Etiket arşivi: Ergin YILDIZOGLU

Ülke bir eşikte

Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu
ergin.yildizoglu@gmail.com
20 Şubat 2023, Cumhuriyet

Rejim, deprem felaketini bir trajedi olarak sunmaya çalışıyor. Çünkü, trajedide suçlu yoktur; “kontrol edilemez” bir güç (Tanrı/doğa) ile güçsüz insan arasındaki çelişki, çoğu kez iyi niyetle yapılan hataların sonuçları vardır. Buna karşılık, kimi büyük felaketler, örneğin soykırımlar, “Hiroşima”, “Nagasaki”, birer trajedi değil, insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.

BİR TRAJEDİ – BİR İNSANLIK SUÇU

Depremzedelerin başına gelenler, işledikleri bir suçtan değil, iyi niyetle yapılmış bir hatadan kaynaklandı: Dinci siyasetçilerin gerçekten dürüst olduklarını varsaydılar. Bu nedenle deprem olayı, ölenler, acı çekenler, kurtulanlar için trajik bir boyuta sahiptir ama bu olayın bir de suç boyutu var.

  • Büyük sermaye, ABD emperyalizminin yardımıyla siyasal İslamı iktidara taşıdı,
    sonra cebini açtı, gözlerini kapadı, kulaklarını tıkadı.

Siyasal İslamın egemen sınıfı, rejimini rant ekonomisi üzerine kurdu, inşaat sektörünü destekledi, rant sermayesini, açgözlü müteahhitleri serbest bıraktı, hatta hızlandırmak için liberal entelijensiyadan öğrendiği vesayet kavramına sığınarak (“Mimar ve mühendis vesayeti bitti… Bundan sonra projeler, hiçbir (!?) kurumun vize ve onayına tabi tutulmayacak” -Yeni Şafak, 10/07/2013) denetçi uzmanların elini; kolunu bağladı, iskâna uygun olmayan çürük binaları imar aflarıyla yasallaştırdı, bu arada deprem felaketi riski artarken, deprem için toplanmış kaynakları “kaybetti”.

  • Karşımızda bir insanlık suçu var! 

VE BİR MÜSTEHCEN KOMEDİ

Depremden sonra halk açısından trajedi, derinleşerek sürerken rejimin sorumluluktan kaçma çabaları hızla müstehcen bir komediye dönüştü. Bu müstehcen komedinin iki unsuru (ögesi) var biri iktidarsızlığını örtme telaşıyla yaptığı inandırıcılıktan uzak açıklamalar, saçma tepkilerden oluşuyor. İkincisi de bu iktidarsızlık karşısında, halkta yükselen öfkeyi savuşturmak için ürettikleri “algı yönetimi” dedikleri, bir yalan haber furyasından

Birincisinin en iyi örnekleri, “kader” edebiyatı, yapmak, gereken ama yapamadıkları işleri yapanları baskı altına almak, susturmaya çalışmaktır. İkincisine de “bir yılda yeniden yapacağız” saçmalığını, AFAD’ın her kurtarma anını sahiplenme telaşının ilkelliğini, halkın parasının kamu bankaları aracılığıyla halka “bağışlanmasını”, bu arada rejimden daha çok güvenilir oldukları için daha çok bağış toplayan bağımsız kurumların kasalarına “sulanmayı” örnek gösterebiliriz.

Yukarıdaki trajedi ve insanlık suçu ikilemine ek olarak“Kim bağış toplayabilir-kim toplayamaz”; “Kim yemek dağıtır-kim dağıtamaz”, “Çocuklara ne oluyor”, “Oteller dururken niye öğrenci yurtlarını boşaltıyorsunuz”, “Ekonomik kriz derinleşirken özel emeklilik fonlarını borsaya itmenin sonucu ne olur” sorularına, kurtarma işlemlerini, aksatma pahasına, tekeline alma çabalarına ek olarak, “seçimler yapılabilir-yapılamaz”, “ ‘şahıs’ aday olabilir-olamaz”, “Anayasa kutsal değil delinebilir-bunun adı darbe olur”, gibi tartışmaları, “evlat edinmek değil ama evlenmek caizdir” anlamında gelen açıklamayı da ekledik mi 

  • Ülkenin, ekonomik, ideolojik/kültürel hatta ahlaki boyutlara sahip bir siyasi eşiğe gelmiş olduğunu görebiliriz.

Ya toplum, siyasal İslamın rejimini, “süreç olarak faşizmi” geriletme şansını yakalayacak;
ya da siyasal İslamın rejimi, “süreç olarak faşizm” bir sıçrama daha yapacak.

‘Devletin’ iflası…

Ergin Yıldızoğlu
ERGİN YILDIZOĞLU
ergin.yildizoglu@gmail.com
09 Şubat 2023, Cumhuriyet

 

Çok büyük ve büyümeye devam eden bir felaketle karşı karşıyayız.

Bu felaket, jeolojik bir fay hattının ötesinde, “kültürel ve ekonomi-politik” basınçların arasına sıkışmış bir başka fay hattının kırılmasıyla da yakından ilgilidir:

  • Dinci totaliter rejimin, bu felaketi daha da derinleştiren iflasını gizlemek artık olanaksız.

“DEVLETİMİZ” FİLAN…

Felaketin, çaresizliğin karşısında, sıradan insanlar, hatta “uzmanlar” sık sık devletin “elini uzatamadığından” yakınıyorlar. “Devletimizi suçlarken dikkat edelim, bu felaket çok büyük dünyanın neresinde olursa olsun…” diyerek avunmaya çalışanlar da var. Bir de “çalıp çırpan müteahhitler” diye bir “canavar”

Birincisi, “devlet” diye bir özne yok. Kapitalist “devlet”, belli bir ideoloji ve kültürle birbirine bağlanmış karmaşık bir “güç odakları” ağından öte bir şey değil. Devleti bir bütün olarak hiç görmeyiz; karşımıza hep odakların içindeki insan(lar) çıkar. Biz bu ağın, bütününü göremeyiz ama karmaşıklığın bütünselliğini sezeriz. Böylece devlet vatandaşlarda, gizemli bir “yüce” (sublime) nesne duygusu yaratır. Ancak bu felç edici “duygudan” kurtulmak zor değildir; kararları “devletin” değil de o güç odaklarında “yaşayan” insanların aldığını anımsamak yeter. O “devletimiz” diye başlayan söylem de aslında o kararları alan insanları, sorumluları gizler, sözde “yüce nesne” karşısında vatandaşları ise “küçültür”.

Son 20 yılda kurulan rejim, bu karmaşık örüntüyü tek bir merkeze bağlayarak o merkezde yaşayan insanın arzularına uymayan kesimlerini ve ağ bağlantılarını tasfiye ederek saydamlaştırdı, gizemli “yüce nesne” duygusu dağılmaya başladı. Şimdi “devlete” bakınca, yalnızca bir merkezdeki şahıs (kişi) ve çevresindekiler olarak “bütünü” görülür oldu. O güç odaklarını birleştiren örüntüyü ayakta tutan (dinci), ideoloji/kültür de toplumda egemen olmayı başaramadığı için, tecavüz-pedofili skandallarının; kimin karısı, kızı torunu, görümcesi… Kime caizdir; cennette kimle kim evlenecek gibi müstehcen saçmalıkların da katkısıyla verimliliğini yitirdi. Yirmi yıl boyunca tasfiye edilen kurumların, ağ bağlantılarının yerine yenileri kurulup çalıştırılamadı.

  • Bilime, deneyime ve akılcı yaklaşıma düşmanlık da eklenince,
  • realite (gerçeklik) ile bağları koptu;
  • böylece yangınlar, pandemi, nihayet deprem gibi, her felakette iflas ettiler.

VE EKONOMİ POLİTİĞİ

Merkezdeki lider ve yakın çevresinin, destek sınıflarının ekonomi politiği de çöküyor. Son büyük felakette dağılan, un ufak olan betonlar bu çöküşün dışavurumudur.

“Çalan çırpan müteahhitlere” gelince, 150 yıldır biliyoruz ki sermaye, ahlak, insan, doğa gibi kaygıları olmayan bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki vatandaşlar tarafından denetlenmezse, artık-değer peşinde, bir “kâr makinesi” olarak hem toplumu hem de doğayı tüketerek yıkar. Müteahhit, bu “artık-değer” üzerine yapışmış asalak rant makinesinin” bir organıdır. Bu asalak makineyi, ondan, komisyon, haraç, bağış vb.., ekonomi dışı yollarla beslenen, bu yüzden sürekli teşvik eden, besleyen, önünü açan bir rejim/kişi(ler) (siyasal İslamın iktidarı) sonunda oluşan yıkımdan doğrudan sorumludur.

Panik, felaketten yararlanma çabaları, depremzedelere yardımda bile totaliter refleksler, önce atılan, sonra korkudan silinen müstehcen tweet’ler, nihayet “afet bölgesi” ilanıyla yetinmeyip, OHAL ilan etmeler de vatandaşların bu durumun artık ayırdına varmaya başlamasıyla ilgilidir.

‘Büyük Keder Dalgası’

Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu
ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları 

31 Ekim 2022, Cumhuriyet

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)


“Çorak Ülke”
 şiirinin 100. yıldönümünde, yine bir Anksiyete Çağı”. Ancak o zaman, en azından, “dünyayı yeniden yapma umudu” vardı. Bugün, ben kendimi, David Brooks’un (New York Times) “Büyük keder dalgası” gözlemine daha yakın buluyorum; nihilizme düşmemek için her gün yeniden aşmaya çalıştığımız bir duyguyu betimliyor.

‘DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA’

Yeni bir İklim Zirvesi’ne giderken Birleşmiş Milletler’in konuyla ilgili üç kurumu, bu yüzyılın sonuna kadar hedeflenen 1.5 °C sıcaklık artışı sınırının artık gerçekçi olmadığını açıkladılar: Bu hedefe ulaşmak için gerekli uluslararası işbirliği ortamı yok. Putin’in “Dünya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en tehlikeli 10 yıla giriyor” sözlerinin, ABD Yeni Güvenlik Stratejisi’nin “büyük güçler arası rekabet dönemi” tanımlamasının, Çin’e yönelik ticari yaptırımların, Çin liderliğinin içeride otoriter ve dışarıda daha sert politikalara yönelmesinin gösterdiği gibi, olacağı da yok…

Yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı 2.5 °C sınırına ulaşacak. “Uygarlık” artık altından kalkması olanaksız bir yıkım riskiyle karşı karşıya. Bu yıkımın bir boyutu, deniz seviyesinin yükselmesine, aşırı iklim olaylarına bağlı olarak artık kronikleşmiş su ve gıda kıtlığı; bir diğeri bu kıtlıklardan kaçanların, gittikçe daralan (hemen hepsi merkez ülkelerde) yaşanabilir alanlara sığınma çabasının ağırlaştıracağı siyasi gerginlikler. Büyük güçlerin, ekonomi, kaynak ve ulaşım açısından stratejik öneme sahip bölgeleri paylaşma çabasının yoğunlaşması da yeni jeopolitik krizleri, savaşları besleyecek. Ne de olsa: “İçeride devrim istemiyorsanız dışarıda emperyalizm…” (Cecile Rhodes)

Ulus devlet ve liberal demokrasi de vatandaşlarının temel gereksinimlerini karşılama kapasitesini hızla kaybediyor. Bu madalyonun öbür yüzünde, gücü ve serveti müstehcen düzeylere ulaşmış, finans, enerji, teknoloji ve silah şirketleri, sosyal medya ve internet üzerinden satış platformu tekellerinin sahibi, Bezos, Musk gibi tipler, hırsız siyasetçiler ortaçağ krallarını çatlatacak büyüklükte servetleri halkın gözüne sokuyorlar.

Bu büyük krizlerin, büyük servetlerin, “en çok zarar verenlerin sesinin en çok çıktığı” (Greta Thunberg) dünyasında halkın payına bir “büyük keder” dalgası düşüyor. Gallup şirketinin 140 ülkede, 150 bin kişiyi kapsayan bir araştırması keder, öfke duygularının geçen yıl rekor düzeye çıktığını saptamış: 16 yıl önce halkın yüzde 1.6’sı yaşamına “0” notu verirken (“0” en kötü – “10” en iyi), geçen yıl bu oran yüzde 6.4’e ulaşmış. En alt yüzde 20’sinin “mutsuzluk notu” ortalama 2.5’ten geçen yıl 1.2’ye gerilemiş.

Bu dalga, liberal demokrasiye, onun liderlerine olan güveni eritiyor. Bu kedere, öfkeye, tercüman olacak, “dünyayı yeniden yapma umudunu” yaşatacak bir sol hareketin yokluğunda “süreç olarak faşizm” hızlanıyor: İsveç’te ikinci parti, Macaristan’da, Polonya’da, İtalya’da, Hindistan’da iktidarda, İspanya ve Finlandiya’da 2023 seçimlerinde birinci sıraya yükselebilir. Pazar günü, Brezilya’da, büyük sermayenin ve ordunun tercihi faşist Bolsonaro, ya seçimleri “Atı alan Üsküdar’ı geçti” misali kazandı ya da “hile var” diyerek ortalığı birbirine katmaya başladı. Benzer bir krizin, ABD ara dönem seçimlerinde, 2024 başkanlık seçimlerinde yaşanma olasılığı çok yüksek. Tabii bu arada Türkiye de önümüzdeki seçimlerle bu resmin içinde kendine uygun bir yer bulacak.

Adeta, Yahya Kemal’in şiirindeki gibi “Dönülmez akşamın ufkundayız” ancak, şiirin “boş ver keyfine bak” havası bir seçenek değil. Çünkü “büyük keder” kişinin değil bir uygarlığın sonuna ilişkin. Bir insanın kendi yaşamı tükenirken “boş vermeyi” seçmesi bir özgürlük sorunu.

  • Bir insanın uygarlığın geleceğine boş vererek
  • “kişisel haz ilkesine”, (AS: Hedonizm’e) “öbür dünya umuduna” sığınması ise
  • insan olmaktan vazgeçmeye ilişkin bir ahlak sorunu.

====================================
Dostlar,

Homo sapiens” kendi elleriyle kendi sonuna doğru dört nal koşmakta.

Bu yüzyıl sonuna dek havaküre (atmosfer) sıcaklığının en çok 1,5 derece artması bile alarm sınırı iken, bu hedefin yakalanması çok güç görülüyor. Ülkelere tanınan karbon dioksit salım (emisyon) kotaları kürsel pazarda haraç mezat!! Diyelim Çin, ABD.. yoksul, sanayileşmemiş bir Afrika ülkesinin nüfus, yüzölçümü gibi ölçütlere dayalı belirlenen yıllık toplam fosil yakıtları salım (emisyon) kotasını satın alıyor! Satan ne ölçüde bunalımın ayırdında bilinmez ama alanın olası yıkımı bildiği çok açık. Bir bilinç tutulması mı bu??

İnsanoğlu yaşamının kumarını oynamakta! Birkaç çarpıcı örnek..

– DSÖ’ne göre (Dünya Sağlık Örgütü) dünya nüfusunun %99’u (doksan dokuzu!),
DSÖ standartlarına göre kirli hava soluyor.
– Kanserlerin neredeyse %80’e varan kesimi çevresel; Kanser politik bir hastalık!
– Unutulmuş kimi hastalıklar geri dönerken, yepyeni hastalıklar oluşuyor ve bu tür
ardışık afetlerin birlikte, eşzamanlı deneyimlenmesi salt bir zaman sorunu..

Yapılabilecekler belli ve sınırlı                :

1. Sürdürülebilir kalkınma (sustainable development) söylemi (mottosu) artık “sürdürülebilir” değildir. Hızla SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM (sustainable life) ayarlarına (moduna) geçilmelidir.

2. Küresel nüfus artış hızı %1,05’lerden en çok 10 yıl içinde yüzde yarımın altına çekilmeli,
yıllık net 80 milyonu aşan nüfus çoğalması 40 milyonun altına düşürülmeli.
(Türkiye’de yarım milyonun altına..)

3. BM ve ilgili uzmanlık kuruluşları DSÖ, FAO, UNEP, UNDP, ILO, UNICEF, UNESCO..
ağır küresel bunalımı / sağkalım (beka, survival) sorununu kesinlikle gündemden düşürmeden BM Genel Kurulunda, Güvenlik Konseyi’nde gündemde tutmalı ve küresel kapitalizm mutlaka dizginlenmeli. Tüketim çılgınlığı durdurulmalı, herkes en üst düzeyde tasarruflu yaşamalı.

4. Bilimsel buluşlar çevreyi – doğayı gemlemek için değil (Doğa fahişemiz değil!), onun yasalarını anlayarak birlikte barış içinde yaşamak (peaceful co-existence) felsefesiyle kullanılmalı.

5. Ekolojik devlet – ekolojik anayasalar dönemi açılmalı.

Son olarak; Neondertal insandan Homo sapiens‘e evrilen insanoğlu, 21. yy’ın ilk yarısında,
yepyeni ve “hızlı” bir evrimleşme ile “Homo environmentum“a yükseltgemeli kendisini.

Çünkü; ya Doğa intikam alarak sırtındaki zorunlu parazit insanoğlunu atarak büyük olasılıkla çok daha keyifli olarak evrendeki varlığını biz olmadan sürdürecek;

Ya da pes edecek ki bu da uygarlığın yeryüzünde sönümlenmesi ile eşdeğer.

Belki bu arada evrende başka gezegenlerde yaşam bulunursa ya da kolonileşme olanaklı olursa.. Ünlü kuantum fizkçisi Stephan Hawking‘in uyarısı ise “en geç bin yıl içinde” bu düşötesi (fantastik) tasarımın gerçekleşmesi.

Görünen o ki o denli zamanımız yok; uyan insanoğlu uyan!!

Sevgi ve saygı ile. 31 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

 

 

‘Süreç olarak faşizm’

‘Süreç olarak faşizm’

Koronavirüs hastalığına yakalandığım ve çok ağır geçirdiğim için, bir aydan fazla bir süre ara verdiğim BirGün yazılarıma başladığım için mutluyum. Bu dönemde bana destek ve güç veren bütün dostlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Hastalığı yenmemde verilen bu desteklerin rolü büyüktü. Varolun.

Bu hafta geçen yılın sonunda çıkan önemli bir kitaptan hareketle “yeni faşizmi” yazmayı denedim.

Dr. Ergin Yıldızoğlu yeni yayımlanan ve iki baskı yapan, “Yeni Faşizm” * adlı kitabında günümüzde faşizmi; toplumu ve devleti aşağıdan yukarıya fetheden klasik faşist rejimlerden ya da yukarıdan aşağıya emperyalizm güdümlü askeri darbeler şeklinde gelen diktatörlüklerden farklı olarak, süreç içinde şekillenen, yayılan, topluma ve devlete egemen olarak yerleşen bir durum olarak tanımlıyor.

Bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarının yarattığı rejimi anlamak bakımından da elimize önemli bir kavramsal araç veriyor. Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.

Kitabında, İtalya ve Almanya gibi klasik faşist rejimlerin ortaya çıkışını, iktidara yürüyüşünü ve yeni rejimi inşa süreçlerini çok yetkin ve başarılı bir şekilde hem özetleyen hem de analiz eden Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orban ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Nerandra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si..

Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, erkekci, kadın düşmanı, -son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da- toplumsal statülerini kaybeden kesimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.

Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması..

Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz: Devletin güvenlik ve adalet bürokrasisini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi.. Özetle totaliter bir rejimi inşa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.

Ergin Yıldızoğlu, “yeni faşizm” ya da “süreç olarak faşizm” modelinin ilk kez ve en sistemli biçimde şekillendiği ülkenin, “adeta türünün ilk ve en tipik örneği” nin Türkiye ve AKP rejimi olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de yeni faşizmin, özgünlükleriyle birlikte, siyasal İslamcılık olarak tarih sahnesine çıktığını -bir katkı olarak- söyleyebiliriz.

Siyasal İslamın ve dinci entelijansiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, Aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşa etme sürecinde tasfiye edilerek, yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.

Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiye’yi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijansiya şimdilik rövanşı aldı. Çünkü, Türkiye aydınlanması ve modernleşmesi, Soğuk Savaş dönemine, NATO’cu ve Amerikancı anti-komünist doktrinlere kurban edildi. Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijansiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusundan olabildiğince yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla Aydınlanma, Cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile birlikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.

Karşı devrim sürecinin diyalektiğini kabaca şöyle özetleyebiliriz: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleri, 1980 sonrasında Turgut Özal ve ANAP iktidarları döneminde, Yıldızoğlu’nun da deyimiyle Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharına” sahne oldu. Ergin Yıldızoğlu’nun da vurguladığı gibi, Cumhuriyetçi ve Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharı” süreci ile iç içe geçen çok önemli bir başka olgu ise, bu dönemde gelişen liberal-İslamcı ittifakıdır. Çoğu soldan gelen liberal entelijansiya ile İslamcı ulemanın ittifakı, yeni faşizmin iktidarına giden yolu döşeyen en önemli olgulardan biri oldu.

Bugünkü rejimin inşa edilme sürecinin kilometretaşlarını ise şöyle sıralayabiliriz: AB üyelik süreci diye ifade edilen ve AKP iktidarının ilk döneminde esas olarak Cumhuriyetçi ve toplumcu muhalefet odaklarının etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için kullanılan dönem.. AB sopasının bir tasfiye aracı olarak kullanıldığı bu dönem; siyasal İslamcı hareketin tipik, ikiyüzlü, yalana, pusuya, hileye, riyaya ve siyasal sahtekarlığa dayalı tarz-ı siyasetinin tipik bir örneğidir. İslami terminolojide bunun adı “takiyye” olarak konur ve ne yazık ki, ne Türkiye solu ne Cumhuriyetçiler ve ne de liberaller bunu yeterince anlamadı ve ciddiye almadı. Anladıklarında ise -ki kuşkuluyum- iş işten geçti.

İkinci dönem; İslamcı-liberal ittifakının yarattığı demokratikleşme yanılsamasının yaşandığı ve neredeyse Fethullahçı Çete’nin kalkıştığı 15 Temmuz 2016 dinci darbe girişimine kadar uzanan, kahredici dönemdir. Bu dönemde, siyasal İslamcı hereket (AKP iktidarı) sadece liberalleri, solun liberal kesimlerini, dönek solcuları değil, Kürt siyasal hareketini de “çözüm” vaadiyle yedekledi ve yeni rejimin inşa sürecinin -istem dışı da olsa- parçası haline getirdi. Öyle ki, liberaller ve cemaatle yollar daha önce ayrılmaya başlasa da, esas olarak 15 Temmuz darbesi başarısızlığa uğrayıp, AKP kendi darbesini (20 Temmuz OHAL ilanı) gerçekleştirince (darbe içinde darbe) bütün ittifaklar bitirildi.

Süreç olarak faşizm, 16 Nisan 2017 referandumu ve Anayasası, ardından getirilen başkanlık rejimi ile Türkiye’ye egemen olmuştu. Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesabatı yeni rejimi bütünüyle kurmaya yetmediği gibi; ülkede her şeye karşın, toplumun %50’den fazlası “sürece” direniyordu. Üstelik bu direniş, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına karşın ısrarlı bir şekilde günümüze kadar da sürdürüldü.

Türkiye’de mücadele henüz sonuçlanmış değil. O nedenle, siyaset bilimci ve Em General Dr.. Haldun Solmaztürk, geçen hafta kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir yönetmelik değişikliği nedeniyle bütün ülkeyi uyardı. Ben de aynı şeyi, TELE 1 televizyonunda yeniden katılmaya başladığım programlarda yapmaya çalıştım. TSK’nın elindeki ağır silahların, istek halinde, Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e, “toplumsal olaylar, terör ve kamu düzeninin bozulması” hallerinde kullanılması için devredilmesini öngören bu yönetmelik değişikliğini şöyle değerlendiriyor:

“Seçimi kaybetmeleri halinde ‘kaybetmedik’ diyerek (iktidar çevreleri tarafından) bir harekat içine girme hazırlığı yapılıyor. (…) Bu nedenle muhalefetin yapması gereken, parti devletinin ülkeyi otoriterlikten totaliterliğe döndürdüğünü halka anlatmaktır. Ayrıca Trump’ın teşebbüs ettiği gibi bir şeye teşebbüs ederlerse, (onların/iktidarın) başaramayacaklarına toplumu ikna etmeleri lazım. Buna hep birlikte karşı koymamız lazım. Üç-beş kişinin Türkiye’ye kaosu dayatmasını hep birlikte reddetmemiz lazım.”

Durum bu kadar ciddi. Bir General uyarıyor üstelik. Bu durum, Türkiye’de sürecin devam ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla, siyasal İslamcı iktidar, “süreç olarak faşizm” için son bir hamle yaparak, onu kalıcılaştıracak bir adım atmaya hazırlanıyor. Haldun Solmaztürk’ün dediği gibi, bunu hep birlikte reddetmemiz ve gereğini yapacak “demokratik” adımlar atmamız lazım.

Belki ilk yapılacak işlerden biri de, Ergin Yıldzoğlu’nun yeni kitabını okumak olabilir.

* Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, Eylül 2020, İstanbul.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

 

  • Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

ÇAĞRIMIZA KULAK VERIN

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin
piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI

Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

Biz Sosyal Bilimciler halkın taleplerini kendi önerilerimiz olarak kabul ederek kamuoyuna sunuyoruz.

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir
mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

Gösterdiğiniz dayanışma için şimdiden teşekkür ederiz.

  • Salgından kaynaklanan ekonomik ve toplumsal krizde merkezi devlet, olağandışı bir harcama programı tasarlamalıdır. Bu program sadece sağlık harcamalarından ve salgın ortamında sade yurttaşlara, emekçilere dönük doğrudan ayni ve nakdi desteklerden oluşmalıdır.
  • Acil ve zorunlu mal ve hizmet üretimi dışında bütün işlerin 15 gün süreyle durdurulması acilen değerlendirilmeye alınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde, hamileler, yasal süt izni kullananlar, engelliler, 60 yaş ve üzerinde olanlar korona virüs salgını süresince idari izinli sayılmalıdır. 12 yaşından küçük çocuğu olanlara talepleri halinde ücretli izin verilmelidir.
  • En az 14 gün olmak üzere, salgın süresince yenilenmek kaydıyla, çalışanlara (yıllık izinlerine dokunulmadan) ücretli izin hakkı tanınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde risk değerlendirmesi ve acil durum planları yenilenmeli, tüm çalışanlara korona virüs salgını bilgilendirmesi ve eğitimi yapılmalıdır. İşyerlerinde koronavirüs testinin yapılması dahil tüm sağlık önlemleri arttırılarak azami düzeye yükseltilmelidir.
  • Bütün bunların yapılmaması ve/veya işyerinde korona virüs riskinin ortaya çıkması halinde çalışanların “çalışmaktan kaçınma hakkı”nı kullanacakları ve üretimi durduracakları ilan edilmelidir.
  • İşten çıkarmalar korona virüs salgını süresince yasaklanmalı, işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yerine kısa çalışma ödeneği kullanılmalıdır. Kapanan işletmelerde çalışanların ücretlerini tam veya tama yakın almaları sağlanmalıdır.
  • Korona virüs salgını süresince bütün işçiler süre koşulu aranmaksızın işsizlik ödeneği ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanmalıdır. Esnek ve yarı zamanlı çalışanlar da bu fondan yararlanabilmelidir.
  • İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki paralar sadece işsizlik ödemeleri için kullanılmalı, işsizlik ödeneğinden ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanma süresi ve miktarı arttırılmalıdır.
  • Salgın boyunca doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalıdır. Doğalgaz ve elektrikte dağıtım hizmetleri kamulaştırılmalıdır. Yerel yönetimlerin temiz ve atık su başta olmak üzere hizmetlerinin aksamaması için onlara merkezi bütçeden daha çok kaynak aktarılmalı, dış borçlanmaları konusunda ihtiyaç duyacakları Hazine garantileri verilmelidir.
  • 100’den fazla işçi çalıştıran şirketlerde istihdamı korumak amacıyla, bu kuruluşların kapanmasına izin verilmemeli, gerekirse kamulaştırma yoluna gidilmeli, bu amaçla KİT gibi kuruluşlar eski işletmeci işlevlerini üstlenmelidir.
  • Krizle beraber zora giren sivil havacılık, enerji, finans gibi stratejik sektörlerde kamulaştırma bir zorunluluk haline geldiğinde tereddüt edilmemeli, bu kuruluşlarda özyönetim uygulaması benimsenmelidir.
  • Atıl duruma gelen bazı işkollarındaki fabrikaların, solunum cihazları, hızlı sonuç alıcı tanı kitleri, maske/filtreli maske ve sağlık çalışanları için koruyucu giysi vb. sağlık ürünleri üretimine ayrılması sağlanmalıdır. Bu ürünler ücretsiz veya maliyet fiyatlarından sunulmalıdır.
  • Temizlik ve sağlık ürünlerinin stoklanması, karaborsası, fiyat artışları mutlaka önlenmelidir. Temel gıda maddelerinin temini, gerekirse ücretsiz dağıtımı ve fırsatçı zamların engellenmesi kamu otoritesi tarafından sıkıca kontrol altında tutulmalıdır. Kolluk güçleri ve gönüllü siviller, yaşlı ve riskli nüfusa gerekli gıda ve sağlık malzemelerini ulaştırmak için seferber edilmelidir.
  • Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” kişi başına aylık
    net 500 TL yurttaşlık geliri ödenmeye başlanmalıdır.
  • Öğrenci borçları silinmeli; çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
  • Devlet hastaneleri ve özel hastaneler ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalıdır.
  • Bütçe açığı kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. Merkezi bütçe harcamalarının gerekirse TCMB avanslarıyla karşılanması sağlanmalıdır.
  • Bütçe gelirleri azalırken giderlerinde büyük sıçramalar ortaya çıkmasına getirilecek çözümlerden biri de gerçek bir servet vergisi olmalıdır. Hedef grup olarak özellikle son 20 yılda rant gelirleriyle palazlananlar seçilmelidir.
  • Sermaye hareketleri kontrol altına alınmalıdır. Yurt dışına servet kaçırmak önlenmeli; yabancılara dönük TL yükümlülükleri (hisse senedi, tahvil, mevduat vb) için döviz tahsis edilmemelidir.
  • Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kamulaştırılması hedeflenmeli; bu arada projelere dönük ödentiler TL’ye dönüştürülmeli ve kriz kaynaklı düşük performanslar nedeniyle oluşabilecek garanti ödemeleri iptal edilmelidir. Böyle bir dönemde Kanal İstanbul gibi üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmamış projelerden vazgeçilmeli, kamu ihaleleri ve kaynaklar sağlık sektörüne yönlendirilmelidir.
  • Sonuncusu belki de en önemlisi, devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, daha otoriter ve baskıcı bir devlet aygıtının kalıcılaştırılması için fırsat kabul edilmemelidir.

Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin (sendikalar, meslek örgütleri) toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı toplantılarda ve kurullarda temsili sağlanmalı, salgına karşı mücadele kapsamında benimsenen bilim kurulu yöntemi sürdürülmelidir. 27 Mart 2020, Ankara

Korkut Boratav – Seyhan Erdoğdu – Aziz Konukman – Hayri Kozanoğlu – Bilsay Kuruç – Oğuz Oyan – Mustafa Sönmez – Sinan Sönmez – Serdar Şahinkaya – Taner Timur –
Oktar Türel – İşaya Üşür – Galip Yalman – Ergin Yıldızoğlu
******

Sosyal bilimcilerden ‘kamuculuk, planlama ve dayanışma’ çağrısı

Türkiye’nin önemli sosyal bilimcileri, koronavirüs salgını tüm hızıyla devam ederken,
* ‘Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neoliberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor..’
açıklamasında bulundu özetle..
Biz de aynen katılarak imzamızı koyuyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2020, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

‘Yeni Türkiye’den notlar

‘Yeni Türkiye’den notlar

Ergin Yıldızoğlu

Cumhuriyet, 09 Ekim 2018

 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yeni Türkiye”nin, ekonomisinden ve siyasetinden gelen sinyaller, adeta, bir Çin bedduasının gerçekleşmesindeki gibi, “ilginç zamanlarda” yaşadığımızı doğruluyor. 

Enflasyon verileri krizin (artık diyebiliriz, çünkü Cumhurbaşkanı krizi fırsata çevirmekten söz etti) derinleşmekte olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, krizin nasıl hangi modele dayanılarak yönetileceği hâlâ belirsiz. Cumhurbaşkanı “Biz bize yeteriz” dedikten sonra McKinsey ile yapılan anlaşmanın kaderi de artık belli değil. Siyasetin ufku da karanlık. Cumhurbaşkanı AKP’ye muhalefetin “vatan hainliği” olacağını; medyanın, demokrasinin işleyişi açısından gereksiz olduğunu savunuyor.

Kriz yönetimi 

Merkez Bankası, YTL’nin değer kaybetme eğilimine karşı döviz işlemlerinin yanı sıra faizleri de artırmıştı. YTL kısa bir toparlanmadan sonra yeniden gerilemeye başladı. Faiz artışının etkisini yitirdiği düşünülürken gelen enflasyon verileri, krizin sanılandan daha ağır olduğunu gösterdi. Üretici fiyatlarındaki enflasyonun, tüketici fiyatlarındaki enflasyonun iki katına yakınlaşması, enflasyonun artmaya devam edeceğini gösteriyor. Bunu ekonomik yavaşlamayla birleştirince, bir stagflasyon alanına girildiğini söylemek gerekiyor. Bu “alanda” para ve maliye politikalarının etkilerinin zayıfladığını düşünürsek, ilginç zamanların daha da ilginçleşmesini bekleyebiliriz.

Uluslararası koşullar da kriz yönetimine yardımı olacak gibi görünmüyor. Jeopolitik riskler bir yana, YTL dolar karşısında değer yitirirken, dünya ekonomisinde, dolar üzerinden oluşan petrol, doğalgaz fiyatları artıyor. Türkiye’nin enerji tedarikinde iki önemli kaynağı Rusya ve İran’dan yerel paralarla ithalat yapması söz konusu olsa bile, fiyatların dünya piyasalarında dolar üzerinden oluşan düzeyde şekillenmesi kaçınılmaz. YTL ile yapılacak dış ticareti karşılamak için YTL üretilirse bunun enflasyonist baskısının döviz işlemleri alanında elde edilecek avantajları yok edebileceğini de düşünmek gerekiyor. 

ABD Merkez Bankası faizleri artırdı; bu yıl bir kez daha artırması bekleniyor. Bu gelişmenin, dolarla borçlanmış yükselen piyasaların dış dengelerinde, Türkiye’nin de borçlanma kapasitesi üzerinde olumsuz etki yapması kaçınılmaz. 

AKP yönetimi, 15 yılı borçlanmaya dayanan bir ekonomik büyümeyle (Özel sektör ve hane halkı borçları, sırasıyla 10 kat ve 83 kat artmış) yalnızca erteleyerek değil, aynı zamanda inşaat sektöründeki aşırı büyümeyle, mega projelerle, bir rantiye ekonomisi üzerinde derinleştirerek geçirdi.

Buradan nereye?

Saray rejiminin izlediği toplumsal politikalara bakınca, “hayırlı bir yere doğru değil”… Geçen hafta, iki haberin gösterdiği gibi, kaynakların, siyasal İslamın rejim inşa etme sürecinde, AKP iktidarına “siyasi-kültürel sermaye” (Bourdieu) üretecek, ancak ekonomik olarak en iyi ifade ile anlamsız, ideolojik aygıtlara, kurumlara dağıtılmış olması krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırdı. Örneğin 2017’de Diyanet İşleri’ne ayrılan 7.8 milyar YTL ile siyasal İslamın, dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi taban örgütlerine aktarılan 3.7 milyarın toplamı, 2018 bütçesinde öngörülen savunma harcamalarının %19.3’üne, eğitime ayrılan kaynağın %11.4’üne, Sağlık Bakanlığı bütçesinin %28’ine karşılık geliyor. 

  • Stagflasyon içinde, “pastanın” küçülmesine paralel, siyasal İslamın tabanında, genel olarak halk arasında hoşnutsuzluğun artması kaçınılmaz.
  • Bu koşullarda Saray yönetiminin muhalefeti baskı altında tutmaya özellikle özen göstereceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bunun işaretlerini daha şimdiden, sosyal medyayı susturma çabalarında, Cumhurbaşkanı’nın en yakın danışmanlarının ifadelerinde görebiliyoruz.

Cumhurbaşkanı’nın “Allah korusun AK Parti’nin yıkılması, Türkiye için felaket olacaktır” sözleri, herkesin AKP’yi desteklemesi gerektiğini, desteklemeyenlerin Türkiye’nin yıkılmasından yana olduğunu söylüyor. 

“Halk varsa demokrasi var, yoksa yoktur. Medya ile falan demokrasi olmaz” ifadeleriyse, “ben bir kez seçildikten sonra, icraatımın demokrasi adına sorgulanmasını kabul edemem” anlamına geliyor. 

Siyasal baskı, fiyat denetimleri muhalefeti bir ölçüde bastırabilir, ama yeni kaynak yaratmaz.
Cumhurbaşkanı’nın, bunun ayırdında olan danışmanlarının birinin 

  • “Türkiye ekonomisindeki en önemli sorunlardan birinin tekelci-oligopol,rekabetten uzak yapılanmalar ve bunların çarpık fiyatlaması…” olarak saptaması,

siyasal İslamı destekleyen burjuvazisinin dışında kalan holding yapılarının elindeki kaynakların hedef alınacağını düşündürüyor.

Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…
===========================================
Dostlar,

Sayın Ergin Yıldızoğlu gerçekten “sıra dışı” makaleler yazarak ufkumuz açıyor ve Türkiye’ye yol gösteriyor. O’nu dikkatle izlemek gerek. Özellikle Saray danışmanlarının, ekonomiden sorumlu olanların..

Sn. Yıldızoğlu bu seçkin makalesini “Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…” tümcesiyle bağlamış. Tümcedeki “ilginç” sözcüğünün gerçekte “çooook zor” olması belki daha uygun. Çünkü AKP = Erdoğan, akıl almaz biçimde, demokrasinin temel kuramını bir yana iterek  medyayı dışlamakla kalmadı; bir de “moderniteye- modernliğe” karşı çıktı geçen hafta!

Cami cemaatının sayıca azaldığını ve yaşlandığını belirtti ve bunu “moderniteye- modernliğe” bağladı; reddetti ve buyruğunu da net olarak verdi :

  • Daha çok cami merkezli – odaklı bir yaşam…

16 yıldır baştan ayağa yeşile boyanan, İslamileştirilen, laik – seküler yapı ve dokunun çok ağır biçimde zedelendiği ve içinin boşaltıldığı yetmiyormuş gibi…

4 bin imam – hatip okulu ve birkaç milyona varan mezunu yetmiyormuş gibi..

Tüm akıl – hukuk ve insanlık zorlamalara karşın bu yıl bu okullar doldurulamadı..

Çünkü dayatma zamanın ruhuna aykırı..

Bir saptama daha yapmak gerek hatta zorunlu :

Köşeye sıkışma ve çaresizliği algılama çoook daha tehlikeli – irrasyonel davranışlara sürüklemesin dileriz iktidarı..

  • AKP = Erdoğan zamanın yeldeğirmenlerine saldırmıyor mu sizce??
  • Aman sağduyu, aman akl-ı selim, aman teenni, aman bizzat Erdoğan’ın Türkiye’den istediği gibi “sabır”… En küçük yanlışı kaldıracak yedek gücümüz yok; bu sakın ama sakın unutulmasın..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Uçurumun kenarında…

Uçurumun kenarında…

Ergin Yıldızoğlu

2002’de hükümeti ele geçirdikten sonra bir pasif devrim süreci içinde devleti, toplumu dönüştürerek siyasi iktidara yükselen, siyasal İslamın egemen sınıfının ekonomik çıkarlarının, kültürel projelerinin, dış kaynak girişine bağımlı Türkiye kapitalizmi üzerindeki yıkıcı etkileri ülkeyi o uçurumun kenarına getirdi. Ancak bu “kriz” bu etkilere, Daron Acemoğlu’nun, 2006 sonrası kurumsal bozulma olarak gördüğü gelişmelere değinmeden de açıklanabilir. Acemoğlu’nun, nedenlerini anlamakta büyük zorluk çektiği, aslında bir iktidar biçimi olan “kurumsal bozulma” en fazla, ülkenin “uçurumun kenarına” gelişini hızlandırmıştır. Benzer krizlerin Arjantin’den, Brezilya’dan Güney Afrika’ya, Endonezya’ya kadar birçok ülkede kendini gösteriyor olması da yerel nedenlerin ötesinde kapitalist sistem çapında dinamiklerin söz konusu olduğunu söylemektedir.

Kimi ülkeler değil tüm sistem 
Bugün artık bir ironiye dönüşen “yükselen piyasalar” kavramının kapsadığı ülkelerdeki ekonomik zorluklar, öncelikle, bu ülkelerin kapitalist (emperyalist) sistemle olan ilişkilerinin ürünüdür. Bu zorlukların, adeta düzenli aralıklarla sert krizler üretmesinin arkasında, öncelikle, kapitalist sistemin merkezlerinin (emperyalizmin) kapitalizmin krizini yönetmeye çalışırken ürettikleri politikalar, merkezdeki egemen sermaye ile çevredeki bağımlı sermayenin krize uyum sağlama çabaları yatıyor. 
Pazartesi yazımda değinmiştim, bu bağımlılık esas olarak, çevre ekonomilerinin, merkezin ekonomilerinin gereksinimlerine göre şekillendirilmiş olmasından kaynaklanıyor.

  • Çevre ekonomileri, merkezdeki egemen sermayenin, sermaye, üretken kapasite ihracı, finansal spekülasyon, kaynak tedariki gereksinimlerini karşılayacak biçimde serbest dolaşımına açık tutulacaktır.

Kapitalist sistemin yapısal krizleri içinde ve özellikle de krizin finansal kriz momentinde bağımlı ülkeler üzerindeki ekonomik ve siyasi basınçlar artacaktır.

Delikten içeri düşerken… 
Yapısal kriz, II. Dünya Savaşı sonrasının Fordist sermaye birikim rejiminin ve Keynesyen düzenleme sistemlerinin tükendiği 70’li yılların başında patlak verdi. Bu yıllarda merkez sermayenin, krize uyum sağlayabilmek için avlanma alanlarını genişleterek, hızla çevre ekonomilerine gitmeye başladığını görüyoruz. Bu gidişle hızlanan, çevreden merkeze değer transferi, çevre ülkelerde genelleşmiş bir borç krizine yol açtı. Bu borç krizi, çok daha büyük ve hızlı değer transferine olanak verecek yeni bir kriz yönetim modelinin (neo-liberalizmin) çevre ülkelere, IMF ve Dünya Bankası’nın finansal şantajları yoluyla dayatılmasını kolaylaştırdı. 
Neoliberal model, çevre ekonomilerinin mal ve sermaye piyasalarını merkez sermayenin kullanımına tamamen açtı. Böylece merkezden çevreye ikinci büyük sermaye akışı, “yükselen piyasalar” kavramıyla birlikte başladı. Bu akışın beslediği spekülatif balon ve değer transferi, 1997- 98 Asya krizini yarattı. 
En son büyük sermaye akışı, 2008 mali krizinin ardından başladı. Merkez ülkelerin yönetimleri, tükenmiş birikim modelini yenilemeyi deneyeceklerine, Financial Times’dan Wolf’un da işaret ettiği gibi (04/09/18) mali sermayeyi korumaya, toplam talebi restore etmeye yöneldiler. Faizler sıfır düzeyine indi, piyasaya para basıldı, mali sistemin borçları devlet maliyesine taşındı, oradan da bütçe üzerinden halkın sırtına yıkıldı. Düşük faizler, parasal genişleme yatırımları, tüketimi (ekonomik büyümeyi) canlandırmadı. Çünkü, yüzeyde görülen talep yetersizliği, aşırı birikim sorunlarının altında daha derinde, “üretkenlikteki gizemli durgunluk” tartışmalarının ima ettiği gibi bir başka sorun vardı: 

Ortada, kârlılığı restore edecek yeni bir sermaye birikim rejimi yok

Bu koşullarda merkez sermayesi yine çevre ülkelerin ekonomilerindeki değerleri talan etmeye yöneldi. Gelen sermaye yerli ortaklarını zengin ederken ekonomide büyük bir delik açtı. Yükselen piyasa ekonomilerinin halkları, şimdi de işte bu deliklere düşüyorlar.
==================================
Evet dostlar,

Yetkin iktisat bilimcisi Sn. Ergin Yıldızoğlu (Londra Üniversitesinde öğretim üyesidir), son zamanlarda çok çarpıcı – sarsıcı yazılar yazmakta. Özellikle uluslararası ekonomi yazınını (literatürünü) yakından izlemesi ufku genişletiyor.

Çok kıdemli hocamız, bizim de mezunu olduğumuz SBF – Mülkiye’den Prof. Korkut Boratav, Cumhuriyet’te düzenli yazan Prof. Erinç Yeldan, AYDINLIK’ta yazan uluslararası kalkınma iktisatçısı Bartu Soral ve Mustafa Pamukoğlu, Prof. Esfendar Korkmaz.. son derece değerli, iktidara yol gösteren makaleler yayınlıyorlar.

Erdoğan ve danışmanları ne ölçüde izliyor, yararlanıyor, bilemiyoruz.

Ancak ekonomi – maliye  – hazine damada emanet.. Damadın bilimsel donanımı ve mülkiye (kamu yönetimi) donanımı ne ölçüde elverişli bu olağanüstü ağır yüke, o da ortada. Oysa bu olağanüstü dönemde özellikle ekonomi badem bıyıklı – çember sakallı – Erdoğan’ın bakışından duruşundan anlam çıkararak davranacak müritlere değil, Türkiye’nin en yetkin ekonomistine teslim edilmeliydi, edilmeli.. Hala çok geç değil..

  • Damat geri çekilmeli, Bilal işine bakmalı ve

Erdoğan nepotizm illetinden bir parça olsun yakasını kurtarmalıdır; başka yolu yok bunun! Nepotizmin (yandaş kayırmacılığı) panzehiri yaraşırlıktır (liyakat).

Çare                 : Kapalı devre hanedan sultası asla değil (oradan olsa olsa Saray entrikaları ve daha koyu dinci faşizm çıkar!); fakat mutlaka

  • açık – demokratik – hukuka dayalı ve ehiller eliyle, TBMM’ye dayalı çağdaş devlet yönetimidir.Hiç oyalanmadan, Devlet öncülüğünde planlı karma ekonomiye geçiştir.
  • Durum vahim ötesi ciddi ve kritiktir.
  • AKP’yi dinci yandaşları zengin etme ve iktidarı besleme, düzeni dönüştürme… kapalı devresi tüketti.

Ne var ki Türkiye de bu süreçte nefessiz kaldı ve 466 milyar $ dış borç yığılarak bırakın düzenli ödemeyi, faizleri bile yeni borçlarla döndürülemez tıkanmaya düştü. 24 Haziran sonrası 4,5 TL olan $, 7 TL’ye koşuyor.

  • 2 ayda net %50 devalüasyon demektir bu; muazzam bir yıkımdır.

Halka dilediğiniz masalı anlatın, en ağır dinci – kutsal değer sömürüsü yapın.. bu minare bu kılıfa sığmaz.. Mutlaka siyasal faturası da olacaktır ve Türkiye ile birlikte AKP de bu kaçınılmaz bedeli ödeyecektir.

Sevgi ve saygı ile. 07 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AKP VE TÜRKİYE KAPİTALİZMİ

AKP VE TÜRKİYE KAPİTALİZMİ

Ergin YILDIZOĞLU

Cumhuriyet
, 06.08.2018

(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın devleti yöneten (iktidardaki) sınıfının çıkarları ile Türkiye kapitalizmin çıkarları gittikçe daha fazla çatışıyor. Toplumun dağılmaya başlaması gerçek bir olasılıktır. 
 
Türkiye kapitalizmi 
(1) Türkiye kapitalizmi uluslararası sermayenin mal ve finans devrelerinin değerlenme alanı olarak (yerli sermaye sınıfları da -bunların birikim yaparak var olmaya devam etme koşulları- buna uygun olarak) şekillenmiştir. Sermaye birikim sürecinin devam edebilmesi için üretimin ve tüketimin sürmesi bunun için de dış kaynak (finans sermayesinin) girişinin devam etmesi gerekir. 
(2) Bu şekillenme belli bir tüketim kültürü, eğitim biçimi ve düzeyi, alışkanlıklarıyla, arzularıyla, kendisine uygun bir insan tipi gerektirir. Kültür endüstrisi de bu insanı üretecek, medya da siyaseti (egemen kapitalist sınıfın öncelikleri temelinde) denetleyebilecek oranda “serbest” olmalıdır. 
(3) Türkiye kapitalist-emperyalist sisteme bağımlı (uluslararası sermayenin kullanımına açık) bir ülkedir. İktidardaki sınıfların görevi, bu bağımlılığı ve düzeni korumak, yeniden üretmektir. Başaramazlarsa ülke çok ciddi bir toplumsal (ekonomik, siyasi, kültürel) krize, dağılma sürecine girmeye başlar. 
 
Kısaca ekonomi… 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rantiye ve talancı ahbap çavuş kapitalizmi, her konuda karar sahibi olan, ekonomik süreçlere sürekli müdahale eden lider modeli, 1. maddede vurguladığım koşullarla uyumlu değildir: Bu model, neo-liberalizmin serbestlikler (sermayenin serbestçe çalışma koşulları – piyasa devleti vb… ) ve özel mülkiyet güvencesi gibi koşullarını ihlal etmekte, toplumsal artık-değerin gittikçe artan parçasına, üyeleri arasında dağıtmak üzere el koymaktadır. 

  • Karşımızda sermaye birikim sürecinin içkin kriz eğilimlerini yönetmek yerine,
    kaynakları emerek ağırlaştıran asalak bir sınıfın yönetimi var.
  • Döviz kurları, sermaye hareketleri, enflasyon ve ekonomik daralma (stagflasyon) eğilimleri Türkiye kapitalizminin çok sert bir krize girmeye başladığını,
  • bu iktidarın bu krizi yönetmeyeceğini gösteriyor.
  • İktidardaki sınıfın elinde tekelleştiğinden, denetleme kapasitesini tümüyle yitiren medya, yolsuzluklara / talana, ekonomik krize, toplumsal dağılmaya ilişkin haberleri yayımlayamıyor
     
    …kültür ve devlet 
    Uluslararası kapitalizmle bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin üretim ve yeniden üretim koşulları, öncelikle üretim-teknoloji ve finansal hareketler alanında, dolayısıyla ölçme hesaplama, (matematik, fizik, kimya), iletişim, bilgi-işlem alanlarında belli bir düzeyde eğitilmiş, duyarlılıkları uluslararası sermayenin, kültür endüstrisinin ürettiği tüketim normlarına uygun insanlar gerektirir.* Bu iktidar, 16 yıldır izlediği, eğitim sistemini dincileştirerek,
    kendi iktidarını kalıcılaştıracağını düşündüğü insanı üretmeye çalışıyor.

    Bu çabalar, Türkiye kapitalizminin gereksinimi olan insanı üreten kurumları, bu yılın yerleştirme sınavlarının sonuçlarının açıkça sergilediği gibi, yıkıyor. İmam hatipler ise bu sınıfın arzuladığı işlevi, ilgiyi göremiyor.

  • Ortada eğitimsiz ve işsiz, patlamaya hazır bir genç nüfus birikiyor.

    Bir duyarlılıklar (laik, rasyonalist, hedonist, cinsel) sistemini yıkarken, yerine aynı işlevleri üstlenecek yeni bir sistem koyamamak, eğitim sistemindeki erozyon, kendini, toplumda günlük yaşamın dokusu içinde, özellikle kadına ve çocuklara (6 yıl gibi kısa bir sürede 100 binden fazla çocuğun kaybolması gibi), hatta hayvanlara yönelik şiddetin, silahlanmanın, cinayetlerin dayanılamaz düzeye ulaşması olarak gösteriyor.
  • Ülkenin yetişmiş gençlerinin, hatta kapitalist sınıfın üyelerinin ülkeden kaçışı hızlanıyor. Böylece toplumun dokusu giderek çözülüyor. Türkiye kapitalizmi, toplumsal zeminini hızla kaybediyor. 
    Bağımlı devlet dinamiğine (3) gelince kendi sınıf çıkarlarını koruyabilmek telaşıyla içeride, giderek rıza alma kapasitesi zayıflarken (kendi insanını üretemiyor, “pasta küçülüyor” iç çelişkileri derinleşiyor), simgesel ve fiziki şiddete daha çok başvurmak zorunda kalan totaliter bir devlet şekilleniyor. Dışarıda birbirini, izleyen fiyaskolar, Türkiye kapitalizminin uluslararası ilişkilerini bozuyor, kaynak akışını etkiliyor. 
    Hem laik, cumhuriyetçi-demokratik, hem de anti-kapitalist muhalefet için, fark yaratmak açısından koşular çok uygun. Ne yazık ki bu koşuları değerlendirebilecek iradeler ortada yok.
    =================================
    Dostlar,

TÜRKİYE DAĞILMA TEHDİDİ ALTINDAYKEN CHP’nin TARİHSEL VEBALİ

Sayın Ergin Yıldızoğlu’nun son zamanlarda okuduğumuz en müthiş çözümlemelerinden birisi yukarıdaki yazı.. Kendisine gerçekten çook teşekkür ederiz. Türkiye’nin dinci iktidar kadrolarıyla son 16 yılda nasıl hoyratça savrulduğu daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Ayrıca, çok ağırlaşan çok yönlü bunalımdan çıkış, kısa yazının son 2 dizesinde nasıl ustalıkla vurgulanabilirdi ki?

Sayın Yıldızoğlu, Türkiye ekonomisinde son 16 yıldır giderek derinleşen biçimde yaşanan yağma – talan düzeninin ülkeyi sürüklediği çok yönlü açmazın “neyle” sonuçlanabileceğine de açık açık vurgu yapmaktadır :

  • Toplumun dağılmaya başlaması gerçek bir olasılıktır. 

Durum böylesine “kritik” iken, Anamuhalefet Partisi iç çekişmelere hapsedilerek çözüm üretmesi ya da ürkünç (vahim) gidişe karşı iktidarı uyarması, frenlemesi de engellenmiştir. Dolayısıyla, zorlama Kurultay toplayarak parti içinde yönetimi ele geçirmek için 1 aydır partiyi kilitleyenler, artık bir “mola” almalıdır. Yönetimini ele geçirmeye çabaladıkları CHP’nin de hiçbir şey yapamayacağı derin bir karmaşaya (kaosa) doğru Türkiye hızla sürüklenmektedir.

Sitemizin manşetinde ciddi saptamalara, önerilere, en önemlisi sorulara yer vermekteyiz :

Dolar 5.39, Euro 6.23 ve Sterlin 6.97 TL!
Ya da tersine 1 TL; 18,5 Dolar Cent’e,  16 Euro Cent’e ve 14 penny’ye düş-tü / düşürüldü!
Yükselen Döviz değil; ağır hasta ve ağır borçlu – dışa bağımlı ekonominin parası TL eriyor!
MB rezervleri 96-98 milyar $ eriyerek kritik 30 milyar doların altına indi – indirildi!
Dalgalı kura karşın epeydir ertelenen DEVALÜASYON FİİLEN ve HIZLICA ya-pıl-dı!?

  • Çalışanların – emeklilerin ücretlerinde hızla iyileştirme yapılmak zorunda.. On milyonlarca masum insanı göz göre göre yoksullaştıramazsınız. Bedeli rantiye sınıfı ödemeli. Çünkü bu çöküşten masum Halk değil onlar sorumlu.

  • Çengel soru:Türkiye’ye yüksek oranlı fiili devalüasyon, bu -ortak- senaryo ile mi dayatılıyor yoksa?? Ya da AKP, zorunlu kaldığı vahşi devalüasyonu bu yapay krizle mi maskeliyor?!

Ağır ve epey sürecek faturayı Türkiye ve özellikle orta – alt katmanlar ödüyor, ödeyecek.. AKP 16 yılda ülkemizi enkaza çevirdi. Akıl ve bilim dışı politikalar tıkandı! Zarrab – Halk Bankası vb. yolsuzluklar nedeniyle Batı’ya ciddi kozlar verildiğinden, ülkemizin eli çoook zayıfladı.. Eloğlu açık açık bu kozlarını kullanıyor.. Rantını, Türkiye’yi kanata kanata, halkın sırtından alıyor. Rahip Brunson’u kameralar önünde açık – saydam ve hızla yargılayıp, kanıta dayalı suçu varsa cezalandırın. Örtük ve kirli pazarlık için sözde “koz” (Papaz kozu!) ellerinde patlıyor. Benzer içerikli makale Hürriyet’in web sitesinden telaşla kaldırılıyor?! (ODATV’de halen var)

Bu sitede hep sorduk : “Nereye de heeey Lordum, nereye dek?” ve ekledik :

Quo vadis Mr. Erdoğan!?

Yaşanan bir “ekonomik savaş” falan değil, gene mağduru oynayıp halkı kandırmayın.

Hazine ve Maliyenin tümünden sorumlu damat, ürkek – panik içinde bakış ve mimiklerle;

* “Güçlü tarihi geçmişe ve müttefikliğe sahip iki ülke” diye kekelemekte. Bu görev için ne denli yerinde bir seçim değil mi?

  • “KARI-KOCA BİLE HER KONUDA ANLAŞAMIYOR” diye de ekliyor damat. Bu ilişkide kim karı, kim koca?
  • Erdoğan halkın gazını alıyor : ABD’li 2 Bakan’ın “varsa” (!) Türkiye’deki malvarlığını mütekabiliyet (karşılıklılık) gereği donduracakmış!? Olmadığını – olamayacağını dünya alem bal gibi biliyor.. O zaman, gerçek anlamda karşılık yaptırım için başka etkili araçları kullanacaksın. Örn. ABD üslerine, -geçelim kapatmayı- en azından sınırlama girişimini hiçbir AKP’li dile getir(e)miyor. Bu sömürge kişiliğidir işte! ABD’ye ucuz şantajı bırakın, yemezler; yedirirler.
  • Bedeli Türkiye ödüyor. Hem maddi hem onuruyla. Halk uyuyor.. Vah Türkiyem vah!

Dışişleri (Çavuşoğlu), Hazine (damat Albayrak) ve Erdoğan’dan olmadık (!) sükunet görüyoruz. DEVALÜASYON operasyonu tamamlandı gibi herhalde ki; ABD de “yumuşak” adım atıyor. Gün olur bu yaşananların içyüzü ortaya konur. Adına hukukta – siyaset biliminde hatta sokakta ne denir, malum.. Ama biz yazarsak “suç” olur!? Hele şimdi ve bu iktidar ile..

Dolayısıyla “DURDURUN BU YANGINI!!” feryadının ne denli anlamsız olduğunu bilmek bizi bir kez daha kahrediyor.

Ne var ki, AKP = Erdoğan‘ın bir yandan iç kamuoyunda mağduru ve dikleneni oynarken, öbür yandan belirttiğimiz ekseni izleyebilmesi için etekleri boş ve eli serbest mi? Hiç sanmıyoruz! Zarrab, Halk Bankası, Deniz Feneri davası, basına açıklanmayan ancak CIA, MOSSAD, BND, MI6, KGB vd. istihbarat örgütlerinin portföylerindeki dosyalar… nedeniyle bagaj dolu.. Bu da ulusal onurun ve çıkarların korunmasında büyük / aşılamaz (?) handikap ne yazık ki..

* ABD, AKP kendisiyle kirli pazarlık yapıyorsa, bunu dünya kamuoyuna açıklamalıdır.
Kocamaaaan bir handikap daha; Reis’in 2 sekreterinin (Adalet ve İçişleri) ABD’deki malvarlıkları.. Biz de onları halis – muhlis yurdum insanı sanıyorduk.. Meğer taaa Atlantik ötesinde yatırımları varmış.. Neden bu ülkede değil? Hani AKP=RTE yerli ve milli idi?! Adalet Bakanı Gül ise “ABD’de veya Türkiye dışında herhangi bir ülkede ne dikili bir ağacım, ne tek kuruş param yoktur.” buyuruyor. Fukara CIA – FBI baltayı taşa mı vurdu!? Hangisi doğru?!

Muhalefet, bu can alıcı sorunları değindiğimiz boyutlarıyla halkın gündemine taşımalı, kanıt bulup açıklamalı!
*****
Hiç olmazsa bu çok ağır, asla sıradan olmayan yıkıcı konjonktürün hatırına -ki siyasal tarihte Türkiye’nin başına gelen böylesine felç edici yıkımlar çok enderdir- heveslerini yerel seçimler sonrasına ertelemeli ve CHP vargücüyle, Sn. Yıldızoğlu’nun betimlemesiyle;

  • Hem laik, cumhuriyetçi-demokratik, hem de anti-kapitalist muhalefet için, fark yaratmak açısından koşular çok uygun iken.. ..bu koşulları değerlendirebilecek iradeyi göstermelidir.

Sevgi, saygı ve derin kaygı ama UMUT ile. 07 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yazımızın pdf biçimi için tıklayınız TURKIYE_DAGILMA_TEHDIDI_ALTINDAYKEN_CHP’nin_TARIHSEL_VEBALI

 

Sular çekilince…

Sular çekilince…

Ergin Yıldızoğlu
(AS: Bizim kapsamlı katkımız ve 10 önerimiz yazının altındadır..)

Günümüzün en deneyimli spekülatörlerinden W. Buffet’in deyimiyle Sular çekilince denize kimin donsuz girdiği ortaya çıkar”. Şimdi sular çekiliyor ve AKP rejiminin ülkeyi derin bir resesyonun, borç krizinin eşiğine getirdiği görülüyor. 
Geçen 10 yıl içinde, çevre ülkeleri, merkez ülkelerin küresel finans sisteminin çöküşünü engellemek için başlattıkları düşük faiz, 12-13 trilyon dolar parasal genişleme politikalarının yarattığı ucuz ve bol kredi dalgasından yararlandılar. 
O Merkez Bankaları, şimdi bu genişleme politikasını terk ediyor. ABD’nin, yükselen güçlerin basıncına, hegemonyasının gerileme sürecine uyum sağlama zorluğunun uluslararası alanda yarattığı riskler artıyor. Bu iki etkene bağlı olarak, dolar değerleniyor, ticaret savaşları başlıyor, petrol fiyatları yükseliyor.

Ortaya çıkanlar

“Yükselen piyasaların” 
yararlandığı dalga geri çekilirken, bu “denize” kimlerin donsuz girdiği ortaya çıkıyor. Listenin başında Arjantin ve AKP Türkiye’si var. Arjantin önlem almaya başladı. AKP rejimi yine realiteden kaçma çabasında! 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rejimi altında Türkiye ekonomisinin, borçlanarak büyüme sarmalı ivme kazandı. Devlet, daha önemlisi özel sektör borçları hızla arttı, cari açık büyüdü. Şimdi ucuz, bol kredi dalgası geri çekilirken, siyasal İslamın “ahbap çavuş kapitalizmi” (borçlan, rant yarat, yandaşlarla paylaş, kimi projeleri gelirlerinin kapasitesinin çok üstünden garanti et, faizleri ve piyasa sinyallerini bastır) modelinin gerçeği de ortaya döküldü. 
Türk Lirası’nın kaybı Ocak (2018) başından bu yana %20’yi geçti. Ocak sonundan bu yana borsa yaklaşık %15 geriledi. Enflasyon hızlanıyor. 

  • The Economist bu hafta yorumunda Türkiye’yi “reytingi çöp derecesine düşen yükselen piyasa” olarak niteliyordu. 

AKP rejimi ise bu kritik durumun realitesini kavramaktan çok uzak. Geçenlerde Londra’da, rejimin liderini dinlemeye gelen uluslararası yatırımcılar, kendilerine verilen “faiz-enflasyon ilişkisi” dersindeReuters’in aktardığına göre “kulaklarına inanamadılar, şok geçirdiler”Financial Times, Yatırımcılar Erdoğan’la yemeğe oturdular,  iştahları kaç-tı” diyordu.

Seçimden sonra… 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının, onun liderliğinde şekillenmiş iktidar blokunun destek sınıflarının çıkarlarının, Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarıyla çatıştığına daha önce dikkat çekmiştim. Kendini enflasyon-yüksek faiz ilişkisi üzerinden ileri sürülen saçmalıklarla gösteren bu çatışma artık sürdürülemez bir noktaya ulaştı. 

  • AKP liderinin, danışmanlarının, yandaş “ekonomistlerin” ekonomik duruma ilişkin saptamaları, Türkiye’yi, kaçınılması son derecede zor bir depresyonun, döviz krizinin beklediğini gösteriyor.

Türkiye kapitalizminde, “ekonomik büyüme” dış kaynağa/krediye bağımlıdır. Bu kaynağı getirenlerin Türkiye ekonomisinin borç ödeme kapasitesine güvenleri hızla dağılıyor. Bu sırada,

  • TL ve borsa değer yitirirken, AKP’yi destek sınıfları, ranta dayalı ekonomik çıkarlar ayakta kalabilmek için düşük faizde, devlet kaynaklarından beslenmekte ısrar ediyorlar:
  • Kriz giderek derinleşiyor. 

Seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetecek olanlar, borçların çevrilmesi, ihracat malları üretimi için gerekli ithalatın finansmanı, ülkenin enerji gereksiniminin karşılanması için gerekli dış kaynak girişini canlandırmak (uluslararası piyasalara güven vermek) için faizleri hızla olağanüstü düzeylere yükseltmek zorunda kalacaklar:

Özel sektörde iflaslar, buna bağlı olarak işsizlik hızla artacak, toplam talep gerileyecek, ekonomik büyüme negatif alana, hatta depresyon düzeyine düşecek. 

Ya da Türkiye’yi yönetenler, düşük faiz politikasında ısrar edecekler. O zaman önlerinde TL’nin değerini korumak, borsanın çöküşünü önlemek için konvertibiliteyi, sermaye hesaplarındaki serbestliği kaldırmaktan, kimi servetlere el koymaktan başka çare kalmayacak. O zaman da dış kaynak akışı tümüyle duracak, borçlar çevrilemeyecek, üretimde, ihracat kapasitesinde, tüketimde şiddetli bir depresyon gündeme gelecek.

  • Tehlikenin farkında mısınız?

=========================================
Dostlar,

Hazin, çok hazin ama o ölçüde de bilimsel ve gerçekçi bir ekonomo – politik öngörüyü, İngiltere’de Ekonomi Doçenti, Cumhuriyet’in saygın yazarı Ergin Yıldızoğlu‘ndan aktardık. Yazının tümü çok önemli ve altı çizilerek birkaç kez okunmalı.. 

Özellik ve öncelikle AKP seçmenleri, Erdoğan ve danışmanları, AKP kurmayları okumalı!

Kasırga geliyorum diyor bütün öncül belirtileriyle.

  • Önce AKP=RTE mi; önce Türkiye mi?

Aylar önce de yazdık;

  • ..öyle ağır bir çöküntü yarattınız / yaratıyorsunuz ki, yeniden seçimi alsanız bile o yıktığınız Türkiye’yi yönetemeyeceksiniz; hep birlikte altında kalacağız.. 

Yapmayın efendileri Türkiye’ye kıymayın..
Hep eleştirmeyelim, çözüm önerileri sunalım…
Mülkiye de okumuş bir tıp öğretim üyesi ve 65’ine girmiş bir kıdemli yurttaş olarak öneriler sunalım :

  1. OHAL hemen kalkmalı
  2. Tüm yolsuzluklar yansız – bağımsız yargıya taşınmalı
  3. Gereksiz – verimsiz – dış borç doğuran tüm projeler (başta şehir hastaneleri!) durdurulmalı
  4. Kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi ile üretim ve tasarruf seferberliğine başlanmalı.
  5. Dış ticarette takas ve karşılıklı ulusal para kullanımı olabildiğince yaygınlaştırılmalı.
  6. Yersiz, gereksiz, akıl dışı ve aşırı yüksek nüfus artışı mutlaka azaltılmalı.
  7. Suriye – Esad ile doğrudan ilişki kurularak göçmenler hızla ülkelerine yollanmalı..
  8. Dış borçlar için bir “mola alınmalı”, konsolide edilmeli, yeniden yapılandırılmalıdır.
  9. İç ve dış barış iklimi yaratılmalı, halka gerçekler anlatılmalı ve desteği istenmelidir. 
  10. Tüm bunları yapacak bir ULUSAL HÜKÜMET kurulmalı, bir süre “olağanüstü restorasyon dönemi” sürdürülmelidir.

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile. 22 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AKP’nin IŞİD Politikası Korkutuyor


AKP’nin IŞİD Politikası Korkutuyor!


Dostlar
,

IŞİD sorunu olarak ayna görüntüsü veren Ortadoğu sorunlar yumağı,
tüm ağırlığıyla sürüyor..

Onca düvel-i muazzama bu sözde devlet taslağını (müsvettesini) havadan en yüksek teknoloji ile günlerdir dövüyor ancak birkaç on bin kişilik (yaklaşık elli bin mücahit..)
kara gücü, 400 bin nüfuslu Kobani’yi düşürmek üzere.. Üstelik 50+ ülkeli tarihin
en büyük “Koalisyon gücü”, karada da epey girişim içinde..

Sonuç alınamıyor görünüyor.. Akıl alır gibi değil..

AKP ve Batı, birlikte yarattıkları canavarı bakalım nasıl dizginleyecekler??

ISID-ISIS_VAHSETİ

Dileriz, ülkemizde ciddi can yitiklerine yol açacak IŞİD sabotajları olmasın!
AKP hükümeti öncelikle yurttaşların can güvenliğini sağlamak zorundadır.
Muhalefet, iktidarı bu bağlamda ciddi – hızlı – somut önlemler almaya zorlamalıdır.
Gerekirse ivedi bir TBMM gizli görüşmesi isteyerek, yaptırarak; halkı rahatlatarak..

Dışarıda ise “Haydut devlet” (Rogue state) etiketine ramak kalmış gibi gözüküyor..
Bu kozu oynayacak Batı için eyleme sığlıkla salt “şantaj” denebilir mi;
epey bir gerçeklik payı yok mu??

Sayın Ergin Yıldızoğlu Londra’da Ekonomi hocasıdır. Gözlem ve irdelemeleri
çok yerindedir. Dize (satır) aralarına da dikkat ederek okuyalım..

AKP, ilkokula türban vb. gündem oyunlarını bir yana koyup; vargücüyle

– ekonomideki,
– Güneydoğu’daki ve
– dış politikadaki 3’lü yangını

denetlemeye çaba göstermelidir. Öngörülemeyen gelişmeler AKP’yi katar önüne,
silip süpürür; ne olduğunu anlayamazsınız bile..

Sevgi ve saygı ile.
29 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

portresi

Ergin YILDIZOĞLU
 

Cumhuriyet, 29.9.14

 

AKP yönetiminin IŞİD ilişkileri doğası gereği başımıza büyük belalar açmak üzere…

AKP ve IŞİD, Osmanlı-Arap dünyasının 500 yıl önce Batı’nın gerisinde kalmaya başlamasında etkin olan bir “geçmişe bakış” eğilimini, “ecdadımız” söylemini paylaşıyorlar. AKP, IŞİD’le ilgili en önemli sorunun ayırdında değilmiş gibi davranıyor. AKP, IŞİD’e karşı savaşan koalisyona katılıyor ama

  • Türkiye içinde IŞİD’in kadroları, yaygın bir sempatizan kitlesi ve
    ilişkiler ağıyla varlığını koruyor.

AKP kadroları ve entelektüellerinin “realiteyle” ciddi sorunları var.
Sık sık kendi fantastik dünyalarına kaçmayı tercih edebiliyorlar.

‘Cahilliğin keşfi’

Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar Yahudilik, Hıristiyanlık Müslümanlık, Budizm gibi dinler, bilinmesi gereken en önemli şeylerin bilgisinin, ya kutsal kitap ya da geçmişin bilgeleri tarafından bize verilmiş olduğunu düşünüyorlardı. 15. yüzyılda Avrupa’da yaşayanlar, kutsal kitabın sınırlarını aşan şeyler olduğunu, bunları bilmediklerini,
bu sorunun üzerinde düşünmeye başlayınca da ne kadar cahil olduklarını keşfettiler. Bu “cahilliğin keşfi”, “bilimsel devrimi” başlattı; gelişme, ilerleme ve “gelecek”
fikirlerini üretti (Yuval Noah Harari, Sapiens: A Brief History of Humankind, 2014).
Bu noktadan başlayarak bilim-kapitalizm-imparatorluk (siyasal güç) üçlüsü arasında birbirini besleyen bir döngü oluştu.

Bu döngü yalnızca teknolojik gelişmeleri değil, yeni kıtaların keşfini, emperyalizmi -kapitalizmin gelişmesini- hızlandırdı, ilk kapitalist küreselleşmeyi başlattı.
Harari’ye göre, bu süreç başlarken dünyada, Amerika’yı, Avustralya’yı keşfedebilecek, mali ve teknolojik kaynaklara, donanmaya ve denizcilik bilgisine sahip, Osmanlı, Çin gibi başka imparatorluklar da vardı. Ancak bu iki imparatorluk bilinmesi gereken her şeyi bildiğini düşünen, kendi dışlarındaki dünyayla, komşularını ilhak etmeye çalışarak genişlemek dışında ilgilenmeyen egemen sınıflarca yönetiliyorlardı. Bu yüzden İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere yeni ticaret yolları kıtalar bulmaya; buralardaki zenginlikleri, bu keşiflerde elde ettikleri bilgiyi ülkelerine götürmeye başlarken, Osmanlı ve Çin bu gelişmelerle, başka yerlerde olanlarla ilgilenmiyordu. Sonrasını hepimiz biliyoruz. Avrupa, kapitalizm, bilimsel devrim, emperyalizm ile hızla ilerledi, geldi bu imparatorlukları hedef aldı, “Doğu” kavramını yarattı.

AKP siyasetçileri, siyasal İslamın entelektüellerinin de yüzü bilimsel bilgiye, moderniteye değil, geçmişe dönük. Başbakan Batı’ya “alternatif uygarlık” düşlerken ecdadından, Osmanlı restorasyonunda söz ediyor; IŞİD’in de aklı ecdadında;
Halifeliği restore etmeye çalışıyor. Al-Arabi Al Jadeed gazetesinden Navar Kadimi’nin işaret ettiği gibi, “tüm türbeleri tapınakları şirk kabul ederek yıkan IŞİD, Süleyman Şah Türbesi’ne dokunmuyor”. Bu bakış ve mantalite modern dünyanın,
hızla biriken ve derinleşen sorunlarını ne anlayabiliyor ne de bu sorunlara bir yanıt üretebiliyor; aksine geleceğe bakmaya göre kurgulanmış modern sosyal yaşamı, eğitim sistemini, bireysel özgürlükleri, yaşamı yok etmeye çalışıyor.

IŞİD neden böyle?

AKP yönetimi ve siyasal İslamın entelektüelleri, “aniden” ortaya çıkan IŞİD olgusunu anlamaya çalışıyor; ama açıklayıcı etkenlerden birinin önemini bence bilerek azımsıyor, üzerini örtmeye çalışıyorlar.

Bunlar, Irak savaşının, Suriye’de iç savaşın yarattığı iktidar boşluğunu, büyük güçlerin bu boşluğun oluşmasındaki rollerini, boşluğun etrafındaki güçleri manipüle (AS: manuple) etme kapasitelerini, Şii-Sünni çatışmasını, Sünni nüfusun öfkesini, Avrupa ülkelerindeki göçmen gençliğin umutsuzluğunu, IŞİD’i ortaya çıkaran “muhtevanın
en önemli bileşenleri olarak tanımlayabiliyorlar. Ancak “bu muhtevanın sunduğu biçim neden IŞİD oldu”? Bir katalizör rolü oynayan, “İslam dinini”, bunların “İslamla alakası yok”, diyerek düşünme sürecinin dışında bırakmaya çalışıyorlar.

O zaman da şu soru yanıtsız kalıyor :

IŞİD’in İslamla ilgisi yok derken hangi İslamı, ne anlamda kastediyoruz?
Tek bir İslam yok ki. Şii-Sünni ayrımının dışında başka mezhepler de var;
bunların hepsi İslam.

İkincisi, IŞİD söylemini ve eylemini kutsal kitaba dayandırmaya büyük özen gösteriyor. En aşırısını “kafa kesme” eylemini örnek vermekle yetineceğim. Kutsal kitabın 47.4 suresine bakınca, (Mawdudi’ninTafhim al Kuran’ın kısaltılmış versiyonunda sf. 1038; Mohammed Marmaduke Piksthall’ın “Glorious Quran” tefsirinde sf. 361) inanmayanların boyunlarının vurulmasından, ailelerinin fidye alana kadar tutsak edilmelerinden söz edildiği görülüyor.

Kısacası IŞİD’in söyleminin, pratiğinin İslamın içinde bir yeri var.
O’nu bu yerden söküp atmak da, eğer samimiyseler “İslamla alakası yok” diyen Müslümanlara düşüyor.

Realite sorunu…

AKP yönetimi, siyasal İslamın entelijansiyası, realiteye çarpınca kendi iç dünyalarına çekilmeyi seçiyorlar. Bu durumun belki de bir istisnası, hızlı “U” dönüşlerle realiteyle ilişki kurmaya çalışan Tayyip Erdoğan. Libya savaşı başlarken aldığı “sert” tutumu hemen kolaylıkla değiştirebilmişti. Son olarak da IŞİD karşıtı koalisyona katılması gerektiğini bir ABD gezisinde, iki günde kavrayarak söylemini düzeltti.
Geri kalanlar ise bir âlem. Erdoğan’ın BM’de boş salona konuştuğunu görünce, üzerinde düşünmek yerine fotomontajla salonu dolduruyorlar. Erdoğan gereken askeri yardımı vermekten söz ederken, ABD ve Avrupa dış politika çevrelerinde

  • Türkiye IŞİD’i yarattı gibisinden bir algı varken,

üst düzey yetkililer, ülkenin içinde olduğu askeri ittifakları, ekonomik kırılganlığı unutup “Amerika bize ev ödevi veremez” diyor. Bir AKP yazarı, Türkiye’nin Arap dünyasında tek bir destekçisi kalmamışken, kafayı takmış bir ruh hastası gibi tekrarlamaya
devam ediyor:

IŞİD’in ilacı Türkiye’de AKP, Arap dünyasında Müslüman Kardeşler.”

Başbakan “çözüm süreci” ile “genişleme” kavramlarını aynı anda kullanırken,
bir başkası Türkiye’nin Suriye’de sınır bölgesini ilhak edebileceğini hayal ediyor. Başbakan, ana muhalefet partisini “ademe mahkûm etmekten” söz ediyor;
Kim… Türkiye’de kamu düzeni ile ilgili olarak bir kuşku uyandırmaya kalkarsa
Devletin güçlü
eli onun üzerinde olacak..” diyerek “Kamu düzenini bozmak” suçuna
bir de “Kamu düzeni üzerinde kuşku uyandırma” suçunu ekliyor.


Bu “realite sorunu”, ülkeyi bölgede ve dünyada tümden yalnızlaştırmışken,
ekonomiyi ayakta tutan dış kaynak girişine ilişkin riskler, bu yalnızlaşmaya paralel
hızla artarken, ufukta bir savaş olasılığı belirirken, bu savaşın hedefi IŞİD’in
ülke içindeki yapıları etkinliklerini artırırken, AKP yönetiminin yapabileceklerinden korkmamak olanaklı mı?