesin karara bağlanırdı.

Erdoğan, en temel hukuk bilgisinden de yoksundur.

En temel hukuk bilgilerinden yoksun bir insan, R.T. Erdoğan, ne yazık ki Türkiye’nin
tepe yöneticisidir. Alelacele öfkeyle basına demeç vermiş, onlarca danışmanından görüş almamıştır.. Oysa Başdanışmanlarından Prof. Burhan Kuzu Anayasa Hukuku uzmanıdır.

Dahası; 12. CB Erdoğan, öfkesine yenilerek, gerçekte bilinçaltını ele vererek,
Anayasa Mahkemesi kararına ‘uymadığını‘ ve bu karara ‘saygı duymadığını’ da söylemiştir!

Bir kez Erdoğan’ın bu karara uyup uymaması söz konusu değildir. Erdoğan’ın bu kararın yürütülmesi için yapacağı bir şey yoktur. Bu anlatımın tersi de doğru olup,
Erdoğan’ın bu kararın gereğinin yerine getirilmesini engelleme gücü de yoktur.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin kararının gereği ‘geciktirilmeden’, derhal, saatler içinde yerine getirilmiştir.

Erdoğan çaresizdir!

Anayasa’nın 138/son maddesi çok net ve bağlayıcıdır (amir hükümdür) ve gereği doğallıkla derhal yerine getirilmiştir :

‘Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.’

Ürkünç (vahim) olan, Devletin başındaki insanın topluma kötü örnek olması ve hukuka –
hukuk devletine saygısının olmayışı; hukukun üstünlüğünü içine sindirmemiş olmasıdır.
Bu çıkışı dileriz pek çok insanın, fanatik AKP’linin de gözünü açmış olsun. Erdoğan Başkan olsa idi belki de Anayasa Mahkemesi bu kararı veremeyecek ya da ilgili mahkemeye baskı yaparak uygulanmasını engelleyecekti.. Öyle ya, Türk usulü Anayasadan ‘Güçlerin uyumunu’ kasdettiğini açıklamadı mı! Allah söyletti diyelim… Erdoğan kendini ele verdi ve suçüstü yakalandı. Bu anlayışta birine Türkiye çoook geniş Başkanlık yetkileriyle emanet edilebilir mi? Niçin edelim ki? En azından 1876 tarihli 1. Meşrutiyet’ten bu yana Parlamenter rejim içindeyiz ve demokrasiyi giderek daha çok doğrudan yapmalıyız.. Temsile dayalı demokrasi değil doğrudan demokrasi.. Cumhur, egemenliğini neden tek 1 kişiye devretsin ki?

Erdoğan Padişahlık yetkisi istiyor! Bu toplum artık gerçeği görmektedir.. 

Bırakalım da Ulus kendisi, egemenliğini en azından seçtiği Meclis eliyle kullansın.. Tayyip bey ham hayal içindedir, despotik özlemleri apaçık ortadadır ve kendi partisi içinden de çok sayıda aklı başında sağduyulu – yurtsever AKP’li milletvekili Başkanlık = Padişahlık düşlerine geçit vermeyecektir!

Geçtiğimiz aylarda İçişleri Bakanı Efgan Ala da TBMM kürsüsünde bas bas bağırarak ‘Tanımıyoruz bu anayasayı!!’ buyurmuştu. Oysa bu Anayasaya sadık kalmak üzere milletvekili yemini etmişlerdi. Hukukun evrensel kuralıdır, beğenmediğiniz – onaylamadığınız hukuk kuralları olabilir. Onları yasal yollardan değiştirmeye çabalamak da hakkınızdır. Ancak yürürlükte oldukları sürece onlara uymak ve saygılı olmak her yurttaşın boynunun borcudur, yasal yaptırımları vardır. Gün olur, bu dokunulmazlıklar biter, hukuksuzlukların hesabı sorulur.. İşlenen Anayasa suçudur ve halkı da bu yönde suça teşviktir! Ağır cezalıktır,
Ala’nın dokunulmazlığı kaldırılarak yargılanmalıdır

Bu çok tehlikeli ve hukuk dışı isyan Tayyip Beyin ilk çıkışı da değildir. Güç sarhoşluğu içinde görünüyor Erdoğan.. % 52 hezeyanı.. Ne var ki o rakam gerçekte %52 değil; 10 Ağustos 2014 günü yapılan seçimde kullanılan geçerli oyların %52’sidir. Milyonlarca seçmen, Kılıçdaroğlu’nun ‘Tıpış tıpış Ekmeleddin’e oy vereceksiniz..’ dayatmasına isyanla oy kullanmamıştır. Sandığa gitmeyenler Tayyip beye oy vermeyecek olanlardır. Dolayısıyla bu toplumun en azından % 62’si Bay RTE’ye hala karşıdır ve bu duygu giderek büyümekte, hatta nefrete dönüşmektedir.

Erdoğan’ın ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı duymuyorum’ deme hakkı olabilir. Gerekçelerini bir Devlet Başkanına yakışır ağırbaşlılık ve bilimsellikle açıklar.
‘Saygı duyuyorum ancak katılmıyorum.’ söylemi ise demokrasi terbiyesinin gereğidir.
Ancak ‘uymuyorum‘ sözcüğünü kullanması Türk Ceza Yasası’nın 309. maddesine göre Anayasayı ihlal suçudur, Anayasal düzene saygısızlıktır ve halkı bu yönde suç işlemeye
teşvik anlamındadır. Son derece tehlikelidir.. Vatana ihanet suçu kapsamına dek uzanır..

Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı uygun bir yöntemle Erdoğan’ı uyarmalı, 2. si fezleke hazırlayarak TBMM’ye sunmalı ve Yüce Divan‘da yargılanma yolunu açmaya çalışmalıdır. Devlet başkanı Erdoğan, yineleyerek, ‘Anayasayı fiilen tağyir, tebdil ve ilgaya kalkışmıştır.’ Geçmişte gençlerimiz – aydınlarımız bu suçlama (Türk Ceza Yasası 141-142 ve 146. maddeler..) ile yargılanıp idam edilmişlerdir! Muhalefet de gereken çıkışı en yüksek perdeden hemen ve ısrarla yapmalıdır ve TBMM’de bu konuda görüşme açılmasını sağlayarak bir uyarı – frenleme kararı çıkarılmasına çalışmalıdır. TBMM Başkanı da sesini yükseltmeli ve Erdoğan’ı hukuka ve Anayasaya mutlak saygılı olmaya çağırmalıdır.

Bu durum böyle sürdürülemez. Erdoğan, yetkisiz – sorumsuz Cumhurbaşkanı olduğu halde Başbakan’ın yetkilerini gasp ederek, fiilen Başkan gibi davranarak… Türkiye için iç ve dış politikada sorun çözen değil, ciddi sorunların kaynağı durumuna gelmiştir. Ortadoğu bölgesi için uluslararası düzlemde de 1 numaralı sorun durumundadır. Geçtiğimiz yıl yapılan G-20 toplantısında pek çok ülke yöneticisi kendisinin elini sıkmamıştır!. Obama ile son telefon görüşmeleri topluma tersine yansıtılmaktadır. Her yönü ile ülke güvenliği açısından ciddi sorunla yüz yüzeyiz. Erdoğan neden böyle gergindir? Geçtiğimiz ay da Kaymakamlara hukuku bir yana bırakma – görmezden gelme talimatı verebilmişti sarayında!?..  Bu da açıkça suçtur ve Anayasa’nın 137. maddesini çiğneyerek kanunsuz emir vermiştir Erdoğan ülkemizin kaymakamlarına. Oysa terörle mücadelede de Devlet hep hukuk içinde kalmak zorundadır.
Tersi durumda uluslararası müdahale görebiliriz!

Erdoğan son derece yorulmuştur. Ağır sürmenaj içinde olduğu izlenimi yaygındır.

Tam donanımlı bir hastaneden sağlık raporu alması gerektiğine yaygın olarak inanılmaktadır.

Rusya’nın kendisi ve ailesi hakkında IŞİD petrolünü pazarlaması açısından ciddi iddiaları vardır.
Suriye’de iç savaşı kışkırtma ve çok sayıda insanın ölümünden de sorumludur, dava edilmiştir.
Ülkemize gelen 3 milyon sığınmacı muazzam bir yüktür ve Erdoğan’ın baştan sona çok hatalı – güdümlü dış politikasının ürünüdür. Bir yönetici ülkesinin başına bunca sorun – bela getirebilir mi? Getiriyor ise ruh ve beden sağlığı ve başkaca kuşkular sorgulanmaz mı doğal olarak?

Cerattepe’de en temel insan haklarını savunan, Anayasa md. 56’da verilen yurttaşlık görevini yerine getiren masum insanları ‘yavru gezici’ diye nitelemek normal bir davranış sayılabilir mi? Halkı aşağılamak ve kutuplaştırmak değil midir? Suçlu ilan ederek yargıyı etkilemek değil midir? Yüzlerce yurttaş hakkında Erdoğan’ın bizzat hakaret vb. gerekçelerle dava açtırması olağan mıdır, hangi ülkede benzeri vardır?

Atlantik ötesine zırhlı aracını uçakla taşıtarak 200 bin Dolar masrafa yol açmak hangi duygudurumun (mood) dışavurumudur? Bu soruların sorulması ve yanıtının alınması engellenemez.

Erdoğan, tüm bu davranışları ile apaçık ve hızla meşruiyetini yitirmektedir.

Anayasayı açıkça çiğneyerek Anayasa suçu işleyen, bunu bilerek ve isteyerek yineleyen bir insanı halkın ve devletimizin de ‘tanımama’ hakkı vardır..

Erdoğan bir anda kendini boşlukta bulabilir..

Bu arada Hukukun da bu ciddi ve derin açmaza yepyeni – yaratıcı çözümler üretmesini bekliyoruz. Hukuk çaresizlik kurumu değildir. Herkes hukuk içinde kalmak zorundadır.

Son sözü, şanlı Fransız Devrimi‘nin düşünsel mimarlarından kadim
Aydınlanma Bilgesi Denis Diderot‘a bırakalım…

Diderot_halkin_dusmani

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile.
29 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yazının pdf biçimi :
ANAYASA_MAHKEMESI_KARARLARI_CUMHURBASKANI_ERDOGAN’i_da_BAGLAR

Fransız Devrimi’nin 225. Yılı İçin Denis DIDEROT’dan Çarpıcı Alıntılar..


Fransız Devrimi’nin 225. Yılı İçin Denis DIDEROT’dan Çarpıcı Alıntılar..

Dostlar,

Bu gün, ünlü Fransız AYDINLANMA düşünürü – öncüsü Denis Diderot‘dan
birkaç alıntıyı paylaşmak istiyoruz..

3 gün sonra 14 Temmuz, insanlık tarihinin bu büyük kırılmasının 225. yıldönümü.

Denis Diderot, günümüz hukuk felsefesine bile 240 yıl önceden ışık tutuyor..

Turgut Özal‘ın Cumhurbaşkanı iken (Türkiye Cumhuriyeti’nin 45. ve 46. dönem hükümetlerinde başbakanlık yapmış ve ardından 8. Cumhurbaşkanı), Anayasayı koruyacağına yemin etmiş bir Devlet Yöneticisi insan olarak “ANAYASAYI BİR KEZ DELMEKLE BİR ŞEY OLMAZ..” sözleri belleğimizde mıh gibi çakılı.. Ne çok üzülmüştük bu “Balık baştan kokar” örneği çok sorumsuz – saygısız söze ve davranışa..

Kolay mı oldu Büyük Fransız Devrimi?
DİDEROT, yoksulluklar içinde 6 ciltlik “ANSİKLOPEDİ” yi yazdı..
Fakat bu “ANSİKLOPEDİ” bilindiği gibi genel kültür Ansiklopedisi değil!

Diderot’nun ANSİKLOPEDİ’si, “AYDINLANMA ANSİKLOPEDİSİ” !

Çıplak ayaklı köylüler ile Fransız Ticaret – Sanayi Burjuvazisi hangi koşullarda
doğal – tarihsel müttefik oldular aristokrasinin temsilcisi mutlak Monark – Krala karşı??
Motlak Monark Krallar “Etat Generaux“u çooook uzun onyıllardır toplamıyorlardı..

Montesquieu’dan Robespierre’e, Jean Jacque Rousseaau’dan Volatir’e
ve d’Alambert’den Diderot’ya
dek uzanan bir AYDINLANMA zinciri..
Salt Fransa için sınırlayarak..

Fransız Devrimi
‘nin düşünsel düzlemde büyük ölçüde bu öncü
AYDINLANMA DEVRİMCİLERİ hazırladı..

Çoook kanlı oldu Fransız Devrimi.. Kraliyet ailesi kökten yok edildi.
Giyotinler aralıksız çalışarak “en az acı” ve “en yüksek hızla” (!?)
Devrimin kurbanlarının başlarını gövdelerinden ayırdılar..

Rus, Çin, Amerikan Devrimleri de çooook  kanlı oldu..
Milyonlarca insan yok edildi.. Hatta Devrimler sonra kendi çocuklarını bile yedi! Robespierre idam edildi!

  • TÜRK DEVRİMİ ise yeryüzünün en az kanlı hatta kansız
    BÜYÜK DEVRİMLERİ içinde.. 
  • Büyük ATATÜRK, Osmanlı Hanedanı’nın kanını akıtmadı ve yurtdışına sürgünle yetinildi.

Günün görseli : Denis DIDEROT’dan Çarpıcı Alıntılar..

Diderot'dan_alintilar

Gerçek yasacı halktan başkası olamaz. Tepeden inme yasalara halkın saygı duyduğu binde bir görülür. Ama yasaları kendi yaptı mı; kendi işi bilip yürütecek, koruyacaktır onları.Bunlar da bir kişinin sorumsuz istekleri değil; birçok insanın kendi mutlulukları, güvenlikleri üstüne birbirine danışarak vardıkları istekler olacaktır. ” Denis DİDEROT / [ Düşünceler, 1774]

  • Ahlaksızlık ile dinsizliği karıştırmamak gerekir.
    Din olmadan ahlaklılık olabilir ve
    ahlaksızlıkla din bir arada bulunabilir ve çoğunlukla da böyledir.. Denis DİDEROTBu söz, ne acı ki, son dönemlerin Türkiye gündemine ne çok uymakta değil mi??
  • “ Bir anayasanın ilk sözü, devletin başındakileri bağlamalıdır. Biz baştakiler
    bu yasaları değiştirir ya da  çiğnersek halkın düşmanı olmuşuz demektir ve halk, bize düşman olmakta haklıdır.”  Denis DİDEROT [ Düşünceler, 1774 ]
    Aydınlanma döneminin ünlü klasiği “Ansikopledi” nin yazarı..
  •  “Boşunadır yasalar; herkesi eşit olarak bağlamıyorsa..
    Boşunadır yasalar; 
    toplumda 1 tek kişi bile ceza almadan onları
    çiğneyebiliyorsa..” 
    Denis DİDEROT / [ Düşünceler, 1774 ]

Paris’te Karnavale Müzesi’nde bulunan ve kapağında “İnsan derisi ile kaplıdır” yazan Fransızların ilk anayasası (1791) (ABD, 1787), günümüz uygarlığının en önemli kilometre taşlarından biridir.

  • İNSAN DERİSİ İLE KAPLI ANAYASALAR…
    Bu acı ironinin, Oriental cephede de süren İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ bağlamındaki savaşımda ayrı bir yeri var :
  • Hallac-ı Mansur ve tarihsel söylemi “EN’EL HAK!”

Hallac-ı Mansur’u anlayamayan – kavrayamayan ya da hazmedemeyen çağcılları, “derisini yüzerek” idam etmişlerdi ve söylence o ki, Hallac-ı Mansur’un akan kanı da yere “EN’EL HAK!” yazmıştı!

Diderot’nun ayrıca Botanik ve Anatomi Bilim dallarına da çok katkısı olmuştur.

Diderot_FILOZOFCA-DUSUNCELER

 

 

 

 

 

 

 

FİLOZOFÇA DÜŞÜNCLER Diderot’nun dilimize çevrilen başlıca yapıtlarından..

Eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın, “Anayasayı 1 kez delmekle bir şey olmaz.” sözü dehşet vericidir!

Benzer biçimde Başbakan R.T. Erdoğan’ın “TÜBİTAK Başkanını “1 kezlik kendisinin atamak isteyişi” de ağır hukuk çiğnemidir (ihlal).

Diderot’nun 240 yıl kadar önce bile günümüz tepe yöneticilerinden öte bir
hukuk anlayışına, saygısına sahip olduğu görülüyor..

Şanlı 1789 Fransız Devrimi’ni bu 1. sınıf kadro hazırlamadı mı?

Halkın Bastille zindanına baskını ve despot Kral 16. Louise‘nin hapsettiği masum, kendisine karşıt binlerce insanları serbest bırakması 14 Temmuz 1789 gününe denk düşmekteydi.. 3 gün öncesinden bu vesile ile kutlayalım, analım..

Fransız Devrimcilerininin tümünü 225 yıl sonra büyük bir saygı ve hayranlıkla selamlıyoruz. Bu Büyük Devrim 5 kez gitti ve geri getirildi..

Dünyanın 1. sınıf demokrasilerinden olan Fransız demokrasisi günümüzde 5. Cumhuriyet Dönemini yaşıyor.

Bir general ama peeek çok sivilden daha demokrat olan Charles DeGaulle’ün 1958’de başlattığı 5. Cumhuriyet dönemini..

Tüm insanlığın ve özellikle Fransız halkının görkemli tarihsel başarılarını içtenlikle kutluyoruz..

TÜRK DEVRİMİ de kadim Anadolu topraklarında elbette yoluna, tökezleyerek de olsa, inişli – çıkışlı da olsa diyalektik gereği kaçınılmaz olarak devam edecek.
ATATÜRK DEVRİMİ, 90 yılda bu şanlı kalkışmayı omuzlayacak birikimi sağladı ve kuşakları yetiştirdi..

Konumunu bu Cumhuriyet devrimine borçlu olan Başbakan R.T. Erdoğan da
bu tarihsel birikime hürmetli olmalı ve onu yıkmaya değil geliştirmeye çabalamalıdır. Kendi sözleri ile “Bu böyle bilinmeli..” der ya sıklıkla..

Tayyip bey de böyle bilmeli ki – hem de iyice bellemeli ki-;

  • TÜRK DEVRİMİ de kadim Anadolu topraklarında elbette yoluna, tökezleyerek de olsa, inişli – çıkışlı da olsa diyalektik gereği kaçınılmaz olarak devam edecek. Başbakan Erdoğan’ın Kendisinin ve AKP’sinin bütün anlamsız ve değersiz engelleme hatta karşıdevrim çırpınmalarına karşın..

Bu böyle biline..

Sevgi ve saygı ile.
11 Temmuz 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri


Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri

Dostlar,

Ülkemizin “Altın yılları” olarak bilinen “Erken Cumhuriyet Dönemi”
pek çok bakımdan insanlık tarihine mal olmuştur..

Yeryüzünün en köklü KÜLTÜR DEVRİMLERİNDEN biri TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi (Öncü Aydınlar ve köylüler, Temmuz 1789)
Rus Devrimi (Vİ Lenin, Bolşevikler, Ekim 1917)
Çin Devrimi (Mao Zedung, köylüler, Ekim 1949)
Veee..
Türk Devrimi.. (Mustafa Kemal ATATÜRK).. 29 Ekim 1923…………

Dünyanın 4 büyük devrimi arasında kabul görmektedir ve yerleşik tarih yazımı / yazını
bu yöndedir. (Amerikan Devrimi ve böyle adlandırılması bile tartışmalıdır..)

  • Bu 4 devrimden en az kanlı hatta kansız olanı TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi çok kanlı olmuş ve Kral 16. Louis Antoinetté ve eşi Marie Antoinetté başta olmak üzere, hanedan ve yandaşları giyotinle başları kesilerek
vahşetle idam edilmişlerdir!

Rus Devriminde Çarlık rejimi yıkılırken
Bolşevikler Menşevikleri neredeyse yok etmiştir.

Çin Devrimi de ülke içinde karşıtlarıyla ve Japon savaşıyla korkunç yitiklere malolmuştur. Mao’nun Büyük Yürüyüşünde 300 bin kişi 30 binlere inmiştir..

Türkiye’de ise Osmanlı hanedanının kılına dokunmadan – kan dökmeden yurt dışına sürgün edilmişlerdir. Dahası, son padişah hain 6. Mehmet Vahidettin,
kendisi İngilizlere sefilce sığınarak Malaya zırhlısı ile kaçmıştır. (17 Kasım 1923)

*****

Devrimin yaratıcısı ve yürütücüsü Büyük ATATÜRK,

  • “Türkiye Cumhuriyet’nin temeli KÜLTÜRDÜR..” 

sözünü boşuna söylememiştir.

İnsanlık kültürüne katkıda bulunacak, özgün kültür ürünleri ile onu varsıllaştıracak
bir toplumun, öncelikle her bakımdan “sağlıklı” olması gereklidir..

Her şeyin başı sağlıktır gerçekten de..

Bu yüzden de Mustafa Kemal Paşa 1. önceliği sağlık hizmetlerine vermiş ve

  • “Devlet olma iddiasındaki siyasi teşekküllerin EN BİRİNCİ VAZİFESİ
    SAĞLIK HİZMETLERİDİR..” buyurmuştur..

Bu bağlamda, 1923-38 arası 15 yılda Sağlık alanında gerçekleştirilen ve tüm dünyanın hayranlığını – takdirini kazanan erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerinin
ayrı bir tarihsel – stratejik önemi vardır. Bu görkemli sağlık atılımlarıdır ki,
somut başarılara erişmiş ve Anadolu halkını, yeni Türk Devletini tam anlamıyla
YOK OLMAKTAN KURTARMIŞTIR!

Yoksa “Kurtuluş ” sonrası “Kuruluş” yıllarında başta SITMA,
bulaşıcı hastalıklar Anadolu halkının kökünü kazıyabilirdi..

Sıtma, böylesi bir “hüneri” (!) geçmişte de sergilemiş ve uygarlıklar yıkmış bir hastalıktı..

*****

Şöyle giriyoruz dosyamıza…

Giriş

Erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerine girmeden, öncesine kısa bir bakışta yarar vardır. Ülkemizde, sağlık hizmetlerinin kırsal kesimde sunulmaya başlanmasının yaklaşık 145 yıllık bir geçmişi vardır. İzlenen süreç, devletin
kırsal kesimde koruyucu ve sağaltıcı (tedavi edici) hizmetleri birarada sunma çabasıdır. Osmanlı yönetimi, sağlık hizmetlerini ülkeye yaymak için ilk girişimi 1861’de belediyeler aracılığıyla yapmıştır ve illere, belediyelere hekim atanması koşulu konmuştur. Sonra kent ve kasabalarda görevlendirilmek üzere hekim yetiştirecek bir Sivil Tıp Okulu açılmıştır (2. Mahmut, 1827). Ardından 1870’te Sivil Tıp İşleri Bakanlığı kurulmuş ve bir kurul aracılığıyla sağlık ve özlük işleri yönetilmiştir. “Memleket Tabibi” adı altında ülke çapında hekim atanması kararı 1871’e rastlar. Memleket Tabipleri, Belediyece belirlenecek yerde, haftanın
2 günü varsıl-yoksul ayrımı yapmadan parasız hasta muayenesi ve isteyenlere aşı yapmakla görevlendirilmişlerdir. 1913’ten başlayarak il merkezlerinde
Sağlık Müdürlükleri (Sıhhat Müdüriyeti) kurulmuştur.

Sağlık Müdürlükleri ilin tüm sağlık işlerinden sorumlu kılınmıştır. Bu dönemde artık il ve ilçelerde görevlen-dirilen hekimler için “Hükümet Tabibi” görev sanı (unvanı) kullanılmaktadır. Sağlık Hizmetleri 1914’ten başlayarak, İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü’nce yürütülmeye başlanır.
O dönemde yeni bir kurumlaşma, “Sıhhiye Meclisleri” olmuştur. Sağlık Meclisleri Cumhuriyet Döneminde, önce “Umumi Hıfzıssıhha Meclisi”, 1961 sonrasında Sosyalleştirme Yasası ile “Sağlık Kurulları” olarak yer almıştır.
Osmanlı döneminde taşra sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinde atılan adım,
hekim atayarak sağlık çalışanı altyapısını sağlama ile sınırlıdır. 

**********************

Ve… dolu dolu 20 sayfanın (calibri 11 punto ve tek dize aralıklı, görsellerle..) sonunda şöyle bağlıyoruz

Üzgünüz, fakat Büyük Önder’in buyurduğu gibi Egemenlik bağsız koşulsuz ulusundur ilkesi, Atatürk Türkiye’sinde, Cumhuriyet’in 91. yılında artık epeydir geçerli değil! Egemen olan para oligarşisi, Atatürk’ün baştacı ettiği cefalı halkının hemen hiçbir değeri yok! Büyük önder Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün buyurduğu gibi çıkış; “Ayrıcalıksız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız..” dadır. Veya
yine Gazi’nin; “Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların en 1. ödevi,
halkın sağlığı ve sağlamlığıdır
.”
inanç ve ülküsündedir. Günümüz kuşaklarının, yöneticilerin ve politikacılarının, Atatürk’ün uygulanmış ve çok başarılı olmuş insancıl ve akılcı sağlık politikasından öğrenecekleri o denli çok şey var ki.. Halen tam tersini, çekinmesiz (pervasız) gelişmekte olan ülkelere dayatan
sözde
Yeni Dünya Düzeni kurucuları, gerçek nitemiyle
Yeni Emperyalistler = KüreselleşTİRmecilerin bile!


“Irk, din, dil, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayrımı gözetmeden
HER – KES, erişilebilecek en yüksek düzeyde sağlıklı olma TEMEL hakkına sahiptir.” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 25, 10.12.1948)
Türk insanının önce sağlıklı sonra eğitimli olması, salt makro-ekonomik bir
teknik girdi değildir! 
Aynı zamanda, Devrimci anti-emperyalist Cumhuriyetin
tam bağımsızlık ekseninde çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkacak
sürekli gelişme sağlayabilmesi için;
aydınlatılmış koruyuculara gereksinimi vardır. Bu bakımdan, sağlıklı bir Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşaması için stratejik bir gerekliliktir.

Türkiye, KüreselleşTİRmeci = piyasacı sağlık hizmetlerini hemen terk etmeli; sağlıklı toplum odaklı, kamu öncülüğünde, koruyucu sağlık hizmeti ağırlıklı
ulusal politikalar izlemelidir.

******

Okunması, okutulması, paylaşılması içten dileğimizdir..
Epey emek ürünüdür..

Lütfen okumak – indirmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Erken_Cumhuriyet_Donemi_Saglik_Hizmetleri

Sevgi ve saygı ile.
10 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

 

 

 

 

 

Başbakan’ın “EDEPSİZ – YALANCI” Öfke Patlamasının Tarihsel Bedeli..


Başbakan’ın “EDEPSİZ  – YALANCI” Öfke Patlamasının 
Tarihsel Bedeli..


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Demokrasilerde siyasal önderler serinkanlılığı ile bilinen deneyimli ve birikimli insanlardır.
Özgüvenlidirler ve demokrasi terbiyesi almışlardır.
Bu donanımları sayesindedir ki, hoşgörülü ve dayançlıdırlar (tahammüllüdürler).

Başbakan R.T. Erdoğan, Türkiye’yi 12 yıldır deyim yerinde ise
demir yumrukla yönetiyor.
Sindirmediği kişi – kurum kalmadı gibi..
Hala yetin(e)miyor yarattığı örtük faşizm rejimiyle.

Son durak İslami faşizm midir?

Brunei Sultanlığı, Osmanlı Padişahlığı, Suudi Krallığı, Birleşik Arap Emirlikleri benzeri
mutlak bir Despotizm / Tiranlık mıdır?

Ancak o zaman mı tatmin olabilecektir??

Antik Yunan‘da, günümüzden 2400 yıl kadar önce Platon ve Aristo‘nun yazdıklarına bakılsın.
Orada bile ülke yönetiminin Tiranlaşmaması için sistematik – kurumsal demokratik öneriler var. Güçler Ayrılığı gibi..

AKP ve Başbakan ile bu yüz kızartıcı olayda TBB Başkanı
Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na edepsiz – yalancı diyerek
 destekçileri,
Antik Yunan anlayışının bile gerisine düştüklerinin ayırdındalar mı acaba??

Türkiye neden böyle bahtsız bir ülke??

Atatürk’ün AYDINLANMA Devrimi yarım kaldı
60 yıldır da -1950’den bu yana- karşıdevrim iktidarda.

Halk bu yönde koşullandırıldı, çağdaş eğitim veril(e)medi.. Hızlı nüfus artışı ile yoksullaştırıldı, işsizleştirildi, çaresizleştirildi, sömürüldü ve oy deposu durumuna düşürüldü – dönüştürüldü..

  • En ürküncü de Halkın, İktidar yolsuzluklarından nemalandırılarak
    ahlakı bozuldu, 
    demokrasi anlayışı yozlaştırıldı..

Halk, kendisine benzeyeni seçiyor..
Kısa erimli çıkar ve beklentilerinin tutsağı, popülizmin oyuncağı..
Politik öngörüde bulunamıyor, günü yaşıyor, sorgulayamıyor,
deneme – yanılma ile öğreniyor.
Basın çok büyük ölçüde ele geçirilmiş ve beyin yıkama – koşullama işlevi görüyor.

Ülkede demokrasicilik oynanıyor..

Ama tarihten de biliyoruz ki, insanların – toplumların algısını (idrakini) sonsuza dek teslim alıp yönetmek olanaklı değil..

Halklar, önünde sonunda uyanıyor ve intikamı da ağır oluyor.

En somut örneklerden biri Fransız Devrimi değil mi?

Çıplak ayaklı köylüler yapmadı mı bu kanlı ayaklanmayı?
Yitirecek hiçbir şeyleri kalmadığında..
Ama Voltaire’in, Robespierre’in, J.J. Rousseau’nun, D. Diderot’un, Montesquieu‘nun..
Aydınlanma önderleri olarak yaşamsal katkılarını unutmadan..

Kral 16. Louise ve Kraliçe M. Antoinetté giyotinle idam edilmedi mi?

Krallık çok kanlı olarak tasfiye edilip laik Cumhuriyet kurulmadı mı?
Ve de 1789’dan bu yana gericilerin bu Fransız Cumhuriyet’ini 4 kez yıkmalarına karşın ilericiler – Devrimciler 5. Cumhuriyeti kurmadılar mı?

1958’den bu yana General C. DeGaulle’ün 5. Cumhuriyeti dimdik ayakta değil mi?

Türkiye de mutlaka laik – demokratik rejim yönünde ilerleyecektir;
yaşamın diyalektiğinin gereği budur.

AKP iktidarının ve başının engelleyici direnişleri olsa olsa “bir süre” gecikmeye
neden olur; hepsi o denli..

Büyük ATATÜRK’ün şu sözleri kulaklara küpe olmalıdır :

  • “Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ama
    Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.”

Herkes de davranışının bedelini tarih önünde öder..

Artık herkesin aklını başına alması gerek..
Bunun ilk koşulu, kıyasıya da olsa eleştiriye dayanmak ve hatta yararlanmaktır.

Başbakan R.T. Erdoğan ve AKP’ye içten önerimiz bu yöndedir;
giderek umudumuz azalsa da..

Tarih yinelensin (tekerrür etsin) istemiyorlarsa eğer..

Sevgi ve saygı ile.
11 Mayıs 2014, Ankara

Danıştay töreninde yaşananların düşündürdükleri


Dostlar
,

Sayın Dr. Onur Öymen, serinkanlılığı ile bilinen deneyimli ve birikimli bir diplomattır.
Özgüvenlidir ve demokrasi terbiyesi almıştır.
Bu donanımları sayesindedir ki hoşgörülüdür, tahammüllüdür.

Başbakan R.T. Erdoğan, ülkeyi 12 yıldır deyim yerinde ise demir yumrukla yönetiyor.
Sindirmediği kişi – kurum kalmadı gibi..
Hala yetin(e)miyor yarattığı örtük faşizm rejimiyle.

Son durak İslami faşizm midir?

Brunei Sultanlığı, Osmanlı Padişahlığı, Suudi Krallığı, Birleşik Arap Emirlikleri benzeri mutlak bir Despotizm / Tiranlık mıdır?

Ancak o zaman mı tatmin olabilecektir??

Antik Yunan‘da, günümüzden 2400 yıl kadar önce Platon ve Aristo‘nun yazdıklarına baksın..
Orada bile ülke yönetiminin Tiranlaşmaması için sistematik – kurumsal öneriler var..

AKP ve Başbakan ile bu yüz kızartıcı olayda -TBB Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na edepsiz – yalancı diyerek- destekçileri Antik Yunan anlayışının bile gerisine düştüklerinin ayırdındalar  mı acaba??

Türkiye neden böyle bahtsız bir ülke??

Atatürk’ün AYDINLANMA Devrimi yarım kaldı,
60 yıldır da -1950’den bu yana- karşıdevrim iktidarda.

Halk bu yönde koşullandırıldı, çağdaş eğitim veril(e)medi..
Yoksullaştırıldı, işsizleştirildi, çaresizleştirildi, sömürüldü ve oy deposu haline dönüştürüldü..

  • Halkın, İktidar yolsuzluklarından nemalandırılarak ahlakı bozuldu,
    demokrasi anlayışı yozlaştırıldı..

Halk, kendisine benzeyeni seçiyor..
Kısa erimli çıkar ve beklentilerinin tutsağı, popülizmin oyuncağı..
Ülkede demokrasicilik oynanıyor..

Ama tarihten de biliyoruz ki, insanların – toplumların idrakini sonsuza dek teslim alıp yönetmek olanaklı değil..

Halk önünde sonunda uyanıyor ve intikamı da ağır oluyor.

En somut örneklerden biri Fransız Devrimi değil mi?

Çıplak ayaklı köylüler yapmadı mı bu kanlı ayaklanmayı?
Yitirecek hiçbir şeyleri kalmadığında..
Ama Voltaire’in, Robespierre’in, J.J. Rousseau’nun, D. Diderot’un, Montesquieu‘nun.. Aydınlanma önderleri olarak yaşamsal katkılarını unutmadan..

Kral 16. Louise ve Kraliçe M. Antoinetté giyotinle idam edilmedi mi?

Krallık çok kanlı olarak tasfiye edilip laik Cumhuriyet kurulmadı mı?
Ve de 1789’dan bu yana gericilerin bu Fransız Cumhuriyetini 4 kez yıkmalarına karşın ilericiler –  Devrimciler 5. Cumhuriyeti kurmadılar mı?

1958’den bu yana General C. DeGaulle’ün 5. Cumhuriyeti dimdik ayakta değil mi?

Türkiye de mutlaka laik – demokratik rejim yönünde ilerleyecektir..
AKP iktidarının ve başının engelleyici direnişleri olsa olsa “bir süre” gecikmeye
neden olur; hepsi o denli..

Herkes de davranışının bedelini tarih önünde öder..

Herkesin aklını başına alması gerek..
Bunun ilk koşulu da, kıyasıya da olsa eleştiriye dayanmak hatta yararlanmaktır.

Başbakan R.T. Erdoğan ve AKP’ye içten önerimiz bu yöndedir.

Tarih tekerrür etmesin istemiyorlarsa eğer..

Sevgi ve saygı ile.
11 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Danıştay töreninde yaşananların düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

 

Danıştay’daki tören sırasında Prof. Metin Feyzioğlu‘nun yaptığı konuşmaya gösterilen tepki çağdaş demokrasilerde örneği görülmeyen bir durum yaratmıştır.

Feyzioğlu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak şimdiye dek hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını koruyan sözleri ve davranışlarıyla çok başarılı sınav vermiş olan değerli bir hukukçudur.

O’nun Danıştay’da yaptığı konuşma şimdiye dek izlediği çizgiden farklı olmamıştır. Feyzioğlu’nun hakaret içermeyen düşüncelerini özgürce dile getirme hakkına
saygı göstermek yerine O’nu aşağılayıcı sözlerle suçlamaya çalışmak,
yakışık almayan bir durum yaratmış ve ülkemizin saygınlığına zarar vermiştir.

De Gaulle‘ün kendisini şiddetle eleştiren Jean Paul Sartre‘ın sözlerinden
rahatsız olan yakınlarına söylediği sözler hoşgörü örneği olarak tarihe geçmiştir:

“O’na dokunmayın, Jean Paul Sartre da Fransa’dır.”

Feyzioğlu’nu eleştirenlere karşı söylenebilecek en doğru söz,

“Feyzioğlu’nun düşüncelerine saygı gösterin, O da Türkiye’dir.” olmalıydı.

Ülkenin durumu hakkında düşünceleri merakla beklenen önemli bir konuşmacının sözlerinin biraz uzun sürmesi, ülkemizde ilk kez rastlanan bir durum değildir ve bu nedenle Feyzioğlu’nun açıkça suçlanması makul karşılanamaz.

Barolar Birliği’nin eleştirilerine karşı çeşitli ortamlarda yanıt verme hakkına sahip olanların gösterdikleri tepki, dünyada eleştirilere tahammülsüzlüğün bir işareti olarak yorumlanacaktır..

Bu olay karşısında siyasal sorumluluk taşıyanların sergilemesi beklenen tutum,
bence, Feyzioğlu’nun sözlerini serinkanlılıkla değerlendirmek olmalıydı.

Demokrasinin kurallarına saygı göstermek ülkemizin demokratik düzeyinin yükseltilmesi için atılması gereken ilk adımdır.

Saygılar, sevgiler.

KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ


KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Bazılarının zannettiği gibi kadınlarımız siyaset sahnesine 1923’te veya onlara seçme
ve seçilme hakkının verildiği 1934’te çıkmadı. Onlar, uzun yıllardan beri devlet dairelerinde, üniversite sıralarında, hastanelerde, hatta miting kürsülerinde de vardılar. Haklarını dişleriyle, tırmaklarıyla kazandılar.

Türkiye’de kadın devrimi, Tanzimat’ın yarattığı birikimden yararlanılarak ve esas olarak 1908 İkinci Meşrutiyet devrimiyle yapılmıştır. Kadının eğitim hakkından yararlanması için 1869 Maarifi Umumiye Nizamnamesi 6-11 yaşları arasındaki bütün erkek ve 6-10 yaşları arasındaki tüm kızlar için ilköğretimi zorunlu kılmıştır. 1876 tarihli Kanun-u Esasi de imparatorluktaki bütün erkek ve kız çocukların ilköğrenim görmelerini zorunlu kılmıştır. Ebe okulu 1845, kızların devam ettiği ortaokul 1859,
Kız Öğretmen Okulu 1879’da açılmıştı. Kız liseleri ise İstanbul’da 1913-14’te açılabilmiştir. Kız Sanayi Okullarının açılması ise daha eskidir. Kızlar için yapılan
önemli bir atılım da 1914’te Kız Sanayi Okulu’nun açılması ve kızların üniversiteye devam haklarının tanınmasıdır. Kızlar için açılan ilk fakülteler Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. Bu fakülteler ilk mezunlarını 1917’de vermiştir.

Türklerin yüksek tabakalarına mensup kadınlar, daha 1860’lı yallarda gazete ve dergilere yazılar yazarak kadın haklarını savunmaya başlamışlardı. Bu yayınlarda kadınlara öğrenim hakkı, çok eşliliğe son verilmesi, kadınlara çalışma olanaklarının tanınması, kadın-erkek eşitliği ele alınmıştır. İlk kadın dergisi de 1883-84 yılında Arife Hanım tarafından çıkarılmıştır. 1880’den sonra bir kadın yazarlar kümesi de
ortaya çıkmıştır. 1895’te Hanımlara Mahsus Gazete yayımlanmıştır.
Bu örnekler, kadınlara kimi hakların kendi istekleri olmaksızın
yukarıdan verildiğini yalanlamaya yeter.

20. Yüzyıl, kadınlar çağıdır

20. Yüzyıl, kapitalist ülkelerde bir kadınlar çağının başlamasını da birlikte getirmiştir. Her bakımdan Batı’dan geri kalındığını ve böyle giderse devletin çözüleceğini, toplumun yerinde sayacağını fark eden aydın Türkler, 1908’de ortaya çıkan coşkun Hürriyet ikliminden yararlanarak kadınların toplumsal yaşama katılması, çeşitli işlere girerek yaşamlarını bağımsızca kazanabilmeleri, eğitim olanaklarından eşitçe yararlanması için kolları sıvadılar. 19. Yüzyılın ortalarında açılan kız okulları
epey mezun vermiş, okunan ve okuyan kadın sayısı oldukça artmıştır.
Kadınlar, yeni Hürriyet döneminde yeni haklar kazanmak,  kazanılmış haklarını genişletmek ve bunları toplumun her kesimine yaymak için dermekler kurdular, gazeteler çıkardılar; gazetelerde kadınlarla ilgili sayfalar yer almaya başladı.
Bu dönemin önde gelen kadın hakları savunucuları Halide Edip, Öğretmen Nakiye Hanım ve Nezihe Muhittin’dir. Kadınların kurduğu ilk cemiyet 1908 tarihli
Cemiyeti İmdadiye’dir. Bu cemiyetin amacı, Rumeli sınırında çarpışan askerlere
kışlık çamaşır ve benzerlerini sağlamaktır.

4 Nisan 1913’te ilk sayısı çıkan günlük Kadınlar Dünyası, İkinci Meşrutiyet’te özgürlük patlamasını şöyle anlatıyor:
“Üç dört senelik meşrutiyet hayatımız, memleketimizde birçok ihtiyacın
mevcut olduğunu gösterdi. Senelerce olgunlaşmaya, gelişmeye ilgisiz kalan Osmanlı, hayatımızın her aşamasında bir yeniliğin, hakiki bir inkılâbın
gerekli olduğunu bize anlattı.”

Kadını özgürleştiren vatan savunması

Türk kadın hareketi başından beri yurtseverdir. Aydın Türk kadınları, erkekler gibi Namık Kemal’in “Vatan Mersiyesi” benzeri şiirleriyle büyümüştür.
Halide Edip, Meşrutiyet dönemi kadın hareketini anlatırken şöyle yazıyor:

“Bir kadın evvela Osmanlı, bir vatanperverdir. Vatanın hukuku,
kadınlık hukukundan bin kat mühim ve muhteremdir.”

Bu sözler, Türkiye’de kadın hareketinin Batı’dakinin tersine feminist olmadığını, toplumsal devrimin ve vatan savunmasının kadınları da içine almasından doğduğunu göstermektedir. Türk kadınlarının esin kaynağı Fransız Devrimi olduğu ölçüde, Rusya’daki Kuzey Türklerinin toplumsal ilerleme programıdır. Daha 1913’te,
Kadınlar Dünyası’nda Fransız Devriminde kadınlığın rolü şöyle anlatılmıştır:

“Fransız Devrimini izleyen erkeklerimiz pekiyi bilirler ki, en önemli rolleri kadınlar oynamıştır. Komünlere yandaş olan kadınların gördükleri işleri, gösterdikleri cesareti erkekler gösterememiştir. Versail askerlerine karşı boğaz boğaza savaşan
kadınlar idi. Akıllara durgunluk verecek derecede olan cesaretleri yadsınamaz.”

Gazete, kadınların özgürleşmesinin iş yaşamına atılmasıyla olanaklı olacağının bilincindedir. Aynı zamanda yerli sanayinin kurulmasını, yabancı mallara
boykot uygulanmasını savunmuştur. Başka milletlere ezilmemek için en büyük gücü ekonomi, sanat ve işçilik olduğunu anlatmıştır.

2. Meşrutiyet döneminde insanın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiğini
Kadınlar Dünyası şöyle anlatıyor:

”Kendine sahip olan insanın her şey için istediği gibi düşünmesi, istediği gibi
karar vermesi, istediği gibi yerine getirebilmesi, o işin güzellik ve çirkinliğini de istediği gibi yargılayabilmesidir.”

Meşrutiyet Kadınlığı, kadın özgürlüğü karşısına İslam dinini çıkaranlara, o dönemde verilebilecek en uygun yanıtı vermiş ve “kadına haklarını dinimiz ve insanlığımız vermektedir” diye yazmıştır. Yazıya göre Türk kadınlarına üniversitelerde okuma hakkı vermek istemeyenler, Tanrı’ya, insanlığa karşı gelmiş olacaklardır. “Cahil, korkak, cılız, ahlaksız analardan doğacak millet, nasıl olur da yaşar ve
düşmanlardan öcünü alır?”
denilmiştir.

1. Dünya Paylaşım Savaşı koşullarının yarattığı kadın tipini,
6 Nisan 1920 tarihli İkdam’ın bir yazısından öğreniyoruz:

“Harbin yarattığı zaruret ve ihtiyaç nedeniyle kadınlarımız da diğer Batı kadınları gibi çalışma hayatına atılmaya mecbur olmuşlar ve bu alanda son derece teşekküre değer kabiliyetler ve liyakatler göstermişlerdi. O zamanlarda hemen her sınıf vazifede kadınlarımızı görmek mümkündü. Postanede, maliyede, belediyede vb. Diğer taraftan da Hilal-i Ahmer, Esirgeme Derneği, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti ve müesseselerinin himayesi, çok desteğe muhtaç annelerimizin, hemşirelerimizin tek teselli ve geçim kaynağını teşkil ediyordu. Birçok senedir, idaremizin
her şubesinde ortaya çıkan buhran ve karışıklıktan önce kadınlarımız
etkilenmeye başladı.”

Nezihe Muhittin şöyle yazmaktadır:

Evvelce yalnız kına gecelerinde, düğünlerde, tandır sofralarında ve özel toplantılarda birleşen Türk hanımları, artık genel çıkarlara yarayan derneklerin çatısı altında toplanabiliyorlar ve isimleri başlı başına anlam ve kişilik ifade edebiliyordu.”

Tarık Zafer Tunaya’ya göre Mütareke dönemine gelindiğinde Türkiye’de kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu.

1919 ilkbaharında İstanbul’da kadınlar hakkında gözlemlerde bulunan
bir Fransız kadının Fransa’daki bir gazetede yayımlanan ve Türk basını tarafından alıny-tılanan bir yazısında “Artık bin bir gece memleketinden uzak bulunuyoruz” denilerek onun İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda gördükleri aktarılmaktadır.
Bu okulda Avrupa’daki gibi bir eğitim uygulanmaktadır. Türk kızları çok yeteneklidir. Çarşaflarının altına giydikleriyle modayı da izlemektedirler. Çok iyi el işlere yapmakta, keman çalmaktadırlar. Çok evlilik de hemen hemen kalkmıştır. “Türk kadınları,
yüksek fikri seviyeleriyle kadınlar arasında gerçek bir devrim yapmıştır.
Türk kadınları artık asırlarca yaşadıkları hayattan çıkmışlardır.”
Yazara göre Hasta Adam’ın doğrulması muhtemeldir.
Bu konuda kadınlar arasındaki inkılâp ve tekâmül büyük bir etki yapacaktır.

30 Ekim 1918’de başlayan Mütareke döneminde İstanbul basınında kadınlar için sayfalar açılmış, İkinci Meşrutiyet döneminde patlayan kadın özgürlüğünün sürmesi ve gelişmesi için yayınlar yapılmıştır. Yakup Kadri 1921 tarihli bir yazısında,
kadınların on yıl öncesine göre şu işleri yaptığını anlatmaktadır:

“Yüzlerini açmak, sokağa manto ile çıkmak, yalnız başlarına istedikleri yere gitmek, erkeklerle birlikte tiyatrolara gidebilmek, memleket işlerine karışmak, hayır derneklerinde çalışmak, dairelerde memurluk, ticarethanelerde kâtiplik, satıcılık yapabilmek, yüz bin kişilik siyasi mitinglerde konuşabilmek.”

Fransız L’Humanite yazarlarından Magdelena Mark da Türkiye’den gönderdiği mektuplarından birinde “Türk kadınlığının hürriyeti, savaşın başladığı tarihten başlamıştır. Çok evlilik, harem artık yok. İktisat, geleneği alt üst etti. Kızlar artık üniversiteye, devlet memurluğuna girebiliyor” diye yazmıştır.

Mütareke döneminde Türk gazeteleri dünya kadın hareketi hakkında haberler vermekte, Türk kadınlığının özgürlüğü için bu yayınlardan dersler çıkarılmaktadır.

Kurtuluş Savaşı kadınların eseridir

Kurtuluş Savaşı, Türk kadınlığı için o zamana dek görülmedik bir özveri, örgütlenme, hizmet dönemi olmuştur. Çünkü artık düşman, anayurdun ta içlerine girmiş bulunuyordu. Bu durum, eşkıyanın talan için bir evin içine girmesinden farksızdır ve kadının yalnız
evi, yuvası, eşi, oğlu, kızının yaşamı değil, kendi ırzı da saldırı altındaydı.

Tehlikenin gelişini öncelikle İstanbul’un aydın kadınları fark ettiler. Kadınlar içinde tepkilerini ortaya koyma olanağına onlar sahiptiler. “Kadıköylü Kadınlar” imzasıyla gazetelere gönderilen ve 18 Kasım 1918’de Akşam gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Millî haklarımızı muhafaza edecek hükümet ve erkek yoksa, biz varız” denilmiştir. Osmanlı Hanımlar Derneği, 24 Mart 1919’da Batı başkentlerindeki kadın derneklerine bir muhtıra göndererek onların analık duygularına hitap etmiş,
Türkiye temsilcilerinin de Paris Barış Konferansı’nda dinlenilmesini istemiştir.
Daha İzmir’in işgalinden 38 gün önce 7 Nisan 1919 tarihli Memleket gazetesinde
“Türk kızı da millî mücadeleye atılmalıdır” başlıklı bir yazının yayımlanması, erkeklerin de kadınlardan beklentilerini ve onlarla omuz omuza mücadele etmeye
niyetli olduklarını göstermektedir.

“Türk kızı, Türk genci, haydi vazife başına! Vazife başı, vatan sinesi,
halkın sahasıdır. Türklerin kız ve erkek çocukları el ele, kalp kalbe vereceklerdir.
Halka koşmazsak, temelimiz yıkılmış, işimiz bitmiş demektir.”

Düşmanın Bursa’ya dek gelmesi üzerine Bolu kadınları, Büyük Millet Meclisi’ne
bir dilekçe yazarak ırz ve namuslarını kendilerinin koruyabilmesi için silah verilmesini istemişlerdir. İzmir’in işgali üzerine, İstanbul’a çekilen protesto telgrafları içinde
Ayşe, Fatma imzalı olanlar da vardır. Üsküdar kadınları, Doğancılar’da toplanarak İngiltere ve Fransa temsilcilerine çektikleri telgrafta, işgale razı olmayacaklarını belirtmişlerdir. Bursa kadınları da Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyetine çektikleri telgrafta ölmeye hazır olduklarını anlatmışlardır. Erzurum Kadınları da Murat Paşa Camisi’nde toplanarak İzmir, Antalya, Maraş gibi yerlerin işgal edilmesi ve buralarda yapılan vahşete göz yumulmasının önüne geçilmezse hakkın savunulması için başka araçlara başvuracaklarını anlatmışlardır. Edirne’de binlerce kadın Sultan Selim Camii’nde toplanarak İtilaf Devletlerinden İzmir için adalet istemiştir. İzmir’in işgali üzerine İstanbul üniversitesinde yapılan toplantıda, Kız Üniversitesi’nin temsilcisi, direnişte erkeklerle birlikte olacaklarını ilan etmiştir.

Yüzlerini açıp miting kürsülerine çıktılar

Şimdi sıra kadınların miting kürsülerine çıkmasına gelmiştir. Bu Türkiye tarihinde ilk kez olmaktadır. Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Sultanahmet mitinglerinde Halide Edip, Meliha Hanım, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım, Münevver Saime, Şükûfe Nihal coşkun konuşmalar yapmışlar, vatanın bağımsızlığının ve birliğinin yok edilemeyeceğini haykırmışlardır. Kastamonu kadınları da Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesinde toplanmışlar, Zekiye Hanım kadınlara “Gerekirse öleceğiz!” diye seslenmiştir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da daha önce kurulmuş kadın derneklerine yenileri katılmış, Anadolu’da da kadın dernekleri kurulmuştur. Vatan savunması, örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Biçki ve Dikiş Yurdu Hanımları Cemiyeti, Türk Çalıştırma Cemiyeti, Türk Kadınlar Cemiyeti, Şehit Ailelerine Yardım Birliği, İstihlakı Millî Kadınlar Cemiyeti İstanbul’da çalışan kadın örgütleridir. Anadolu’da Alaşehir Türk Kadınlar Cemiyeti, Kasaba İslam Kadınları Cemiyeti’nin adı geçmekteyse de en güçlü ve yaygın kadın örgütü Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti’dir. 26 Kasım 1919 günü kurulan bu dernek; Amasya, Konya, Kayseri, Viranşehir, Erzincan, Yozgat, Niğde, Pınarhisar, Burdur, Kangal, Aydın, Balıkesir’de şubeler açmıştır. Anadolu’da çalışan diğer kadın örgütleri Kastamonu Hanımları Çalıştırma Cemiyeti, Asker Kardeşlerimize Muavenet Cemiyeti, Antalya Muaveneti İçtimaiye Cemiyeti Hayriyesi’dir. Ülkenin yarısının diğeri üzerine göçmen olduğu bir dönemde Hilali Ahmer kadınlarının gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da yaptığı hizmetler ise unutulamaz.  Yardım toplamada ve yardım yapmada Anadolu kadınları birbirleriyle yarışmışlar,  hastaların yaralarını sarmışlar, hatta onların topladıkları malzemeyle Kastamonu’da bir hastane açılmıştır.

Kurtuluş Savaşı kadınlarının gördükleri en meşakkatli iş, kötü hava koşullarına rağmen Samsun, İnebolu gibi limanlara yığılan savaş malzemesini kağnılarla cepheye taşımalarıdır. Sayıları 20 bin olduğu belirtilen kadınların o günlerde ve daha sonra yazılan birçok yazıda, bu konudaki kahramanlıklarının sayısız örneği verilmiştir. Ali Fuat Cebesoy, kadınların bu işi yapmalarını “Soylu ve yüce bir manzara” diye tanımlamaktadır. Mustafa Necati, bu kadınları tarihteki ünlü Kartacalı Kadınlara benzetmektedir. Kastamonu’nun Seydiler Köyünden Şerife Bacı’nın şiddetli bir soğukta Kastamonu yakınlarında kağnıdaki çocuğunun üzerine kapanıp donmuş olarak bulunması,  kağnı kollarında yaşananların bir örneğidir. Fransız muhabir Schliklen, bu kadınlar için “Vatana adanmış vücutlar” diye yazmıştır.

Türkiye kadınları silah kuşanarak cephede görev almıştır. Aydın yöresinde, Çukurova’da ve Güneydoğu’da çete savaşlarından başlayarak siperlerde çarpışan, orduya asker toplayan, üsteğmen rütbesine kadar yükselen kadınlar. Vardır. Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Binbaşı Emire Ayşe, Ayşe Çavuş, Çete Ayşe,  Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gül Hanım, Gördesli Makbule, Ayşe Kadın, Adile Hanım, Asker Saime, Türk Jandark’ı Küçük Nezahat…

Türk devrimi, daha savaş sırasında kadınların yurt savunmasındaki bu hizmetlerini takdir etmiş, kadınlara şükranlarını sunmuştur. Birçok kadına İstiklal Madalyası verilmiştir. Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa, Sakarya zaferini kadınların, esas olarak da köylü kadınlarının eseri olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal Paşa bu savaşta en çok takdir edilmesi gerekenlerin Anadolu kadınları olduğunu belirtmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden anıtlarda görülen kadın figürleri, kadirbilirliğin eseridir.

Kaynak:

Bu metinde verilen bilgiler pek çok kaynağın taranmasıyla elde edilmiştir. Bunları tek tek göstermek burada uzunca bir liste yapmayı gerektiriyor. Onun yerine, bu kaynakların tamamının bulunduğu toplu kaynağı vermekle yetinmek zorundayım:

Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, (Yunus Nadi 2006 Sosyal Bilimler Ödülü), Çankaya Belediyesi, Ulusal Eğitim Derneği, Cumhuriyet Kadınları Derneği,
Remzi Kitabevi, Nilüfer Belediyesi yayınları. (5.3.214)

Yeni Yılda Manzara–İ Umumiye


Yeni Yılda Manzara–İ Umumiye

portresi_renkli


Prof .Dr. ANIL ÇEÇEN

 

 

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunu kurtarmak ve Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmak üzere 1919 yılının I9 Mayıs günü Samsun’ çıktığı zaman, o günün dünyasının ne durumda olduğunu ve kendisinin Türkiye’den dünyayı nasıl gördüğünü “Manzara-i Umumiye “ başlığı altında Büyük Söylev’in giriş kısmında dile getirmektedir. Biz de, O’nun çizgisinden ilerleyen Atatürkçüler adına, bugünün koşullarında dünya ve Türkiye’ye Türk devletinin başkenti Ankara’dan bakarken, Türkiye Cumhuriyetini var eden ulusal kurtuluş mücadelesinin önderinin bakışı ile bir durum değerlendirmesine yöneldiğimiz zaman, O’nun kullanmış olduğu “Manzara-i Umumiye “ teriminin en uygun kavram olduğunu görüyoruz.

Yeryüzü haritasının tam ortalarında yer alan Türkiye Cumhuriyeti‘nin
bir dünya devleti olduğunu anımsayarak , hem yurt içine hem de yurt dışına aynı zamanda bakıldığı zaman, her ikisinin bütünlüklü bir biçimde ele alınacağı “Manzara-i Umumiye “ sözcüğü en doğru seçim olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün bakış açısına , daha sonraki dönemde Atatürkçüler “Kemalizm” olarak isim verdikleri için,
Türk ulusunu ve Türk devletini hem dışarıdan hem de içeriden ele alan Kemalist bakış açısından da “Manzara-i Umumiye” kavramı en doğru seçenek olarak
önem kazanmaktadır.

Atatürk, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla doğru evrilen dünya düzeninde bir durum saptaması yapmağa çalışırken ,her şeyi geçmişi ve geleceği ile birlikte ele alıyor ve gelinen son aşamada durumu her yönü ile açıklığa kavuşturabilmek üzere iç ve dış dinamikleri birlikte ele alarak genel bir değerlendirme yapıyordu . Dünya coğrafyasının merkezi bölgesinde yedi asır boyunca düzen sağlamış ve evrensel barış için güvenlik üretmeğe çaba göstermiş bir imparatorluk devletini batının önde gelen büyük emperyalist güçleri yıkmağa yöneldiklerinde ,Mustafa Kemal yıkılan bir imparatorluktan geride kalan Misakı Milli sınırları içerisinde, eski Osmanlı ahalisini uluslaştırarak bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermenin hesaplarını yaparken geçmişten gelen siyasal tarihin birikimi ile o dönemin uluslar arası koşullarının ortaya koyduğu tabloyu birlikte değerlendiriyordu . Dünyanın tam ortasında yedi asırlık bir hegemonya sonrasında bir imparatorluğun ortadan kalkmasına yol açan bütün nedenleri birlikte ele almak ancak bir Manzara-i Umumiye esprisi içerisinde mümkün olabiliyordu . Bitmiş olan imparatorluktan geride kalan merkez topraklarında ,bir ulus devleti çağdaş modellere uygun bir biçimde kurabilmek ,üç kıtanın çeşitli ülkelerinden kovalanarak göçe zorlanan eski Osmanlı ahalisiyle bir ulusal kurtuluş savaşı yürütebilmek ve bu savaşın sonucunda çağdaş bir ulusu tarih sahnesine çıkartabilmek için ,böylesine bir genel bakışa gereksinme duyuluyordu .

İşte tarihin kilit noktasında ortaya çıkan bir ulusal önder olarak Mustafa Kemal,
insanlık tarihinin hangi noktasında bulunulduğunu , zamanın ruhuna uygun bir biçimde okurken , Manzara-i Umumiyeci bir genel bakış açısını öne çıkarıyor ve bu yöntem ile her türlü gelişmeyi değerlendirmeyi başarılı ve gerçekçi bir biçimde yapabiliyordu . Okul sıralarında aldığı askerlik bilgisi ile birlikte , tarih ve siyaset biliminin desteklerini de ihmal etmeyen Mustafa Kemal , doğru zamanda ortaya çıkarak , doğru bir biçimde harekete geçerek , gelecekte dünya barışının önde gelen güvencelerinden birisi olacak Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kuruluşunu tamamlıyordu . Bir çağ değişimi aşamasında , dünya konjonktürünün gerçekçi değerlendirmesiyle bağımsız Türk devletinin kuruluşuna giden yol açılıyor ve bu yoldan Türk ulusu da , çağdaş bir ulusal yapılanma olarak dünya sahnesindeki yerini alıyordu . Çağdaş uygarlık düzenini oluşturan uluslar ailesi içerisinde Türk ulusu da var oluyordu .
Bu yılbaşıyla beraber , dünya yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarını geride bırakmaktadır .
Bir anlamda , yirminci yüzyılın son yıllarında başlamış olan çağ değiştirme sürecinin son aşamasına gelinmiştir . Atatürk döneminde ,yirminci yüzyılın ilk on beş yılı geride kalırken , yirminci yüzyılın nasıl bir çağ olacağı yavaş yavaş belirmeğe başlamıştı .
Bu yılbaşı ile beraber de , yirmi birinci yüzyılın ilk onbeş yıllık zaman diliminin tamamlanma aşamasına doğru ilerlediği görülmektedir . Çağ değişimi , dünyayı on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla nasıl değiştirerek yönlendirdiyse , benzeri bir köklü değişim riski , yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla doğru geçerken de, benzeri bir doğrultuda ortaya çıkarak devlet düzenlerini köklü bir biçimde sarsıntıya uğratmıştır . Yirminci yüzyılın sona ermesine on bir yıl kala sosyalist sistemin çöküşü ,tıpkı Fransız devrimi gibi gelmekte olan yeni yüzyıla yönelik önemli yansımalar yaratmıştır .Fransız devrimi de yüzyılın bitişine onbir yıl kala gerçekleşmiş ve daha sonraki yüzyılın eskisinden çok farklı bir yapıda tarih sahnesine çıkışında önemli roller oynamıştır .
On sekizinci yüzyılı bitiren Fransız devrimi , on dokuzuncu yüzyılın yapılanmasını hazırlamıştır . Sosyalist sistemin tasfiyesi de , yirminci yüzyılı bitirerek yirmi birinci yüzyıla giden yolu bir başka yönde gündeme getirmiştir . Fransız devrimi ulus devletler çağını açarken , iki yüz yıl sonra sosyalist sistemin tasfiye edilmesi de , ulus devletlerin sonunu getirmek gibi dünyanın hiç de hazır olmadığı bir durumu , bir oldu bitti ile gündeme getirmiştir . İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken , sosyalist sistemin ortaya çıkışı bir karşıt tepki gibi lanse edilmesine rağmen , aslında bir ara model olarak çeyrek asır devam etmiş , Fransız devriminin iki yüzyıl sonra sosyalist sistemin tasfiye edilmesiyle ,bütün dünya ulus devletler sonrasına doğru bir zorlanma ile karşı karşıya bırakılmıştır .

Yirminci yüzyıla girerken , çöken imparatorluklar sonrasında zamanın ruhu ulus devletler çağının ortaya çıkmasına doğru yönlendirilmiş ama bir yüzyıl sonra da bu kez tamamen tersi bir doğrultuda ulus devletlerin sona erdiği biçiminde bir yaklaşım genel geçerli bir rüzgar olarak bütün dünya ülkelerine yönelik bir doğrultuda, emperyal merkezler tarafından estirilmeğe başlanmıştır . Önceleri ne olduğunu anlamayan dünya kamuoyu , soğuk savaş döneminin koşulları ile oluşturulduğu için ,yeni dönemin koşullarını görmekte,ya da anlamakta epeyce zorluklar çekmiştir . Hiç beklenmeyen bir biçimde sosyalist sistemin tasfiye edilmesi ,dünya ülkelerin de şok bir etki yaratmış ve giderek geleceğin belirsizliği doğrultusunda dünya halkları arasında ciddi bir huzursuzluk dönemi başlatılmıştır . Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasına alışkın olan dünya kamuoyu , bir türlü sosyalist sistemin tasfiyesine alışamamış , önceleri kabül edememiş , sonraları da benimsemekte çok ciddi olarak zorlanmıştır . Birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında , eski batı sömürgelerinin hepsinin siyasal anlamda bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla , iki yüz devletli bir dünya haritasını ortaya çıkarmış ve böylece sömürgecilik sonrası yeni dönemde bu yeni bağımsız devletler , Birleşmiş Milletlere üye olarak kendi bağımsız geleceklerini bir dünya üst örgütlenmesinin koruyucu şemsiyesi altına ciddi bir güvenlik arayışına girmişlerdir . Yeniden sömürge konumuna sürüklenmek istemeyen dünyanın yeni devletleri ,bu doğrultuda hem dayanışma hem de örgütlenme yollarına giderek ,yeni dönemde dünyla dengelerinin zamanın koşullarına uygun bir doğrultuda sağlanabilmesine öncelik vermişlerdir . Soğuk savaş döneminde bazı Asya ve Afrika ülkeleri , geleceklerini sosyalist sistem içerisinde ararlarken , batı yarıkürede yer alan diğer dünya devletleri ,batı güvenlik şemsiyesi altında güven sorununu aşmaya çalışmışlardır . Rusya ve Amerika Birleşik Devletlerinin hegemonyasında bir iki kutuplu dünyada yeryüzünün halkları yeni bir yaşam düzeni ararlarken , iki kutuplu dünyanın soğuk gerginliğini aşmaya çalışmışlar ama bu konuda yeterince başarılı olamamışlardır . Batının kapitalist sistemi ,dünya pazarlarını ele geçirince , sosyalist sistem buna dayanamayarak çökmüştür .Böylece iki kutuplu dünyadan tek kutuplu bir dünyaya doğru yöneliş başlamıştır .

İki binli yılların ilk on üç yılı geride kalırken , ortaya çıkan tablonun bütün yönleriyle belirlenebilmesi için son yüzyıllar arasındaki etki ve tepki ilişkilerinin , birbirini etkileyen değişim çizgilerinin iyi gözlemlenmesi ve bu doğrultuda yapılacak Manzara-i Umumiye değerlendirmeleriyle daha gerçekçi durum belirlemelerine gidilmesi gerekmektedir . Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet vardı . Bu yüzyıldan çıkarken ikiyüz devlet vardır ama iki kutuplu sistem de çökmüştür . İşte bu aşamada giderek küreselleşen tekelci sermayenin patronları bütün dünyaya Amerika Birleşik Devletleri üzerinden bir tek kutuplu dünya dayatmaya çalışmışlar ama çeyrek asırlık bir zorlamaya rağmen bir türlü başaramamışlardır . İkinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan dünya ekonomik sisteminin de kullanılmasıyla , Dünya Bankası ,Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından desteklenmesine rağmen , istenen düzeyde bir tek kutuplu dünya yaratılamamıştır . ABD tek kutuplu dünyanın merkezi gücü olarak dünyanın her tarafına yetişmeye çalışırken , dağılma noktasına gelmiştir . Özellikle ABD içinde çok güçlü bir biçimde örgütlenen Siyonist lobilerin ABD’yi on yıl süre ile İsrail’in güvenliği için Orta Doğu’da savaşa zorlaması yüzünden , ABD dünya kıtaları üzerindeki hegemonyasını yitirmiş ve aradan geçen uzun zaman dilimi içerisinde iki okyanus arasında giderek tehlikeye sürüklenen kendi güvenliğine öncelik vermek noktasına gelmiştir . Tek kutuplu dünyanın tek egemeni olarak bütün kıtaları kendisinin merkezinde yer alacağı bir dünya imparatorluğu peşinde koşarken , aşırı savaş ve güvenlik harcamaları yüzünden ABD , beş trilyon dolarlık bir borç yükü ile çökme aşamasına gelmiştir .

ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanan batının emperyal merkezleri ,bu heveslerinden vazgeçmezlerken , bunların çeşitli oyunlarına bekçi ya da polis rolünde alet olmak durumunda kalan Amerikan devleti , kendi çöküşüne giden bir yolda bu tür oyunlara aracı olarak kullanılmaktan vazgeçmiştir . Obama yönetimi bu doğrultuda gerçekçi davranarak ,yeni kararlarını uygulama alanına getirirken , başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde örgütlenen küresel sermaye ve Siyonist lobiler ile karşı karşıya gelmiştir . Baba ve oğul Bush’lar döneminde Siyonist politikalara açıkça alet olan Amerikan devleti ,bu yüzden çok şeyler kaybetmiş ve tek kutuplu dünya masalları peşinde dünya kıtalarının çeşitli bölgelerine sürüklenmek durumunda kalan Amerikan yönetimi giderek saygınlığını yitirme aşamasına gelmiştir . İki binli yılların ilk çeyreği dolarken , dünya ekonomisinin Çin’in eline geçeceği giderek kesinleşirken , ABD’nin bu durumu önlemek üzere artık Orta Doğu merkezli politikalardan uzaklaşarak okyanus merkezli politikalara yöneldiği görülmektedir . Şimdiye kadar tartışma konusu olan bu durum , artık yeni yıla girerken ABD yetkililerinin açıklamaları ile kesinlik kazanmıştır . ABD , yeni dönemde İsrail bekçiliğinden vazgeçmekte ve bu yüzden tehlikeye attığı kendi güvenliğini yeniden tesis edebilmek doğrultusunda okyanus ağırlıklı politikalara öncelik vermektedir . Kendi güvenliğine öncelik vermeyen hiçbir siyasal gücün dünya güvenliğini sağlaması düşünülemeyeceği için , yarım yüzyıllık bir İsrail zorlaması yüzünden başlatılmış olan Orta Doğu macerasına ABD yeni dönemde son verirken , merkezdeki askeri varlığını okyanus bölgesine çekmeğe başlamış ve bu bölgede kendisinden sonra gündemde olacak güvenlik sorununu Nato ile birlikte Türkiye’ye havale etmeye karar vermiştir . Ayrıca , İsrail’in büyüyerek merkezi alana egemen olma politikasının temeli olan İran düşmanlığına da son vererek , bütün batılı büyük devletler ile Avrupa Birliğini yanına alarak İran ile bir küresel barış antlaşmasının imzalanması sağlanarak ,Orta Doğu merkezli bir üçüncü dünya savaşı sürecinin önü kesilmiştir . Özellikle , takvim yaprakları arasında geride bırakılan yıl bu açıdan önemli bir dönüm noktası olmuş ve geçmişten ders alan ABD yönetimi ile birlikte hareket eden batılı güçler , İran ile anlaşarak ,bu ülkeye yönelik haksız bir biçimde uygulanan ambargoları kaldırarak ,dünya basınındaki gerginlik senaryolarına son vererek ,İran gibi bir büyük ülkeyi de dış dünyaya açmışlardır .

İki bin on dört yılına girilirken ,geçen yıldan kalan en önemli sorun üçüncü dünya savaşı ihtimalinin ortadan kaldırılması konusudur . ABD başkanı ikinci kez seçildikten sonra , İsrail’in güvenliği meselesini daha gerçekçi bir doğrultuda değerlendirerek ,bu sorunun bir İran savaşına dönüşmesinin önüne geçmek istemiştir . Bu doğrultuda , hem batının büyük devletleri ile hem de Birleşmiş Milletler güvenlik konseyinin beş sürekli üyesi olan Çin ve Rusya gibi iki dev ülkenin desteklerini almıştır . Küresel sermaye ile ve dünyanın en büyük şirket lobileri ile ortak hareket eden İsrail’in izlediği Siyonist politikalara ABD öncülüğünde batılı güçlerin karşı çıkmalarıyla birlikte ,üçüncü dünya savaşına giden yolun önü kesilmiştir . ABD-Rusya arasında son yıllarda oluşturulan denge siyasetinin sağladığı hareket alanında barış hedefi öne çıkınca , iki dev ülke işbirliği yaparak içinden geçilen son yılda bir üçüncü dünya savaşı başlangıcı tehlikesine izin vermemişlerdir. Siyon planları yapanların hedeflediği, üçüncü dünya savaşı sayesinde kurulacak, Büyük İsrail İmparatorluğu için bir İran savaşı çıkartılmaya çalışılırken ,Amerikan devleti ile küresel sermaye karşı karşıya geliyordu . Obama yönetimi bu aşamada ,küresel sermayenin cirit oynattığı batılı ülkelere tam olarak güvenemezken , Rusya ile ciddi bir işbirliğine girerek , yeni dönemde değişim sürecinin barış içinde gelişmesinin önünü açmıştır . Geçen yıl yaşanan olaylar zinciri , birbiri ardı sıra izlendiğinde böylesine bir tablo ortaya çıkmaktadır . Uğursuz olduğu söylenen bir rakam ile ifade edilen geçen yıl ,bir anlamda bütün dünya için uğursuzluk olabilecek bir üçüncü dünya savaşının çıkışına sahne olabilecekken , Amerikan devletinin sağduyulu insiyatifi ile önlenebilmiştir .

Yıllar öncesinden savaş yılı olarak belirlenen , geçen yıl , tamamen tersi bir doğrultuda savaşın değil ama barışın başlangıç yılı olmuştur . Yeni yılı girerken , Manzara-i Umumiye artık savaşı değil barışı göstermektedir . Böylesine bir durumun giderek kesinlik kazanması da insanlık ve dünya güvenliği açısından çok önemli bir gelişme olarak dünya gündemine oturmuştur . Dünyanın süper gücü konumundaki ,Amerika Birleşik Devletlerinin eskisi gibi saldırgan bir savaştan yana olmaması , Orta Doğu ve İsrail meseleleri yüzünden dünya hegemonyasını kaybetme noktasına gelmesiyle beraber ,Dünya Ticaret Örgütü üzerinden Rusya,Çin,Hindistan ve Brezilya gibi dev ülkelerin küresel siyaset alanına yeni dev ülkeler olarak girmesiyle birlikte ,dünya düzeni tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir kayma göstermiştir . Özellikle son yıllarda bu yeni dev ülkelerin , batı hegemonya girişimlerine karşı bir briket seddi oluşturmasıyla artık tek kutupluluk döneminin giderek geride kaldığı görülmüş ve bu yeni duruma uygun düşecek bir doğrultuda uluslar arası konjonktürde olaylar birbirini izlemiştir . İsrail’in yaratmaya çalıştığı İran gerginliğinin sona erdirilmesinde , bu büyük ülkenin dış dünyaya açılarak ilişkilerde yeni bir normallik aranması , dünya barışı açısından önemli kazançlar getirmiştir . Doğu’da Çin , batıda Brezilya ,kuzeyde Rusya , güneyde Hindistan , dünyanın yeni büyük güçleri olarak devreye girerlerken ,artık ABD ağırlıklı eski dünya düzeninden söz etmek geride kalmış ve bu doğrultuda çok kutuplu bir yeni dünya düzeni kendiliğinden devreye girmiştir . Yirminci yüzyıldaki iki kutuplu yapıdan tek kutupluya doğru bir geçişin zorlanmasıyla istenen olmamış , dünya iki kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapılanmaya doğru yönlenmiştir .

Tek kutuplu dünyanın dengesiz olacağı kesinlik kazanınca, sosyalist blokun yerini alarak batı emperyalizmini dengeleyebilecek yeni oluşum dört büyük dev ülkenin işbirliği yaparak öne çıkmalarıyla sağlanabilmiştir . Bu aşamadan sonra ,Brezilya’nın fikri alınmadan güney Amerika’da , Rusya’nın desteği alınmadan Avrupa ya da merkezi alanda , Çin’in düşüncesi alınmadan Asya kıtasında , Hindistan’ın görüşlerine başvurmadan güney Asya bölgesinde herhangi bir adım atmak ya da bir şeyler yapabilmek mümkün değildir . Avrupa kıtasında da bu doğrultuda Almanya bütün gücü ile öne çıkarken , Avrupa Birliği’nin bir büyük Almanya olması gibi yepyeni bir durum ortaya çıkmıştır .

Tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçilirken , ABD’nin mutlak üstünlüğü sona ermekte , ABD’yi kullanan Siyonist lobiler ya da küresel sermaye birlikleri ,artık eskisi gibi kendi çıkarları doğrultusunda şımarık senaryoları uygulama alanına getiremez bir duruma düşmüşlerdir . Haksız ve adaletsiz bir kapitalist sistemin sonuna doğru yaklaşılırken , geçmişin güçlüleri kendi konumlarını koruyabilmek ve bu doğrultuda yeni hegemonya senaryolarını belirli planlar dahilinde uygulamaya getirebilmek çabası içerisinde olmuşlardır . Bu durumun en çok yükünü taşıyan ya da acısını çeken ülkelerden birisi olarak Türkiye ,batının önde gelen emperyal güçleri arasında bir çekişme alanı haline gelmiştir . Bu yüzden bir çok senaryoya sahne olan Türkiye Cumhuriyeti , hem bazı darbe ve ara rejim senaryolarına alet olmaktan kurtulamamış hem de emperyal merkezlerin çıkarları doğrultusunda oluşturulan çeşitli siyasi partilerin yönetimi altında kalmaktan kurtulamamıştır . Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında , Türkiye’de işbaşına geçen hemen hemen bütün siyasal iktidarların okyanusun iki yakası arasında tezgahlandığı çeşitli araştırmalar ve bilimsel çalışmalar ile ortaya konulmuştur . Bu yüzden Türkiye bir türlü tarihten gelen siyasal birikimi doğrultusunda bağımsız hareket edememiş ,batı dünyasının büyük merkezlerinde yetiştirilen siyasal kadroların uygulama alanı olmaktan kurtulamamıştır . Soğuk savaşın katı koşullarında başlatılan bu tür uygulamalar son yıllara kadar devam etmiş ama artık gelinen yeni aşamada ,bu durum da değişme eğilimi içine girmiştir . Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaş yıllarında sürekli olarak Sovyetler Birliği ile korkutulurken ,batı bloku içerisinde batıcı siyasal kadrolar aracılığı ile bağımlı bir ülke konumuna getirilmesine çalışılmıştır . Sosyalist blokun dağılmasına rağmen , gene eski dönemin koşulları devam ediyormuş gibi durumlar medya ve basın aracılığı ile yaratılarak , Türk kamuoyunun siyasal gerçekleri görmesi engellenmiştir .

Son yıllarda yaşanılan siyasal olaylar ,artık eskisi gibi batıda yetiştirilen devşirme kadrolar aracılığı ile Türkiye’nin yönetilemeyeceğini ya da bir yerlere eskisi gibi sürüklenilemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur . Avrupa,ABD ve İsrail üçgeni içerisinde sürekli olarak bir yerlere iteklenmeye ya da çekilmeye çalışılan bir ülke olarak Türkiye ,birbirini doğrulayan olayların yaşanması nedeniyle , artık daha fazla gerçeklerin konuşulmağa başlandığı bir ülke konumuna gelmiş ve bu yüzden de batı acentası gibi hareket eden politik kadrolara teslim olmaktan kurtulmaya başlamıştır . Bu yıla kadar birbirini izleyen seçim dönemlerinde , geçmişten gelen koşullanmaların kamuoyu üzerindeki etkisini iyi kullanan siyasal kadrolar halk kitlelerini fazlasıyla kandırarak ülke siyasetinde etkili olma şansını sürdürebiliyorlardı . Ne var ki , artık soğuk savaş döneminin iyice geride kalması ve buradan gelen koşullanmaların etkisini yitirmesiyle birlikte , Türk halkı da gerçekleri görerek hareket edebilme şansını elde edebilmiştir . Bu nedenle , uluslar arası konjonktürdeki gelişmeleri artık Türk ulusu , küresel sermayenin güdümündeki büyük basın organları ya da medya organlarından değil ama , diğer basın ve yayın organlarından izleyerek , batılı hegemonyanın etkisini geride bırakabilme şansını elde edebilmiştir .

Dünyanın ortasındaki bir ülkenin halkı olarak , Türkler artık hak ettikleri daha iyi ve üst düzeyde bir kaliteli yönetime sahip olabilmek için bağımsız bir arayış süreci içine girmektedir . Savaş gerginliğinin giderek geride kaldığı bir aşamada , barış arayışlarının da desteği ile , kamuoyundan gizlenmek istenen gerçeklerin teker teker kesinlik kazandığı ve Türk halkının artık gözlerinden kaçırılamadığı ,son yılda yaşanan bir çok olayın etkisi ile bir kez daha kesinlik kazanmıştır . Basın ve yayın organlarının küresel sermayenin güdümüne girmesi bile , yalana ve çıkarcı senaryolara dayanan egemen söylemin eskisi gibi etkili olmasını sağlayamamıştır . Türkiye’yi batının siyasal çıkarları uğruna , komşu ülkeler ile karşı karşıya getiren ya da düşman konumuna düşüren ,işbirlikçi ve de mandacı politikaların iflas ettiği ve eskisi gibi etkin olamadığı bir aşamaya gelinmiştir .Türk halkı ,dünyadaki gelişmeleri eskisi gibi batı gözlüğü ile değil ama kendi gözleri ile görmeğe çalışmaktadır .

Batı güdümlü bir bakış açısından son yıllardaki gelişmeler ile giderek uzaklaşan Türkiye , geleceğe dönük bir çizgide kendi yolunu ararken , eskisinden daha bilinçli olarak hareket etmek zorundadır . Türkiye’yi gene eskisi gibi batı hegemonyası altında tutmak isteyecek batıcı ve mandacı lobilerin ülke toplumu ve yönetimi üzerinde etkilerini sürdürmek istemeleri karşısında , Türk halkı artık gerçek anlamda ulusal refleksinin etkisiyle hareket ederek bağımlılık çemberini parçalamak durumundadır . Türkiye Cumhuriyetini batı emperyalizminin ya da İsrail siyonizminin bekçisi ya da jandarması olarak merkezi coğrafyada kullanmak isteyenler , Irak ve Suriye savaşlarına Türk devletini sokamayarak önemli ölçülerde başarısızlığa uğramışlardır . On yıl önce Irak savaşına Türkiye’yi zorlayanlar , geçen yıl içinde de Suriye savaşına zorlamışlar ama , her iki girişimleri de sonuçsuz kalmıştır . Türkiye’nin Suriye savaşına girmemesi , İran’a yönelik savaş sürecinin aksamasına neden olmuştur . Şii-Sünni çekişmesine alet edilemeyen Türkiye Cumhuriyeti devleti , bölgedeki hassasiyeti dikkate alarak yeni bir barışçı tutumu kararlı bir biçimde sürdürünce , Suriye savaşının büyümesi önlenmiş , böylece Amik ovası üzerinden Armegeddon savaşı çıkartabilme senaryoları iflas etmiş ve bu doğrultuda kıyamet senaryolarına izin verilmemiştir . Türkiye Suriye savaşına girmeyince , İran’ın da Orta Doğu savaşına sürüklenmesi gibi istenmeyen bir durum öncelikli bir biçimde önlenebilmiştir .Soğuk savaş sonrasının sıcak savaş senaryolarına bilinçli bir biçimde karşı çıkılınca , Türkiye’yi zorlayan kaos ve karışıklık girişimlerinin de önleri kesilmiştir . Etnik ve dinsel köken ayrılıkları ile bu bölgeyi çatışma alanına dönüştürmek isteyenler ,sonunda avuçlarını yalamak zorunda kalmışlardır . Dış destekler yolu ile her türlü ayırımcılığı destekleyen emperyal güçlerin bütün planları sonunda iflas etmiştir .
Geçen yazın başlangıcını , üçüncü dünya savaşının çıkış tarihi olarak hazırlayan emperyalist ve Siyonist merkezler , bu hedeflerini gerçekleştiremeyince , bu kez İstanbul’un ortasındaki en büyük meydanda geniş halk kitlelerinin katılımının sağlandığı çeşitli gösteri olaylarını örgütleyerek , Türkiye’yi önce iç kaosa ,sonra da bölgesel mezhep ve etnik çatışma savaşlarına götürebilecek bir kargaşa dönemine doğru çekmek istemişlerdir . İstanbul’da başlatılan sıcak sivil itaatsizlik eylemleri daha sonra bu doğrultuda görevlendirilmiş kitle iletişim araçları ile sosyal medya örgütlenmeleri sayesinde giderek ülkenin önde gelen büyük kentlerinde de sürekli eylemlere dönüşmüştür .

Ülke seçimlere giderken, siyasal iktidar ile geniş halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi , küresel sermayenin güdümündeki basın yayın organları ile birlikte sosyal medya kanallarını da içine alınca Türkiye sanki bir savaş öncesi döneme doğru çekilmek istenmiştir . Ne var ki , toplumun önde gelen temsilcilerinin sağ duyulu davranışları ile birlikte ve alt kimlikli grupların da her türlü kışkırtma ya da çatıştırma senaryolarına uzak durmalarıyla da ,sivil itaatsizlik eylemleri bir toplumsal patlamaya dönüştürülememiştir . Bazı gençlerin beklenmedik bir biçimde kaybedilmeleriyle ,zaman zaman dalgalanan eylemler zinciri ,beklendiği gibi Türkiye’yi bir iç savaş ortamına sürükleyememiştir . Tümüyle Türkiye’nin Orta Doğu savaşına girip girmememsiyle ilgili gerginlik ortamı ,sivil itaatsizlik eylemleriyle tırmandırılmaya çalışılırken , savaşa karşı olan batılı devletlerin araya girmesiyle , gerginliği tırmandırma eylemlerinin sonuçsuz kalacağı görülmüştür . Yaz aylarında Türkiye’yi sürekli olarak uğraştıran eylemler zincirinin , bir kıyamet senaryosu olan Armegeddon savaşının ön hazırlığı olduğunu , Türkiye’nin bir iç karışıklık ortamının yaratacağı elverişli ortam ile bölge savaşına sokulmak istendiğini , resmi devlet görevlileri zaman zaman açıklamalar yaparak topluma anlatmağa çalışmışlardır . Irak savaşından elde edinilen tecrübelerin desteği ile , Türkiye Suriye savaşları oyununa gelmemiş , aksine İran ile yakın işbirliğine girerek kendi güvenliğini sağlamağa öncelik vermiştir .Dünya konjonktürünün Orta doğu’da kesişmesi yüzünden ortaya çıkan bu olumsuz durum atlatılarak yeni yıla Türkiye’nin barış içinde girmesi sağlanmıştır .

Türkiye dünya ile birlikte yeni yıla girerken , yeni bir muhasebe yapmak zorundadır .İkinci dünya savaşı sonrasında neden batıya bağımlı politikalara tutsak kalındığı artık iyice tartışılarak , Türk devletinin kendi bağımsız geleceğini arama noktasında her türlü emperyal baskı ya da yönlendirmenin dışında hareket edebilmesinin sağlanması gerekmektedir . Ancak bu yoldan ,Türkiye Cumhuriyeti , kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu hedefler doğrultusunda yoluna devam edebilecektir . Laikliği çağdaş ülkeler gibi ana ilke olarak benimseyen Türkiye Cumhuriyetinin , doksan yıl sonra bir din devleti olarak hareket etmesini hiç kimse beklememelidir . Türk devleti , kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu gibi laik,ulusal,üniter ve merkezi devlet yapısı ile hem bölgesinin en güçlü devleti olacak , hem de bu modeli ile bütün Avrasya ülkeleri için bir cazibe merkezi haline gelecektir . Bugünün siyasal kadrolarının artık görmesi gereken bu gerçeklik , tüm emperyal devletlerin Türkiye’ye yönelen dış politikalarında dikkat ettikleri en önemli husustur . Onların ortadan kaldırmak istedikleri bu gerçekliğe sahip çıkmak ve bunu ısrarlı bir biçimde uygulama alanı içinde tutmak ,Türk devletinin geleceği açısından en önemli konudur . Onlar Türkiye’yi küçültmeye ya da zayıflatmaya çalışırlarken , Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş uygarlık çizgisinde yoluna emin adımlar ile devam ederek yükselme ve büyüme çizgisini tırmandıracaktır .

Yeni yıla girerken, Manzara-i Umumiye Türkiye açısından daha olumlu bir çizgide görünmektedir . Savaş konjonktürünün geride kalması, dünyanın tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru yönelmesi ,yeni büyük devletlerin kendi bölgelerinde merkez olarak dünya dengelerinin oluşumunda etkin olmaları ,merkezi coğrafyaya yönelen emperyal politikaların iflas etmesi, Türk halkının artık dıştan destekli ya da uzaktan kumandalı siyasetler ile politik kadrolara mesafeli davranmaya başlaması, laik devlet düzenine ters düşerek dine dayalı olarak geliştirilmek istenen yeni politikaların başarısız kalarak etkinliğini yitirmesi gibi olumlu gelişmeler, Türkiye Cumhuriyetinin yakın geleceğinden umutlu olabilmek açısından önemli kazançlar getirmektedir . Türk devletinin kurucusu , Samsun’da Anadolu’ya çıkarken yapmış olduğu Manzara-i Umumiye değerlendirmesini bugünün koşullarında antiemperyalist bir çizgide yenilenirse , ortaya böylesine bir tablo çıkmaktadır.

O yeni bir yüzyılın başlarında antiemperyalist bir çizgide Manzara-i Umumiye
değerlendirmesi yaparak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu . Bugün, O’nun izinden gidenler de aynı çizgide hareket ettikleri zaman , O’nun Türk ulusuna emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetini ilelebet payidar kılabileceklerdir.

Yeni dönemde , Manzara-i Umumiye eskisine oranla daha çok Türkiye’nin lehine gelişmeler göstermiştir.

  • Bütün sorun, Atatürk’ün yaptığı gibi, Manzara-i Umumiye’yi doğru değerlendirerek, Türk ulusunun ve devletinin ulusal çıkarlarını en üst düzeyde koruyabilecek
    yeni bir ulusal politik programı Türkiye merkezli olarak
    uygulama alanına aktarabilmek
    tedir.

Türkiye’yi yönetenler bunu başarabildikleri gün , Türk devleti daha üstün bir düzeyde varlığını güvence altına alabilecektir . Her türlü özel çıkarın ya da yaklaşımın ötesinde , Türkiye Cumhuriyeti merkezli bir ulusal çıkış, önümüzdeki seçimler döneminde Türkiye’de genel anlamda etkili olursa, o zaman Manzara-i Umumiye’nin daha çok Türkiye’den yana gelişebileceğini, şimdiden söylemek mümkündür.

İçine girilen seçim yılında, Türkiye Cumhuriyeti Manzara-i Umumiyeyi daha çok kendisinden yana çevirebilecek yeni yönetici kadroların işbaşına gelmesini beklemektedir. Bu da, Türk halkının uyanık bekçiliğine bağlı bir sorun olarak Türkiye’nin önünde durmaktadır. Öncelikli sorun, bu konunun çözüme bağlanmasıdır.