Etiket arşivi: Emile Zola

Soner Yalçın’dan Erdoğan’a açık mektup: Artık kandırılma lüksünüz yok; asıl hedef sizsiniz

Odatv İmtiyaz Sahibi ve Sözcü gazetesi yazarı Soner Yalçın, bugünkü köşesinde Cumhurbaşkanı ve AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açık bir mektup kaleme aldı. Yalçın, “Tümamiral Cihat Yaycı’nın tasfiyesi ile Odatv’ye yapılan operasyon benzerdir; aynı merkezden yönetiliyor! Artık kandırılma lüksünüz yok; asıl hedef sizsiniz…” düşüncesini dile getirdi.

Yalçın mektubunda, “Biliyorsunuz MİT şehidi haberi nedeniyle Odatv kapatıldı; Odatv iki yöneticisi Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu hapse atıldı. Haklarında 19 yıl hapis isteniyor! İddianame diyor ki, ‘cenaze haberiyle ifşa yapılmıştır.’ Haberimizde hangi gizli bilgiler açığa çıkarılmıştır tek cümle yok. İddianame sadece iki kare fotoğraftan bahsediyor. Meğer o iki kare fotoğrafta cenazeye katıldığı ileri sürülen MİT görevlileri varmış! Siyasi partilerin davet edildiği kamuya açık cenazede MİT görevlilerin olduğunu kim, nasıl bilebilir? Ki haberde bu ayrıntılar yok. Bu iddianame kafasıyla MİT görevlilerinin katıldığı tüm şehit cenaze fotoğrafları yargı konusu olmaz mı?” diye sordu.

Yalçın, “Odatv’nin kapatılması ve gazeteci Barışlar hakkında 19 yıl hapis isteyen iddianame, gele gele iki fotoğraf karesine kaldı: ‘Alın size 19 yıl!’ Yüzbaşı Dreyfus Davası gibi iddianamede hep zorlama var. Zola mektubunda; ‘Ah! Bu suçlama belgesinin hiçliği! Bir insanın bu suçlamaya dayanılarak cezalandırılabilmesi bir haksızlık mucizesidir…’ diye yazdı. Ve size daha vahiminden bahsetmek istiyorum Sayın Erdoğan…” ifadesini kullandı.

Yalçın mektubuna şöyle devam etti:

Sayın Erdoğan,

Sizin iktidarınız altında bir gazeteci cezaevinde darp edildi. Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, “ben devletim” diyen bir gardiyan tarafından yumruklandı…

Gazeteci Pehlivan uğradığı hakaret ve fiziksel şiddet sebebiyle şikâyetçi oldu. Adalet Bakanlığı konuyla ilgili soruşturma yaparken İstanbul’da bir hukuk skandalı yaşandı:

İstanbul Başsavcısı… İstanbul Başsavcı Vekili…

Cezaevindeki işkence olayını iddianameye taşıdı: Tüm kamera kayıtlarının incelendiğini, haberlerin gerçek dışı olduğunu ve bu amaçla kasten dezenformasyon yapıldığını yazdılar…

Ama… Cezaevi kamera kayıtları ortaya çıktı. Hepimiz gördük; gardiyan Gazeteci Pehlivan’ı darp ediyor…

Bizlerin gördüğünü İstanbul’da savcılık makamının en tepesinde bulunan iki savcı nasıl görmedi? Görmek istemedikleri açık değil mi?

İddianamenin baştan aşağıya “düşman ceza hukuku” anlayışıyla yazıldığını, bu önyargılı değerlendirme bile ortaya koydu.

Devletin temsilcileri bizleri dövüyor…
Adaletin temsilcileri bizleri düşman görüyor…

Emile Zola, Cumhurbaşkanına yazdığı mektubunda dedi ki:

–“Öylesine tutkuyla istediğimiz gerçeği –adaleti, böyle tokatlanmış, daha da aşağılanmış, daha da karartılmış görmek ne büyük bir acı…

-“Ortalığa kötülük saçan gerçek suçlu yığınını size, ülkenin en yüksek yöneticisine değil de kime bildirecektim?”

Sayın Erdoğan,

Bu davada sır var. Bu gizin ortaya çıkarılmasını sağlayınız. Aksi takdirde sizler gibi, bizler de bu yıkıntının altında kalacağız.

Sizi yıllarca hep uyardık; hiç değilse bir kez olsun bizi dinleyin:

Tümamiral Cihat Yaycı’nın tasfiyesi ile Odatv’ye yapılan operasyon benzerdir; aynı merkezden yönetiliyor! Artık kandırılma lüksünüz yok; asıl hedef sizsiniz…”

NEFRET

NEFRET

Suay Karaman

Cumhuriyet nefreti,
demokrasi nefreti,
laiklik nefreti,
Türklük nefreti ve
Atatürk nefreti…

siyasal iktidarın en hoşlandığı olgular arasındadır. Öyle ki son yıllarda eşsiz liderimiz Atatürk’e yapılan hakaretler büyük boyutlara ulaşmıştır. Anayasa açık açık ihlal edilmekte ancak dava açabilecek Cumhuriyet Savcıları bulunmamaktadır.

28 Kasım 2019’da 6. Din Şûrasının kapanış programında konuşan AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan akıl dışı ve suç unsuru taşıyan şu sözleri söyledi:

  • “Nefsimize ağır gelse de, hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil,
    dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz. Biz İslam’a göre hareket edeceğiz.”

Bu sözler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin lâiklik ilkesinin yok sayılması demektir ve yürürlükteki anayasamızı ihlal suçudur. Bu anayasayı ihlal suçu ve lâiklik ilkesinin yok edilmesi suçu hakkında gereğini yapacak savcı ve yargıçlar beklenmektedir. Toplum, sessiz muhalefet partilerinin bu konuda tepki vermelerini beklemektedir. Bu beklentilerin boşuna olduğu bilinmektedir çünkü örgütsüz yığınlarla, önümüze konan her şeyi kabullenerek, ortaçağ karanlığına doğru yol almaktayız.

7 Aralık 2019’da Suriye merkezli Haznevi tarikatının düzenlediği toplantıya katılan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, tarikat lideri Muta el Haznevi’nin elini öperek, laikliğin yerlerde süründüğünü göstermiştir.

Kamu Gözetim, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu, 12 Aralık 2019 günü aldığı “Faizsiz Finans Kuruluşlarının Bağımsız Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Kurallar”ı belirleyen kararını, fıkıh kurallarına yani İslam hukukunun dinsel ilkelerine dayandırdı. Ülkemizde hukuk birliğinin yok sayılmasına, anayasanın ihlal edilmesine yol açan ve Kuranı Kerim’den ayetler, Peygamberin hadis-i şeriflerinden, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmalarından alıntılar yapılan bu şeriat hükümlerine dayalı karar, 14 Aralık 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi yayın organı olan Resmi Gazete’de yayımlanarak geçerlik ve yürürlük kazanacak her metnin öncelikle Anayasamızın 2. maddesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerine uygun olması açısından incelenmesi ve Anayasa’ya aykırı olduğu belirlenen taslakların ilgili kuruma iade edilmesi gerekmektedir. Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla hükme bağlanan siyasal iktidarın yönetiminde, Cumhuriyetimizin kurucu değerlerine ve laik hukuk devleti ilkelerine savaş açılmıştır.

Bugün ülkemizde 130 kamu ve 73 vakıf olmak üzere 203 üniversite bulunmaktadır. Bu üniversitelerin birçoğunda neredeyse imam eğitiminin ötesine geçemeyen medrese eğitimi yapılmaktadır. Günümüzde, ilahiyat fakültelerindeki akademisyenlerin, hukuk fakültelerine kaydırılması için yasal zemin hazırlanarak,

  • Türk hukuk sistemi fıkıh kurallarına bağlanmak istenmektedir.

İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesinin Adalet ön lisans programının “Hukuk Dili ve Adli Yazışma” adlı 2. sınıf ders kitabında Cumhuriyetimize ve Latin harflerine yönelik ifadeler bulunmaktadır. Prof. Dr. Fethi Gedikli tarafından yazılan kitapta, Osmanlı savunulurken, Harf Devrimi eleştirilmektedir. Kitapta, İslami fıkıh geleneği üzerinde inşa edilen bir hukuk sistemi olan ve 4 Ekim 1926 tarihinde kaldırılan Mecelle savunulmaktadır.

Mardin Artuklu Üniversitesi yerleşkesinde bulunan ve Mardin Anakent Belediyesi’ne bağlı Gençlik Merkezi bünyesinde açılan Genç Kafe’ye, işletmeci tarafından 13 Aralık 2019’da “Genel ahlak kurallarına uymayan öğrencilerimizin kafeye girişi yasaklanacaktır” uyarısının yer aldığı bir afiş asıldı.

19 Aralık 2019’da Kırıkkale Üniversite’sinde yeni bir skandal meydana geldi. Önceki skandal geçtiğimiz Haziran ayındaki mezuniyet töreninde İstiklal Marşı’nın okutulmamasıydı. Şimdi ise Genç Kalemler Topluluğu ile Bilim ve Sanat Topluluğu’nun, Dünya Arapça Günü ile ilgili gerçekleştirdiği etkinliğe ait broşürlerde, İstiklal Marşı’nın Arapça okunmasının programda yer aldığı görüldü. Program sırasında İstiklal Marşı, bir öğrenci tarafından Arapça şiir olarak okundu.

İstiklal Marşımız yalnızca Türkçe okunur. Türkçe dışında başka bir dilde okunamaz. Türkçe ezana karşı çıkanların, Arapça İstiklal Marşı okutmaları şehitlerimize, gazilerimize ve Türk Milletine saygısızlıktır, hakarettir.

İmam okulu açarak medrese düzeyinde eğitim yapanlar, ülkemizi karanlıklara sürüklemektedirler. Bu karanlıktan kurtulmanın yolu, Kemalizm’in Altı Oku’dur ve örgütlü toplum olmaktır. Şimdi sözü Fransız yazar Emile Zola’ya (1840-1902) bırakalım:

  • “İrtica, saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir kalır.
  • Okullarda beyinleri yıkanan kuşaklar, yönetimde görev aldıkları zaman ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.”

YİNE 24 NİSAN GELDİ !!! 

YİNE 24 NİSAN GELDİ !!! 

Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

Gerçeği kapar, yer altına gömerseniz, o yine büyüyerek patlar ve yalanı yok eder.” / Emile ZOLA

Ermenistan örgütleri, Almanya’da yaptıkları toplantıda ülkemizin yarısını kapsayan büyük Ermenistan haritasını yayınlamışlar.

Değerli arkadaşlar,

22.4.2013 tarihinde sizlere gönderdiğim YİNE 24 NİSAN GELDİ ve 1915-18 DÖNEMİNİ, 1915-23’e DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORLAR !!! başlıklı yazımı, birinci dünya savaşına zorla sokulan Osmanlıda, orduyu yöneten Alman Genel Kurmay Başkanlığının önerisi ile gerçekleşen tehcirin 104. yılı nedeniyle sizlerin bilgisine yeniden sunmak istedim.

AB, 15 Nisan 2016’da kendi parlamentosunda kabul edilen Sözde Ermeni Soykırımını da ülkemiz için hazırladığı son ilerleme raporuna ekledi. Ayrıca Almanya Federal Meclisi de 2.6.2016 günü 1915’teki tehcir olaylarını bir soykırım olarak kabul etti.

Burada üzücü olan, “Ermeni soykırımı” tasarısını alman Meclisi’ne getiren ismin Türkiye kökenli olan Yeşiller Partisi’nin Eş Başkanı Cem Özdemir olmasıdır. Tasarısının oylamasında tek ret oy Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Milletvekili Bettina Kudla’dan gelirken, tek çekimser oy da yine CDU milletvekili Oliver Wittke’dan geldi. Buna karşın Alman Parlamentosu’nda yer alan 11 Türkiye kökenli vekil de tasarıya destek verdi.

Hollanda Meclisi de 22.2.2008 de sözde soykırımı 3’e karşı 142 oyla kabul etti. Böylece, AB de sözde Ermeni Soykırımını kabul ettirmek için güzel ülkemizi baskı altına almak istemektedir. Yani AB-D emperyalizminin güzel ülkemizi bölmeye ve yıkmaya yönelik kirli amacı devam etmektedir.

Avrupa’da sözde Ermeni soykırımını tanıyan öbür ülkeler şunlardır: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya, Yunanistan, Belçika, Vatikan, Fransa, İsviçre, İsveç, Slovakya, Litvanya, Çekya, Avusturya, Bulgaristan, Lüksemburg, Almanya, İtalya ve Avrupa Parlamentosu. Ne yazık ki Ermeni tehcirini soykırım olarak kabul eden 14 ülke, üye olmak istediğimiz AB üyesidir. Umarım yıllardır hasretle beklediğimiz, ulusal sorun ve kaygılarımızı paylaşacak yönetici ve danışmanlarımız da bizleri duyar. Gereken önlemleri vakit geçmeden alırlar.

Sevgi ve saygılarımla (22.4.2019).

NOT: Bu vesile, Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından, Çocuk bayramı olarak dünyada ilk kez ülkemizde gündeme getirilen 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMIMIZI kutlar, sağlık ve mutluluk dolu günler dilerim. Umarım, tüm yöneticilerimiz, koltuklarını bir saatliğine de olsa, mutlu geleceğimiz saydığımız çocuklarımıza terk etmekten çekinmezler.

YİNE 24 NİSAN GELDİ ve 1915-18 DÖNEMİNİ, 1915-23’e DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORLAR !!!

“Hiç kimse, duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz…” / W. Shakespeare

Posterler, eskiden 1915-1918 dönemiydi, Şimdi 1915-1923 oldu.

Değerli arkadaşlar,

Amerika, İngiltere ve Fransa maskesini kullanan AB-D Emperyalizmi, Osmanlıyı yıkmak ve parçalamak için Rumları, Kürtleri ve Ermenileri kışkırtarak birçok isyanın çıkmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün önderliğinde emperyalizme ve onların işbirlikçilerine karşı koyarak bağımsızlığı elde eden Türkiye Cumhuriyeti, birçok mazlum ülkeye örnek olmuştur. Bu başarıyı hazmedemeyen dış güçler, şimdi de aynı piyonları Türkiye Cumhuriyetini bölmek ve parçalamak için farklı yöntemleri kullanmaktadır.

Ülkemizi bölmek ve yıkmak isteyen uluslararası AB-D emperyalizmi, son yıllarda ABD’de bulunan Ermeni diasporasını kullanarak amacına ulaşmak istemektedir. Örneğin, Osmanlı dönemini içeren sözde soykırım olayları için yeniden bir tanımlama getirmişler. Yıllardır kendi ifadelerinde ve yazdıkları kitaplarda kullandıkları 1915-1918 olaylarını, şimdi 1915-1923 yılına kadar yaymak istemektedirler. Böylece Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzü, kurtuluş savaşımızı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini de işin içine sokmayı hedeflemişlerdir. Bildiğiniz gibi, emperyalist güçlerin desteğini alan Ermenistan, 3T (Tanıma-Tazminat-Toprak) kodlu esas amaçları ile 1915-18 yıllarında olmayan Türkiye Cumhuriyetini suçlamaktır. Çünkü Osmanlı sonrası ortaya 35 ayrı devlet çıkmasına karşın, sözde soykırımı sadece 1923 yılında kurulan ve arzu ettikleri topraklara sahip olan Türkiye Cumhuriyetine yükleme peşindeler.

Nitekim, Ermenistan strateji uzmanı ve Ararat Bilim-Strateji Merkezi Başkanı Ayvazyan,
Ermenistan soykırımın Türkiye’ye kabul ettirme sürecinin ikinci aşamasını şimdiden dile getirmeli. Bu ikinci aşama Türkiye’den toprak talebidir. Türkiye, Osmanlı’nın Ermenilere karşı yaptığı zulmün bedelini toprakla ödetmeye zorlanmalıdır diyerek, sözde Ermeni soykırımına karşılık Türkiye’den toprak talep etmenin tam zamanı olduğunu söyledi. Neden ve niçin, Osmanlının yaptığı işin bedeli olarak, Türkiye’den toprak talep edilmesinin tam zamanı olduğu düşünülüyor? Acaba gereken tepkinin verilemeyeceği mi zannediliyor ???

Ayrıca;

  • Dünyada, Ermenistan’dan başka hangi ülkede, komşu ülkenin topraklarını kendi toprağı gibi kabul edip, bunu anayasasında açıkça beyan edildiğini görebiliriz.
  • Yine anayasalarının 13. maddesinde Ararat diye isimlendirerek yer verdikleri AĞRI dağımızı da kendilerine devlet simgesi olarak kabul ettiklerini açıklamaktan çekinmiyorlar.

Değerli arkadaşlar,

Yine 24 Nisan geldi ve AB-D emperyalizminin bölücü yöntemi devam ediyor. Ermeni ve kürt terör örgütleri üzerine araştırmalarıyla tanınan Ercan CİRİTCİOĞLU’nun verdiği bilgiye göre, 24 Nisan 1915 de eceliyle yaşamını yitirenler dışında, Osmanlı da bir tek ermeni bile öldürülmüş değildir.

Peki, 24 Nisan, neden sembol gün olarak seçilmiştir?

Yunan, Bulgar, Sırp halkları Osmanlıdan bağımsızlığını alınca Ermeniler de aynı yolda örgütleniyor. Ermeniler İstanbul’dan, Vana kadar dernekler kurup silahlanıyorlar. Bu arada Osmanlı, Birinci Dünya Savaşına giriyor. Mart 1915 de Rusya, Doğu Anadolu’ya giriyor. Rus desteğini alan Ermeniler, 11 Nisan 1915 de Van’da isyan çıkartıp, Osmanlıya karşı BAĞIMSIZLIK SAVAŞINI başlatıyor.

Bu isyan Van’dan öteki bölgelere de sıçrayınca, daha sonra soykırım iddialarına neden olacak Osmanlının zorunlu göç kararı (tehcir) geliyor. Ancak bu karar sadece Ortodoks Ermenilerine uygulanıyor. İsyana katılmayan Katolik ve Protestan Ermeniler yerlerinde tutuluyor.

Ortodoks Ermeniler, Van’da Kürt ve Türk bütün Müslümanları öldürüp şehri ele geçirince ve isyan öteki bölgelere sıçrayınca, 24 Nisan 1915’te Osmanlı yönetimi, Anadolu’daki bütün Ermeni derneklerinin kapatılmasına ve isyanı destekleyen İstanbul’daki 200 kadar Ermeni aydınının, Çankırı Ayaş’a sürgüne gönderilmesine karar veriyor. Sonra 24 Nisan sürgünleri, burunları bile kanamadan İstanbul’a geri dönüyor.

Görüyorsunuz, gerçek bilgi ve belgeye dayanmayan asılsız iddiaların, tarihçiler tarafından araştırılmasına izin verilmeden, birçok ülkede yasalar çıkarılarak soykırımın yalanının ve 24 Nisanın tanınması işi oldu bittiye getirilmeye çalışılıyor. Yani AB-D emperyalizmi, yine Ermenileri kullanarak güzel ülkemizi bölmek için tezgahlar kuruyor.

Umarım bu konuda oldukça geç kalınan loby faaliyetlerimizi ve gerçek verilere dayanan araştırmalarımızı, en kısa sürede uluslararası arenada sağduyu sahiplerinin dikkatine sunabiliriz. Devletimiz, hükümetlerimiz, üniversitelerimiz, STK’lar, Türk Tarih Kurumu, askeri ve sivil örgütlerimiz bu konuda işbirliği yaparak ülkemizin haklarını savunmak zorundadır. Aksi halde güzel ülkemizi bölmek isteyen ve bu dönemde AB-D maskesini kullanan emperyalizm, kötü amacına ulaşacaktır.

Sevgi ve saygılarımla (22.04.2013).

RIZA TÜRMEN: Eski AİHM Yargıcı-Yürüyüş ve sonrası

Yürüyüş ve sonrası

RIZA TÜRMEN
Eski AİHM Yargıcı
Cumhuriyet, Olaylar ve Görüşler, 13.7.17

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ve Maltepe Mitingi baskıya, tahakküme, haksızlıklara karşı bir demokrasi, adalet talebi. Mitinge ve yürüyüşe katılan halk kitlesinin büyüklüğü ve çeşitliliği, demokrasi ve adalet talebinin toplumda ne denli yaygın olduğunu gösteriyor. Adalet ve hukuk devleti demokrasiyle yakından ilişkili. Hukuk devleti demokrasinin omurgası. Hukuk devletinde iktidarın sınırlarını hukuk çizer. Hak ve özgürlükler hukukun koruması altında, devletin giremeyeceği bir alan oluşturur. Bu sınırlar aynı zamanda iktidarın meşruiyetini belirler.

Hukukun özü adalettir

Hukukun özü de, amacı da adalettir. Yargı iktidarın denetimi altına girmişse, hukuk araçsallaşmışsa, hukuk adalete değil, siyasal iktidara hizmet eder. Hukuk devleti ve onunla birlikte demokrasi ortadan kalkar. Onun yerine hukukun tek bir adama odaklandığı, otoriter-totaliter bir rejim gelir. Bugün Türkiye’de yaşanan budur.

  • Hukuk devleti çökmüş, demokrasi, insan hakları değersizleşmiştir.
  • OHAL başkanlık sistemiyle birleşince ortaya tüm gücün tek bir elde toplandığı,
    bu tek adamın aynı zamanda hukukun ne olduğuna karar verdiği,
    keyfi, otoriter- totaliter bir rejim çıkıyor.Şimdi sorun, böyle bir rejime karşı en etkili toplumsal mücadelenin nasıl gerçekleştirileceği.

Mücadelenin anahtarı halktır

Siyasetin alanı daraldıkça, Meclis’te siyaset yapma olanağı sınırlandıkça, siyaseti Meclis dışına, yeni bir kamusal alana taşımak kaçınılmaz oluyor. Bu kamusal alan, sivil toplumun var olduğu özerk bir kamusal alan. Bu yeni siyasal alanda siyasal partilerle sivil toplum birlikte var olmak zorundalar. 25 günlük Adalet Yürüyüşü gösterdi ki, demokrasi mücadelesinin anahtarı halktır. O nedenle bu mücadelenin uzun soluklu bir halk hareketine dönüşmesi, mücadelenin başarıya ulaşması bakımından büyük bir önem taşıyor.

  • Adalet Yürüyüşü’nü,
    Kılıçdaroğlu başlattı ve büyük bir azim ve yüreklilikle sonuna dek sürdürdü.

Bu bakımdan her türlü övgü ve saygıya layıktır. Ancak, yürüyüşe halk kitlelerinin katılımı olmasa cılız bir protesto hareketi olarak kalırdı. Yürüyüşe anlam veren halkın katılımı oldu. Dolayısıyla, bir halk hareketinin doğması ve demokrasi mücadelesini sahiplenmesi için gerekli potansiyel var.

  • Yeter ki, yürüyüşün dinamiğini yürüyüşten sonra da sürdürebilelim ve
    bu amaçla bir araya gelip örgütlenelim.
    Halk, bir ortak yarar çevresinde birleştiği ve ortak bir talep ileri sürdüğü ölçüde bir insan kalabalığından ayrılır. Halkın ortak eylem yapan, ortak talebi olan bir siyasal özne olarak üretilmesi kendi uygulamalarıyla olur.

Böyle bir halk, değişimi gerçekleştirecek olanın kendisi olduğunu gören, siyasetin seyircisi değil oyuncusu olmak isteyen aktif yurttaşlardan oluşur.

Halk hareketinin oluşmasında, mevcut otoriter düzeni reddeden siyasal partiler ve sivil toplum örgütlerinin birlikte hareket etmesi önemli. Bu ortaklık, bir zincirin halkalarının eşit bir biçimde birbirine eklenmesi gibi yatay bir ortaklık olmalı. Zincirin halkaları arasında hiyerarşik bir ilişki bulunmamalı. Bir lider çevresinde örgütlenmiş bir hareket niteliği taşımamalı. Siyasal partilerle sivil toplum örgütlerinin hedefleri elbette aynı olamaz. Siyasal partiler, iktidara gelmeyi hedefler. Sivil toplum örgütlerinin iktidar hedefi olamaz. Günümüz Türkiye’sinde sivil toplumun hedefi iktidarı ele geçirmek değil, iktidarın tahakkümüne boyun eğmemek, onu eleştirmek, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygının geçerli olduğu bir Türkiye’nin kurulmasına katkıda bulunmak.

Ortak hareket etmek için, siyasal partilerle sivil toplum örgütlerinin ya da sivil toplum örgütlerinin kendi aralarında aynı ideolojik yapıya sahip olmaları gerekmez.
Önemli olan tek bir hedef, demokrasi hedefi üzerinde birleşmek.

Söz konusu olan farklılıkların birleştirilmesi. Bir ilişkiler ağı içinde, özgürce tartışarak, birbirini etkileyerek ortak bir mücadele yürütmek. Şunu bilmek gerekir ki;

  • Herkes kendi mücadelesini yürütürse mücadeleler parçalanmış olarak kalırsa,
    mevcut hegemonik düzenin değiştirilmesi, demokrasinin inşası gerçekleşemez.

Birliğin somuta dönüşmesi

Referandumda, yürüyüşte, Maltepe Adalet Mitingi’nde halkla siyasal partiler arasında bir kaynaşma doğdu. Şimdi bu beraberliğin somuta dönüşmesi, kurumsallaşması gerekir. Bu amaçla, mevcut hegemonik düzeni reddeden siyasal partiler ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı bir kurultayın toplanması yararlı olabilir. Bu kurultayda ortaklar arasında nasıl bir bağlantı kurulacağına karar verilir. Siyasal parti ve sivil toplum temsilcilerinden oluşan bir yürütme kurulu oluşturulabilir. Bu kurul ortak çalışma stratejisini belirler. Örneğin demokrasi ve insan haklarının önündeki en önemli engellerden biri OHAL KHK’leri.

  • Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne açıkça aykırı olan bu KHK’lerle
    yüz binlerce insan mağdur edildi
    .

O zaman OHAL’in kalkması için nasıl bir kampanya yürütmeliyiz? Kurulda bu ve buna benzer birçok konu tartışılabilir. Böyle bir ortaklık projesi benimsendiği takdirde, sadece mücadele yöntemleri değil, demokrasiyi inşa edecek ortak projeler üzerinde de çalışılabilir. Örneğin yeni bir anayasanın dayanacağı temel ilkeler üzerinde ortak bir çalışma yapılabilir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü bir dönüm noktası oldu.
Bir toplumsal diriliş yarattı.
Bu diriliş, demokrasi mücadelesinin başarıya ulaşmasında en önemli etken.
Şimdi bu diriliş rüzgârını arkamıza alarak, ortak bir amaç, ortak bir heyecan,
ortak bir çaba çevresinde birleşmeliyiz.
=========================================
Dostlar,

Şu dizeleri 4 gün önce biz yazdık :

“… Bu “örgüt arayan” milyonları istim üstünde tutarak seçme taşımak üzere bir
TEMSİL HEYETİ oluşturulmalıdır. İllerde yapılanma sağlanmalı, YEREL KONGRE İKTİDARLARI tohumlanmalıdır. Buralarda üretilecek politikalar Merkezde Temsil Heyetince olgunlaştırılarak kamuoyuna sunulmalıdır. AKP saçmalamaya başlamıştır…” (Lütfen tıklayınız : http://ahmetsaltik.net/2017/07/10/orgutlu-halkin-onunde-durulmaz/)

Sayın Türmen, engin birikimi ve AİHM’nde Uluslararası Yargıç olmanın sağladığı deneyim ile Türkiye gerçeğini ve fotoğrafını çok net ve isabetli biçimde koymuş sağolsun.

Yakın çözümlere varıyoruz; insanlığın ortak birikimi ve deneyimlerden – acılardan, onyılların yoğun bilimsel okumalarından… imbiklenen reçeteler bunlar..

Az önce de yine sitemizde Dreyfus davasını işlemiş ve “Gerçek Yürür” vurgusu yapmıştık. (Lütfen tıklayınız : Dreyfus Davası; Emile Zola’nın Mektubu ve Gerçek Yürür)

Yineleme pahasına bu yazımızın son bölümünü bir kez daha paylaşalım :

Sabır, örgütlenme ve dezenformasyonu aşmak vazgeçilmez 3 koşuldur.
Bu toprakların saygın Fransız aydını ve mücadele adamı Emile Zola‘dan
geri kalmayacak aydınları, yurtseverleri, adalet aşıkları, önderleri….
hep olmuştur. Halen de vardır..

CHP Genel Başkanı Sn. Kemal Kılıçdaroğlu bunlardan biridir.
CHP bir ideoloji değil kitle partisidir. Temel ilkeleri olan “6 Ok“ tan saptırmak için
bu partinin içinde sürekli ve ciddi iç – dış kökenli ve çok yönlü operasyonlar yapılmaktadır.

Bu süreçte CHP’yi köklerine uygun doğrultuda tutmak için içtenlikli ve
yoğun çaba harcamak gerçek görevdir.

Kılıçdaroğlu da bu kuşatmada elbette hata yapabilir..
Yapıcı eleştiri, destek ve somut öneriler ile O’na ve CHP’ye yardım etmek gerekir.
Kuşku yok Kılıçdaroğlu  ve CHP de azami dikkatli olmak zorundadır.
Yeni hatalara yer, zaman ve tahammül yoktur.

AKP = RTE eliyle yürütülen kuşatmayı aşmada temel kurum, stratejik araç CHP’dir.
Sayın Kılıçdaroğlu ve CHP eminiz ağır tarihsel, kritik-stratejik sorumluluklarının bilincindedir.”

Sevgi ve saygı ile. 14 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

ATATÜRK AYDINLANMASI ÖRTÜ İLE KARARTILAMAZ!


ATATÜRK AYDINLANMASI
ÖRTÜ İLE KARARTILAMAZ!


Dostlar,

ADD web sitesinde yer verilen yazıyı paylaşalım…
AKP, Türbanı siyasete mide bulandırıcı biçimde alet etmeye doymadı.
Türkiye uzun on yıllar bu sşyaset manevralarına direndi.
Son olarak 28 Şubat 1997 bildirisiyle Erbakan hükümeti istifa etti ve ülke rotasına
sokuldu. 8 yıllık zorunlu kesintisiz eitimle İmama Hatip Ortaokulları kapatıldı, İmam Hatip Liseleri ve öğrencileri gerekli sayıya indirildi, üniversiteye geçişte katsayı uygulandı
22. Genelkurmay Başkanı Hikmet Karadayı (1994-98) ve arkadaşlarına şükran borçluyuz. Ardından gelen Hüseyin Kıvrıkoğlu paşa da kararlılıkla sürdürdü bu uygulamaları (1998-2002). (Kıvrıkoğlu paşa bir tatbikatta az kalsın vuruluyordu!)

Ancak AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinde %34 oyla iktidar olmasından bu yana Türkiye’de apaçık, katı – keskin – kararlı bir karşıdevrim süreci yaşanmakta..

Bu süreç Cumhuriyetimizin Anaysa md. 2’de tanımlı temel niteliklerine açıka savaş açmış durumda.. Çoook da yol alındığı ortada. “HEDEF 2023” ile de “Yeni Türkiye” nin inşası tamamlanmış olacak sözde ve Türkiye “Anadolu Federe İslam Devleti” adıyla 100 yıl sonra Sevr’e boyun eğdirilecek..

Makro hedef budur, atılan ve giderek büyüyen, hız kazanan adımlar söz konusu hedefe dönüktür.

Cumhuriyetçi – Ulusal güçlerin bu gidişi durdurması gerekmektedir..
Hem de bir an önce!

Sevgi ve saygı ile.
28.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bu iktidar işbaşına geldiği günden beri en çok eğitim sistemi, seçim sistemi ve
ihale yasalarını değiştirmiştir. Seçim sistemiyle kara cehaleti egemen kılmakta,
ihale yasasıyla kara para iktidarını oluşturmakta, eğitim sistemiyle düzenini sürdürecek “dinci” ve “kinci” nesillerle kara cehaleti ve kara para iktidarını
ilelebet (AS: kalıcı) kılmaya çalışmaktadır.

Türk eğitim sistemi, Atatürk döneminden sonra bakanlığın başındaki “milli”lik kavramından uzaklaşmakta ve hızla ümmetleşmeye ve medreseleşmeye doğru gitmektedir. Yeni eğitim yılında, henüz öğretmen açıkları giderilmemişken, hemen hemen tüm okullar imam hatip okullarına dönüştürülmüş, öğrenciler iradelerinin dışında bu okullara gönderilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, ülkenin bir bölümünde bir yandan okullar yakılırken, bir yandan da Kürtçe eğitimle ilgili fiili durum yaratma girişimleri devam ederken bu sorunlar çözülemeden iktidar yine türbana sarılmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, okullardaki din eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin kararı 16 Eylül 2014 günü vermiş, hükümet de 22 Eylül 2014 tarihinde bu karara karşılık olarak ortaöğretime türban serbestliği getirmiştir.

Böylece hükümet bir yandan Anayasa’yı ve ulusal yasaları, öbür yandan da uluslararası hukuku hiçe saymakta olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Muhalefet ise, 4+4+4 eğitim sistemine geçişi engelleyemediği gibi türbanın üniversiteye ve kamuya girmesi konusunda ciddi tavır sergilemek yerine, biraz oy kaygısıyla biraz da yandaş basının baskıyla adeta olanlara seyirci kalmıştır.
Emperyalist ülkelerin de yönlendirmesi ile 1946 yılından başlayarak eğitimin bilimsel yanını ve niteliğini oy kaygısıyla dinsel bir yönelmeye çeviren siyasiler,
dinci çevrelerin dinsel ödünlerden hep daha fazlasını istediklerini ve isteyeceklerini anlamamış görünmektedirler.

Dini siyasetin bir simgesi haline getirilen türban, geçmişte üniversite kapılarındaki kızların başında laik Cumhuriyet’e ve kurumlarına meydan okuma aracı idi. Günümüzde ise, 13 yıllık siyasi ve ekonomik başarısızlıkları kapatmak için
sübyan (AS: çocuk) yaşındaki kızlara giydirilmeye çalışılan bir örtü haline gelmiştir.

  • yaşındaki kızlara türban giydirilmesi “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirilmesinin de sonu demektir.

Türbana dur denilemediği için artık çarşaf ve burka giyme özgürlüğü gündeme gelecektir. Yönetmelik değişikliği bu şekilde uygulanırsa yasal olarak anaokulu çocuklarının başına türban takılmasının önünde de hiçbir hukuki engel kalmayacaktır. Ayrıca Kuran kurslarından başlayarak, 9 yaş sonrası ortaokul öğrencilerinin başını kapatmasıyla mahalle baskısı daha da artacak, topluma giyim kuşamla daha ortaöğretimden başlayarak yeni bir ayrılık tohumu ekilmiş olacaktır.

Unutulmamalıdır ki, 03 Mart 1924 günü kabul edilen Tevhid-i Tedrisat (Öğretimi Birleştirme) Yasası’nı 30 Mart 2012 günü kabul edilen 4+4+4 yasasıyla fiilen yürürlükten kaldıran bir zihniyetle karşı karşıyayız. Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık
beş ay sonra öğretimin birleştirilmesine gidildi; çünkü farklı kanallardan yetişen kuşakların süreç içinde birbirleriyle çelişkiler yaşadıkları, hatta ülkenin işgali sırasında bile birlik oluşturup düşmana karşı savaşmak yerine birbirlerini boğazladıkları yaşanılarak öğrenilmişti. Kısaca, farklı eğitim kanallarından yetiştirilmeye çalışan kuşaklar yine birbirleriyle çatışacaktır. Bu çatışma, aynı zamanda bir dünya imparatorluğunun sonunu getirmişti. Hatırlatmak isteriz ki, Anayasamızda Devrim Yasalarının içinde Tevhid-i Tedrisat Yasası da yer almaktadır ve eğitim alanında yapılan bu düzenlemeler Anayasa’ya aykırıdır.

Eğitimin imam ve hatip müfredatına zorlanmasıyla bizi bekleyen tehlike konusunda Emile Zola, daha 19. yüzyılda “okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman, ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaktır.” demektedir. Eğitim sisteminin gericileştirilmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti, kurucusunun ön gördüğü çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşma hedefinden hızla Ortadoğu kaosuna doğru yön değiştirmektedir. Ortadoğu ülkeleri ise birbirini boğazlamaktadır. Atatürk’ün dediği gibi, “Bir ülkenin geleceği o ülkenin göreceği eğitime bağlıdır.” Cumhuriyetimizin geleceğinin karartılmasına biz Atatürkçüler var olduğumuz sürece izin vermeyeceğiz. 26 Eylül 2014.

ADD EĞİTİM KURULU

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Prof. Dr. Mahmut ADEM
Eğitimbilimci

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Bugün “Laiklik Günü”nün 85. yıl dönümüdür. Türkiye Cumhuriyeti laiklik niteliğini,
10 Nisan 1928’de İsmet İnönü’nün 120 arkadaşı ile birlikte verdiği yasa önerisiyle anayasanın  2. maddesinden

“Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir.” kuralının çıkarılmasıyla kazanmıştır.

Laiklik Nedir           ? 

Laiklik Fransızcadan alınmıştır. Fransız Cumhuriyeti, 1789 Devrimi ile laiklik odağında kurulmuştur. Türkiye’de laiklik ilkesi anayasaya 1937’de girmiş olsa da, laikliğin temeli; Öğretim Birliği Yasası, Halifelik ve Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nı kaldıran
3 Devrim Yasası ile atılmıştır (3 Mart 1924). 1924’ten başlayarak başta eğitim olmak üzere, hemen her alanda laiklik fiilen uygulanmaya başlanmıştır.

Atatürk’e Göre Laiklik                  :

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların
vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar… dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır.
Din düşüncesi vicdani olduğundan Cumhuriyet, din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesinde başlıca başarı koşulu görür.”

“Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz. Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte serbestir. Ancak din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şu var ki, din Allah ile
kul arasındaki bağlılıktır.”

  • Laiklik, devletin her türlü inanç karşısında yansız ve herkese eşit davranması ve belli bir dini temsil etmemesidir.
  • Laiklik; dinsizlik ya da din düşmanlığı değildir. 

Ancak dünya işlerinin arkasında  Tanrı ya da elçisinin buyruğunu bulmaya alışmış kişiler bu ayrımı anlayamazlar. Bunu ancak  aydınlanmış, özgür kişiliği olanlar anlayabilir.

Laiklik, ille de aynı inançları paylaşmaları gerekmeyen bireyleri bir arada yaşatmanın
bir aracı
dır.

Laiklik, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın söylediği gibi ayrıştırıcı değil,
tam tersine toplumu  birleştircidir, ulusal birliğin temel taşı, harcı, çimentosudur.

  • Toplumumuz, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin hiçbir evresinde,
    AKP iktidarında olduğu denli ayrıştırılmamıştır.

Türkiye’de laiklik  bunalıma girdiğinde -ki bugün girmiştir- devlet, Türk toplumuna ortak bir gelecek sunmaz. Laik devlette, kılık kıyafetle ilgili bir düzenleme yapmak,
din işi değil, devlet işidir.

Anayasaya göre (md. 2) “Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devletidir
.”

  • Laiklik; demokratik Cumhuriyetin “olmazsa olmazı”dır.

Laikliğin en çok bilinen iki önkoşulundan biri, devletin ve halkın tüm dinlere karşı hoşgörülü olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda bu ilke başarı ile uygulanmıştır. Yüzyıllarca Müslümanı, Musevisi, Hıristiyanı barış içinde birlikte yaşamışlardır.

İkincisi; devlet yaşamında, yasal kurallarda dinsel dogmaların egemen olmamasıdır.
Bu konuda da, 1923 Aydınlanması ile çok önemli gelişmeler sağlanmıştır.
Hatta Türk devletinin laiklik konusunda attığı adımlar yurt dışında bile ses getirmiştir. Fransız Başbakanlarından E. Herriot, 1933’te İstanbul’da Atatürk ile görüşmesinde şöyle diyor:

  • “Paşa, size nasıl hayran olmayayım. Ben Fransa’da laik program uygulayan bir hükümet kurmuştum. Bu kabineyi, Papa’nın Paris’teki temsilcisinin yardımıyla papazlar devirdi. Siz, bu taassup havası içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri, laik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmak olmuştur.”

80 yıl sonra bugün gelinen noktada Türkiye Cumhuriyeti laik mi?  

2002’den beri, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan” bir parti (Anayasa Mahkemesi kararı) iktidardadır. AKP’li Cumhurbaşkanı şöyle demişti:

“ İslama aykırı kanunlar kalkacak…
Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslama aykırı olanlar da var, 
olmayan da.
Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkımı kullanacağım.
Halka bu imkanı vereceğim.”

Aynı yıllarda Başbakan RT Erdoğan şöyle diyor:

  • “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye!
    Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabi elden gidecek…
  • Hem laik hem müslüman olunmaz.”

İşte ülke yönetiminin en tepesindeki bu ikili el ele verip  4+4+4 “ucube” yasayı getirdiler. Bu yasa, on yıllık şeriatçı kadrolaşmanın “tuzu-biberi” olmuştur.
Bu yasa ile Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası ve Anayasa’nın laiklik ilkesi yok sayılmıştır. Demek İslama aykırı görüldü! Oysa Öğretim Birliği Yasası ile;

Din odaklı bilgisiz imam ve kadı yetiştiren medrese eğitimine son verilerek laik eğitime
ilk harç konulmuştu. Ve Menderes’in deyişi ile “münevver din adamı” yetiştirmek üzere imam-hatip okulları açılmış ve bir İlahiyat Fakültesi açılması öngörülmüştü.

  • AKP iktidarında eğitim “dinci”leştirildi, okullar “imam-hatipleştirildi”,
    üniversiteler “medreseleştirildi.”

***** *****

Laik Eğitim Nedir?  

Laik eğitim, dinden buyruk (emir) almayan eğitimdir.

Laik eğitimde; öğretim programları ve ders içerikleri  bilimsel ilkelere dayanır, yönetici ve öğretmenler nesnel (objektif) davranışlar gösterir, çocuk ve gençler bağnazlıktan uzak tutulur.  Velinin çocuğuna  istediği dinsel eğitimi vermede ya da vermemede özgür olması, kız öğrencilere örtünmeleri için siyasal, parasal ve manevi baskı yapılmaması
laik eğitimdir.

Laik eğitimin hedefi;

  • özgür düşünceli, özgür vicdanlı, özgür davranışlı kuşaklar yetiştirmektir.

Fransız yazar Emile Zola (1840-1902) şöyle diyor:

  • “İrtica saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir kalır. Okullarda beyinleri yıkanan kuşaklar,  yönetimde görev aldıkları zaman ülke çıkarlarını değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.” 

Zola,  yüzyıllarca önceden sanki bugünün Türkiye’sini betimlemiş.
Ne dersiniz? (10 Nisan 2013)