Etiket arşivi: Doğan Kuban

Türkler, Araplar, İranlılar ve Kürtler

Dostlar,

Doğan Kuban’dan çok öğretici bir çözümleme.
Ortadoğu’yu, BOP’u, Arap Baharını, Suriye’yi, Arap-İran-Irak dünyası ve 1000 yıllık ilişkilerimizi büyük bir ustalık ve derinlikle irdelemekte.

Kendisini, “Siyaset sorumlularına” bunları yazmak zorunda duyumsadığını belirtiyor Sayın Kuban.

Mutlaka okunmalı..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Doğan Kuban

Cumhuriyet Bilim Teknik 14.09.2012
SİYASET SORUMLULARINA:

Türkler, Araplar, İranlılar ve Kürtler

Ülkenin başının belaya girdiği bugünlerde bildiklerimi sorumlulara iletmek zorunluluğunu duyuyorum. Politikacı değilim. Babam politika ile ‘zinhar’ uğraşmamamı öğütleyerek beni üniversiteye gönderdi. Sözünü dinledim. Fakat İslam tarihini ve İslam dünyasını bazı açılardan iyi tanıyorum. İslam Mimari Tarihi uzmanıyım. 1986’da 10 ay Suudi Arabistan’da yaşadım. Müslümanların yaşadığı pek çok ülke gezdim. Akademik çevrelerini tanıdım. Yazdıklarını okuyorum. Avrupa ve Amerika’daki akademik diasporayı tanımıştım. Türkler hakkındaki düşüncelerini de bir ölçüde öğrendim. Sorumlulara bu bilgileri aktarmam gerek.

Selçuklu Emirlerinden biri olan İmadettin Zengi’nin komutanlarından birinin oğlu,
büyük asker, Kürt kökenli Salahaddin Eyyubi idi.

İşe Selçuklularla başlarsak Türkler 1000 yıldır Ortadoğu evini Arap ve İranlılarla paylaşırlar. Gerçi bu tarihin içinde sayısız çekişme var. Ne var ki insanlık tarihinin kara sayfaları olan bu kardeş kavgası dünyanın her köşesinde, belki de en çok Avrupa’da vardı.

Müslüman dünyasının birbirinin boğazına sarılmadan yaşaması, Hıristiyan sömürgesi olmasından daha iyi değil mi?

Bu değişmeyen coğrafyada 1000 yıllık dindaşlığın ve ortak yaşamın, Batılı menfaatlerin at koşturduğu bir ortamda, en sağduyulu görüntüsü birbirinin işine bulaşmamak ve boğazına sarılmamak değil mi?

Petrol, doğalgaz kaynakları tükendiği zaman bu bölgenin dünyanın politik coğrafyasındaki yerinin hiçbir önemi olmayacak ve kalkınma umudu da bitecek!

“EMPERYALİST TÜRK”

Bugün bize, biraz okumuş Arap, ‘Emperyalist Türk’ diyor. Bütün İslam ülkelerinin Hıristiyan sömürgesi olduğunu unutmuş görünüyorlar. Bu Batılı beyin yıkama ile Arap milliyetçiliği karışımı bir değerlendirmedir. Irak’ta, Suriye’de ve Lübnan’da her hareketimiz ergeç emperyalist komplosu olarak görülecektir. Özellikle ABD, İsrail ve Suudi Arabistanla birlikte olursa, Türkiye bu imgeyi kolay silemez.

Araplar Emevi’lerden bu yana İslam dinini bir ulusal din olarak görmüşlerdir.
Arapça da bunun tamamlayıcısıdır. Mısır’ın Nasır döneminde Suriye ile bir ortak devlet kurduklarını anımsayınız. Suriye’nin Alevileri iktidardan giderse yerlerine gelen Sünniler daha fazla Türk dostu olmazlar.

Suriye’den bu günkü rejim gitse de, oradaki Araplar Antakya ve İskenderun’u istemekte devam edecekler. Geçen gün Hatay’daki silahlı zorbalardan birinin ‘sizi de kıtır kıtır doğrayacağız!’ dediğini gazetelerden biri yazıyordu. Bundan yarım yüzyıl önce Suriye’de kazı yaparken kazıda çalışan yarı bedevi köylüler de benzer şeyler söylüyorlardı.

Irak’ta 1.5 milyon kadar Türkmen oturuyor. Ama neredeyse bağımsız bir devlet kurma hakkı sadece Kürtlere tanındı. Ve Musul’un üzerine oturdular.

Acaba bu olgu, kafası çalışanlara Arap-Türk ilişkileri üzerinde bir şey anlatmıyor mu? Bütün Arap ülkeleri politikacıları ile ne kadar sarmaş dolaş olsak Arap halklarının uzun zamandan bu yana yerleşmiş ön yargılarını değiştiremezsiniz.

İKİNCİ SORUN: PETROL

Bu bölgede ikinci sorunun ne olduğunu herkes biliyor. Ortadoğu’nun, geçen yüzyılın başından bu yana, sorunu Anglosaksonların (İngiltere ile başlayıp Amerika ile devam eden) petrol stratejisi ile ilgilidir. Ortadoğu enerji kaynakları kurumadığı sürece İngiliz ve Amerikalılar buradan ayrılamazlar. Bunu sürdürmek için en güvenli üs olanakları Kürt bölgeleridir. Onun için bağımsız bir Kürt bölgesi (ki Büyük Kürdistan ideali ile çakışır), onlar için en doğru stratejik karar olur.

Anglosakson stratejisi elimizden Musul’u alan İngilizlerle başlar. Amerika ve İsrail’in en büyük istekleri İran ve Arap yarımadasında petrol ve gaz bitene kadar Ortadoğu egemenliğidir. Ben de Amerikalı olsam öyle düşünürdüm. Bununla ilgili olarak Amerikan-Kürt ilişkilerinin de 19. yüzyıla uzanan bir tarihi var. 1934’te Elaziz’de oturduğumuz evin sahibi Amerika’da çalışıp para kazanmış bir Kürttü.

Kürtler, bağımsız devlet kurabilmek amacı bağlamında, bölgede Amerika’nın doğal ortaklarıdır. Yani helvanın malzemesi yüz yıldan bu yana bekliyor.

Irak ve Suriye Kürtleri birleşirse, sünni Araplar Kürtlere verilen kuzey Suriye çölü karşılığı yerine İskenderun ve Antalya’ya sahip olmayı tekrar masaya çıkarabilirler. Suriye’nin egemenliğinin herhangi bir mezhebin eline geçmesi Türk -Arap ilişkisini değiştirmez. Çünkü bu olay mezhepler arasında değil, Türkler-Araplar arasındaki tarihi ilişkiden kaynaklanır. Saf olma zamanı değil.

Irak’taki yarı bağımsız Kürtlerle Suriyeli Kürtler birleşir ve ülkelerini Amerika’ya açarlarsa, Türkiye ve İran’daki Kürt nüfus üzerinde çok etkili olacaklardır. Zaten parçalanmış Irak Musul’dan uzaklaştırılmaya karşı koyamaz. Kaldı ki İran’a baskı onun da hoşuna gidecek bir çözümdür.

Bu gelişmeler sadece Kürt sorunu olmaktan çıkıp, Arap sorunu ve bu fırsattan istifade edebilecek Rumlar eliyle bir Kıbrıs sorununa da dönüşebilir.

Güneydoğu Anadolu, Hatay ve hatta Kıbrıs’ın gelecekleri için böyle kötü bir senaryo hayal edebiliyor musunuz? Düşünülemez. Bu bağlamda hayalhanesi büyük olanlar bu gelişmeleri Amerika ile Rusya-İran-Çin arasında bir dünya savaşı çıkmasına kadar dayandırabilirler.

ŞUNU DA UNUTMAYALIM:

Bu tür uluslararası çapraşık durumlarda bizim unutmamamız gereken bir şey daha var: Hıristiyanlar hâlâ Türkleri sevmiyorlar. Bu ülkenin gericileri nasıl Hıristiyan ve Yahudi düşmanı ise, Hıristiyanlar da Türk düşmanı olmaya ve Türkleri barbar olarak görmeye devam ediyorlar. Edward W. Said, ‘Culture and Orientalism’ ve ‘Culture and Imperialism’ adlı uluslararası ‘Bestseller’ kitaplarında Türk ve Osmanlı adlarını hiç kullanmamıştır. Oysa Batı emperyalizminin yok ettiği en büyük İslam strüktürü (yapısı) Osmanlı İmparatorluğu idi. Bu ‘mission’un bilinçli olmadığı söylenebilir mi? Ne yazık ki bizim gazete allâmelerinin böyle ayrıntılara vakit ayırıp yorum yapması söz konusu değil.

Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz politikasını ve Woodrow Wilson’un önerilerini hatırlayan her Türk’ün çok ihtiyatlı olması gerekir. Batıda çok sesi çıkan bir Hıristiyan azınlık, Mısır, Ürdün, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkeler de yaşayan ve Batı ile ilişkileri çok iyi olan Hıristiyan azınlıklar vardır. İran’da iyi koşullarda yaşayan bir Ermeni azınlığı da var.

MÜSLÜMANLAR, DÜNYANIN PROLETARYASI

Sevgili Okuyucular,

Dünyanın proletarya’sı durumuna düşmüş Müslümanların, hangi koşullarda olursa olsun, birbirleriyle savaşmaları ‘absurde’ bir durumdur.

Ortadoğu’nun Suudi Arabistan ve Katar gibi insafsız anti-demokratik rejimleriyle işbirliği yapmak ise Türkiye’nin prestijini yok edici davranışlardır.

Tsunami gibi Arap baharları arka arkaya nasıl geldi?

Diktatörleri devrilince demokrasi mi geldi?
Şimdi Arap liberallerinin neler söylediğini biliyor musunuz?

Müslümanları gerçekten kurtarmak isteyenler durumu şöyle değerlendirmeliler:

Dünyada nüfusu neredeyse Müslümanların tümüne yaklaşan bir Çin var.
Yıllık büyümesi % 10’a yaklaşıyor. Birleşik Amerika’yı sanayi üretiminde ve yıllık patent sayısında geçti. Üstelik kendi içinde kavgası yok. Uzakdoğu çoktan Amerika’yı geçti. Oysa bugün dünya politikası 1.5 milyar Müslümanı neredeyse bir sömürge statüsüne indirdi. Bu ortak geleceği düşünüp İslam dünyasına gadr etmesek?

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Dostlar,

Üstad Doğan Kuban’ın Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde 31 Ağustos 2012 günü yayaımlanan

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite
başlıklı makalesini paylaşmak itiyoruz..

Gençlerimizin, us almaz bir yabancı dil özentisi hatta takıntısı ile
nasıl kendi öz ekinlerine (kütürlerine) yabancılaştırıldıklarını acı ile izliyoruz.

Bu gidişin durdurulması gerek.

Yabancı dil öğrenmeye ve öğretmeye elbette evet..

Devlet, geçerli yabancı dilerin yurttaşlarca yeterli düzeyde öğrenilmesi için
elbette çaba göstersin ama

YABANCI DİLLE EĞİTİME HAYIR!

Bu ancak sömürgelerde olur.

Türkiye, örn. Rusya’dak gibi bir Dil Akademisi kurmalı.
Aslında alasını büyük Atatürk 1932’de Türk Dil Kurumu olarak kurmuştu. 12 Eylülcüler devlet dairesine dönüştürdü ve işlevsiz kıldılar.

Böylesi bir kurum, seçilen bilimsel-kültürel kaynakları yabancı dilerden Türkçemize çevirirken, karşılığı olan Türkçe söcükleri de türetir..

Böylece isteyen o yabamcı dillerden okur ama Türkçeleri de dilimze kazandırılır
yeni kavram ve terimlerin.

Bunun için ulus devlet / ulusal devlet olmak gerekir;
bir ulusal dil politikası olması gerekir devletin ?

Türkiye’de 12 Eylül 1980’den bu yana giderek yozlaşan ve çoraklaşan çok tehlikeli bir savrulma yaşanıyor..

Ve de dile kolay, en az 3 onyıldır bu tehlikeli erozyon süregelmekte..

AKP’nin CHP’den dönme Kültür Bakanı Ertuğrul Günay‘ın düşün dünyasının ufukları bu sorunlara erişemiyor mu?

Doğan Kuban’ın makalesi için lütfen tıklar mısınız ??

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Osmanlı İmparatorluğu Neden Bir Avrupa Devleti Kimliği Kazanamadı?

Cumhuriyet Bilim Teknik 20.07.2012

Osmanlı İmparatorluğu Neden Bir Avrupa Devleti Kimliği Kazanamadı?

DOĞAN KUBAN

Türkiye’de Cumhuriyet’in kazanımlarının gömülmesi karşısında endişelenirken, bunun tarihi kökenlerini yeterince derin ve açık düşünemiyoruz. Çoğunluk Atatürk öldükten sonra, ülkenin 2. Dünya Savaşı’na katılma tehlikesi geçirdiğini aklına bile getirmez. Bugün 80 yaşını geçen o zamanki öğrenciler liselerde 3 kez, üniversitede iki kez birer aylık askerlik kampı yapıyorlardı. Savaştan sonra, Amerika tarafından yönlendirilen bir dünyanın ortağı olduk.

Kimse Kore’ye neden asker yolladığımızı artık düşünmüyor. Kimse 1950 de cahil ve fakir köylü toplumuna Menderes’in ‘Küçük Amerika olacağız’ dediğini anımsamıyor.
Bizi sömürmek isteyenlerin ve yüzyıllarca sömürmüş olanların alay eder gibi,
‘ılımlı İslam’ demelerinin sömürünün devamı anlamına geldiğini de bilmiyorlar. Toplumun politik bilinçsizliği bir cehalet göstergesidir. Kökü Osmanlı tarihindedir.

Cumhuriyetin şekillendiği dönem sadece 27 yıldır. Kurtuluş Savaşından sonra,
15 yıllık bir Atatürk dönemi, onu izleyen İkinci Dünya Savaşı ve 1950 seçimi bir temel dönemdir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, henüz köyde oturan ve okuma yazmayı yeni öğrenmeğe başlamış dağınık halkı, çağdaş bir devletin bilinçli toplumu yapmak kısa vadeli bir iş değildi.

Gerçi Cumhuriyet İslam ve dünya tarihinde akıl almaz bir devrim aşamasıdır.
Bugün de o sayede İslam dünyasında özel bir konumumuz var. Fakat biz savaşmak, kazanmak, çağdaşlaşmak için örgütlenmeyi çağdaş olmakla karıştırdık.
Oysa 1950 yılından bu yana bunun böyle olmadığını yüzümüze çarpan gelişmeler oldu. Kaldı ki İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana Batı’nın Yakın Doğu için
başka programları vardı. Bunun açılımını her gün biraz daha çok öğreniyoruz.
Bu bilinçsizlikte kendi tarih yazıcılığımızın Osmanlı toplumunu bize yeteri kadar açık anlatmamasının rolü olduğunu düşünüyorum. Biz Osmanlı tarihini katılmış olduğumuz Avrupa, Yakın Doğu ve Akdeniz tarihinin organik parçası olarak öğrenmedik. Müzelik eşya gibi öğrendik. Çağdaş tarihçilerimiz, Osmanlı’yı belgelere dayalı olarak tanıttı. Kendi içinde nasıl geliştiğini, ne kadar büyük olduğunu anlattılar.

Fakat Avusturya ile Venedik’le, Rusya ile bir karşılaştırmasını yapmadılar.
Balkan Savaşı’nda Bulgarların nasıl olup da Çatalca’ya geldiğini sadece savaş hikâyesi ve Balkanlar’dan Türkiye’ye gelenlerin sefaleti bağlamında dinledik.

ÇARMIHA GERİLDİĞİMİZ YERLER

Bizans İmparatorluğu’nun bıraktığı boşlukta birdenbire bir dev politik güç olan imparatorluk, İstanbul’un fethinden sonra bir yüz yılda Kafkasya’dan Bağdad’a, Bağdat’tan Cezayir’e ve Kırım’dan Viyana’ya uzanan topraklara yayıldı. Bizim olarak gördüğümüz bu ülkelerde aslında çarmıha gerildiğimizi düşünmedik. 16. yüzyıldan sonra bütün imparatorluk tarihi boyunca bizim olduğunu düşündüğümüz o uzak sınırlarda sahip olmadan sahiplik kavgası yapmaya çalıştı. Akdeniz, Kuzey Afrika, Mısır ve Balkanlar elinden çıktı.

Cengaverlik ve fetih tarihi yazdığımız ve Osmanlı devletinin sadece anatomik yapısının tanımı ile uğraştığımız için bu yapının karşısında değişen Avrupa ile karşılaştırmasına önem vermedik. Nasıl Osmanlılar 18. yüzyıla gelene kadar Avrupa’nın coğrafyasını bile doğru öğrenmedilerse ve nasıl matbaayı Avrupa’dan üç yüz yıl sonra kabul edebildilerse, tarihçilerimiz de Avrupa’nın değişmesi karşısında Osmanlı’nın değişmemesi sürecinin Sevres ile bittiğini çok iyi bildikleri halde, Avrupa ile karşılaştırmanın Osmanlı tarihini hiç olmazsa yapısal açıdan, daha iyi öğreteceği olasılığını değerlendirmediler.

Kuşkusuz milyonlarca belgenin değerlendirilmesi çok önemli ve cazipti. Ne var ki vulgarisateur’lerin elinde masala dönen Osmanlı tarihi Türk halkının bugünü daha iyi anlamasına engel oluyor.

Osmanlı devletini anlamak, Avrupa’da çağdaş devleti ortaya çıkaran sürecin karşısında, Osmanlı’nın Ortaçağda kaldığını görmek demektir. Bunu söylemek bize hep zor geldi. Ne var ki Avrupa’da olan hiçbir gelişme Osmanlı’da olmadı. Bu kurumlaşma farkı yüzlerce yıllık geri kalmışlığa neden oldu. Braudel Avrupa tarihinin her dönemde yavaş yavaş artan bir özgürlük süreci olduğunu söyler. Özgürlük kavramı İslam ve Osmanlı tarihinde sözü bile edilemeyen bir kavramdır.

Sultan-Halife’nin karşısında ‘Kul’un sözü hiç olmadı.

Avrupa’nın, Osmanlı’da olmayan bir şansı vardı. Avrupa Roma İmparatorluk yapısını ve prestijini birleştiren Hıristiyan kilisesinin bütünleştirdiği bir olgudur. Önce kilise sonra kilisenin de katıldığı Rönesans Hıristiyan dogmasına Yunan-Roma mirasını katmıştır. Bunlar Türkiye’de söz konusu olmadı. Osmanlı heterojen, bütünleşemeyen ve merkezin gücü ile yapıştırılmış bir ‘collage’ imparatorluğudur.

Avrupa da uzun süren bir feodalite çağında bile egemen sınıflarla köylüler arasındaki anlaşmalar, her zaman güçlünün iradesine tabi değişikliklere uğrasa bile, yine de bütün Avrupa’da birbirine benzeyen bir köylü statüsü yaratmıştır. Osmanlı da bazı özellikleriyle feodal sisteme benzeyen bir ikta sistemi olmasına karşın, bu yapıda Sultan dışında statüsünden emin bir öğe yoktu.

Avrupa feodal güçler karşısında örgütlenen ve ticari olarak güçlü bir kent tarihine sahiptir.

Osmanlı dünyasında kentlerin ticari etkinlikleri İstanbul karşısında güçlü bir burjuva yetişmesine olanak vermemiştir. Kent Avrupa uygarlığının temelidir. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde birkaç kentin yapıtlarının toplamı, bütün Osmanlı kentlerinin zenginliğine eşittir. İstanbul’daki bütün yapıların toplamı Notre Dame, Reims, Köln, Milano gibi katedrallerin maddi değerine eşit değildir. Onlara verilen emek bizim yapılarımıza verdiğimiz emekten çok fazladır. Onlar bütün toplumun katkısı ile yapılmıştı. Bizimkiler bir sultanın yaptırdıklarıdır.

İktidarla halk arasındaki bir modus vivendi’nin kurulması bağlamında Magna Carta ile Sened-i İttifak arasında altı yüz yıldan daha uzun bir süre olduğunu da anımsamak yararlı olur. Kiliseye ve Aristokrasiye karşı yapılan Fransız Devrimi’nin ve ona paralel gelişen Aydınlanma döneminin paraleli Osmanlı da yoktur. Tanzimat yukarıdan gelen ve Avrupa baskısı ile yapılan bir değişikliktir.

SULTANLIK KURUMU DEĞİŞMEDEN KALDI

Bütün bunların tümünden çok daha etkili bir Osmanlı özelliği, sultanlık kurumunun değişmeden sonuna kadar süren yapısıdır. Kardeşleri tarafından öldürülen şehzadeler ya da geç yaşlarına kadar haremdeki kafes’lerde bekleyen sultanların kulları Avrupa ile karşılaştırılabilecek bir şey üretemezlerdi. Ve üretmemişlerdir.

Avrupa’da kilise ve feodal beyden kaçana sığınak olan kentler ve kral gücüne
yakın gücü olan bir aristokrat sınıf vardır. Bu sınıf bilim ve sanatın hamisidir.
Büyük mimarinin patronudur. Rönesans’tan öteye Avrupa bilim ve sanatı, musikisi
ve edebiyatı ve felsefesi ve akademileri önce aristokratların sonra burjuvaların desteği ile Avrupa uygarlığını yaratmışlardır.

Osmanlı bir savaş makinesiydi. Vatanı kurtaran da o makinedir.

Ama bugüne kadar halkın kendinden kaynaklanan bir özgürlük savaşı olmadı.
Tarihçilerimiz bu bilinçsiz toplumun psikolojik ve entelektüel yapısını daha iyi
ve dünya toplumlarıyla karşılaştırarak incelemek zorundalar.

Tarih yinelenmiyor ama miras bıraktığı toplumu anlamak için hâlâ önemli.

Osmanlı’nın Nesini Biliyorsunuz ? / What know about Ottoman?

Osmanlı’nın Nesini Biliyorsunuz?

1300 ile Fatih Devri arasındaki genişlemesini ve Hıristiyanlığa kafa tutan dinamizmini göz önüne alıp, egemen olduğu toprakların büyüklüğü ve egemenlik süresi gibi parametrelere bakınca, Osmanlı İmparatorluğu’nun olağanüstü bir tarihi fenomen olduğu kabul edilir. Jeopolitik konumu ve Birinci Dünya Savaşı’na uzanan yaşamı ile Avrupa’nın yakın tarihinde eşsiz bir konumu vardır.

DOĞAN KUBAN
Cumhuriyet Bilim Teknik 29.06.2012

Fakat bu büyük tarihi yapının hangi nitelikleriyle insanlık idealine katkıda bulunduğu sorulursa, zaman ve mekân yeterli ölçütler değildir. Kırım ve Macaristan’dan Cezayir’e kadar dilleri, dinleri farklı toplumları birlikte yaşatan bir politik irade olarak şaşırtıcı bir örgütlenme olan bu imparatorluğun, o uzun yüzyıllardan bugünün dünyasına ulaşan hangi insani değerler olduğunu araştırırsanız eliniz boş dönersiniz.
Bilim, sanat, edebiyat, tıp, fiziksel bilgiler, teknoloji, zenginlik olarak hepsi kendi çağlarında hapis kalmışlardır.

Vaktiyle İngiltere’de yaşayan Iraklı mimar dostum vardı. İslam uygarlığına olumlu bakan dürüst bir Bağdatlı idi. “Osmanlı İmparatorluğu yaşasaydı, iyi olurdu..” derdi.

Şimdi Türkiye’de kimileri Osmanlılık taslıyorlar ama ne Osmanlı tarihini biliyorlar
ne de dünyanın bugünkü halinden haberleri var. Irak, Suriye, Mısır, Hicaz, Yemen bundan
iki yüz yıl önce Osmanlı toprağı değil miydi? Sonra Anglo-Sakson dünyasının olmadı mı?
Neden koruyamadık? Hiç düşündünüz mü? 1595-1603 arasındaki tarih arakesitini
uykuda olanları biraz uyandırmak için yazdım.

Bu döneme özel ilgim, Macaristan’da kalan Osmanlı yapılarını bu arada Egri
(Eger, Erlau) camisinden kalan tek minareyi görmem. Ve Osmanlı minyatürünün en güzel örneklerinden birinin III. Mehmed’in Egri seferine ilişkin olduğunu bilmem.
Bu basit nedenlerle Yeni Cami’yi başlatan anası Safiye Sultan’ın yaşamını nedense
gül pembe görmüşüm.

Son günlerde bu dönemin tarihini daha yakından okudum. Osmanlı İmparatorluğu
denen gayya kuyusundaki cahilliğimden de utandım.

19 BOĞDURMA: ÖNCE CİNAYET SONRA TÖREN

III. Mehmet 29 yaşında Saruhan Sancak Beyliği’nden gelip tahta çıkmış, 1603’te 38 yaşında ölmüştür. Saraya geldiği ilk günün gecesinde en büyüğü 13 yaşında olan 19 erkek kardeşini Nizam-ı Âlem ve Kanunname’yi Âl-i Osman adına boğdurtmuştur. Aslında
III. Murad’ın bu sevgili oğlu, çok iyi yetiştirilmiş ve tahta valilikten gelen
son şehzadedir.

Fakat nizam-ı âlem adına olduğu için ertesi gün on dokuz şehzade ciddi bir törenle Ayasofya bahçesinde büyükbabaları III. Murad’ın mezarı yanına gömülmüşlerdir. Devlet büyüklerinin katıldıkları bir merasimle sultan olan ağabeylerinin öldürttüğü bu küçük şehzadelerin devlet töreni ile gömülmesi de bizim bugün anlamamıza olanak olmayan
bir garip davranıştır: önce cinayet sonra tören.

Peçevi, Naima, Selaniki bu 19 şehzadenin cenaze törenlerini yazar ama birlikte
nasıl öldürüldüklerini yazacak kadar gerçekçi olamazlar. Onlar resmi tarihçilerdir.
Bu cinayetlerin çevresinde başkaları da vardı. III. Murat’ın hareminden kalan 200 haseki ve cariyenin içinde hamile olanlar da Marmara’ya atılarak öldürülmüştür. (Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, s. 200-219) Kanımca bu Osmanlı sülalesinin en büyük aile cinayetidir.

Bu yasal kardeş cellatlığı Selçuklularda, Cengiz sülalesinde, Timurlularda, Abbasilerde, Safevilerde, Habsburglarda, Romanoflarda yoktur.

Osmanlı Sultanının egemenlik gösterisi olan özel cellatla öldürtme, boğdurma,
kelle uçurma sadrazamlara kadar uzanır. Sekiz yıllık saltanatında Diyarıbekir Beylerbeyi İbrahim Paşa, Sadrazam Ferhat Paşa, Sadrazam Hadım Hasan Paşalar da sultan tarafından öldürtülmüştür. Bu yumuşak, sakin bir adam olduğu söylenen ve kırk yaşına gelmeden ölen sultan-halife, kendi büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı da 16 yaşında boğdurtmuştur.

TİYATRO SAHNESİ GİBİ

Bir Venedik dönmesi güzel kadının valide sultan olarak egemen olduğu bir hükümet düzeninde, ekonomik sıkıntılar, sürekli iç isyanlar (Celali isyanları vd.) saymakla bitmez.

Ne Anadolu’yu, ne Arap ülkelerini, ne Balkan Voyvodalarını, ne de Kafkasya’ya sızmaya çalışan Rusya’yı kontrol edemeyen Devlet-i Osmaniye’nin kırılganlığı, içyapısını oluşturan karmaşık öğelerin değişik kültür yapılarından ve coğrafi konumlarından kaynaklanır.

Balkanlarda birkaç yıl içinde, Egri’den daha önemli kentler el değiştirmiştir.
İmparatorluktaki huzursuzluk ve korkular başkente de yansıyordu.

Yeniçeri ve sipahiler sürekli başkaldırıyor, Devlet bunları birbirine kırdırıyordu.
Aslında her dönemde Osmanlı tarihi çoğunluğu devşirme ve değişik kökenli sadrazamların, beylerbeylerin, serdarların köşe kapmaca oyunu gibi yer değiştirdikleri bir tiyatro sahnesine benzer. Ülkenin diğer işleri de buna paraleldir. Para değerleri 8 yılda üç kez değişiyor. İstanbul yangınlarında üç büyük semt yanıyor. Halk Anadolu kargaşası nedeniyle aç. Padişah, anasıyla birlikte Topkapı, Eski Saray, Davut Paşa Köşkü arasında mekân değiştiriyor. İdarecilerin aldıkları rüşvetler arttıkça ülkenin ekonomik durumu kötüleşiyor.

Birçok seferde serdarlık yapmış olan Sinan Paşa iki kez III. Murat çağında, üç kez
III. Mehmet döneminde sadrazam olmuştur. Birçok düşmanı olmasına karşın kellesi uçmadan ölen Paşanın, Hammer’e göre, bıraktığı hazinede şunlar çıkmıştı:

RÜŞVET HAZİNESİNE BAKIN

20 sandıkçe (küçük sandık) zeberced, 15 inci tesbîh, 30 elmas, 20 miskal alîm tozu,
20 ibrik, bir satranç takımı, elmasla müzeyyen meşinden yedi sofra örtüsü, 16 siper, 16 eyer, 34 üzengi, güzel taşlarla süslenmiş 32 kalkan, 140 miğfer, 120 kemer, yine kıymetli taşlarla süslü 16 bilezik, sahanlar, 600 samur kürk, 600 vaşak kürk, 30 siyah tilki kürkü, 900 diğer kürk, sırmalı ve ipekli 1075 parça kumaş, 61 ölçek inci, iki elmas gerdânlık, süslü iki at örtüsü, inciyle işlenmiş 30 eyer, 600.000 duka altını,
2 milyon 900 bin akçe. (Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, cilt 7, s. 2191, 1985).

Hammer ‘Bu sadrazamlar, vezirler, beylerbeyleri, valide sultanlar, hasekiler niçin bu kadar çok rüşvet alıp zenginlik peşinde koşuyorlardı?’ diye sorar. Halk açlık çekerken saray ve çevresinin para düşkünlüğü olasılıkla, rüşvet vererek kafalarını kurtarma nedenine bağlanabilir.

Fakat rüşvetin en büyük mekanizması sarayda kurulmuştu. Ve başında Valide Safiye Sultan vardı. Bu dönemin, büyüklük itibarıyla olmasa bile, en önemli rüşvet olgusu
Venedikli Valide Sultan, haremin kilercisi Yahudi Kira kadın ve haremin baş kalfası
Canfeda Kadının idare ettikleri bu rüşvet mekanizması idi.

Hammer, sipahilerin, isyan sırasında, haremin orduya üstün kılındığını söylediklerini ve Kira kadının başını istediklerini yazar. Kira kadın, sadrazamın sarayında çocuklarıyla yakalanmış, vücudu parçalanarak büyük memurların kapılarına taze et olarak asılmıştı.

Bu bir devlet düzeni midir?

Yeni Osmanlılar buna bir devlet sürecinin neresine katılmayı düşünürler acaba?

Ya da biz ne demek istiyoruz mu derler?

ATATÜRK, bizim Osmanlı’dan gelmediğimizi açıkça şöyle vurguluyor :

“ Kafasını ve vicdanını en ileri gelişme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecekler ki; onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli
bir millettir.”

Nitekim 10. Yıl Söylevi’ni bağlama tümceleri de çok anlamlıdır. Adeta 600 yıldır Osmanlı Hanedanı’nın baskısı altında yok olmaya yüz tutmuş Türk’lük için yaptığı vurgu çok nettir:

“ Asla kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile geleceğin yüksek uygarlık ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”

(Bkz. Atatürk’ün Osmanlılar Hakkında Düşünceleri, bu sitede;
http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/05/Neo_Osmanliclilik_ve_Ataturkun_Gorusleri2.pdf,)