Etiket arşivi: Dev-Genç davası

Dev-Genç İddianamesi :  AMERİKANCI DARBENİN İTİRAFI

Zeki Sarıhan

1967 Ekiminde Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümüne kaydoldum, Temmuz 1970’de bu okuldan mezun oldum. Gazi’de geçen yıllarım, Türkiye’de gençlik hareketinin doruğa çıktığı yıllardı. Gazi Eğitim Enstitüsünde de hareketli bir öğrenci yaşamı vardı.

Yükseköğrenim gençliğinin 1960 başlarından itibaren (bu yana) adım adım gelişen mevcut düzene itirazının iki cephesi vardı. Bunlardan biri Amerikan emperyalizmi idi, ABD o yıllarda Vietnam başta olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinde yerli hükümetle işbirliği halinde ülkesinin bağımsızlığı için savaşanlara karşı savaş halindeydi.

Gençlik mücadelesinin ikinci hedefi, işbirlikçi hükümetlerden kurtularak halkın iktidara gelmesi idi.

Bu görüşler dalga dalga yurt yüzeyine yayılmakta, işçilerden, köylülerde de yankı bulmaktaydı.

Türkiye’de Amerikancı Darbe olarak suçlanmış iki askerî hareket vardır. Biri 12 Mart 1971, ikincisi 12 Eylül 1980 darbeleridir. 27 Mayıs da bir askerî darbe sayılabilirse de onda Amerikan parmağı olduğu iddia edilemez. Aksine 27 Mayıs, Amerikancı Demokrat Partiye karşı yapılmıştır. Bununla birlikte 27 Mayıs’ı yapanlar başlangıçta ABD’ye karşı bir tutum almamışlar, radyodan yayımladıkları ilk ihtilal bildirisinde Batılı müttefiklerine güvence vermek için olsa gerek, NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduklarını ilan etmişlerdir. Ancak 27 Mayısçılar, daha sonraki yıllarda Türkiye’deki Amerikan üsleri, petrol ve benzeri konularda bağımsızlıkçı bir tutum almışlardır.

12 Eylül 1980 askeri darbesinin Amerikancılığına örnek olarak bir ABD yetkilisinin “Bizim oğlanlar başardı” cümlesi verilmektedir.

12 Mart 1971 sonrasında Ankara, İstanbul, İzmir gibi yükseköğrenim gençliğinin yoğun olduğu illerde kurulan sıkıyönetim mahkemeleri, işçi ve aydın önderleri de bunlara katarak yargılamışlardır. Gazi Eğitim Enstitüsünün bazı öğrenci önderleri de 1971’de tutuklanarak Dev-Genç Davası içinde yargılandık.

Gazi Eğitim yıllarını anlatan bir kitap hazırlarken ister istemez mahkeme tutanaklarını, iddianame ve gerekçeli hükme de göz atmak zorunlu olduğumu anladım.

Dev-Genç İddianamesinin, 12 Mart askeri darbesinin Amerikancı olduğu konusunda kuşkuya yer bırakmayacak ifadeler taşıdığını gördüm.

Gençlik de içinde olmak üzere, 1960’larda yükselen antiemperyalist halk hareketini bastırmak için ABD’den Türkiye hükümetine bir talimat verildiği konusunda belgeye ulaşmak bugün için mümkün değildir. Belki de böyle bir belge yoktur, ancak Amerikan hesabına hareket eden hükümetlerin, Amerika’dan bir işaret bile gelmese kendi iktidarlarını korumak için harekete geçecekleri ortadadır.

“KAHROLSUN AMERİKAN EMPERYALİZMİ”

Bunun kanıtı, Dev-Genç İddianamesidir. Dev-Genç İddianamesinde yargılanmakta olan gençlerin en çok kullandığı sloganların 41’i sıralanmıştır. Bunlar içinde
– “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi”,
“NATO’ya Hayır”
“Ne Amerika ne Rusya tam bağımsız Türkiye”
“Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye”
“Yaşasın Dünya halklarını zaferi”
“Yaşasın ezilen halkımızın emperyalizme karşı vereceği savaş”
“Bağımsız Türkiye’yi kuracağız”
“Kahrolsun petrol sahalarını kapatan yabancı petrol şirketleri”
“Yaşasın Amerikan Emperyalizmine ve yerli ortaklarına karşı savaşan Türkiye halkı”
“Ya bağımsızlık ya ölüm!”
”Kahrolsun katil Amerikan filosu”
“6. Filo defol”
“Yaşasın ikinci kurtuluş savaşımız”

sloganları öne çıkıyor.

Bunların yanında “Millî ordu”, “Millî sanayi”, “Millî iktidar” sloganları da suç kanıtı olarak sayılıyor. Akla “Bağımsızlık istemenin ve millî bir ordu, millî sanayi istemenin neresi suçtur? Yoksa Bu yargılama emrini veren generaller ve onların kurduğu hükümet, Amerikan emperyalizminin yerli işbirlikçileri midir?” sorusunun gelmesi doğaldır.

İddianameyi hazırlayanlar, bunun farkındadırlar ve bu sloganların neden suç olduğunu açıklama ihtiyacını duymuşlardır. Bunlardan yalnız bir sloganın açıklamasından alıntı yapmak bile zihniyetlerini açığa çıkarmaya yetiyor. İddianameden:

“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri:

(Bu gençlere göre) “Amerika, emperyalizmin baş temsilcisidir. Bugünkü güçlü durumunun nedeni bütün geri kalmış ülkeleri çeşitli şekillerde sömürmesidir. Amerika’nın güçlü oluşu, sömürüye dayanır. Türkiye de bu sömürü alanına giren ülkelerden biridir. Ve Amerika tarafından sömürülmektedir. Bu durum devam ettiği ve Amerikan emperyalizminin sömürüsünü devam ettirebilmek için geri kalmış ülkelerde yerli işbirlikçiler bulur ve sömürüsünü bunlar aracılığı ile yürütür. Bu işbirlikçiler de sömürüden çıkarı olan ülkedeki hâkim sınıflardır. Bu bakımdan gerek dış ve gerek iç sömürücülere karşı mücadele ver(il)melidir. Bu sloganın gerçekte belirtmek istediği husus, sosyalist teoriye göre, sosyalizm, kapitalizmden sonraki üretim biçimidir. Kapitalizm, mahiyeti itibariyle sömürüye dayanır. Bu nedenle yıkılmaya mahkûm olup mutlaka sosyalizmin yerleşeceği inancı vardır. Bu görüşe göre, sosyalizmin gerçekleşmesi ancak kapitalizmin yıkılması ile mümkün olacaktır. Hâlbuki kapitalizm, doğduğu günden bu yana güçlenmekte ve yapısındaki çelişkiler azalmaktadır. Amerika’nın kapitalist sistemin baş temsilcisi olması Amerika’nın Marksistlerce hedef alınmasının yegâne sebebidir. Gerçekte hücumlar ve saldırılar, Amerika’ya değil, kapitalist sisteme karşıdır. Maksat kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin kurulmasıdır” (T.C. Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Savcılığı, Ankara, 21/11/1971 tarihli  İDDİANAME, s. 133-137.)

Doğrusunu itiraf etmek gerekirse Yüzbaşı, Binbaşı ve Yarbay rütbesindeki altı askeri savcı, devrimci hareketin ele geçirebildikleri bütün materyalini titizlikle tarayarak gerçeğe uygun bir sonuca varmışlardır. İddianame, 1968 devrimci gençliğinin ne yapmak istediğini isabetle saptamıştır. Kapitalizmi yıkarak yerine sosyalizmi kurmak için, kapitalizmin merkezi ve patronu olan Amerika’yı ülkeden kovmak. Ya da ülkeyi ABD emperyalizminden temizlemeden sosyalizmin kurulamayacağı.

Gençliğin niyetleri hakkında bu gerçekçi saptamayı yapan Askeri Mahkeme savcılarının suç saydığı tam da budur. Ancak bu niyetlerinden ötürü Amerikancı olarak suçlanmaları umurlarında bile değildir. Askerî yönetimin kararı baştan verilmiştir ve kesindir.

Tutuklular bunun farkındaydık. Gene de niyetlerimizi duruşmalarda açıklamaktan geri durmadık. Benim son duruşmadaki son sözlerim şunlar oldu:

“Kahrolsun emperyalizm, kahrolsun faşizm, Yaşasın halkımızın demokratik iktidarı” (15 Ekim 1973)

Aradan yaklaşık 50 yıl geçmiş. Amerikan emperyalizmi gene yerinde duruyor. Dünyanın dört bir yanında marifetlerine devam ediyor. Ona dayanarak ülkemizde iktidar olanlar rahmetle anılmıyorlar. Amerika’nın Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı da hayır getirmemiştir. ABD’den güç alarak iktidar olmak isteyenler de yeni işbirlikçiler damgasını yemeğe mahkûmdur. Aman dikkat!

(Independent Türkçe, 9 Kasım 2022)
www.zekisarihan.com

 

 

 

YAMAN ÇELİŞKİ


YAMAN ÇELİŞKİ

Portresi

 

Mustafa Gazalcı
mgazalci@gmail.com,
www.gazalci.net

 

Şu dünyanın işine bak.

Dünya sözün gelişi, ülkede olan akıl almaz işlerden söz ediyorum.
Asıl suçlular bırakılmış, zarar görenlerden, direnenlerden hesap soruluyor.
Ardı ardına toplu davalar açılıyor.
Bu sonucu yaratan iktidarla cemaat de büyük bir pişkinlikle birbirine saldırıyor.
Kasetler, karşılıklı operasyonlar, en ağır sözlerle birbirini vurmalar sürüyor.
İnsan kirli çıkınlar dökülünce gördüklerine, duyduklarına bakıp,
“Yıllar yılı bizi bunların ortaklığı mı yönetti?” diyor.
***
Bu hafta başında, Ankara’da 17. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 502 sanıklı bir dava başladı.
Davanın sanıkları KESK’li, Eğitim-Sen’li öğretmenler, yöneticiler.
İki yıl önce Kızılay’da 4+4+4 eğitim sistemine karşı demokratik tepkilerini koymuşlar.
Polis, gazla, copla, şiddet kullanarak toplantıyı dağıtmış.
Sonra da KESK Başkanı Lami Özgen, Eğitim Sen Başkanı Ünsal Yıldız’ın da aralarında bulunduğu 502 sanıklı toplu bir dava açılmış.
Elbette, “Siz neden 4+4+4 sistemine karşı çıktınız?” diye değil.
2911 sayılı Toplantı ve gösteri yürüyüşüne aykırılık, kamu görevlilerine cebir
ve şiddet kullanma, kamu ve özel mallara zarar vermek” suçlarından…
***
Cebir şiddet kullanan polis değil, öğretmenmiş, kamu düzenini bozan, zarar veren iktidarın 4+4+4’ü değil, ona karşı çıkanlarmış.
Tam da davanın görüldüğü gün çocuk gelin Kader’in ölümü gündeme geldi.
12 yaşında evlenmiş, 13 yaşında doğurmuş, 14 yaşında öldürülmüş olan
çocuk gelin Kader’in öyküsü.
Okulda olması gereken bir yaşta, Van’dan alınıp Siirt’in Pervari ilcesine götürülerek berdel yöntemi ile evlendirilen Kader’siz.
4+4+4’e karşı çıkanlar “Kader”lerin olacağını önceden söylemişlerdi.
Bu düzenleme çocuk gelinleri, çocuk işçileri artırır.”
***
Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, bu gerçeği bir kez daha şöyle vurgulamış davadaki savunmasında:

“Bu yasa söylendiği gibi zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarmıyor.
Bu yasanın hiçbir tarafının eğitim bilimleri ile ilgisi yok.
İnanç özgürlüğüne ciddi engeller getiriyor.

Yasayla erkekler çıraklığa gidecek, kızlar eve kapanacak.
Yasa çıktıktan sonra on binlerce kız öğrenci okulu bıraktı.
Artık çocuk gelinler artacak.”
***
Yalnız Ankara’da başlayan, uluslararası sendika temsilcilerinin de izlediği
502 sanıklı 4+4+4 davası değil.
Aynı günler Manisa’da 183 sanıklı Gezi Davası da başladı.
Ankara’da yol çalışması sırasında ağaçların kesilmesine karşı çıkan
ODTÜ’lü öğrencilere de dava açıldı.
Daha önce İstanbul’da yurdun çeşitli yerlerinde Gezi Parkı davaları açılmıştı.
Okullarda Gezi Parkı direnişine katıldı diye soruşturmalar yapıldı.

  • Ölen, gözü çıkan, kolu kopan, yaralanan, okuldan atılan,
    hapse giren de onlar, yargılananlar da!

***
12 Eylül 1980 sonrası darbecilerin; emekçileri, gençleri, aydınları DİSK Davası, Dev Genç Davası, bizim de sanıkları arasında olduğumuz Barış Davası’nda yargılamaları gibi.
Bugün de Ergenekon, Balyoz, casus ve yeni açılan toplu davalar
Bu toz duman, bu çelişki sürüp gitmeyecek elbet.
Büyük şair Tevfik Fikret’in dediği gibi sabah olacak güneş doğacak.
Önemli olan daha çok acılar çekilmeden, hukuksuzluğun, haksızlığın
bir an önce sona ermesi.

YOKSA BEN BİR KOMÜNİST MİYİM?


YOKSA BEN BİR KOMÜNİST MİYİM? 

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

Bu yaşıma geldim, şimdiye kadar hiçbir yerde, hiç kimseye
komünist olduğumu söylemedim. Çünkü bundan ben de emin değilim!
1960’lı yıllarda Çetin Altan, komünist olduğu suçlamasını savuşturmak için “Komünist demek, komünist partisine üye olmak demektir.” diyordu.
Benim durumumun da O’ndan farkı yoktu.

Komünist olduğumu nasıl söyleyebilirdim ki, devletimiz

 

  • Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir, her göründüğü yerde ezilmeli” 

ilkesine göre hareket ediyordu. Bu ezilme işine daha 1920 yılı sonlarında başlamışlar, bu cümleden olmak üzere 28/29 Ocak 1921’de
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını Sürmene açıklarında öldürerek denize atmışlardı! Ne tek parti döneminde ne de Demokrat Parti döneminde komünistlere göz açtırmışlardı. Nazım Hikmet’e 1938’de verilen 28 yıllık
hapis cezası 
bu ezmelerin en ünlüsüdür. Komünistler, daha sonraki yıllarda rahat çalışabildiler, düşüncelerini ifade edebildiler mi ki? Cumhuriyet’in ilik yıllarında komünistlikten tutuklanan ve hüküm giyen Şevket Süreyya gibi kimileri, yaşamlarını böyle eziyet içinde geçirmemek için arabanın yüksek yanı olan Devlet tarafına geçmişler ve
çeşitli yerlerde “saygın” görevler almışlardır.
 

Annem bana ne derdi? 

Komünist olmanın yarattığı bu tehlikenin yanında benim komünist olduğumu hiçbir yerde söylemeyişimin başka bir nedeni var:
Annem buna ne derdi? Nedense ben kendime yaptığım her şeyin, taşıdığım düşüncelerin hesabını anneme vermek zorunda hissetmişimdir. Anneciğim bir emekçi kadındı. İnsanların eşit olması gibi düşüncelere karşı olamazdı. Halk için mücadelemizi gördükçe ve düşüncelerimizi öğrendikçe “Oğlum, derdi, bir de namaz kılsanız peygamber gibi adamsınız!”
Bir ara bizimle birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne bile oy verdi ama komünistliğin iyi bir şey olduğunu ona anlatmam çok zor olur ve
çok zaman alırdı. En iyisi ben sosyalistlikle idare etmeliydim

Sosyalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin toplulaştırılması, komünizm ise herkesten yeteneği kadar alıp herkese ihtiyacı kadar verilmesi ilkesini anlatan sınıfsız bir toplumu tanımlar. Özel mülkiyeti reddeder.
Doğrusu topluma yeteneğim kadar vermeye ve toplumdan da
ihtiyacım kadar almaya her zaman ağzımın suyu akmıştır.

Komünist olduğumu söylemeyişimin bir nedeni daha var.
Ben fena halde ulusalcıyım. Komünistlik, hatta onun ön aşaması olan sosyalistlik kavramları, Türk diline dışarıdan gelmeydi. Bunların Türkçesini bulsak ve kullansak daha iyi olmaz mıydı? Daha 1908’den sonra Türkler öz Türkçe değilse de bize daha yakın olan 
“İştirakçilik” kavramını bulup kullandılar. 1920’de Ankara’da
Halk İştirakiyun Fırkası’nı bile kurdular. Ama birçok ülkede kullanılan, Üçüncü Enternasyonal’in de kullandığı komünistlikte ısrar ettiler, partilerini bu adla uzun süre gizli olarak yaşatmaya çalışmışlardı. Gerçekte sosyalistliğin de, komünistliğin de “Toplumculuk, Halkçılık” gibi karşılıkları vardır. Gerçi esas olan sözcükler değil, programdır.
Adı Türkçe diye Türkiye egemen sınıflarının bu akım mensuplarına
iyi davranacağını beklemek de hayaldir. Her halde o zaman da
Türk âleminin en büyük düşmanı toplumculuktur.”  fetvaları verilecekti.

1960’lı yılların sonlarında bile durum değişmiş değildi. Prof. Turhan Feyzioğlu ile TİP Genel Başkanı Behice Boran’ı bir gün televizyona çıkardılar. Feyzioğlu daha başlangıçta Boran’a sordu:

– Sen önce komünist misin, değil misin söyle bakalım! dedi.
Böylece hem on yıllardır komünizme karşı koşullandırdıkları halkın tepkisini Boran üzerine yöneltecek hem de onu Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleri ile karşı karşıya getirecekti. Böylece sözde tartışmadan yengin çıkacaktı. Behice Hanım buna zeki bir yanıt verdi:

Siz önce komünizmi suç olmaktan çıkarın öyle cevap vereyim…

Neyse… Ben hiçbir yerde komünist olduğumu söylemedim ama zaman zaman komünistlikle suçlandım. Şimdi bunun birkaç örneğini vereceğim. 

Doğanın cömert sofrası 

Daha öğretmenliğimin 2. yılında, Fatsa’nın bir köyünde cevval bir öğretmenim. İlçe Milli Eğitim Müdürü İsmail Delice, 23 Nisan Bayramı’nda ilçenin hükümet konağı önünde yapılacak törende
benim konuşmamı istiyor. Kürsüye çıkıp Türkiye’nin kalkınması,
halkının aydınlanması konusunda romantik bir konuşma yapıyorum.
Her bayram töreninde olduğu gibi çocuklar ve büyükler kendi aralarında konuşuyorlar. Benim konuşmamı dinleyen belki de pek az insan var.

Ertesi gün bir müfettiş, çalıştığım köye damlamaz mı? Dinleyicilerden
bir dava vekili hemen ihbarda bulunarak konuşmamda suç olduğunu
ileri sürmüş. Allahtan, konuşma metni elimdeydi. Müfettişe verdim. İnceledi. “Bunun neresinde suç bulmuşlar ki?” dedi. İfademi alarak gitti.
Bu konuşmada suç olacak hangi ibare olabilirdi?

Sanırım

“Doğanın cömert sofrasına oturuncaya dek” tümcesi.

Ben bu cömert sofraya birlikte oturmamızın her zaman özlemini çekmişimdir. Doğa bize birçok nimetler veriyor, biz ise bundan eşit yararlanmıyorduk. Bir bölümü açlık çekerken, kimileri döke saça yiyordu. Hemen hiçbir saf dinleyici bundan komünist olduğumu çıkaramazdı ama sınıf güdüleri güçlü bir dava vekili, komünist olduğumu şıp diye anlamıştı… 

Geçen yüzyılın Amerikalılarını daha çok sevmek… 

1997’de Robert Kennedy İnsan Hakları Vakfı tarafından verilecek
İnsan Hakları Ödülü’nü almak için Washington’a giden eşimin peşine takıldım. Kennedy’lerin bir koruluk içinde 150 yıllık köşkünde öğle yemeği yiyoruz. Protokol konuşmaları yapıyoruz. Sıra bana gelince dedim ki:

– Biz Türkler Amerikalıları severiz. Özellikle geçen yüzyılda yaşamış Amerikalıları daha çok severiz. G. Washington’u, T. Jefferson’u, John Steinbeck’i, Mark Twain’i,
Martin Luther King’i (1929-68)…

Daha sözüm bitmeden müteveffa Robert Kennedy’nin eşi Eli Hanım, biraz da heyecanlı bir sesle:

– Sen bir komünistsin! dedi.
– Nerden anladınız, ben öyle bir şey söyledim mi? dedim.
– Ben anlarım, sen dersini iyi almışsın! diye yanıt verdi.

Kongre binasında ertesi gün ödül töreni için bir odada beklerken
gene yanıma geldi, elimi tuttu. Odadaki kerli ferli Amerikalılara beni göstererek:

– Bu bir komünist! diye tanıttı.

Eli Hanım, gerek evde, gerek buradaki konuşmasında bu tümceleri öyle bir ses tonuyla ve yüz hareketiyle söylüyordu ki, bunda ben içten içe bir sempati sezdim. İşte uzak diyarlardan gelen bir komünistle karşılaşmıştı ve bundan son derece hoşnuttu. O sıralarda öğrendik kii meğer kızları da sosyalistmiş.

Kenedy ailesi, Amerika’nın İnönüleri olarak biliniyordu. Bunu bana eşime verilen bu ödülü almamızın doğru olup olmadığını danıştığım
Prof. Alpaslan Işıklı söylemiş, ödülün alınmasında bir sakınca olmadığını da anlatmıştı.
 

“Ben bir Marksist-Leninist’im…” 

Yazıyı kısa tutmak için, birçok benzerleri arasında bir olay daha yazarak bitireyim:

1971 sonbaharında İzmir’den Ankara’ya tutuklu olarak getiriliyorum: Mamak’ta Dev-Genç davasının savcısı Ali Hüner beni sorguya çekiyor. (Bereket işkenceye göndermedi, o denli gaddar değildi). Epey soru sordu, yanıtlarını verdim. İfade tutanağının sonuna şu cümleyi yazdırdı:

“Ben Marksist Leninist’im!”

Savcı bu sonuca benim bir yıl önce yazdığım bir mektupta bu kavramın geçmesi nedeniyle varmıştı. Bu kavramın o zamanlar insanın başına
ne işler aşacağını düşünün lütfen. Hemen itiraz ettim:

 Ben böyle bir şey söylemedim ki, dedim.

Cümleyi şöyle düzelttirdi:

“Yanlış oldu. Ben Marksist-Leninist değilim.”

Hayda… Bu da iyi bir cümle değildi. Sanki ben ceza almamak için böyle ifadede bulunmuş gibi oluyordum. Fakat savcı ya Marksist Leninist olduğumdan ya da olmadığımdan başka bir ifadeye razı değildi.
İfade öylece kaldı. Fakat bu durum çok canımı sıktı. Cezaevine gönderildiğimde oradaki tutuklu arkadaşlara bu sıkıntımı anlattım.

– Adam sen de.. Üzerinde durma! dediler de beni rahatlattılar.

O zaman da şimdi de

  • Doğanın cömert sofrasına birlikte oturulmasından,
    sınıfsız bir toplumdan yanayım.

Marks’ı, Lenini’i, emekçileri savunan öbür büyük insanları olduğu gibi çok seviyorum. Ama komünist olup olmadığımdan yukarıda belirttiğim gerekçelerle emin değilim… 

Benim gibi çok aydın olduğunu biliyorum. Ölmesinden bir süre önce
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı Kadıköy’deki evinde bir küme arkadaş ziyaret ettik. Bendeki meraka bakın, O’na sorduğum sorulardan biri şuydu:

—     Sosyalizmle aranız nasıl?

Bana ne dedi biliyor musunuz?

—     Ben daha ilerisindeyim…

Komünist demek, iyi insan demek mi? 

Kuzey Kore’ye üç kez gittim. Bu ülkede kıtlık ve açlık kol geziyordu.
Halkın üç öğün yemeği iki öğüne indirdiği bile yaygın bir görüştü.
Gerçi Kuzey Koreliler bu konudaki sorumuzu yanıtsız bırakıyorlardı, sanki kan kusuyorlar da “Kızılcık Şerbeti içtim” diyorlardı. Ne var ki konuklarının önüne koydukları sofralarda neredeyse kuş sütü eksikti.
Bir kezinde:

– Sizin halkınız aç iken ben bu yemekleri yemek istemiyorum,
boğazımdan geçmiyor!
 deyince, Koreli rehberimiz yüzüme bakıp:

– Sen gerçek bir komünistsin! dedi. Yani “İyi insansın” demek istiyordu. Yoksa “Komünist” demek, “iyi insan” demekti de Türkiye’de şiddetli yasaklar bunun için miydi? 

Benim ne olduğumu varın siz tayin edin artık…
Doğrusu ben de zaman zaman kendimden kuşku duymuyor değilim… (21.1.2014)