Etiket arşivi: Ekonomik kriz

Ekonomi çıkmazda

İrfan Hüseyin Yıldızİrfan Hüseyin Yıldız
30 Nisan 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim somut sayısal katkılarımız yazının altındadır..)

14 Mayıs tarihinde yapılacak “milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimi” için gümrük kapılarında ve yurtdışı temsilciliklerinde oy verme işlemleri başladı. Nisan ayında yapılan 12 anket ortalamasına göre cumhurbaşkanı seçiminde, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Sayın Erdoğan’ın önünde olduğu gözüküyor. Türkiye bu seçimlere, halkın yaşadığı derin yoksullaşma ve deprem felaketinin yarattığı büyük bir tahribatla birlikte gidiyor. Bir süredir derinden yaşadığımız ekonomik krizin seçmen kararlarında etkili olması bekleniyor…

  • Son 4 yılda ücretlilerin ulusal gelirden aldığı pay %34’ten %26’ya düşmüş durumda.

Türk-İş’in mart ayı araştırmasına göre; dört kişilik bir ailenin açlık (gıda harcaması) sınırı 9591 liraya, 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı (temel ihtiyaç harcamaları) 31.241 liraya yükselmiş bulunuyor. Türkiye’de çalışanların yaklaşık % 50’sinin asgari ücretli (8 bin 500 TL) olduğu dikkate alınırsa, dar gelirliler, ücretliler, memurlar, emekliler ve işsizlerden oluşan büyük bir kesimin, açlık sınırının altında yaşadığını ve geçinemediklerini söyleyebiliriz. Bu nedenle iktidar giderek büyüyen bütçe açığına karşın maaş, ücret, sosyal yardım ve desteklerde gaza basmış görünüyor. Ancak enflasyonu büyüten, servet transferine ve gelir dağılımında sürekli bozulmaya neden olan ekonomi politikalarını değiştirmeyen iktidarın, yoksullaşan kesimlere verdiği mali destekler kısa bir süre sonra hızla erirken artan bütçe açığı nedeniyle de yeni riskler oluşuyor

Orta Vadeli Planda (OPV) öngörülen hiçbir makro ekonomik gösterge kestirimi tutmuyor.

  • İktidarın, “Türkiye Ekonomi Modeli” dediği heterodoks iktisat politikalarıyla;
    cari açığın, bütçe açığının, kurun, enflasyonun ve faiz oranlarının denetim altına alınması
    ve yoksulluğun kalıcı olarak giderilmesi de mümkün (olanaklı) görünmüyor.
  • Ekonomi politikalarındaki bilimdışılık, hukukun, demokrasinin ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı siyasi otoriterleşme ile birleştiğinde; güvensizliğin ve belirsizliğin arttığı bir ortamda, yeni yatırımların yapılması ya da yabancı yatırımcıların gelmesi de pek mümkün olmuyor maalesef…

BÜTÇE AÇIĞI YENİ REKORLARA KOŞUYOR

Merkezi yönetim bütçesi bu yılın ilk çeyreğinde 250 milyar lira açık vermiş bulunuyor.

Üstelik seçim nedeniyle verilen ya da verilecek mali desteklerin, bu açığı daha da büyüyeceği anlaşılıyor. Memur-emekli maaş artışları, EYT düzenlemesi, en düşük emekli maaşının yükseltilmesi ve 3600 ek gösterge artışı gibi yeni düzenlemeler bütçeye olan yükü artırırken elektrik ve doğalgaz olmak üzere çeşitli sübvansiyonların da süreceği açıklandı. Yapılan etki analizlerine göre; EYT düzenlemesinin bütçeye maliyetinin 194.4 milyar lira, emekli ve memur aylıklarında yılbaşında yapılan refah payı artışlarının yıllık maliyetinin 260 milyar lira ve en düşük emekli maaşının 7500 liraya çıkarılmasının yıllık maliyetinin 142.7 milyar lira olacağı hesaplanıyor. Ayrıca mesken (konut) abonelerinin elektrik harcamalarının % 50’lik, doğalgaz harcamalarının ise % 75’lik bölümünün kamu tarafından karşılanacağı açıklanmıştı, buradan bütçeye gelecek yükün ise 530 milyar lira olacağı öngörülüyor. Ayrıca 6 Şubat 2023 depremi nedeniyle bütçeden yapılan harcamaların yılsonuna dek 600 milyar lirayı bulacağı hesaplanıyor. Buna karşılık deprem nedeniyle getirilen ek kurumlar vergisi gelirinin ise ancak 100 milyar dolayında olacağı tahmin ediliyor…

2023 bütçesinde 566 milyar faiz ödemesi!

Ve 660 milyar liralık bütçe açığı öngörülmüş durumda.

Ancak Hazine, sözünü ettiğimiz artan harcamaları finanse etmek için öngörülenin üzerinde borçlanmalara gidiyor, faiz oranları yükseliyor ve kronikleşen enflasyonun baz etkisi dışında daha aşağılara inmesi pek olanaklı görünmüyor. Dolayısıyla %24.9 enflasyon oranı tahminiyle (kestirimiyle) hazırlanan bu bütçenin yetmeyeceği, yılın 2. yarısında ek bütçe gerekeceği anlaşılıyor…

SEÇMEN KARARLARINI NEYE GÖRE VERECEK?

  • Türkiye ekonomisi iyi yönetilmediği için krizden çıkamıyor.

Ekonomi dışında adalet, demokrasi, şeffaflık, hesap verme, hak ve özgürlükler, eğitim,
dış politika vb. bütün alanlarda da büyük tahribatlar (yıkımlar) var.

Peki seçmen bu sorgulamayı yapabilecek mi? Yoksa takım tutar gibi hayatlarında hissettikleri derin yoksullaşmayı bile inkâr ederek (yadsıyarak) başka gerekçeler uydurarak ya da gerçeğe başka anlamlar yükleyerek eski mahallelerinde mi duracak?

Bunu 14 Mayıs seçiminde hep birlikte anlamış olacağız…
===============================
Dostlar,

Bizden kısa notlar…

– Ulusal gelir kişi başına 25 bin $ olacaktı, 10 bin $ gibi..
– Türkiye ilk 10 ekonomi arasına girecekti, G20’den de düştü, 22. sıraya geriledi
– Dışsatım 500 milyar $ olacaktı, hedefin yarısını bulmadı (235 milyar $).
– Dış ticaret açığı azaltılamıyor, 2022’de rekor kırarak 110,2 milyar $ oldu
– 2022’de kamunun borç faizi anaparayı geçti..
– TCMB rezervleri eritildi, 128 milyar $ buharlaştırıldı, eksi 65 milyar $ bilanço..
– Cari açıkta yeni tepe (zirve) 48,8 milyar $
– “Bütçe açığı + Cari açık + Dış ticaret açığı” şeytan üçgeni içinden çıkılmaz oldu.
AKP= RTE malvarlığını açıkla(ya)madı..  ABD önceki Başkanı D. Trump’ın “aptal olma” aşağılamasına yanıt veremedi. Niye acaba? Hangi açıkları yüzünden? Halk Bank yolsuzluğu?
– AKP= RTE, ABD Senato Başkanı N. Pelocy’nin “Erdoğan’ın malvarlığının soruşturmanın zamanı geldi.” söylemine de sustu. Malvarlığını açıkla(ya)madı. “İspat etmezsen müfterisin….” diyemedi.
– Örtülü ödenek giderleri akıl almaz boyutlarda.. Mart 2023, 788 milyon TL..  Nereye harcanıyor?
– 2023 bütçesi yaklaşık 4,5 trilyon TL, 566 milyar TL’si borç faizi.. Her 8 TL’den 1’i faize gidiyor!
Hani NAS vardı, AKP=RTE faize karşı idi??
– Yaklaşık 2 hafta önce 2,5 milyar Dolar borçlandılar : Faizi, Dolar olarak %9, tefeci faizi ödenecek! 2030’a dek 1,6 milyar $ faiz ödeyeceğiz.. Hani AKP=RTE “ekonomist” idi??!!
– Türkiye nüfusu dünya nüfusunun %1,1’i ama toplam dünya gelirinin %0,9’unu üretebiliyor. AKP=RTE hedefi 2023’te %1,5 idi.. Nerdeeeeeen nereye….
……………

  • Bu bir tarihsel soygundur!
  • Halkımız apaçık, iktidar eliyle soyulmakta, İslami kesime kaynak aktarılmaktadır..

Ulusal kaynaklarımız, alın terimiz, 5’li çete vb. “maşalarla” yurt dışına çıkarılmakta, ülkemiz BİLEREK YOKSULLAŞTIRILMAKTADIR!

Yoksullaştırılan yığınlar siyaset, eğitim ve istihdam dışına itilerek yoksulluk yardımlarına bağımlı kılınmaktadır. On milyonu aşan insana Devlet kasasından sürekli “sadaka yardımı” yapılmakta ancak AKP desteği gibi sunulmaktadır. Bu kitlelerin oyları (siyasal iradeleri-istençleri) tutsak alınmıştır.. Bu nedenle, Dünyada 9 sigorta kolu varken, bizde AİLE SİGORTASI bilerek getirilmemiştir.

  • Siyasal İslamcı AKP=RTE, yoksulluğu yok etmek yerine siyasete kasten alet etmiştir.

***
Türk Halkının sağduyusuna güveniyoruz..
14 Mayıs gecesi bu lanetli – meş’um gidiş mutlaka durdurulacaktır / durdurulmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 30 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Bu katkıların tweet iletisi için tıklayınız :


“ÖLÜME YATMAK ya da YATIRILMAK”… 

“ÖLÜME YATMAK ya da YATIRILMAK”… 

Dr. Noyan UMRUK

Atatürk: Vatanın müdafaası mecburiyeti olmadıkça savaş bir cinayettir…

 Aborjinler, Eskimolar, Kızılderililer gibi doğayla barışık topluluklarda “Ölüme Yatma”nın bir gelenek olduğu bilinir. Elden, ayaktan kesilerek, ölümün soğuk nefesini ensesinde hisseden yaşlı yerliler sevdikleri basit eşyaları ile doğanın ıssız bir köşesine çekilip, ağıtlar yakarak ölüme yatarlar… 

Doğal yaşamın içinde birçok canlıda izlenir bu ritüel, törensel davranış… Filler gibi.

Yaşam Hakkı…

Çağdaş toplumlarda, demokrasilerde ise en temel, olmazsa olmaz insan hakkıdır, yaşam hakkı… Bırakınız hukuk devletini, sosyal devleti falan, “jandarma devlet” diye bilinen klasik devlet bile, tebaasının can güvenliğini sağlamadıkça devlet denilebilir mi ona? 

Lakin günümüzde hala öyle yönetimler var ki; vatandaşlarını ölüme yatırılabiliyor…
Yeter ki, “devletluların” çıkarlarına hizmet etsin…

Sizler yan gelip yatamazsınız ama…

O ülkelerde yan gelip yatamazsınız ama bir punduna getirilip ölüme yatırılabilirsiniz…

  • Bir inat uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor…

Kısa sürede İdlip’de 18 Memetçiğimiz Şehit! “Şehitler tepesi doluyor”… Libya’da da “Birkaç tane şehit!”diyorlardı… Bilinebilen 4 şehit…

  • Kınalı kuzucuklar biçare kuşlar gibi, hayalleriyle birlikte hakkın rahmetine kavuşuyorlar…

Ateş düştüğü yerleri cayır cayır yakıyor… Birileri ne yapmak istiyorlar… Bu işin sonu ne olacak anlatan da yok, anlayan da… Kahrolmamak elde değil… 

Bir yanda halkından manevi, meclisinden hukuki ve siyasi onay alınmamış ve aziz vatanın savunulduğuna kitleleri ikna edemediğinden “milli heyecan” da yaratamayan,

  • nedeni siyasi amacı belirsiz bir “savaşa” kurban edilen yoksul halkın kınalı kuzucukları

Öte yanda cukka ihaleler, mali aflar, envai çeşit yolsuzluklarla malı götüren “Mutlu ve gamsız azınlık” ve bunların yolları ardına kadar açılmış, ışık hızıyla zenginleşen şımarık çocukları, eş dost, akraba-i talukat… Sözde beyaz kefenle dolaştıklarını söyleyenler…   

Evet, sizler yan gelip yatamazsınız ama onlar memleketin tersanelerini, fabrikalarını, madenlerini, ormanlarını, tarım alanlarını işgal edebilirler; istedikleri gibi alabilirler, haraç mezat satabilirler, talan edebilirler…

Sonuç:

Yazııık… Dünya korona salgınıyla boğuşurken, ülke depremlerle beşik gibi sallanırken, felaketler yaşarken, ekonomik krizle boğuşurken metal yorgunluğu, ona buna çay atarak mental perişanlığa dönüşürken ne diyelim? Konumuz insanlar… Şairin dediği gibi ya lahavle ya da fiil çekelim:  

Ben seviyorum.
Sen seviyorsun.
O sevmiyor.
Biz seviyoruz.
Siz seviyorsunuz.
Onlar sevmiyor.(1)
Çünkü kişisel çıkarları sevmemeyi gerektiriyor…

(1) Ateş NESİN, “I Verbi”

Mülkiyeliler Birliği : 2018 YILI DÖVİZ KURU KRİZİ’NE İLİŞKİN GÖRÜŞ

Mülkiyeliler Birliği

2018 YILI DÖVİZ KURU KRİZİ’NE İLİŞKİN GÖRÜŞ

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM)17 Ağustos 2018

2018 Yılı Döviz Kuru Krizi’ne İlişkin Görüş

Türkiye ekonomisi döviz kurlarında ani ve keskin yükseliş ve düşüşlerin karakterize ettiği bir kur krizi deneyimlemektedir. Ülkenin yakın gelecekteki gündemini bu krizin bir finansal krize, giderek de bir ekonomik krize dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun işgal edeceği tahmin edilebilir. Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) krizin nedenlerinin, sonuçlarının ve krizden çıkış yollarının soğukkanlılıkla tespit edilmesi, bu yolla tüm toplum kesimlerinin krizden asgari düzeyde etkilenmesinin sağlanmasının ancak sağduyuyu, evrensel etik değerleri esas alan ortak akılla mümkün olduğu inancıyla krize ilişkin görüşünü kamuoyu ile paylaşmaktadır. Krizden asgari zararla çıkılmasını sağlayacak alternatif politika önerilerinin oluşmasını engellediği düşünülen politik konjonktüre değinildikten sonra, krizin nedenleri, muhtemel sonuçları ve krizden çıkış yolları tespit edilecektir.

Komplocu Akıl ve Yapısal Sorunlar

Türkiye kamuoyu on yılı aşkın süredir e-muhtıralar, kumpaslar, siyasi operasyon ve davalar, darbe girişimleri, olağanüstü hâl uygulamaları, tasfiyeler, ihraçlar, neredeyse her yıl gerçekleştirilen seçimler, referandumlar, göçler, cinayetler, büyük kayıplara yol açan terör olayları ile felce uğratılmış durumda.

Ülkeyi sürekli bir istikrarsızlık sarmalında tutan bu olayların, siyasi istikrarın göstergesi olarak kabul edilen bir tek parti iktidarında gerçekleşmesi, ironik bir biçimde tek parti iktidarını sürekli kılmıştır. Söz konusu sürekli istikrarsızlık sayesinde mevcut toplumsal-siyasi bağları sürekli olarak çözüp yeniden düğümleyen Adalet ve Kalkınma Partisi, gittikçe tek elde topladığı propaganda aygıtını kullanmak suretiyle her hükümet döneminde, (yeri geldiğinde kendi destekçi ve mensuplarını da ötekileştirip) kendisiyle kendinden öncesi arasına keskin ayrımlar koyarak iktidarını sürekli kılmış, bu sayede nüfuz edilemez bir sorumsuzluk zırhına sahip olmuştur. Karizmatik lider, geniş bir toplumsal koalisyon, zayıf muhalefet, uluslararası konjonktür, iktisadi çevrimler, siyasi sonuçlara tahvil edilebilir bölüşüm modeli ve benzeri etkenler, toplumun büyük kesiminin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ve liderini hiçbir tercihinden sorumlu tutmamasına yol açmıştır. Bu tercihlerin yıkıcı sonuçlara yol açtığı durumlarda ise “kandırıldıkları” itirafı, hükümet mensuplarını sorumsuz kılmıştır. Ancak toplumsal dokuda ve ülke geleceğinde büyük yıkıma neden olan gelişmelerin yine de sorumluları olmalıdır. Bir yandan uzak, dolayısıyla zararsız ve seçmen konsolide eden bir geçmişle (ecdad) kurulan bağ, diğer yandan kendi iktidarının farklı dönemleri dâhil politik sonuçları olacak kadar yakın geçmişle yapılan sürekli ayrım, dünyayı, dünyanın, ülkenin sorunlarını kavramanın bir yolu olarak ‘yapı’ mefhumunu etkisizleştirip bütün sorumluluğun, sorunların hemen arifesinde düğmeye bastığı iddia edilen ‘üst akla’ yıkılmasını sağlamaktadır. Uluslararası düzen her ne kadar ulusların birbirlerinin iç işlerine müdahil olmaması ilkesine dayansa da bütün uluslar ekonomik, siyasi, kültürel, askeri yollarla birbirlerinin içişlerine müdahale ederler, üstelik bunu kasten yaparlar, bu iş için kurumlar oluşturur, bütçe ayırırlar. Dolayısıyla ulusların ortak kararıyla kurulan, tabi olmayı kabul ettikleri uluslararası düzenin ihlal edilmesi istisna değil kuraldır. Yani ‘üst akıl’ olarak adlandırılan iç işlere müdahil iradi (kasti) unsurlar, bizzat uluslararası düzen tarafından öngörülür. Türkiye’nin de dâhil olmakla peşinen kabul ettiği uluslararası düzen zaten bir üst akıllar birliğiyken, yapıyı dikkate almayan, üst akılların inayetine terk edilmiş, başlıca önceliği seçim kazanmak olan bir yönetici kadronun, politik tercihlerinin sorumluluğunu üstünden atmak üzere ‘üst akıl’ metaforuna tutunmasının çaresizlik işareti olarak görülmesi kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, hemen her önemli sorunda iç ve dış düşmanların asıl sorumlular olarak gösterilmeleri, yapısal sorunları derinleştirdiği gibi, yapısal bir sorun olmaya da yüz tutmuştur. Bu nedenlerle Türkiye’nin an itibarıyla karşı karşıya olduğu döviz kuru krizinin ve ardılı muhtemel krizlerin üstesinden gelinmesinin başlıca koşulu, tartışmayı ve evrensel etik değerlere dayalı ortak aklı teşvik etmek iken, hükümete tercihlerinin sorumluluğunu almama imtiyazı bahşeden komplocu akıl, böyle bir ortamı imkân dışı kılmakta, politika yapıcıları, ilgili kurumları ve sivil toplumu kendi denetimlerinde olmayan araçlarla retorik tartışmalar üzerinden çözüm önerilerinde bulunmaya sevk etmektedir. Sonuç olarak sürece iradi müdahalelerin olabileceği kategorik olarak kabul edilip, ekonomiyi, ülkeyi iradi müdahalelere karşı bu denli zayıf hale getiren yapısal nedenlerin ortaya koyulması, hükümet ve bağlı medyanın teşvik ettiği komplocu aklın terk edilmesine bağlıdır.

Türkiye Ekonomisinin Karşı Karşıya Olduğu Kırılganlıkların Nedenleri

Hiç kuşkusuz, Türkiye ekonomisinin yapısal olarak karşı karşıya olduğu kırılganlıkların gerisinde Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri ile daha önceki hükümetlerin ekonomik ve politik öncelikleri ve tercihleri vardır. Bu konudaki herhangi bir çözümlemeyi manidar kılacak tutum, söz konusu öncelik ve tercihlerin keyfi olmayıp büyük oranda siyasal, iktisadi, toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini kabul etmektir.

a) Büyüme Modeli

1980 Askeri Darbesi’ni takip eden Turgut Özal hükümetlerinin benimsediği iktisadi büyüme modeli, ihracata dayalı büyüme modeliydi. Bu model, siyasi ve iktisadi kriz ile döviz darboğazı yaşayan Türkiye’ye esasen uluslararası finans kuruluşları tarafından önerilmiştir. Zamana yayılan bir biçimde dış ticaret serbestîsi, sermaye hareketleri serbestîsi, ücretlerin baskılanması, KİT’lerin tasfiyesi, fiyat denetimlerinin kaldırılması, bütçe denkliğinin sağlanması gibi tedbirlerle serbest piyasa ekonomisine geçişin eşlik ettiği bu modelin “başarılı” olduğu örneklerde, işgücü ucuzdur ve katma değeri yüksek mal üretilmektedir. Türkiye’de ise söz konusu dönemin başlarında ücretlerde önemli bir aşınma yaşanmasına karşın, 1990’ların başlarında güçlü sendikal mücadelelerle sağlanan iyileşmeler, sermaye girişlerinden sağlanan kaynakların sunduğu olanaklarla bu aşınmanın telafi edilmesi kısmen mümkün olduğu için, ekonomi temel girdiler açısından “yeterince” rekabetçi değildi. Öte yandan sermayesinin komisyoncu/mümessil niteliği, rekabetçi, ileri teknoloji ürünü, katma değeri yüksek mal üreten bir karakter kazanmasına engel olmuştur. Öteki örneklerde olduğu gibi, devlet dış ticaret üstünlüğü sağlayacak katma değeri yüksek ürün teşvikini sağlayacak imtiyazlar dağıtmamış, bunun yerine seçim çevrimlerinin dağıtımında belirleyici olduğu, her hükümetin kendi sermayedarını yaratmasını sağlayan rant odaklı imtiyazlar dağıtmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi tamamlayamadığı ithal ikameciliğin ilk aşamasından fiilen çıkamamış, ekonomik büyüme, mal ve sermaye piyasaları dışa açık ekonomide iç talep tarafından belirlenegelmiştir. Denetimsiz dışa açıklık, ekonomik büyümesini iç talebin belirlediği bir ekonomi için iki temel soruna yol açmıştır: İthalat talebi iç talebin önemli bir bileşeni olmuştur; ayrıca muadillerine göre yüksek, ancak ülke şartları açısından düşük reel ücretlerin daha fazla aşağı çekilememesi nedeniyle iç talep dış kredilerle (bir noktaya kadar kamu borçlanması, daha sonra hanehalkı ve şirketlerin borçlanmasıyla) sağlanmıştır. Borçlanmanın, emek üzerindeki egemenliği sağlamanın başlıca hegemonik yollarından biridir aynı zamanda.

Her ne kadar ihracata dayalı olduğu kabul edilse de temelde iç talebin çekici gücünü oluşturduğu bu büyüme modelinin en temel ve sorun yaratıcı sonucu, ekonominin genel dengesi üzerinden takip edilebilir. Keynesgil ulusal hesap denkliklerinden rahatlıkla türetilebilecek söz konusu genel denge koşulu şudur: Bir ekonomideki tasarruf açığı ve bütçe açığı toplamı dış açığa eşittir. İç talebin çekici gücünü oluşturduğu, katma değeri düşük mal üreten, reel ücretlerin baskılandığı bir ekonomi, ister istemez dış açık ve tasarruf açığı verir, bu ekonomi, dış açığın tasarruf açığını (bütçe açığını) aştığı oranda bütçe açığı (tasarruf açığı) vermek zorundadır, yani borçlanacaktır.

b) Büyüme Modeline Eşlik Eden Yapısal Sorunlar

i) Türkiye ekonomisi, katma değeri yüksek mal üretimini sağlayacak bir eğitim sistemi tarafından desteklenmediği, Ar-Ge harcamaları yeterli olmadığı, piyasa yönlendirici etkin kaynak kullanımını sağlayamadığı için katma değer transferine yol açan bir ödemeler dengesi yapısına sahiptir.

ii) İhracatının ithal girdi bağımlılığı yüksektir (Toplam ithalatın %71’i aramalı ithalatıdır). Söz konusu girdilerin en önemlileri petrol ve doğalgazdır. Türkiye ekonomisi enerji kaynakları bakımından dışa bağımlıdır.

iii) Türkiye tarım ve hayvancılığı, 2001 Finansal Krizi sonrası alınan tedbirlerle kendine yetemez hale getirilmiş, stratejik ürünlerin üretimi dış bağımlılık yaratacak şekilde engellenmiştir.

iv) Büyüme yaratan büyümeye yol açacak sektörel teşvikler yerine inşaat, ticaret, finans gibi rant ve komisyon geliri yaratarak büyümeye yol açan sektörler desteklenmiş, yatırımların dağılımı bozulmuştur. 

v) Hem iç hem de dış politika tercihleri, uzun yıllara yayılan bir tek parti iktidarının büyük kısmında ülkeyi siyasi istikrarsızlık sarmalında tutmuş, söz konusu sarmal, iktidar partisinin sürekli olarak seçilmesini sağlayacak kamu rantı dağıtan, belkemiğini hesapsız kamu ihalelerinin ve sosyal yardımların oluşturduğu kapsamlı bir bölüşüm mekanizmasıyla işlevli kılınmıştır.

Döviz Kuru Krizinin Nedenleri ve Sonuçları

Kur krizlerinin genel olarak, ulusal paranın aşırı değerlenmesine neden olan kur rejimleri, bütçe açıkları, cari açıklar, bankacılık kesiminin ve şirketlerin zaafları ve siyasal istikrarsızlıklardan kaynaklandığı kabul edilir. Buna göre açık bir ekonomi olarak Türkiye ekonomisi kur krizi şartlarının tümünü sağlamışa benziyor: siyasal istikrarsızlıklar, cari açık, bankacılık kesiminin ve şirketlerin zaafları, etkinlik yerine itibarı esas alan kamu yatırımları, kamu garantisindeki şirket borçları ve vadesi gelen büyük meblağlı borç geri ödemeleri dikkate alındığında muhtemel bütçe istikrarsızlıkları.

Türkiye ekonomisi yapısal kısıtları nedeniyle borçlanmak zorunda olan bir ekonomi. İlkin Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin seçim kazanma motivasyonu ile geçerli kıldığı rant ve komisyonculuğa dayalı bölüşüm modeli, ekonomik büyümenin gerektirdiği borçlanmayı zamanla tasfiye edecek üretken yatırımları dışlamıştır, bu nedenle dış açık ekonominin büyüyen kronik sorunu olmayı sürdürmüştür. İkinci olarak sürekli seçim ekonomisi ve yine benimsenen bölüşüm modeli, 2001 Finansal Krizi’nden sonra tutturulan faiz dışı fazla hedefinden sapılmasına yol açmıştır, böylece kamunun borçlanma gereksinimi artmıştır. Diğer yandan önceki krizde tüketilen özelleştirme geliri elde etme yolu, bir çözüm seçeneği olmaktan çıkmıştır. Üçüncü olarak iç ve dış politika tercihlerinin yarattığı siyasal istikrarsızlık ve tek parti iktidarının istikrarsızlığa çare olarak önerip hayata geçirdiği tek adam idaresinin, finans kapitale uygun bir yatırım ortamı vaat etmemesinin tetiklediği sermaye çıkışları, borçlanma maliyetini arttırmıştır. Dördüncü olarak bankacılık kesiminin ve şirketlerin döviz cinsi borçlarının çevrilemez borçlar olarak görülmesi, ulusal büyük şirketlerin dış yatırımlara yönelmesi ve bir kısmının borç yapılandırması talep etmesi borçlanma risk primini arttırmıştır.

Sonuç olarak Türkiye ekonomisi borçlanmak, borçlarını yeniden yapılandırmak zorunda olan ancak söz konusu gerekçelerle borçlanma maliyeti, yeniden borçlanmasını, mevcut borçlarını yapılandırmasını engelleyecek düzeyde artan bir ekonomidir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin ekonomik, politik öncelikleri, mevcut yapısal kısıtlar altında borçlanma maliyetini ve ilgili riskleri düşürmek bir yana arttıracak niteliktedir. Bütün bu gelişmelerin, ilk aşaması döviz kuru krizi olan zamana yayılan bir ekonomik krize yol açması kuvvetle muhtemeldir. Bütün krizlerin en büyük kaybedenlerinin en zayıf kesimler olduğu açıktır. Dolayısıyla krizden çıkış yolları önerilirken toplumun en güvencesiz, en zayıf kesimlerini en az zarara uğratacak tedbirler önerilmelidir.

Krizden Çıkış Yolları

a) Orta ve Uzun Vadeli Tedbirler

i) Türkiye’nin 1980’den sonra benimsediği ekonomik büyüme modeli, stratejik bir akılla aşamalı olarak terk edilmelidir. Yerine ithalat bağımlılığını düşürecek, katma değeri yüksek mal üretimini teşvik edecek, kendine her bakımdan yeter bir ekonomi tesis edecek bir büyüme modeli benimsenmelidir. Bu çerçevede organik tarım, sürdürülebilir enerji kaynakları, ileri teknoloji, yenilik, sağlık, eğitim temel yatırım alanları olarak seçilebilir. İstikrarlı bir iç talebi sağlamak için, tüketicilerin borçlanmadan temel ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamak üzere, reel ücretlerin orta vadede en azından verimlilik düzeyine çekilmesi sağlanmalıdır. Eğitim müfredatı bu amaçlarla kısa vadede sonuç almak, motivasyonu dünya vatandaşı yetiştirme olmak üzere dönüştürülmelidir. Eğitim ve sağlık hizmetleri temel refah göstergeleri olarak tüm toplum için karşılıksız sağlanmalıdır. Hukukun üstünlüğü, ülkenin iç ve dış politikalarının temel düsturu haline getirilmelidir. 

ii) Tespit edilen stratejik sektörlerde, belirli yeterlikleri (sermaye büyüklüğü, yetişmiş eleman istihdamı) sağlayan işletmeler yetkilendirmeli, bu sektörlere yatırım oranı zorunluluğu getirilmelidir.

iii) Yatırımlar kamu tarafından koordine edilmelidir; kendine yeter, müreffeh bir ekonomi için kaynak tahsisinde planlama başlıca yol olarak benimsenmelidir.

iv) Doğrudan üretici ile son tüketici arasında komisyonculuk ve rantı engelleyecek ortaklık modelleri yaygınlaştırılmalıdır.

v) Zamana yayılan, tüketim üzerinden alınan vergilerin vergi gelirleri içindeki oranını düşürecek, üst gelirlilerin ve kurumların vergi yükünü artıracak bir vergi reformu hayata geçirilmelidir. Zorunlu tüketim malları ve temel gıda malları üzerindeki tüketim vergileri düşürülmeli, lüks tüketim malları üzerindeki vergiler artırılmalıdır.

vi) Finansal gelirlerin sadece stopajla vergilendirilmesine aşamalı olarak son verilmeli ve bu tür gelirler artan oranlı gelir vergisi sistemine dâhil edilmelidir. Bu yapılırken orta ve alt gelirlilerin finansal gelirleri dışarıda bırakılmalıdır. Yüksek finansın faiz gelirleri yüksek vergilere tabi kılınmalıdır.

vii) Yalın, ranta olanak tanımayan bir finansal sistem tesis edilmelidir.

viii) Konut hakkı bir insan hakkıdır. Hanehalkının konut rantı için uzun yıllar borçlandırılarak temel haklarından mahrum edilip bütün hayatının ipotek altına alınmasına son verilmelidir. 

ix) Sermaye hareketleri sektörel hassasiyetle, vade yapısı dikkate alınarak vergilendirilmelidir. İstihdam yaratıcı sektörlere yapılan dış yatırım teşvik edilmeli, uzun vadeli yatırımlara belirli düzeyde vergi muafiyetleri getirilirken, kısa vadeli spekülatif sıcak para hareketleri yüksek vergilere tabi kılınmalıdır. Kâr transferinin önlenmesi için, kârın bir kısmının ülkede yatırılması zorunluluğu getirilmelidir. Sermaye çıkışlarına yüksek vergiler koyulmalıdır. Bankaların ve şirketlerin dış borçlanmasını sınırlayacak yeterlik kriterleri uygulanmalıdır.

b) Kısa Vadeli Tedbirler

i) Ücretlilerin ödediği gelir vergisi ve tüketimden toplanan vergiler, toplam vergi gelirlerinin %74’ünü oluşturmaktadır. Kemer sıkma politikalarının ve iç talebin daralmasının vergi gelirlerini de daraltması beklenmelidir. Bu bakımdan krizle özel kesimin faaliyeti ve yatırım kapasitesi önemli düzeyde sınırlanmış ülke ekonomisinin kamu eliyle ayağa kaldırılması olanağı da sınırlanmış olacaktır. Bunun önüne geçmek için üst gelir gruplarından ve ciroları belirli bir meblağı aşan kurumlardan belirli bir büyüme trendinin sağlanması halinde yatırıma dönük imtiyaz ve teşvikler tanıma taahhüdüyle olağanüstü vergiler alınarak kamunun finansal olanakları genişletilmelidir.

ii) Başta KOBİ’ler olmak üzere şirketlere verilen ve borcun döndürülmesi dışında bir işlevi olmayan teşvikler kaldırılmalıdır. Teşvik sistemi genel olarak gözden geçirilmeli ve objektif kriterlerle etkin olmayan yatırımların ve şirketlerin teşviki önlenmelidir.

iii) Batık KOBİ’ler için ortaklık modelleri (kooperatifler, çalışanlara hisse, vb.) önerilmelidir; tasfiye edilmeleri halinde elde edilecek gelirin belirli bir düzeyine kadar fonla (örneğin %25) kurtarılabilecek şirketlere teşvik verilmelidir. Döviz açık pozisyonu bulunan şirketler küçülmeye ve borçlarını yapılandırmaya zorlanmalıdır.

iv) Vadeli döviz tevdiat hesaplarına uygulanan gelir vergisi oranları döviz kuru-faiz getirisi farkı gözetilerek arttırılmalıdır.

v) Yalın, istisnası sınırlı, performansı esas alan bir kamu ihale yasası çıkarılmalıdır. Kamunun zarara uğratılmasına, keyfilik durumunda zararın tahsilini esas alan, ağır yaptırımlar getirilmelidir.

vi) Belirli bir büyüklüğün üzerindeki firmaların faaliyet dışı finansal gelirleri fazladan vergilendirilmelidir.

vii) Elzem olmayan, itibar ve kamu kaynaklarının yeniden dağıtılması motifiyle hayata geçirilen projeler kamunun öncelikli tasarruf kalemleri arasında olmalıdır.

viii) Krizin derinleşmesi halinde ağırlaşacak işsizliğin refah kaybı yaratmaması için işsizlik sigortasından yararlanma şartları, en azından krizden çıkılana dek, yeniden düzenlenmelidir.

ix) Krizin yarattığı olumsuz ortam ücretli kıdem tazminatlarının kaldırılmasına vesile teşkil etmemelidir.

x) Muhtemel krizin en çok etkileyeceği kesimler olan asgari ücretlilerin ve emeklilerin maaş zamlarına yapılacak enflasyon oranı ilavesi korunmalıdır.

xi) Çiftçinin vergi, prim ve kredi borçları, işletme büyüklüğü ve faaliyeti dikkate alınarak yeniden yapılandırılmalı, en azından krizden çıkılana dek ertelenmelidir.
(http://mulkiye.org.tr/2018-yili-doviz-kuru-krizine-iliskin-gorus/, 20.08.2018)
=======================================
Dostlar,

İşte Mülkiye, üniversiteler, araştırma kurumları, bilim insanları, yetkin uzmanlar… bir ülkenin kalkınması, iyi yönetilmesi için vazgeçilmezlerdir.

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin bir alt birimi olan Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) raporu, deyim yerinde ise 4 / 4’lüktür. 1859’dan bu yana ülkeyi yönetecek yetkin insanla yetiştirme hedefli varolan Mülkiye, ne yazık ki, siyasal iktidarların hedefi olmuştur.. DP – Menderes faşizminin son yılları, 12 Mart ve 12 Eylül zulümler ve son olarak 20 Temmuz 201 sonrası OHAL KHK’ları ile Mülkiye’ye ağır bedeller ödetilmiştir. Gerçekte fatura Ülkeye ve Ulusa’dır.

AKP iktidarı, OHAL KHK’ları ile tasfiye ettiği akademisyenlerin haklarını bir an önce iade etmelidir. Yargılanmadan infaz hukuk ve adalet dışıdır. Bu dayatma sürdürülmemelidir.

AKP iktidarının ülkeyi ”ben bilirim” saçmalığından kendisini kurtararak katılımcı – demokratik – bilimsel süreçlere dayandırması kaçınılmaz ve ertelenmez bir zorunluktur.

İlk olarak TBMM etkin çalışmalıdır. Sayıştay denetim yapabilmelidir. Ünivesiteler özgür ve özerk olmalıdır. Hukuk devleti tüm kurum ve kuralları işletilmelidir. Son 16 yılda izlenen olağanüstü yanlış politikaların ülkemizi sürüklediği uçurum ortadadır.

Yanlışta ısrar ülkemizi dağılma – bölünme – iç savaş – sıcak savaş ortamına sürükleyebileceği artık görülmelidir. 

Her şeye karşın gidilen yol düzeltilmezse;

1. AKP’nin başka türlü seçim kazanamayacağını kabul ve itirafı demektir ve seçim kazanma uğruna ülkeyi – ulusu feda etmeyi göze alabileceği sonucu çıkar.
2. Bununla bağlantılı olarak, siyasal iktidara ”böyle yapmaya” devama kendisini zorlayan dış güçler olup olmadığı… sorusu sorulabilir.

Her 2’si de vahimdir ve bu ülke, bu halk hem bu kabul edilemez yıkıma yaraşır değildir hem de hiçbir biçimde boyun eğmeyecektir..

  • AKP yönetiminin bu tarihsel gerçeği bir an önce görmeleri ve gereğini yapmaları her şeyden önce kendi yararlarına olacaktır.

Devletle oyun oynamak ve bekasını riske sokmak hiç kimsenin haddi değildir.

Sevgi ve saygı ile. 20 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Raporun pdf biçim : Mulkiyeliler_Birligi_2018_Doviz_Kuru_Krizine_Iliskin_Gorus

Suay Karaman : SEÇİM YAKLAŞIRKEN

SEÇİM YAKLAŞIRKEN

portresi_gulumseyen 

Suay Karaman

Tayyip sultan, anayasa ve yasa tanımadan yine seçim gezilerine devam etmektedir.
17 Mayıs 2015’te Kayseri’de yaptığı konuşmada;

Mursi şayet idam edilirse ki inanmıyorum. İnşallah idam edilmeyecek, edemeyecekler. 
Terör örgütü ile mücadele eden bir kardeşim şehitlik rütbesine ulaşmış olacaktır.
Ben de
böyle bir akıbete uğramış olursam, Rabbim inşallah bizlere de o makamı lütfedecek diye ümit ediyorum.” dedi.

Sürekli mağdur rolüne soyunmayı alışkanlık haline getiren Tayyip sultanın amacı,
kefen edebiyatı yaparak seçimi kazanmak isteğidir.
Üstelik hırsızlardan ve vatana ihanet edenlerden şehit olmayacağını da bilmek gerekir…

Bu sözlerden şu yargıya varabiliriz:

Tayyip sultan kendisini idam edilecek biri olarak görmektedir.

Çünkü ülkemizin anayasal düzenini yıkmaya teşebbüs ettiğini bilmektedir, sivil darbe yaptığı çok açıktır ve para sıfırlamanın hesabının bir gün mutlaka sorulacağını anlamıştır.
Bu yüzden zaman zaman böyle panikler, gel gitler yaşamaktadır.
Ancak yargılanarak, yaptığı tüm olumsuzlukların hesabının sorulacağını da bilmelidir. 

Bu toplum AKP’nin 13 yıldır iktidarını gördü. Bugüne dek yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının güvencesidir. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla AKP’nin, laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu belirlenmiştir. Böyle bir iktidarın laik ve demokratik, sosyal bir hukuk devletini yönetmesinin örneği ise dünyada görülmemiştir.

AKP iktidarı, Türkiye’yi parçalanma sürecine,
bölünme noktasına getirmiştir.

Komşularımızla düşmanlık tohumları saçmıştır, dış politikada tavizler (AS: ölçüsüz ödünler) vermektedir. Ekonomik kriz toplumu derinden sarsmış; çiftçinin, memurun, esnafın, emeklinin durumu perişandır. AKP iktidarı sivil darbe yapmıştır ve halen devam etmektedir.
Bütün bunlar AKP’nin derhal iktidardan uzaklaştırılması için yeterlidir.

Ülkemizin en önemli sorunu muhalefet sorunudur. 2011 seçimlerinde, CHP ve MHP toplam
188 milletvekiliyle TBMM’ye girdi. Ancak AKP ile PKK terör örgütü ortaklığı,
bölünme anayasasına destek olmaya kalktılar. Açılım yasalarına örtülü destek verdiler.
PKK terör örgütü için çıkarılan yasaları, anayasaya açıkça aykırı olmasına karşın,
Anayasa Mahkemesi’ne bile götüremediler. Harekete geçen birkaç milletvekilini ise düşman
ilan ettiler. Varoluş nedeni Türkiye’yi bölmek olan öbür muhalefet partisi HDP ise 
PKK terör örgütünün uzantısıdır. Böylece AKP iktidarı her istediği yasayı geçirdi.
Dolayısıyla muhalefetin varlığı sonucu hiç değiştiremedi.

Yeni CHP genel başkanı, Zaman Gazetesi’ne verdiği röportajda, siyasal iktidara yükleneceğine yine cumhuriyeti ve 1930’lu yılların CHP’sini hedef aldı. Atatürk’ün Genel Başkanı olduğu CHP’nin tek parti iktidarı döneminin uygulamalarıyla, AKP iktidarını karşılaştırdı.
Başbakan Ahmet Davutoğlu da; “1930’lu yıllarda gençlerin önünü kestiler, tek bir ideolojiye zorladılar” dedi. Cumhuriyete ve şimdilik örtülü olarak Atatürk’e sövenlerin unuttuğu bir gerçek var:

Cumhuriyet yönetimi; aklını kullanan, sorgulayan ve bilimle uğraşan kuşaklar yetiştirmeye çalışmaktaydı. Sorgulayan, düşünen ve üstelik aklını kullanan bireyin tek tip olması
olanaklı değildir.

 

AKP iktidarından kurtulmanın reçetesini HDP’nin barajı geçmesine bağlayan sahte muhalefet, yine AKP’ye gizli desteğini sunmaktadır. Yeni CHP yöneticileri, HDP barajı aşsın çabası içindedirler. MHP de bu olaya destek vermeye başlamıştır ve MHP milletvekili adayı Ekmeleddin İhsanoğu da, HDP’nin barajı aşmasını istemektedir. Zaten birçok gazete ve televizyonlar da HDP’nin yayın organı gibi çalışmaktadır.

 

PKK terör örgütünün siyasal gücü olan HDP’ye baraj atlatarak AKP’yi iktidardan düşürme iddialarına inananlar ve bu hain düşünceye aldananlar, farkında olmadan ABD’nin Türkiye’yi bölme planına çanak tutmaktadırlar. HDP’nin barajı aşmasıyla demokrasinin gelişeceğini söyleyenler Demokratik Sol Parti, Saadet Partisi, Vatan Partisi ya da başka bir partinin barajı geçmesi konusunda hiç konuşmamaktadır. Darbe anayasasına söverken, % 10 barajını demokrasiye uygun görenlerin maskeleri de düşmüştür. 

Kendi partilerinin şanlı geçmişini karalayarak, partilerinin ilkelerinden uzaklaşarak,
partinin fikirleriyle örtüşmeyen adaylar seçerek, seçmenleri partisinden soğutan
genel başkanlarla girilen her seçim yitirilecektir ve milletçe alkışlanmayacaktır.
Yıllardır muhalefet yapamayanların iktidar olma şansları da yoktur.
Her seçim gibi 7 Haziran 2015 genel seçimleri de önemlidir ama ne yazık ki bu koşullar altında topluma coşku ve umut vermekten uzaktır. Ancak yine de en azından oylarımıza ve
sandıklara sahip çıkabilmek gereklidir.