Etiket arşivi: Erdal İnönü

CHP ve Kılıçdaroğlu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Haziran 2023, Cumhuriyet

Kemal Kılıçdaroğlu, 2010 yılında CHP genel başkanı oldu ve 13 yıl boyunca girdiği tüm seçimleri kaybetti. CHP, Kılıçdaroğlu döneminde, 5 milletvekilliği seçimini, 3 Cumhurbaşkanlığı seçimini, 2 belediye seçimini ve 2 referandumu kaybetti. Kılıçdaroğlu 13 yılda 12 seçim kaybetti.

Dünyada hiçbir demokratik ve uygar ülkede, bu kadar çok seçim kaybedip bu kadar uzun süre genel başkanlık koltuğunda kalan başka bir ana muhalefet partisi lideri olmadı!

Seçim kaybeden liderlerin genel başkanlıktan ayrılması, her şeyden önce bir görgü, uygarlık ve sorumluluk göstergesidir. CHP’nin ise feodal toprak ağası zihniyeti ile yönetildiği anlaşılmaktadır!

***

Kılıçdaroğlu’nu fanatik futbol taraftarı gibi savunmaya devam ederek CHP’nin ve Türkiye’nin yolunu tıkayanların, 2023 seçimlerinde alınan %48 oyu başarı olarak nitelendirmeleri, Uğur Mumcu’nun deyişiyle, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın bir sonucudur.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet partileri adaylarının toplam oyu %48, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın toplam oyu %52 idi. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet partileri adaylarının toplam oyu %47, Erdoğan’ın oyu %53 idi.

Özetle 2023 yılında muhalefet, Kılıçdaroğlu ile oylarını artırmamıştır! O zamandan bugüne değişen bir şey olmamıştır. Buna rağmen, aynı liderlerle değişim beklemek aptallıktan başka bir şey olmadığı gibi, halkı da aptal yerine koymak ve kandırmaktır!

2019 yılındaki belediye seçimlerinde CHP’nin İstanbul, Ankara ve Adana’yı kazanmış olmasını Türkiye çapında bir başarı olarak anlatmak da halkı kandırmaktır. Çünkü CHP, Türkiye genelinde o seçimleri açık ara farkla kaybetmiştir.
***
CHP’nin oyu Kılıçdaroğlu döneminde, 13 yıl boyunca, %22-26 arasında sabitlenmiştir. CHP’nin, sağa açılarak, partinin kurumsal kimliğinden uzaklaşarak, AKP’nin gölgesinde kalarak, laiklik ilkesini ve Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk’ü yok sayarak, oylarını artıracağı iddiası, geçmiş seçimlerde olduğu gibi, bir kere daha fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu iddia bilimsel olarak, olgular tarafından, tarihin çöp sepetinde yer almak üzere, yanlışlanmıştır! Bu iddia bir safsata ve hurafedir!

CHP, İsmet İnönü’nün genel başkanlığında, 1950’de %39, 1954’te % 35, 1957’de % 41, 1961’de % 37; Bülent Ecevit’in genel başkanlığında, 1973’de % 33, 1977’de % 41 oy almıştır.

1973 ve 1977 seçimlerinde CHP seçimleri kazanmıştır. 1989’da SHP, Erdal İnönü’nün genel başkanlığında yerel seçimleri; 1999’da DSP, Ecevit’in genel başkanlığında, genel seçimleri kazanmıştır.

***

Kılıçdaroğlu’nun çalışkan olması ve yolsuzluk yapmaması, genel başkanlık için tek ölçüt olamaz.

Seçimlerin kaybedilmesi, tek başına hükümetin uyguladığı baskılarla da açıklanamaz.

CHP’de parti içi demokrasinin olmaması, partinin yetkili organlarının çalıştırılmaması, kararların oligarşik yapılar tarafından alınması, partinin kurumsal kimliğinden ve ilkelerinden sapılmış olması ve kadrolaşmanın bu doğrultuda gerçekleşmesi, popülizme teslim olunması, seçim yenilgilerindeki ana etkenlerin arasındadır.

Gerçek lider, sosyolojik koşullara göre siyaset yapan değil, sosyolojik koşulları değiştirmeyi başaran kişidir!

100. yılda Meclis’in hali

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
17 Nisan 2023, Cumhuriyet

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aday olan milletvekillerine bakıldığında, tablonun iç açıcı olduğu söylenemez.

20. yüzyılın başlarında TBMM’de görev yapan milletvekillerinin kalitesi, 21. yüzyılın başlarına göre daha yüksekti. Zaman geçtikçe siyasetin kalitesinin (niteliğinin) yükselmesi gerekirken, Türkiye’de tersine bir durumun olması, araştırılması gereken bir konudur.

Aynı durum siyasi lider kalitesi için de geçerlidir. Türkiye artık Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Erdal İnönü gibi nitelikli siyasetçileri üretemez hale (duruma) gelmiştir. Çünkü siyaset kaliteyi koruyan ve geliştiren değil, kaliteyi ezen ve yok eden popülist bir mekanizmaya (düzeneğe) dönüşmüştür.
***
Anayasadaki demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkesine aykırı siyaset yürüten kişilerin TBMM’de temsil edilmesi, Cumhuriyetin geleceği açısından kaygı vericidir.

Siyasi Partiler Yasası’na göre, siyasi partiler anayasaya uymakla yükümlüdür. Ancak Türkiye, AKP iktidarı döneminde hukuk devleti olmaktan çıktığı için, bu konuda hiçbir önlem alınmamaktadır.

Örneğin, HÜDA PAR adlı “partinin” söylemleri anayasaya aykırıdır. Bunlar bir siyasi parti için kapatılma nedenidir. Ancak bu “partinin” kapatılması bir yana, HÜDA PAR, AKP’nin himayesinde, TBMM’ye girmeye hazırlanmaktadır.

Aynı sorun AKP için de geçerlidir. AKP, anayasanın laiklikle, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğüyle, güçler ayrılığı ve yargı bağımsızlığıyla ilgili birçok maddesini, sadece (yalnızca) söylemleriyle değil, eylemleriyle de ihlal etmiştir (çiğnemiştir).
***
CHP’nin milletvekili aday listesi de CHP tabanında hayal kırıklığı yaratmıştır.

DEVA, GP, SP ve DP’ye verilen kontenjanlar, bu partilerin oy oranlarıyla orantısız bir biçimde belirlendiği gibi, 81 ilde dengeli bir biçimde dağıtılmamıştır, İstanbul’a ve Ankara’ya yığılmıştır. CHP İstanbul ve Ankara il ve ilçe örgütleri, örgüt üyelerinin seçimde motive edilerek çalıştırılması konusunda sıkıntıya girmiştir.

“Ergenekon” ve “Balyoz” gibi kumpas davalarının bir aşamasında, adalet bakanı olarak görev alan Sadullah Ergin’in, DEVA kontenjanından, CHP’nin kalesi olan Ankara 1. bölgede aday gösterilmesi de ayrıca haklı tepkilere yol açmıştır.

CHP’nin kurultay tarafından onaylanan parti programındaki temel ilkelere sahip çıkan aday adaylarının, seçilebilecek yerlerde yeterli sayıda aday gösterilmemiş olması, hatta partinin ilkelerini yeterince benimsememiş olan bazı kişilerin, listede üst sıralarda yer almış olması, ayrıca büyük bir sorundur. Bu çerçevede, Yüksel Taşkın’ın İzmir 1. bölgede birinci sırada aday gösterilmiş olması da, haklı tepkilere yol açmıştır.

Türkiye’nin önceliği AKP’nin diktatörlük rejiminden kurtulmak olduğu için, listelerdeki sorunlar, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesine engel olmayabilir; olmamalıdır da.

Ancak listelerdeki sorunlar, CHP’nin bazı (kimi) illerde oy kaybına (yitiğine) uğramasına ve  milletvekili yitirmesine yol açabilir. Cumhurbaşkanlığı oylamasında Kılıçdaroğlu’na oy verecek birçok kişi, tabandaki kaygıların giderilmemesi durumunda, milletvekili listesinde, laiklik ve sol konusunda daha duyarlı olan partilere, örneğin Türkiye İşçi Partisi’ne veya öbür sosyalist partilere oy verebilir, CHP’li yöneticilerin “aritmetik hesapları” fiyaskoyla sonuçlanabilir.

ASTIĞI ASTIK, KESTİĞİ KESTİK

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
aydinliddo@gmail.com

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rize’de katıldığı açılışta kurdeleyi erken kesen çocuğun kafasına (elindeki mikrofonla) vurarak uyardığı görüntüler, düşündürücü ve son derece üzücüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanının çocukları seven ve onları koruyan kollayan, şefkat besleyen nitelikte olması gerekirdi. Çocuğun kafasına mikrofonla vurmak ve azarlamak kabul edilemez bir sevgisizlik örneğidir.

Genelde insanlar neden şiddete başvurur? Sevgisiz ve şiddet ortamında büyüyenler sevgi dağıtamaz onlar da şiddete başvurur. Bir atasözünde olduğu gibi, “Ne ekersen onu biçersin”. O çocuğun başına vuran sıradan bir insan olsaydı -ki zaten her gün oluyor- bu düzeyde tartışmazdık. İçimizi ve toplumun yüreğini bu denli yaralamazdı. Ülkenin 1 Numarasında oturan kişi çocuk döverse, O’nu örnek alan polis insanın kemiklerini kırar. Şiddet kalıcı ve bulaşıcı olur.

Örneğin öğretmen öğrencisini döverse, yarın o çocuk polis olur, jandarma olur öğretmenini döver. Hatta öğretmen olur, O da öğretmeninin torunlarını döver. Bir söz vardır “Kurt atasından gördüğü gibi ulurmuş” öyle gördü, öyle uygular. Toplumda yukarıdan aşağıya şiddet egemen olur. Sevgi, saygı, şefkat, uygarca iletişim ortadan kalkar.

Rahmetli Erdal İnönü bir toplantı sonrası otelden çıkarken, kapı önünde uyuyan köpeği rahatsız etmemek için uzaktan dolaşıyor. Gazetecilerin “neden uzaktan dolaştınız?” sorusuna yanıtı, “Köpek uyuyordu, rahatsız etmedim.” İnsan olarak böylesi yüce bir düşünce karşısında, saygı ile eğilmek düşüyor. Burada sevgi gösterilen neslimizin en küçük varlığı çocuklarımız değil, üstelik uyuyan bir köpek. Oysa insan yavrusuna gösterilecek sevgi, bir hayvana yaraşır bulundan eksik olmamalı.

Öte yandan 2010 yılı 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında, Sayın Erdoğan usulen başbakanlık koltuğuna oturan öğrenciye şöyle demişti :

  • Artık Başbakan sensin.. astığın astık; kestiğin kestik…” 

Daha o zamandan Sayın “dünya lideri“nin nasıl bir ruh haline sahip olduğunun kanıtıdır.  “Asmak ve kesmek” gibi ilkel bir duyguyu körpe beyinlere şırınga ediyor.

Bu bir padişah, sultan edasıdır. Yandaş basından çıt yok. Yüzünün üstüne yatıyorlar. Hani siz demokrattınız? Hani siz demokrasi açılımı yapıyordunuz? Demokratlıkta bırakın yandaş basını, yetmez ama evet’ diyen yalamaları da safınıza katmıştınız. Şimdi gördüler, neyin yettiğini, neye evet dediklerini. Yalanın sonu bir yere dek. Her şey yalan, her şey takiyye, bir toplum yalanla, takiyye ile ne denli aldatılabilir?

Şiddet, çağımızın genel geçer anlayışı olamaz “Astığın astık, kestiğin kestik” uygar, modern, çağdaş toplumların söylemi olamaz.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu Çorum’da annesinin yanındaki küçük bir çocuğa yaklaşarak, onun gönlünü almak, sevgi şefkat göstermek ister. Nasılsın?’ diye sorar. Ne var ki çocuğun annesi Kılıçdaroğlu’na “Hadi yürü, yürü!” diyerek tepki gösterir. Keşke o bacımız ya da çocuğunun başına mikrofonla vurulan anne, bu şiddet karşısında aynı tepkiyi gösterebilse. Keşke şiddet ve şefkati ayırabilen bir toplum olabilsek.

Yaşadığımız dünyanın kutup yıldızı ülkeler astığını asan, kestiğini kesen” ülkeler olmayıp, aksine barışı, demokrasiyi, adalet ve özgürlüğü geçerli kılan ülkelerdir. Genlerinde şiddeti değil, sevgi ve şefkati taşıyanlardır.

Kürtlere kurulan tuzak

Kürtlere kurulan tuzak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet,
3 Haziran 2019

 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes dini, mezhebi, dünya görüşü ve etnik kökeni ne olursa olsun, anayasa ve yasalar önünde eşit haklara sahiptir. Demokraside esas olan vatandaşlık bağlamında ortak bir toplumsal yaşamı sürmektir; din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölünmek değildir.

Ancak bu durum, belli etnik kimliklerin baskı altında tutulup asimile edilmesine de yol açmamalıdır. Üniter yapıyı koruyarak ve PKK gibi ayrılıkçı terör örgütlerine karşı durarak, belli etnik kimliklerin asimilasyona uğraması önlenebilir.

Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yönelik yapılması gereken de budur. Ancak bu doğrultudaki söylemler ve eylemler içtenlikli olmalıdır. Oysa Kürt kökenli vatandaşlar, uzun yıllar baskı altında tutuldukları gibi, baskı ortamından kısmen kurtulduktan sonra da, siyasiler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır.

1990’lı yıllara kadar Kürt kimliği yok sayılmış, Kürt kökenli vatandaşların kültürlerini geliştirmeleri engellenmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin ve lideri Erdal İnönü’nün öncülüğünde, Kürtlerin asimilasyonuna son verilmesi doğrultusunda önemli adımlar atılmıştır. Doğru Yol Partisi’nin lideri ve eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de bu açılımlara destek vermiş, Kürt gerçekliğinin tanınması gerektiğini açık bir biçimde ilan etmiştir.
Ancak terör örgütü PKK’nin bu açılımlara karşın terör eylemlerini sürdürmesi ve emperyalizmin Türkiye’deki tetikçisi işlevini görmesi, ayrıca HEP, DEP, HADEP, HDP gibi siyasal partilerin içindeki kimi odakların terör örgütü PKK’ye karşı tavır alamaması, Kürt kökenli vatandaşların hakları konusunda bazı adımların atılmasını ve siyasi mücadele verilmesini zorlaştırmıştır.

Buna karşın Kürt kökenli vatandaşlar, dil, yayın, eğitim alanında belli hakları elde etmişlerdir, ancak bu süreçten sonra siyasi partiler, Kürt kökenli vatandaşları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Örneğin, AKP ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, kendi iktidarını korumak için “Kürt açılımı” adı altında bir süreç yürütmüş, ancak bu sürecin kendi iktidarını korumaya yaramadığını anladığında 180 derece dönüş yaparak, Kürt düşmanlığını ve şovenist ırkçı bir anlayışı siyaset haline getirmiş olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin güdümüne girmiştir.

31 Mart belediye seçimlerinde AKP’nin İstanbul’u kaybetmesi ve Erdoğan’ın bu seçimi hukuka ve yasalara aykırı bir biçimde iptal ettirerek CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını gasp etmesi sonrasında, Erdoğan ve AKP, 23 Haziran’da yenilenecek seçimde İstanbul’daki Kürt kökenli seçmenleri yanına çekmek için düğmeye basmıştır.

Kendi iktidarı dışında hiçbir şeyi umursamayan Erdoğan, yeni bir operasyonu devreye sokmuştur.

Bunun ilk aşaması, Öcalan’ın yıllar sonra ilk defa avukatlarıyla görüştürülmesi olmuştur. Bazı duyumlara göre AKP, HDP tabanının İstanbul seçimlerini boykot etmesi çağrısı yapması konusunda Öcalan’ı ikna etmeye çalışmaktadır ve bu konuda Öcalan’ın hapishane koşullarının düzeltilmesiyle bağlantılı kimi pazarlıklar yürütmektedir.

HDP’nin eski lideri Selahattin Demirtaş’ı ve birçok HDP milletvekilini hapishaneye gönderen, HDP’li seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerine kayyım atayan, terör örgütü PKK’ye karşı operasyon yaparken yüzlerce sivil Kürt kökenli vatandaşın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına neden olan AKP-MHP ortaklığı, şu anda Kürt kökenli vatandaşları bir kez daha kandırmak için seferberlik başlatmış durumdadır.

İstanbul’a “mitili atacağını” söyleyip sonra İstanbul’da ortadan kaybolan MHP lideri Devlet Bahçeli de bu kurnaz kumpasın baş aktörlerinden birisi durumuna gelmiştir.

Ancak, AKP’li ve MHP’li kurnaz uyanıkların, İstanbul’daki ticari çıkar ve rant uğruna, Kürt kökenli vatandaşları aldatmaları ve kandırmaları olanaklı olmayacaktır.

  • 23 Haziran’da, Kürtler, kurtların tuzağına düşmeyecektir.

Emre Kongar : 2017’nin ilk gününde

2017’nin ilk gününde

 

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 01.01.2017

15 yaşımda ağabeyimi, 17 yaşımda babamı yitirdim…
Tam çocukluktan kurtulurken, önce ideal aldığım örnek insanımı, idolümü, sonra da hayatıma yön veren öğretmenimi, pusulamı kaybetmiştim.
Bu erken ve beklenmedik ölümlerden dolayı olsa gerek, kendime 30 yaşıma kadar ömür biçmiştim… O nedenle de hep, “yarın ölecekmiş” gibi çok çalıştım.
Çok çalışmakla da yetinmedim, “yarın ölecekmiş” gibi yaşadım:
Kimseye kötülük etmemeye, sevdiklerime yeterince zaman ayırmaya, ülkeme, insanlarıma hizmet etmeye, meslek ahlakına ve insan haysiyetine uygun davranmaya çalıştım…
Ölümü erken tatmış olmaktan kaynaklanan bu yaşam biçimim çok kişi tarafından anlaşılmadı:
Çok çalıştığım ve iyi insan olmaya özen gösterdiğim için, küçük hesaplara alışık olan ve küçük hesaplar peşinde koşan insanlarla dolu bir toplumda hep “Bu adam neyin peşinde?” sorusu soruldu!
Bu soruyu akademik meslektaşlarım da sordu; müsteşarlık dönemimde politikacılar da, bürokratlar da… Büyüklerim de, küçüklerim de, yaşıtlarım da…
Bir türlü benim, “sadece kendime saygı duyduğum bir yaşam biçimi peşinde olduğumu” anlayamadılar. Bir tek Erdal İnönü “Neyin peşinde olduğumu” sormadı:
O anlamıştı benim “Yarın ölecekmiş gibi”, kendim için yaşadığımı.
Sanıyorum, o da Başbakan ve Cumhurbaşkanı çocuğu olarak doğduğu ve büyüdüğü için her türlü tatmini tatmıştı. Sonradan Cumhuriyeti Demokrasiyle taçlandırmak isteyen babasının, bu uğurda her türlü zillete katlandığını gördüğü için o da, “Yarın ölecekmiş gibi”, kendisi için, kendi idealleri için yaşıyordu… Başka koşullarda ve başka nedenlerle de olsa, benimle aynı duygu ve düşünce dünyasını paylaşıyor ve beni anlıyordu.
***
Bugünler, İsmet İnönü’nün Tek Adam Yönetimi’nden Çok Partili Demokrasi’ye geçtiği günlerden sonra çeşitli kez yaşanan sivil ve askeri baskı dönemlerinden çok daha kötü:
Sanki 1946 yılından beri ödenen bedeller ödenmemiş, 1950 yılından sonra yaşananlar yaşanmamış, 70 yıllık deneyim çöpe gitmiş gibi, demokrasiden vazgeçme, otoriter bir yönetim kurma çılgınlığı içindeyiz…
Üstelik de Cumhuriyeti kuran ve Tek adam Yönetimi’nden Çok Partili Düzen’e geçerek kendilerine bu koltukları veren liderleri kötüleyip muhalifleri hapse atarak ve herkesin yaşam biçimini tehdit eden mahalle baskısını da yoğunlaştırarak!
***
Ben bu güne kadar, kendi ömür beklentimin iki katını yaşadım; çok darbe yedim, çok savruldum ama, bir faninin elde edebileceği bütün tatminleri de fazlasıyla tattım:
Kendim için, 2017’den de, çekmeden ve çektirmeden ani bir ölümle yaşamımı noktalamaktan başka hiçbir beklentim yok:
Sadece zindanların soğuk duvarları arasında sevdiklerinden ayrı olarak, onlara duydukları özlemle yeni yıla yalnız girenlere üzülüyorum…
Sadece ve sadece, aynı gazete mensubu olduğumuz için başta

Akın Atalay, Önder Çelik, Turhan Günay, Mustafa Kemal Güngör, Kadri Gürsel, Hakan Kara, Musa Kart, Güray Öz, Murat Sabuncu, Bülent Utku

olmak üzere, adlarını yazmaya kalksam sütunların yetmeyeceği birçok gazetecinin ve politikacının bence haksız ve hukuksuz olarak hapis yatmalarına üzülüyorum, onlar için adaletin bir an önce tecelli etmesini bekliyorum.
En son örnekler oldukları için,

  • Cumhuriyet Gazetesi’nin çay ocağı işletmeci Şenol Buran’ın ve
    muhabiri gazeteci Ahmet
    Şık’ın şahıslarında,

tanıdığım, tanımadığım, bütün içeride yatan gazetecilerin, gazete yöneticilerinin, politikacıların yeni yıllarını kutluyorum ve bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum…

HERKESİN İNSANCA YAŞAYACAĞI AYDINLIK GÜNLERİN
MUTLAKA GELECEĞİNE
İNANIYORUM!

CHP orkestrasının şefi: Kılıçdaroğlu ve sorunları

CHP orkestrasının şefi:
Kılıçdaroğlu ve sorunları

portresi_resmi

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 23.10.16

CHP bir kitle partisi: İçinde, en sert Atatürkçülükten en hoşgörülü Sosyal Demokratlığa, en katı Avrupa Birliği taraftarlığından en ödünsüz milliyetçiliğe kadar, kimi zaman birbirine ters bile düşebilecek olan, birçok görüş barındırıyor… Bu ton ve hatta renk çeşitliği bir kitle partisi için kaçınılmaz bir yazgı! Üstelik Türkiye, Batı’nın sınıfsal mücadele tarihini yaşamadı: Sınıf mücadelesinin ürettiği siyasal kurum ve kavramları, ter, kan ve gözyaşı dökerek kazanmadı… Atatürk Devrimleri ve İsmet Paşa’nın Çok Partili Düzen’e geçmesi sayesinde demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklere tepeden inme sahip oldu… Bu nedenle başta Demokrasi olmak kaydıyla, hiçbir kavram ve seçim mekanizması dahil, demokrasinin hiçbir kurumu tam yerleşmiş değil. İktidar partileri bu karmaşayı, iktidarın nimetlerini paylaştırarak biraz yönetebiliyorlar. (AKP-Cemaat savaşında olduğu gibi, bazen iktidarda da paylaşım kavgası çıkıyor.) Ama muhalefet partileri, hele CHP gibi Cumhuriyeti kurmuş ve onu Çok Partili Düzen’le taçlandırmış olan ama bunları sınıfsal gelişme olmadan yaptığı için, Cumhuriyetin de, Demokrasinin de yıpranmasına yol açmış olan çok özel bir ana muhalefet partisi, bu kargaşadan kendini kurtaramıyor.
***
Geçen cuma günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile baş başa, bütün bu konuları ve parti içi sorunları konuştuk. Toplumda CHP’ye yöneltilen eleştirileri, bütün açıklığı ve sertliği ile kendisine aktardım: Türkiye’yi yönetenlerin, en haklı ve doğru eleştirileri bile susturdukları, sansürledikleri, hatta kimi zaman cezalandırdıkları, sadece çanak soru soranlarla muhatap oldukları bir ortamda, bir politikacı ile bu açıklıkta konuşmak galiba ancak muhalefet partisi lideri ise olanaklı! Ama Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmeliyim: Karşımda, Demokrasiyi gerçekten özümlemiş, gerçekten temel insan hak ve özgürlüklerine inanan bir politikacı vardı. Zaten CHP orkestrasının da bir türlü ahenkli ve çarpıcı bir senfoni icra edememesi, galiba bu orkestrayı yöneten liderin parti içi ilişkilerde de fazla saygılı, aşırı demokrat tavrından kaynaklanıyordu. Benim sıraladığım eleştirileri herkes biliyor:

1) Parti içindeki farklı görüşlerin birbirleriyle çatışır görünümü ve bu görünümün, partinin hem kimliğini belirsizleştirmesi, hem de programını olumsuz etkilemesi; farklı hiziplerin birbirini suçlaması ve partiyi yıpratması…

2) İktidarın rejimi yozlaştırmasına, temel hak ve özgürlükleri ihlal etmesine karşı yeterince enerjik muhalefet yapılamaması; halkla yeterince bütünleşilememesi…

3) Demokrasinin temelini oluşturan Cumhuriyet değerlerine, Atatürk Devrimlerine, Laikliğe, Sosyal Devlete, Hukuk Devleti’ne yeterince sahip çıkılamaması, sağa kayan bir izlenim verilmesi…

4) Örgütün dağınık ve eylemsiz olması, tembellikle suçlanması…

5) İktidarda olunan Belediyelerdeki parti içi rekabet sorunları ve Genel Merkezle eşgüdüm eksikliği…

6) Parti, haksız yere etnikçilik ve mezhepçilikle suçlandığında, bunlara karşı enerjik bir yanıt verilememesi…

7) Ve en önemlisi: BÜTÜN BU KONULARDA BAŞ SORUMLUNUN ORKESTRA ŞEFİ, YANİ Lİ- DER, YANİ KENDİSİ OLDUĞU!
***
Dedim ya, karşımda, bugüne kadar Erdoğan-AKP iktidarının bütün kışkırtmalarına karşın etnikçilik ya da mezhepçilik tuzağına düşmemiş, gerçekten demokrat, demokrasiyi sadece kendisi için değil, bütün toplum için isteyen bir politikacı vardı. Bütün eleştirilerimi sükûnetle dinledi ve her birini tek tek irdeledi. Verdiği bazı özel bilgileri ve yaptığı bazı eleştirileri, kayıtdışı oldukları için, burada paylaşmıyorum. Ama bütün netliğiyle, çevresindeki bütün olumsuzluklardan bizzat kendisinin sorumlu olduğunu ifade ettiğimde, bunu gayet açık yüreklilikle kabul etti…. Liderliğinin biraz sevgili Erdal İnönü’yü andırdığını belirttim ve onunla olan deneyimlerimizden de örnekleri konuştuk.
***Elbette burada açıkça yazılabilecek bazı bilgiler de verdi  :

1) Parti içi hizip çatışmalarına, partinin genel politikalarına aykırı ifadelere
artık kesinlikle izin yok.
2) Kitlelerle diyalog kurmak için toplantı ve mitingler başlatılıyor.
3) Belli konularla yerel halkla birlikte yürüyüşler düzenlenecek.
4) Demokrasiye, Atatürk Devrimlerine, temel hak ve özgürlüklere,
daha enerjik olarak sahip çıkılacak, bunların ihlaline karşı ısrarla direnilecek.
5) Milletvekilleri seçmenle yakın temas kuracak, Genel Başkan’ın Salı konuşmaları
seçim bölgelerine sistematik olarak aktarılacak.
6) İktidarın baskılarıyla susturulmuş olan ve baskı altında bulunan Kitle iletişim araçlarıyla, Sivil Toplum Kuruluşlarıyla, bütün güçlüklerine karşın bire bir temas kurulmaya çalışılacak.
7) Örgütler sıkı bir denetime ve eğitim programına tabi tutulacak,
bunlara yeni bir atılım ruhu kazandırılmaya çalışılacak.
8) Partinin güçlü olduğu yerlere, özellikle kaybedilmiş olan kıyı kentlerine özel ağırlık verilecek.
***
Türkiye yeni bir darbe girişimi atlattı ve hem dış hem de iç savaş olarak iki kriz birden yaşıyor.

– İktidar zaten sorumlu olduğu bu darbe girişimini ve tırmandırdığı savaş krizlerini, rejimi değiştirmek, tek adam yönetimini yerleştirmek için kullanıyor.

Buna karşı, demokrasiyi, insan haklarını etkili olarak savunabilecek tek örgütlü siyasal güç CHP!

Kılıçdaroğlu’nu bu kez kararlı gördüm…

Dilerim CHP, ülkemizin tümüyle karanlığa gömülmesini önlemekte başarılı olur!
======================================
Dostlar,

Biz de Sayın Kongar’ın saptama, dilek ve önerilerine bütünüyle katılıyoruz..
CHP Türkiye’nin umudu ve öncüsü olmalıdır; toplumsal muhalefeti birleştirmelidir.
Kurucusu Büyük Atatürk‘ün yüklediği tarihse özgörevi (misyonu) sadakatle, azimle yerine getirmelidir. Kendisnin de Türkiye’nin de varlığını -güçlenerek- sürdürmesi buna bağlı.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

KORKUT BORATAV YAZDI: ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

KORKUT BORATAV YAZDI:
ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

KORKUT BORATAV YAZDI: ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındaadır..)

Liberallerimizin bazılarında bir şartlı refleks oluştu: Türkiye’nin faşizme sürüklenmesinin İslamcı özellikleri ortaya çıkar çıkmaz “laikçilerin ve eski Türkiye’nin suçları” söylemini yeniden başlatıyorlar.

Nedenini tahmin ediyoruz. Siyasî İslam’la uzun süren işbirlikleri olmuştur. Bu yakınlık Kemalistlere (“Cumhuriyetçilere” diyelim) karşı ortak husumete dayanmaktaydı. Bu düşmanlığın demokrasiyle bağdaşacağına; cemaatçilerin ve AKP’lilerin samimi demokratlar olduğuna öylesine inanmışlardır ki, bu konudaki her hayal kırıklığı İslamcıların eleştirisini değil, Cumhuriyetçilere saldırıyı tetikliyor. Belki, “bastırılmış suçluluk duygusu” diyebiliriz.

15 Temmuz’da yeni bir şokla karşılaştılar. İslamcı faşizmin, sık sık meşveret ettikleri  cemaatçi  kanadı darbeye kalkıştı.  Şartlı refleks yine tetiklendi. Önce darbecilerin içinde Kemalist arandı; bulunamayınca, malûm teraneye dönüldü. Tipik bir örnekle yetinelim: “Ergenekon davaları kumpaslarla örülmüş bir süreç olarak yaşandı;… ama Türkiye’nin geleceği eski Türkiye savunuları üzerine kurulamaz.”(Nuray Mert,  Cumhuriyet 19 Ağustos).

Yazarın meramını, ruh halini  “tercüme” edeyim: “Güvendiğimiz insanlar hukuk veya ahlak-dışı davranmış olabilirler; ama eski Türkiyeciler; sizler de masum değilsiniz!”

İslam ile demokrasi ilişkileri üzerindeki liberal tezlerden birini, anladığım kadarıyla özetlemeye çalışayım: Halkının ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede demokrasi, İslam’ın  siyasette ağırlık taşımasını zorunlu kılar. Laiklik bu durumu engelliyorsa, demokrasiden söz edilemez.

Bu tezin temel sorunu, Müslümanlık ile siyasî İslam’ı karıştırmaktan geliyor. Müslümanlık, halk kültürünün bir öğesidir; bir olgudur; kendine özgü bir programı yoktur. Müslümanlar bu nedenle daima birden çok siyasetle (örneğin sosyalizmle de) barışık olmuşlardır. Siyasî İslam ise farklıdır; devleti ve toplumu yeniden, dinî kurallara (kutsal kitaba, hadislere ve doktrinlere) göre biçimlendirmeyi hedefleyen bir programdır. Bu yüzden laiklik ile uzlaşamaz.

Liberaller, “eski Türkiye” yaftası altında cumhuriyetin ilk on beş yılına saldırmayı yeğlerler. O dönemi tartışırız; ama anlaşamayız. Tartışmayı daha yakın bir zamana, farklı bir  “eski Türkiye”ye taşıyalım. İslam’ın siyasette ağırlık taşımadığı, laikliğin (ana hatlarıyla) geçerli olduğu 1960’lı-1970’li yılların demokrasi bilançosu nasıldı?
***
Bu yirmi yılın, hem öncesi, hem de sonrasına göre demokrasinin yeşerdiği bir zaman dilimi olduğunu ve siyasî, hukukî ve toplumsal kazanımlarının savunulması gerektiğini düşünüyorum Sadece kazanımlar mı? Tamamen “pembe bir tablo” mümkün olabilir mi? Kalıcı demokratik kazanımlar, ihsan edilmez;  mücadeleyle, ağır bedeller ödenerek elde edilir. 1960’lı-1970’li yıllarda da  demokratikleşme doğrultusundaki her hamle, toplumdaki, devletteki tüm tutucu, gerici güçlerin tepki ve direnmeleri ile karşılaştı.

Demokratikleşme, bir boyutuyla, Türkiye’nin siyaset ve düşünce alanlarının “yasaklanan akımlara” açılmasıyla ilgilidir. 1946-1960 yıllarına damgasını vurmuş olan iki “yasaklı” akım söz konusuydu: Komünizm ve irtica… İrtica, resmi çevrelerce, “heykel kırma” gibi sembolik eylemlerle ortaya çıkan; marjinal tarikatlarla sınırlı  bir aykırılık olarak yorumlanıyor; kovuşturmalar  sınırlı tutuluyordu. Buna karşılık önceki yıllardaki ağır baskıların “anti-komünizm” saplantısına, önceliğine dayandığını; bunun sanat, bilim, yayın, siyaset alanlarındaki ağır yansımalarını biliyoruz. Bu nedenle demokratikleşme, büyük ölçüde, sol, sosyalist, devrimci düşünce ve akımların ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin genişletilmesi ile gerçekleşti.

Bu mücadelede ödenen bedeller, özetlenemeyecek kadar ağırdır; uzundur.
Sosyalist partilerden (TİP’ten) başlayıp, sola dönük sendikalaşmaya (TÖS’e, DİSK’e) uzanan şiddet ve engellemelerin uzun listesi;  

– 1969 Kanlı Pazar,
– 1 Mayıs 1977 kıyımları;
– sosyalist, devrimci dergileri, kitapları, yapıtları yayımlayan, çeviren, kaleme alan arkadaşlarımızın tutuklulukları, hüküm yemeleri;
– 12 Mart darbesinin şiddet ortamı içinde öldürülen, idam edilen gençler, öğrencilerimiz, Mamak askeri cezaevinde yargılanan meslektaşlarımız;
– Kahramanmaraş ve Çorum katliamları (AS Sivas – Madımak’ta yakılan 33 insan!);
– devletin resmî ve emperyalizmle bağlantılı  “derin” katmanlarınca oluşturulan, desteklenen çetelerden kaynaklanan kanlı çatışmaların bilançosu…

Ne var ki, bu baskı ve şiddet ortamı Türkiye’nin demokratikleşme sürecini engellemedi. Yirmi yılın kazanımları da özetlenemeyecek kadar uzundur.  1961 Anayasası’nın güvenceleri altında hukuk devletinin  temel kurallarının yerleşmesine değinmekle yetinebiliriz.  Anti-demokratik eğilimleri ağır basan sağcı hükümetler uzun yıllar Türkiye’yi yönetti. 1971-73’ün sıkıyönetim dönemi hariç, bağımsız yargı, yürütmenin keyfî, ayrımcı, yasakçı uygulamalarını frenledi; zaman zaman engelledi. 12 Mart rejimi, bu nedenle de kalıcı izler bırakmadı.

En önemli gelişmelerden biri, 1960 sonrasında Türkiye halk sınıflarının hızla örgütlenmesi ve bu sürecin bölüşüm ilişkilerine yansımasıdır. 1970’li yılların ortalarında Türkiye’de sendikalaşma oranı %50 eşiğini ve bazı Avrupa ülkelerini geçti. Hızlı büyüme yıllarında ücretlerin payı istikrar kazandı; 1980 arifesinde hızla tırmandı. Tarımda üretici birlikleri köylü çıkarlarını siyasete taşıdı;  tarımsal destekleme yaygınlaştı; çiftçinin eline geçen fiyatlar göreli olarak yükseldi.

Bu gelişimler siyaset haritasına da yansıdı. Geleneksel “yasaklı akımlar” meşru siyasete katıldı. Siyasî İslam, parlamenter mücadeleye öncülük verdi. TİP, sosyalizmi TBMM’ye taşıdı. 12 Mart darbesinden sonra Ecevit’in CHP’si, bir boyutuyla geleneksel aydınlanmacı (Cumhuriyetçi) değerlerini koruyacak; bu kimliğin ilerici bir yorumuyla demokrasi kültürünün ana öğelerini özümseyecek; halk sınıflarının ekonomik, sosyal taleplerine de açılacaktı. 1973 ve 1977 seçimlerinde emekçi oyları, geleneksel sağ siyasetten koptu; “Cumhuriyetçi sol”u temsil eden CHP’yi birinci parti yaptı.

Parlamento dışı sosyalist solun yükselmesini de vurgulamak gerekir. 1960 sonrasında öğrenci hareketleri içinde filizlenmiş olan devrimciler, 12 Mart rejiminin yıkımını farklı akımlar içinde örgütlenerek hızla aştılar. Fabrikalarda, madenlerde, sendikalarda, üretici örgütlerinde işçilerin, köylülerin mücadelelerinin içinde yer    almaya başladılar. Aşırı sağ ve derin devletle çatışarak kent varoşlarını, Anadolu kasabalarını, mahalleleri, köyleri,  sloganları ile “tapuladılar”.

1970’li yıllar  son bulurken, Türkiye siyasetinin ideolojik yelpazesi geleneksel Avrupa şablonuna yaklaşmaktaydı: Küçük mülk sahiplerinin gelecekten ürküntüleri üzerinde gelişen, geçmişe bakan, tutucu (Türkiye koşullarında İslamcı-milliyetçi) sağ;sermayenin çeşitli katmanlarını ve belli orta sınıf çevrelerini temsil eden orta-sağ, kentli “diplomalılar” takımını ve işçi-köylü sınıflarının bir bölümünü temsil eden Cumhuriyetçi sol ve emeğin diğer katmanlarıyla radikal aydınları kucaklayansosyalist sol…

Daha da önemlisi, bu ayrışma içinde bir bütünüyle sol akımlar yükselmekteydi. 1973-1979 arasında siyasi İslam’ı temsil eden MSP’nin oyları %12’den %9’a düşmüştü. CHP ise seçmenlerin (“Müslümanların”) %41 eşiğini aşan oylarıyla iktidara gelmişti. Ecevit, uluslararası sermayenin programını Türkiye’ye taşıyan IMF reçetelerine direnmekteydi. Sermayenin baskısıyla gerçekleşen hükümet değişikliği bu programın hayata geçirilmesine imkân vermiyordu; zira sosyalist solun etki alanı içindeki emekçi örgütleri sert bir direnme göstermekteydi. Parlamento içindeki ve dışındaki sol siyaset, Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaktaydı.

12 Eylül rejiminin sınıfsal-tarihsel işlevini bu çerçeve içine yerleştirebiliriz. Darbenin iki stratejik hedefi vardı: Türkiye’yi neoliberal dönüşüm aracılığıyla emperyalizmin hegemonyasına kayıtsız-şartsız bağlamak ve Cumhuriyetçi/sosyalist solun Türkiye siyasetindeki etkisine, ağırlığına kalıcı olarak son vermek…

İkinci hedef, önce sıkıyönetim, sonra da 1982 Anayasası  ve uzantıları ile gerçekleşti. Sıkıyönetim uygulamaları, sosyalist muhalefeti tüm örgütleriyle, kadrolarıyla yok etti. Bu tasfiyenin halk sınıfları saflarında yaratacağı boşluk nasıl doldurulacaktı? 12 Eylül rejiminin İslamcı söylemlere yönelmesi tesadüf değildir. İslamcı siyasetten gelen Turgut Özal’ın ABD tarafından ısrarla desteklenmesi de tesadüf değildir.

1980’li yılların sonunda siyaset haritası yeniden çizilmeye başlayacaktı. Bu yeni ortamda halk sınıfları sola mı, siyasî İslam’a mı yöneleceklerdi? 12 Eylül ve Özal yıllarının emek karşıtı politikalarını eleştiren   Erdal İnönü’nün SHP’si,  1989 yerel seçimlerde birinci parti olmuştu. Ne var ki, on yıl önce halk muhalefetini parlamento-dışında temsil etmiş olan sosyalist sol yok edilmiş; Cumhuriyetçi-parlamenter sol öksüz kalmıştı. SHP, sınıfsal muhalefet yönelişini 1991’de terk etti; seçmen tabanının emekçi bileşenleri erimeye başladı. Halk muhalefetini temsil işlevi, böylece, siyasi İslam’ın ana partisi ve cemaat-tarikat grupları tarafından devralındı. 1980 öncesi devrimcilerinin örgütlenme yöntemlerini uyguladılar. Cumhuriyetçi direnme mevzilerini adım adım aştılar. Türkiye halkı, AKP-Cemaat koalisyonunu iktidara taşıdı.
***
Yarım yüzyıl öncesine uzanan bu panorama, bence, Türkiye’de sol, siyasi İslam ve demokratikleşme arasındaki ilişkilere ışık tutabilir. Liberallerle tartışacaksak, demokratikleşme konusunda farklılıklarımız olacaktır. Onlar, temsilî demokrasinin ödünsüz savunucularıdır. Önemli bir bölümüne göre bu ilke, Müslüman bir ülkede siyasî İslam’ın iktidarı anlamına gelecektir. Bu iktidar, çeşitli etkenlerle engelleniyorsa, demokrasi eksik, arızalı olacaktır. Bu muhakeme çizgisini, Müslümanlık / siyasî İslam ayrımı yapmadığı için yukarıda eleştirdim.

Yakın geçmişte kaderleri birlikte seyretmiş olan Cumhuriyetçi ve sosyalist solun demokrasi anlayışı, liberallerin ötesine gider. Cumhuriyetçi sol öncelikle aydınlanmacıdır; bu nedenle dinsel yobazlığa ve Ortaçağ  kurumlarına karşıdır.  Bu özellikleriyle eleştireldir; akılcıdır; plüralisttir. Dolayısıyla özünde demokrattır. Anti-demokratik savrulmalardan arınabileceğini göstermiştir.

Sosyalist sol ise, aydınlanmacı geleneğin son uzantısıdır. Temsilî demokrasiyle kavgalı değildir; ama doğrudan demokrasinin genişlemesinde ısrarlıdır. Bu nedenle, emekçi örgütlerinin, şuraların, halk meclislerinin siyaset sürecine eklemlenmesini; (bir anlamda “halk demokrasisi”ni) benimser. Nihaî olarak devletsiz/sınıfsız bir toplumu hedeflediği için, ilkesel olarak sonuna kadar (sınırsız) demokrattır.

Türkiye’nin son 65 yıllık tarihi içinde sosyalist sol ile siyasal İslam’ın kaderleri zıt yönde seyretmiştir. Cumhuriyetçi ve sosyalist solun birlikte yükseldiği dönemler (1960’ı izleyen yirmi yıl) demokratikleşmeyi genişletmiştir. 1980 ve sonrasında ise, sosyalist solun gerilemesi İslamcılığın yükselmesine yol açmış; Türkiye, adım adım faşizmin eşiğine gelmiştir.

====================================

Dostlar,

Mülkiye’nin (biz de 2016 mezunuyuz!) efsane hocalarından Prof. Korkut Boratav 2002’de emekli olmuştu. Bu yıl 81 yaşında ve maşallahı var, Devrimci üretimini sürdürüyor. DTCF’ nin Halkbilimci hocası Prof. Pertev Naili Boratav’ın (1940’larda yurtdışına çıkmak zorunda bırakılmıştı..) oğlu..

Prof. Korkut Boratav’ın 26 Ağustos 2016 tarihli ilerihaber.org’da yayımlanan yazısını paylaşmak istiyoruz. Ülkemizin son 65 yılının canlı tarihi ve üstün bir entelektüel yeti ile irdelemesi.

Sevgi ve saygı ile.
29 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI


AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI..


Dostlar
,

Meş’um (Lanetli) 1993’ten bu yana 21 koca yıl geçti..

O yıl dikilen fidanlar gencecik – güçlü ağaçlar oldular.

O yıl doğan bebeler artık 21 yaşında birer fidan..

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 70. yaşına girmişti, günümüzde 90 yaşını devirdi..

20. yy. bitti, 21. yy’a geçtik..

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm iyice abandı ve

  • Türkiye ulusu ve ülkesiyle parçalanmanın eşiğine sürüklendi!..

Sevgili Uğur Mumcu 51 yaşında idi, 72 yaşına ulaştı..

Uğur Mumcu’nun sevgili evlatları Özgür ve Özge 16 ve 12 yaşlarında birer “çocuk” iken “babasız büyüyerek” birer genç yetişkin insan oldular O’na özlemle..

Sevgili Güldal Mumcu 42 yaşında dul kaldı ve yaşamının son 21 yılını
Sevgili Eşi “Uğur” olmadan tarifsiz acılarla sürdürmek zorunda kaldı..
Bir Onur anıtı gibi sürdürdü yaşamını, eşinin anısını ve felsefesini yaşatmak üzere Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı‘nı (UM:AG) kurdu.

Bizler, Türkiye insanı ise, O’nun Cumhuriyet’teki GÖZLEM köşesinde her gün bizlere Liman Feneri gibi ışık tutan yazılarından yoksun kaldık.. O yazılar ki
her biri Türkiye gündemini belirler, hırsızın – uğursuzun – rüşvetçinin – ajanın – satılmışın – katilin uykularını kaçırır ve hain planlarını bozarak günyüzüne çıkarırdı. Her dizesi, her sözcüğü çok ciddi ve emekli araştırmacı – gazetecilik ürünü idi.

Ankara Hukuk Fakültesini 1965’te bitirmiş ve efsane İdare Hukuku hocalarından
Prof. Tahsin Bekir Balta‘nın asistanlığına kabul edilmişti .. Ancak bu alanda uzmanlaşmasına ve parlak bir kariyer yapması muhakkak olan gidişine (1969-72)
engel olundu. 12 Mart’ta, “Ordu Uyanık Olmalı” başlıklı bir makalesi yüzünden hapsedildi. Mamak Askeri Cezaevinde 1 yıl tutuklu kaldı, 7 yıl hapis cezası aldı ama Yargıtay hükmü bozunca serbest kaldı ve “SAKINCALI PİYADE” olararak
resmen damglandı, Patnos’ta “Rütbesiz er” olarak askerlik yaptırıldı.

O’nun aramızdan koparılmasının 10. yılında Türkiye AKP’ye teslim edileli 2,5 ay olmuştu.. 14 Kasım 2002’den bu yana Atatürk’ün mazlum Türkiye Cumhuriyeti adeta kuzunun kurda teslim edilmesi örneği birilerine ziyafet için sunulmuş bulunuyor.. Son 12 yıldır da bu bağlamda çok yönlü, açık – sinsi parçalanma operasyonlarına tabi tutulmakta..

Uğur Mumcu’nun yazdıkları birer birer doğrulanıyor..

Bereket, yazamadıkları da sonradan, son derece varsıl (zengin) arşivi taranarak
büyük emeklerle kitaplaştırıldı UM:AG tarafından. Bu çabalar tarihe ve ulusumuza
büyük ve çok değerli hizmetlerdir. Halen CHP adına TBMM Başkanvekili olan
Sn. Güldal Mumcu öncülüğünde UM:AG Vakfına şükran borçluyuz..

Ağabey Ceyhan Mumcu, kendi deyimiyle “Uğur” un katillerinin bulunması için
ömrünü adadı. Güldal Mumcu, Doğru – Yol hükümeti Emniyet Genel Müdürü
Mehmet Ağar
ile konuşurken gladyo cinayeti anlaşıldı bütün çıplaklığıyla..
Bayan Mumcu, “çekin tuğlayı, cinayet aydınlansın..” dedi. Genel Müdür Ağar ise, “..çekemem, duvar yıkılır, altında kalırız…” dedi.. (Bkz. dipnotu..)

Böylelikle Devletin, işin içyüzünü yani Mumcu cinayetini kontr-gerillanın işlediğini bildiği fakat uluslararası dengeler – düğümler bağlamında açıklamadığı – açıklayamadığı anlaşıldı. Mumcu’nun eşinin ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu”nu belirterek adeta namus sözü verdiler (1993) fakat failler yakalan(a)madı.. Dahası, kanlı cinayet alçakça bir komşu ülkeye
mal edilerek, üstüne üstlük halkın bu ülke halkına düşmanlaştırılması kozu bile oynandı..

Türkiye, yalvar yakar 3 yılın ardından ve muazzam Kore rüşveti sayesinde
(741 şehit, 2147 gazi : MEHMETÇİĞİN KANI VE CANI İLE RÜŞVET!)
4 Nisan 1952’de NATO’ya kabul edildikten sonra aydınlık öncü evlatlarını,
karanlıkta kalmaya bu sistem gereği mahkum gladyo cinayetlerine kurban vermeye başlamıştı.. Sözde Sovyet tehdidi (1945) ürküsüyle (paniğiyle) 4 nala NATO’nun kucağına atılırkan, T.C. Devleti, Devlet olarak en temel görevi olan yurttaşlarının can
ve mal güvenliğinden vazgeçmiş oluyordu.. Soyut “devlet bekası” kutsanarak
öne çıkarılmış, gerçekte devletin varlık nedeni olan vatandaş feda edilmişti.. Bu tercih, kritik “faşizm” eşiğidir ve Türkiye, NATO üyeliği ile gerçek bir demokrasi olma şansını yitirmiştir.

Dolayısıyla, her yıl bugünlerde, Adalet – Demokrasi haftalarında biz bu 2 güzel perinin ardında seraplar görmeyi sürdürürüz.. 1 hafta sonra da 31 Ocak 1990’da öldürülen ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy‘a
24 yıl sonra gene ağıtlar yakarız..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi, yenileri de işlenmeye devam edilecektir..

Nitekim edilmektedir! Üstelik hızlanarak ve kapsamı genişletilererek..

Mumcu’nun öldürülmesinden 24 gün sonra işlenen Jandarma Gn. Komutanı
Org. Eşref Bitlis cinayeti
nereye konacaktır??

Mumcu’nun öldürülmesinden 6 ay kadar sonra 2 Temmuz 1993 Sivas toplu kırımı provokasyonu nereye konacaktır??

  • Aradan geçen 21 yılda açık – örtük yüzlerce gladyo / kontrgerilla cinayeti bu topraklarda NATO sayesinde işlenebilmiştir ve hiçbirinin de işleyeni yakalananamıştır!? (Ferit İlsever; Kontrgerilla 1-2)

“Faili meçhul” retoriği ile de zihinlerimiz tuzaklanarak cinayetlere
“öğrenilmiş çaresizlik sendromu” bağlamında boyun eğmemiz sağlanabilmiştir!?.

AKP dönemiyle birlikte köklü bir strateji değişikliği yapılmış ve asker – sivil öncü aydın kadroların tertip davalarla, sahte – düzmece iftira belgeleriyle hapse konularak tasfiyesi yöntemi uygulanmaya konmuştur.. Ergenekon, Balyoz vd. oyunlar bu iğrenç stratejinin türevidir ve bizzat Başbakan R.T. Erdoğan’ın Başdanışmanı AKP Ankara Milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan tarafından apaçık itiraf edilmiştir : 25 Aralık 2013, Star gazetesindeki köşe yazısı ;

  • ” …Kendi ülkesinin milli ordusuna kumpas kuranların
    bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını…”

Sonuç                         :

Yineleyerek bağlayalım..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece
bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi,
yenileri de işlenmeye -türlü yollarla- devam edilecektir..

(Yazının pdf formatı aşağıda)
AYDIN_CINAYETLERI_STRATEJISI_ve_21._ADALET-DEMOKRASI_HAFTASI

Sevgi ve saygı ile.
23 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dipnotu      :

Mehmet Ağar o sırada Erzurum Valisi’ydi. 6 ay kadar sonra Emniyet Genel Müdürü oldu. Ertesi yıl, 24 Ocak 1994’te Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret etti.
Bu olayı çözebilmek için özel bir ekip kurdurdum.” dedi. Bayan Mumcu
5 Şubat 1997 günü, TBMM Araştırma Komisyonu’nda o görüşmeyi anlattı.

“Bu işin arkasındakileri ortaya çıkarın, tuğlayı çekin.” dediğini, Ağar’ın ise.
Yapamam, tuğla çekilirse duvar yıkılır, biz de altında kalırız.
dediğini söyledi. Soruşturmayı yürüten savcının da kendisine
“Bu işi devlet yapmıştır.” dediğini aktardı.