Etiket arşivi: co-existence pacifiqué)

Birleşmiş Milletler çevre kararında Türkiye’nin karşıt tavrı

Birleşmiş Milletler çevre kararında Türkiye’nin karşıt tavrı

Ersin Dedekoca

Ersin Dedekoca
aydinlik.com.tr
, 18.5.2018

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

BM Genel Kurulu’nda 10 Mayıs günü yapılan oylamada, Küresel Çevre Anlaşması’nın hazırlanmasının önünü açan bir karar tasarısını onayladı. Tasarıyla ilgili oylamada yalnızca Türkiye, ABD, Rusya, Suriye ve Filipinler karşı çıktı. Oturumda 143 üye tasarı lehinde oy kullandı. Kimi üyelerin katılmadığı oylamada, İran dahil yedi ülke ise çekimser kaldı. Dünyanın ABD ile birlikte “çevreyi en çok kirleten” iki ülkesinden biri olan Çin ise tasarının lehinde oy kullandı. 193 ülkenin temsil edildiği Genel Kurul’da geçen hafta yapılan söz konusu oylamada, uluslararası çevre hukukundaki ve ilgili yasal belgelerdeki olası boşlukların belirlenip giderilmesini amaçlayan bir “çerçeve anlaşmasının” hazırlanmasını öngören bir karar tasarısı kabul edilmiş oldu.

Ülkemizin, çevrenin korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanması yolunda önemli bir karar tasarısına “ret oyu” kullanmasından hareketle, bu haftaki yazımızın konusunu, “uluslararası çevre hukuku” ve bu konudaki gelişmelere ayırdık.

ULUSLARARASI ÇEVRE HUKUKUNUN TEMEL KAYNAKLARI

Daha önce çevreyle ilgili yazılan bazı önlemlerin varlığını bilsek de, bu konudaki ilk önemli adım olarak, BM düzeyinde ve 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen “BM İnsan Çevresi Konferansı” ve bu konferans sonucu yayınlanan “Deklarasyonu” (AS: Bildirgeyi) gösterebiliriz.

Bu konferansta alınan kararların ve Stokholm Bildirisi olarak yayınlanan kuralların devamındaki bölgesel ve küresel “uluslararası çevre hukukunu” temel kaynakları olarak; Dünya Doğa Şartı (1982), Brundtland Raporu (1987), Rio Konferansı ve Gündem 21 Plânı (1992), Kyoto Protokolü (1997) ve Paris İklim Anlaşması (2015) sayılabilir.

Bilindiği gibi antlaşmalar, uluslararası hukukun olduğu kadar, uluslararası çevre hukukunun da en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Antlaşmaların yapılış ve yürürlüğü, önceleri “teamül hukukuna” göre gerçekleşmekte iken, 1969 yılında imzalanan “Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi” ile antlaşmaların tabi olacağı kurallar kodifiye edilmiştir. Yukarıda özetlemeye çalışılan süreç ile oluşturulmaya çalışılan “çevre hukuku çerçevesi” ile ilgili düzenlemeler, insanın yaşadığı çevresine vermesi olası zararları önlemeyi amacındadır. Söz konusu düzenlemelerdeki temel özellikleri aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

* İnsana sağlığının ve insan onurunun gereksinim duyduğu ekolojik bir ortamı kurmak,
* Toprak, hava, su, bitki ve hayvanları, insan müdahalesi sonucu doğabilecek zararlardan korumak,
* Doğadaki, insandan kaynaklı zarar ya da dezavantajlı durumları ortadan kaldırmaktır.

Çevreye ilişkin hukuk kuralları, ağırlıklı olarak insan merkezli bir yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın varlığı dikkate alınarak, mevcut doğal kaynakların korunması ve kirlenenlerin de iyileştirilmesi ilkesi, çevre konusunda oluşturulmaya çalışılan hukuksal düzenlemelerin başat amaçları olmaktadır.

Uluslararası çevre hukukunun gelişiminin, devletlerin egemenlik sınırları ile büyük ölçüde ilişkisi vardır. Uluslararası sözleşmelerin ne derece tanınacağı ve sınırlarının ne olacağı, devletlerin iradesine bırakılmıştır. Bu iradenin sınırları ne kadar daraltılırsa, uluslararası çevre hukukunun etkinlik alanının da o oranda genişleyeceği, izaha gerek olmayan bir gerçektir.

TÜRKİYE’NİN YAKLAŞIMI

Ülkemizin, çevre ile ilgili uluslararası düzenlemelere yaklaşımı, yakın zamana kadar genellikle olumlu ve yapıcı olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin anlaşmalar karşısındaki tutumunu aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

 

Yukarıdaki tabloda da görüleceği gibi Türkiye, küresel ve bölgesel çevre anlaşmalarına genellikle taraf olmuştur. Bu gerçeğin, Paris İklim Anlaşması dışındaki ilk istisnası, bilhassa karasularının genişliği ve deniz hukuku uyuşmazlıklarında zorunlu yargı yetkisine ilişkin düzenlemelerinden dolayı, 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi olmuştur.

PARİS ANLAŞMASI KONUSUNDA ANKARA’NIN TUTUMU

Aralık 2015’te Paris’te 200’e yakın ülkenin katılımıyla yapılan iklim konferansında, küresel sıcaklık artışının yüzyılın sonuna dek 2 C derecenin altında tutulmasını konusunda anlaşmaya varılmıştı. 2015’te imzaya açılan ve BM’in 197 üyesinden, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 196 ülke iklim değişikliğiyle mücadele için Paris Anlaşması’nın yürürlüğe girmesine onay vermiştir. Küresel karbon salınımının %40’ndan sorumlu olan Çin ve ABD ikilisinden Pekin’in onayı sonrası, tek onay vermeyen başkent Washington kalmıştı.(*) Söz konusu anlaşmayı imzalamayan ve imzalama vaadi vermeyen tek ülke ABD idi. Zaten Trump da, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildiklerini açıkladı.

BM üyesi 196 ülkeden yalnızca 28’i, Paris Anlaşması’nı kendi ulusal yasalarına dahil etmek için henüz bir taahhüt (yüklenim) vermedi. Türkiye, bu taahhüdü vermeyen ülkelerden biri.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı alması sonrası, anlaşmayı TBMM’den geçirmek aşamasında olan Türkiye, iklim değişikliği çalışmalarına maddi katkı sağlayacak olan ABD’nin çekilmesinin, anlaşmanın varlığını riske attığı görüşünde olduğunu açıkladı. Ankara’nın anlaşmaya taraf olmak için en önemli koşulu ise, oluşturulacak Yeşil İklim Fonu’ndan pay almayı güvencelemek olduğu izlenmektedir.

2020’de yürürlüğe girmesi plânlanan Paris İklim Anlaşması, ABD’nin ayrılmasına karşın iptal edilmezse, Türkiye’nin bu kez de anlaşma kapsamında oluşturulacak Yeşil İklim Fonu’ndan pay alma koşulunu öne sürüleceği anlaşılmaktadır. Türkiye, gelişmiş ülkeler sınıfında görüldüğü için ülkelerin karbon salınımlarını (emisyonu) önlemek için oluşturulacak 100 milyar dolarlık fondan pay alamamaktadır. Ankara, gelişmekte olan ülke sınıfına sokularak (Ek:2’deki listeden çıkarılarak), fon tarafından desteklenmeyi beklemektedir.

TÜRKİYE’NİN KARŞI ÇIKTIĞI SON BM ÇEVRE KARARI

İklim değişikliğiyle mücadele konusundaki Paris Anlaşması’nın devamı niteliğindeki Küresel Çevre Anlaşması’nın hazırlanması yönündeki plâna Türkiye’nin, ABD, Rusya, Suriye ve Filipinler ile birlikte karşı çıkması, çok beklenen bir tavır değildi. Söz konusu plân, geçen Eylül ayındaki BM Genel Kurulu oturumunda, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından dile getirilmişti.

Karara karşı Washington’un duruşu beklenen biçimde gerçekleşti. Anılan BM Genel Kurulu kararı ile yürürlüğe giren Küresel Çevre Anlaşması yaşama geçirildiği takdirde, tüm çevre haklarını tek bir belgede toplayan ve yasal bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası mutabakat  (uzlaşma) olacaktır.

Kanımızca Ankara’nın bu tavrı, iç politikada aksi söylemlerde de bulunulsa, Washington’un açtığı kulvarda yer almanın bir başka boyutudur ve ülke imajı için hiç de yerinde bir duruş olmamıştır.

Özün özü: Dış politika ve ekonomi politik her zaman tutarlılık ister; aksi halde ülke algısı “yalancı çoban”a döner..

(*): Küresel ısınmanın baş sorumlusu görülen “sera gazı” emisyonundaki ilk sekiz ülke ve aldıkları paylar: Çin (20,1), ABD (17,9), AB (12,1), Rusya (7,5), Hindistan (4,1), Japonya (3,8), Brezilya (2,5) ve Kanada (1,9).
===============================================
Dostlar,

Sayın Ersin Dedekoca‘ya teşekkür ederiz bu çok kapsamlı düzenleme için. Çevre sorunlarını bu sitede biz de sıklıkla işlemekteyiz. Unutulmaması gereken en temel kuralların başında, Doğa’nın biz insanlara gereksinimi olmadığıdır.

  • Bizler Doğaya yük olduğumuz gibi, onu bir “fahişe” gibi kullanmaya da kalkıyoruz!

Oysa Doğa yasalarını bilimsel yöntemlerle aydınlatmak ona hükmetmek için değil, birlikte barış içinde yaşamak (peacefull co-existence, co-existence pacifique) için olmalıdır.

– Doğa’nın sonsuz olmadığı, tersine “sonlu” olduğu,
– geri tepeceği ve
– hesap soracağı da….

akıldan çıkarılmamalıdır. İnsanoğlunun gidebileceği bir başka gezegen bulunmuş değildir. Oysa merhum Fizikbilimci Stephan Hawkings, en geç 1000 (bin) yıl içinde bir başka gezegende daha yaşamaya başlamamızın zorunlu olduğunu ısrarla vurgulamaktaydı.

Yapılacak işlerden ilki yaşam biçimimiz gözden geçirerek çok daha tasarruflu, en az enerji tüketen – doğaya en az yük, yani karbon ayak izi en küçük kılacak yaşam biçimi sürdürmektir. Buna ek olarak yersiz ve çok hızlı – akıl dışı nüfus artışını frenlemek,

  • HER AİLEYE ÇOCUK ilkesini hızla yaşama geçirmek olmalıdır.

Enerji kaynakları olarak fosil yakıtları ve nükleer enerjiyi bir yana koyup; YENİLENEBİLİR enerji kaynaklarına yönelme zorunluğu da özellikle vurgulanmalıdır.. Güneş ve rüzgâr enerjisi giderek öne çıkarılmalıdır.

Son olarak; kalıcı küresel barış için etkin ve adil bir ULUSLARARASI HUKUK DÜZENİ
zorunludur.

Küresel Egemenler, gelişmekte olan ülkelerin haklarına ve Doğa’ya içtenlikli saygılı ve denkser (hakkaniyetli) olmalıdır

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

IMF’nin İtirafları

IMF’nin İtirafları

PORTRESİ

Güray ÖZ

Cumhuriyet,
05.06.2016

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır…)

Korkut Boratav Hoca aktardı, yorumladı. Neoliberalizmin içeriden eleştirisi ile karşı karşıyayız. IMF, dayattığı ekonomik politikayı büyüme, gelir dağılımı açılarından başarısız buluyormuş. Peki, IMF bu programı neden dayattı? Yine Korkut Hoca’nın tanımıyla; sermayenin sınırsız tahakkümünü gerçekleştirmek için.” Ama bu politika “büyüme ve gelir dağılımında iyileşme” olarak sunuldu. Şimdiki itiraf da bu nedenle programın tümüne yönelmiyor; gerçekleşmediği söylenen amaçlarla ve araçlarla sınırlıdır.
***
IMF uzmanları kurumun dergisinde üç imzayla yayımlanan makalede “sermayenin sınırsız serbestliğinden, piyasanın özgürlüğünden, kamu maliyesinin sıkı denetiminden, yani sıkı para politikalarından” yola çıkan neoliberal politikaların tökezlediğini anlatıyorlar. Vardıkları sonuç;

  • Büyümenin umdukları gibi olmadığı, eşitsizliklerin arttığı, bunun da büyümeyi iyice frenlediği. Yine de işin sosyal politik boyutlarına değinmekten doğal olarak kaçınıyorlar.
    Bu politikaların yarattığı tahribat umurlarında değildir
    .

***
Aslında 90’lı yılların sonunda benzer bir itirafı uzun yıllar Dünya Bankası Başekonomistliği yapmış (AS : 3,5 yıl yaptı..), Nobel ödüllü Josepf Stiglitz de yapmıştı: 

  • “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı” adlı kitabında “hükümetlerin ülkelerin büyümesini kolaylaştıran ancak aynı zamanda bu büyümenin daha adil bir şekilde bölüşülmesini de sağlayan politikalar benimsemesi gerekli ve mümkündür.” diye yazmıştı. Ama sistemin özü ile ilgili kaygılar taşımadığı için de araçların kullanımı ile ilgili bir eleştiriden öteye geçememişti.***
    Ama Stiglitz’in kitabındaki ilginç bir saptamayı burada yineleyelim. Şöyle diyordu Stiglitz:
  • İzlenecek politikalar konusunda tavsiyelerde bulunmaya başlayan akademisyenler
    politize oluyor ve kanıtlarını iktidardakilerin fikirlerine uyacak şekilde deforme etmeye başlıyorlar.”Bu bizim 12 Eylül öncesi 24 Ocak 1980 kararları, daha sonra Özal’ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminden iyi bildiğimiz durumdur. O yıllarda neoliberal politikalara
    destek çıkan akademisyenlerin ideolojik çerçevenin oluşturulmasındaki katkılarını unutmak olmaz.
    ***
    IMF’nin sınırlı itiraflarının büyük finans çevrelerini ürküttüğü anlaşılıyor.
    Korkut Hoca, mutlaka okunması gerekli makalesinde küresel finans kapitalin önemli gazetesinin IMF’yi uyardığına da dikkat çekiyor. Financial Times başyazısında, “IMF’nin bu saldırısı
    çok tehlikelidir..”
    diye adeta çığlık atılıyor. Gazete “Dünyanın çeşitli yörelerinde neoliberalizm karşıtı kampanyalara öncülük yapan baskıcı rejimlere destek sağlamakla” suçluyor IMF’yi.
    ***
    IMF uzmanlarının yazdıkları iflas etmiş bir politikanın itirafından ibaret değildir.
    Onlar konuyu genişletmiyorlar ama neoliberal politikalar salt teknik değil aynı zamanda
    büyük bir ideolojik saldırı eşliğinde uygulamaya konuldu.
  • Türkiye bu ideolojik, politik, ekonomik saldırıda büyük zarar gördü.

Konuyu tartışmak isteyen aydınlar çerçeveyi iyi çizmek, bu politikalara medyadan, akademiden gelen desteği iyi irdelemek, ayrıntıda, örneğin “yetmez ama evet”te takılıp kalmamak zorundadırlar.

Çünkü aymazlık ya da gönüllü destek daha kapsamlıdır.

===================================

Dostlar,

Gelişmeler umut verici..
Duvara dayanıldığını en fanatik sermaye yanlıları (hatta uşakları!) bile görüyor..
Biz de yıllardır yazıyoruz.. artık bu vahşi çelik kuşatmanın sürdürülemeyeceğini..

Umudu bırakmamak gerek..
Ama akılcı – bilimci – örgütlü savaşımı da..
20 yıldır Tıp Fakültesinde

– KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı
(http://ahmetsaltik.net/2016/02/11/autf-d5-dersi-kuresllestirme-ve-halkin-sagligi/)

– Sağlık Ekonomisi
(http://ahmetsaltik.net/2016/02/11/saglik-ekonomisi/)

derslerini sabırla, iğne ile kuyu kazarcasına bunun için veriyoruz..

Her 2 ders yansılarına sitemizde erişmek olanaklı..

İnsanlık onuru emperyalist – kapitalizmi de yenecek..

Bu daha başlangıç, savaşıma devam..
Bu bağlamda, Sn. Osman Ulagay’ın Cumhuriyet’te 3.6.16 günü yayımladığı makalenin de okunmasını öneriyoruz..
(http://ahmetsaltik.net/2016/06/05/7-hazirandaki-soku-zafere-cevirmeyi-basardi/)
*****

Bu gün, 5 Haziran Dünya Çevre Günü..

Yabanıl (Vahşi) kapitalizm çevreyi de kâr hırsına kurban etti..
Hala dönüşümsüz aşamada değiliz..
Onu da durdurmalıyız..

3-5 çocuk yapın, Müslüman aile aile planlaması yapmaz.. gibi

– insanlık düşmanı
– çağdışı
– akıl dışı
– bilim dışı
– ve de DİN DIŞI

saçmalıklara gülüp geçerek;

– HER AİLEYE 1 ÇOCUK
EN ÜST TASARRUFLA ÇAEVREYE SAYGILI YAŞAM 
ATALARIMIZDAN MİRAS DEĞİL EMANET ÇEVRE...
– Doğaya hükmetme değil, yasalarını öğrenerek barış içinde birlikte yaşama!
   (peacefull co-existence, co-existence pacifiqué)
…..

temel ilkeleriyle güzelim dünyada insanca yaşamı sürdüreceğiz..

Bizi var eden ÇEVREMİZE şükranla…

Sevgi ve saygı ile.
05 Haziran 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Gene SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ..


Dostlar
,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, pek haklı olarak SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ konusunu hep gündemde tutmaya çabalıyor.

Başbakan RT Erdoğan, geçtiğimiz günlerde %10’luk barajı bırakın kaldırmayı, indirmeyi bile düşünmediklerini ısrarla ve birkaç kez vurguladı. Temel gerekçesi ise geçtiğimiz 11 yılda ülkemizde yakalanan istikrarın (!?) tek part iktidarına bağlı olması idi kendisine göre.

Oysa demokrasi kuramı ve mevzuatımız 2 temel gerekçe aramakta :

1. Temsilde adalet 
2. İstikrar..

Demokrasinin özü temsilde adalettir. Uzlaşmadır. Toplumda farklı kesim ve görüşler nasıl barış içinde uzlaşma ile varolacaklar, kendilerini geliştirerek yaşayacaklarsa; siyasal partiler de demokratik terbiye ve uzlaşma kültürü bağlamında bir araya gelerek hükümet ortağı olacaklardır. İstikrar ve kalkınma da bu barışçı birlikteliğin (peacefull co-existence, co-existence pacifiqué) türevi olacaktır.

TBMM’deki şimdiki aritmetik son derece adaletsizdir ve bırakın istikrarı,
ülkede huzursuzluk kaynağı ve seçimlere güvensizlik, katılmama kaynağıdır. Milyonlarca oy kendisini TBMM’de temsil olanağı bulamamaktadır. Son genel seçimlerde seçmenlerin % 23’ü, yaklaşık olarak her 4 seçmenden 1’i
değişik nedenlerle oy kullan(a)mamıştır. Hatırı sayılır bir iptal oranı da vardır.

Sonuçta 10 seçmenden 4’ünün oyunu alan AKP (gerçekte oy oranı %40!), TBMM’de 10 vekilden 6’sını kazanmıştır (!). Bu tablonun hiçbir gerekçe ile savunulması olanağı yoktur. Demokrasinin özüne aykırıdır ve Başbakan RT Erdoğan ikide bir % “50 oy aldık..” diye böbürlenerek gönlündeki “çoğunluk” diktasını meşrulaştırmaya çabalamaktadır.

Ali hoca, aşağıdaki yazısında seçimde elektronik hile olasılığın sıcak bakmıyor.

“Oysa 12 Haziran 2011 SEÇİM SONUÇLARININ ANALİZİ” başlıklı 24.6.11 tarihki e-iletisinde açıkça elektonik hile kuşkusunu dile getirmekte. Daha önce de bu sitede Sn. Ercan’ın bu yeni “iyimserliğine” katıl(a)madığımızı yazmıştık.

http://ahmetsaltik.net/secsis-ve-secim-guvenligi/

Ali hocya itirazımızı sürdürüyoruz.

  • Elektronik seçim hilelerini mutlaka engellemeliyiz.

Sevgi ve saygı ile.
Dikili, 1.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

SEÇİM SEÇİM SEÇİM..

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

Değişik zamanlarda seçim üzerine yazdığım üç yazıyı gözden geçirilmiş hali aşağıdadır.
__________________________

1. Ankara 1. Bölge örneğinde 2011 Genel Seçiminin sayısal analizi.

Çobanla eşit olmak istiyorum !...

Toplam 16 Milletvekilliği verilen Ankara 1. Bölgede 2011 seçiminde geçerli oyların sayısı 1 milyon 548 bindir; yani ortalama 97 bin seçmene bir Milletvekili düşüyor demektir. Oysa Türkiye genelindeki ortalamada her 78 bin seçmene 1 milletvekili düşmektedir. Bir başka ifade ile Ankara 1. Bölge seçmenlerinin 300 bin oyu daha başta ellerinden alınmıştır. Bunun yanı sıra %10 ülke barajı altında kalan partilerin ve bağımsızların 75 bin oyu da çöpe gitmiştir (ya da 1 sıradaki parti hesabına yazılmıştır diyebiliriz).

Baraj ve d’Hondt sayım sistemi sayesinde Ankara 1. Bölgede 693 bin oy alan ve oransal olarak 7 milletvekili çıkarması gereken AKP 1 fazlasıyla 8 milletvekili çıkarmıştır. Bir başka ifade ile AKP’ye bu seçim sistemiyle %12 bonus tanınmıştır; öte yandan 229 bin oyla sadece 2 milletvekili çıkaran MHP nin 30 bin oyu da sıfır çekmiştir, yani işe yaramadan çöpe gitmiştir. MHP 199 bin oy alsaydı yine de 2 milletvekili çıkarabilecekti.Baraj altında kalarak çöpe giden, dolayısıyla bir anlamda AKP’ye yansıyan 75 bin oydan, 56 bini CHP’ye gitseydi, CHP oyları 607 bin olacak ve AKP 1 eksik, CHP 1 fazla milletvekili çıkarmış olacaktı. (607/7 > 693/8) Bu örnekte de görüldüğü gibi baraj altında kalacakları peşinen belli muhalefet partilerinin ve muhalif bağımsızların oyları AKP lehine bir faktör olmuştur..

(2011 seçim öncesinde “Oyların küçük partilere, bağımsızlara değil, barajı geçmesi kuvvetle olası olan iki büyük muhalefet partisine verilmesi gerekir..” şeklinde tavsiyelerde bulunmuştuk. Bu matematik analizleri dile getirişimizden dolayı da Ulusal Kanal’ın ekranı bize yasaklandı)

Türkiye’nin Başkenti Ankara şehir nüfusu ~ 3,5 milyon, Vilayet nüfusu ~5 milyon
Toplam nüfusu ~ 5 milyon olan Ankara Vilayetine 30+1 milletvekili tahsis edilmiştir. 82 milyonluk Türkiye’de 550 Milletvekili olduğuna göre 5 milyonluk Ankara’ya en az 33 milletvekili tahsis etmek gerekirdi. (TÜİK rakamlarına göre Türkiye’nin nüfusu
76 milyon. Buna göre Ankara’ya (5/76)x550=36 milletvekili düşüyor. )

Öte yandan Batman, Siirt, Şırnak… 23 küçük Vilayetin toplam nüfusu da 5 milyon; ancak her vilayete fazladan 1 “Vilayet kontenjanı” tanıyan Seçim Yasası gereği,
bu 5 milyonluk kitle Meclis’te 53 milletvekili ile temsil olunmaktadır; yani Ankara’da oturan bir yurttaş Siirteki Yurttaşın siyasal temsil bakımından kabaca yarı değerindedir Meclis’te temsil bakımından…

Ben 73 yaşında bir Profesör olarak, hiç değilse Şırnak’ta, Siirt’te yaşayan
23 yaşındaki bir çoban yurttaşımla eşit temsil edilmek istiyorum. æ

**********************

***2. Yönetimde İstikrar vs. Temsilde Adalet CHP iktidar olabilir mi?

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’de 1950’den bu yana yapılan 15 Genel seçim içerisinde Milli bakiyeli, barajsız d’Hondt sisteminin uygulandığı 1961-1965-1969-1973 ve 1977 seçimleri dışındaki bütün seçimler “yönetimde istikrar” ilkesini öne çıkaran ve
“temsilde adalet”i sağlamayan yöntemlerle yürütüldü.

Aşağıdaki tabloda CHP’nin sandıkta aldığı oy yüzdesine karşın Meclis’te temsil ediliş yüzdesi veriliyor. Turuncu renk çoğunluk sisteminin, mavi barajsız d’Hondt, kırmızı %10 barajlı, vilayet kontenjanlı d’Hondt sisteminin uygulandığı dönemlerdir. (oyların açık verildiği, sayımların gizli yapıldığı ve CHP’nin %85’le iktidar olduğu 1946 seçimini tasnif dışı tutuyorum.)

CHP’nin Sandık ve Mecliste temsil oranları
____________________________

Yıl Sandık(%) Meclis(%)
1950 39 14
1954 35 6
1957 41 29
1961 37 38
1965 29 30
1969 27 32
1973 33 41
1977 41 47
1983 30 29 (HP)
1987 25 22 (SHP)
1991 21 20 (SHP)
1995 25 23
1999 9 –
2002 19 32
2007 21 32
2011 26 25

Bu tablodan da görüldüğü gibi, CHP 1980 askeri darbesinden sonra kendisini bir türlü toparlayamamış, %20-25 bandında tutunmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki bütün sosyal demokrat/sol tabanın siyasi temsildeki oranının en çok 1/3 kadar olduğunu görüyoruz. (Dünya ortalaması da bu orandadır. Avrupa genelinde %40)
Bunun siyasal nedenleri yanında sosyolojik, biyolojik nedenleri de vardır.. Genelde sosyal demokrat, ulusalcı, laik, çağdaş ailelerde ortalama çocuk sayısı 2-3 arasında iken aşiret yaşantısı sürenlerde, Muhafazakâr ailelerde 3-4 arasındadır…
Bu nedenle, yıllık nüfus artış hızı birinci grupta yaklaşık binde 8, ikinci grupta yaklaşık binde 25 tir, dolayısıyla 50 yıl içerisinde başlangıçtaki nüfus orantısının kabaca (1,025/1,008)5=) 2,3 katına gelinmiş olması normaldir.

1960’larda muhafazakâr kesim %60 civarında idi; yani iki kesimin başlangıç populasyon orantısını kabaca 60/40=1,5 alabiliriz. Salt biyolojik nedenlerle, bu oran 50 yılda 2,3 katı yükselerek bugün 3,5 olmuş ise CHP oylarının %22 seviyelerinde oluşuna pek şaşırmamak gerekir. (1/4,5 = 0,22) Gerçek şu ki, Türkiye bugün
1960’a göre çok daha muhafazakâr (~%75 !) bir toplum yapısına dönüşmüştür.
Kanıtı ortada.

ORC-Operation Research Consultants, celebrating 20 years (Objective Research Center) ORC araştırma Şirketi tarafından 81 ilde ~ 64 bin denekle yapılan siyasal anket sonuçları;

AKP % 41,5
CHP % 33,0
MHP % 15,9
BDP % 5,6
DİĞER % 4,0

Tüm bu handikaplara karşın CHP doğal sınırını %33 çizgisini zorluyor.
Hem içeriden ve hem dışarıdan haklı-haksız eleştirilerle sürekli didiklenen CHP’nin son yapılan (ORC) kamuoyu yoklamalarında %33 lere doğru yükselişi bu nedenle büyük bir başarı sayılmalıdır. Mevcut seçim sisteminde sandıkta %35 net oy alan bir Parti tek başına iktidar olabilir. 2015 Genel Seçiminde,*) 57 milyonluk seçmen kitlesinden katılım %80 olursa ve Sandığa giden 45,6 milyon seçmenin %35’inden, net 16 milyon oy alabilirse CHP tek başına iktidar olabilir; yani 2011 seçiminde
11 milyon oy alan CHP’nin daha 5 milyon yeni oy’a ihtiyacı var, tek başına iktidar olabilmesi için. Son 4 yılda seçmen kitlesine katılan yaklaşık 4 milyon genç seçmenin en az yarısından ve daha önceki seçimde AKP ye oy vermiş 3 milyon seçmenden oy alması gerekiyor.

CHP’nin %33 ve MHP’nin %15 üzerinde oy alarak Meclis’e girmeleri durumunda AKP, “kıl” payı farkla da olsa, Hükümeti en azından CHP+MHP koalisyonuna devretmek durumunda kalabilir.

Tabii bütün bu varsayımlar seçimlere hile karışmaması, MHP’nin Meclis’e girmesi ve AKP’nin %35 altına inip 1. Parti konumunu yitimesi koşulu ile geçerlidir.

*) ve umarız, Marmara’da beklenen büyük deprem meydana gelmezse

3. “Seçsis’le hile yapılıyor” masalı

Dr. A. Saltık : Aman Ali hocam, masal filan değil, ciddi risk!)

Değerli arkadaşlar,

Seçimlere hile karışmaması, güvenilir bir seçim sonucu için öncelikle yurttaşlar,
sivil toplum kuruluşları, kitle örgütleri ve siyasal Partiler demokratik sorumluluklarının gereğini yerine getirmeli, üzerilerine düşen görevi yapmalılar. Burada ana mesele nüfus kayıtlarına, seçim kütüklerine güvenirliğin ve “Sandık Güvenliği”nin sağlanmasıdır.

Türkiye’de elektronik yöntemli bir seçim sistemi olmadığından yani oylar tuşa basılarak veya internet yoluyla kullanılmıyor; Dolayısıyla, Sandığa sahip olunduğu sürece,elektronik manüplasyonla oyların çalınması, aktarılması vs. hileli işlemler ilke olarak olanaklı değildir. Sandık kurulları ve siyasal partiler tutanaklar üzerindeki rakamları her an takip ve kontrol edebilirler.

Nüfus ve Seçmen sayılarının yanlışlığı, 2007 ve 2011 seçimlerinde tanık olunduğu gibi, seçmen sayılarındaki tutarsızlıklar Sistem yapısalı ile ilgili olmayan, elle yapılan bilinçli (!) yanlış veya eksik girdilerin sonucudur… 2007’de en az 75 milyon olması gereken Nüfus bilinmeyen nedenlerle 70 milyon olarak ilan edildi. Sonuçta bu çelişki seçmen sayısına da yansıdı.

YSK tarafından kullanılan SEÇSİS üzerinde yapılan spekülasyonlar bu bakımdan anlamsız ve yersizdir. Türkiye’de kullanılan bu sistemin yazılımı Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın şirketi Havelsan tarafından milli olanaklarla gerçekleştirilmiş; donanımı ise yine yerli KOÇ Grubu tarafından üstlenilmiştir. Almanya’da ve Yunanistan’da sorunlu olduğu gerekçesiyle ihalesinden vazgeçilen sistem ise oylamanın elektronik yolla (tuşa basılarak veya internetten) yapıldığı ABD kökenli “secsys” sistemidir. Gerçekten de ABD Başkanlık seçiminde bu sisteme dışarıdan girilerek oy sayısında değişiklik yapıldığı bir “hacker” tarafından mahkeme huzurunda itiraf edilmiştir. Ancak böyle bir durum Türkiye için söz konusu değildir.

Türk Seçim sistemindeki ana sorun Seçim Yasası’nın çarpık mantığından kaynaklanıyor. Hiçbir hileye, hırsızlığa gerek kalmadan 10 milyon oy alan bir Parti sanki 20 milyon oy almış gibi temsil ediliyorsa (örneğin, 2002 seçiminde AKP’nin durumu) sandık hilelerinden söz etmek, Deveyi bırakıp, Devenin kulağı ile uğraşmak gibidir. æ