Etiket arşivi: cari işlemler açığı

Döviz sorunu

Erinç Yeldan
05 Ağustos 2020, Cumhuriyet

  • Dövizin fiyatının ucuz kılınması on yedi yıllık AKP hükümetlerinin en önemli kaygısı olageldi. Dövizin fiyatının (Dolar ya da Avro kurunun) ucuzluğu bir yandan tüketim talebini kamçılayarak genişleyici bir konjonktür yaratıyor, bir yandan da ithal edilen ara ve yatırım mallarının fiyatlarını ucuzlatarak, enflasyonist baskıların hafifletilmesi işlevi görüyordu. Yerli sanayinin çökertilmesi ve işsizliğin yapısal olarak kalıcı hale dönüştürülmesi pahasına yaratılan bu sanal genişleme, AKP’nin ekonomik mucize öyküsünün temelini oluşturmaktaydı.

Okumaya devam et

İki Latin Amerikalı: Arjantin-Türkiye

İki Latin Amerikalı: Arjantin-Türkiye

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 11.9.19
Yakın tarihçelerinde birçok ortak yazgıyı paylaşmış iki Latin Amerikan ekonomisi, Arjantin ve Türkiye… (Buradaki “Latin Amerikalı” kavramı, kuşkusuz coğrafi anlamda değil, izlenen iktisadi ve sosyal politikaların ortak noktalarına vurgu yapmak için kullanılmakta. Hatta bu ikilinin yanına Asya coğrafyasından bir de Filipinler’i eklemek mümkün.) Uzun süreli ithal ikameci sanayileşme, Peronist” popülizme dayalı devletçilik ve göreceli güçlü sendikalı işçi örgütleri, siyasette ordunun ağırlığı gibi birçok ortak ögenin yanında, 2001 yılında her iki ülke de IMF tarafından yönlendirilen bir “dez-enflasyon ve istikrar” programı izlemekte iken krize sürüklenmişti.
Kriz sonrasında IMF, Türkiye’yi ülke kotasının yaklaşık 8 katı oranında krediyle desteklerken Arjantin, devlet başkanı Nestor Kirchner’in önderliğinde IMF’nin neoliberal nitelikli istikrar programlarını reddederek, dış borçlarının yarısından çoğuna moratoryum ilan etti; yoksullukla mücadeleyi ve emeğin istihdam ve ücret kazanımlarını öne çıkaran özgün bir ekonomik programı izledi. Arjantin ekonomisi 2002-2010 arasında birikimli olarak % 94 oranında reel büyüme sağladı; gelir yoksulluğu neredeyse üçte iki oranında gerileme gösterdi.
Arjantin’in 2002 sonrasında uygulamış olduğu büyüme modeli, dış borç moratoryumuna misilleme olarak uygulanmakta olan kredi boykotlarına ve göreceli olarak düşük doğrudan yabancı sermaye yatırımı girişlerine rağmen, doğrudan doğruya emek gelirlerinin artışına dayalı iç talebe dayandırılmıştı. Buna ek olarak, Arjantin Merkez Bankası aktif bir döviz kuru ve sermaye hareketlerinin denetimi politikaları aracılığıyla gerçekçi ve reel devalüasyonist bir kur politikası izlemiş ve uluslararası iktisat yazınında istikrarlı ve rekabetçi reel döviz kuru diye adlandırılan modelin geliştirilmesine öncelik etmişti. Böylelikle Türkiye, yapısal olarak cari işlemler açığı vererek ulusal ekonomisinin ithalata bağımlılığını sürdürürken, Arjantin cari işlemler fazlaları yaratmaktaydı.
Bunun ötesinde 2002 sonrasında Arjantin’de maliye politikası, rastgele hedeflere dayalı ve öncelikle finans burjuvazisinin çıkarlarını korumaya yönelik faiz dışı mali bütçe fazlası stratejisi yerine, sosyal harcamalara dayalı bir genişleyici maliye politikası izledi. Bu program uyarınca sosyal harcamalar milli gelirin % 10.3’ü ile 14.2’si arasında tutulmuş ve 2009’da ilan edilen Asignacion Universal por Hijo (Çocuk Başına Evrensel Dağıtım) programıyla birlikte çocuklara yönelik sosyal yardımlaşma fonları artırılmıştı.
2015 sonrası neoliberal karşıdevrim Ancak 2001 sonrasında Arjantin yalnızca yoksullukla değil, bir yandan da çoğunluğu ABD kynaklı olan ulus-ötesi bankaların ve finans şirketlerinin Arjantin’deki kayıplarını geri almak için yürüttükleri yıpratıcı hukuk savaşıyla da mücadele etmek zorunda kaldı. Akbaba- bankalar diye adlandırılan uluslararası bu finans şebekesi, Arjantin’e karşı yürüttüğü savaşımı şiddetlendirerek sürdürdü. 2009 küresel krizi sonrasında dünya emtia piyasalarında artan belirsizlikler ve dalgalanmaların yarattığı yıkıcı etkiler Arjantin’in izlediği bir dizi politika hatası ile birleşince sonuç ciddi bir resesyon ve kriz oldu.
Bu koşullar altında, ABD’nin de politik desteğini yanına alan inşaat yatırımcısı, mühendis Mauricio Macri, neoliberal bir program vaadiyle başkanlık seçimlerini kazandı. 2018’de IMF ile 56 milyar dolarlık bir stand-by anlaşması imzalanarak, geleneksel kemer sıkma ve daraltıcı maliye ve sosyal politikalar uygulanmaya konuldu. Öncelikle yabancı bankalara olan borçların ödenmesi ve “finansal sistemin sağlığı” adına atılan bu adımların amacı Arjantin ekonomisine sağlanan “kurumsal çıpa” aracılığıyla sıcak para girişlerini canlandırmak ve ulusal ekonomide spekülatif büyüme yönlü yeni bir ivme yaratabilmek idi.
Ancak söz konusu programın sonucu muazzam bir ekonomik ve sosyal yıkım oldu: enflasyon % 60’a, faizler %75’e yükselirken Arjantin Pezosu yaklaşık % 31 oranında değer yitirdi. Reel sektör derin bir resesyona sürüklendi; sanayi üretimi %10 (imalat sanayii % 20), milli gelir %5 geriledi. İşsizlik oranı %20’ye fırlarken yoksulluk hızla yükseldi.

IMF’nin sunduğu 56 milyar dolarlık kredi ekonomiyi canlandırmaya neden yetmemişti?
Çünkü IMF’nin kredileri hiçbir zaman “reel ekonomiye” değil, öncelikle bankacılık kesimine ve finansal kurumların bilançolarını yeniden dengelemeye yönlendirilir ve piyasaların “rasyonalitesinden” optimum kararlara dayalı büyüme beklenir. Arjantin’de de bu beklenti oldu ve hemen her kezinde yinelendiği üzere, sonuç daha da derinleşen kriz ve ağırlaşan sosyal sorunlardı.
Nitekim bu “genişleyici, daraltıcı maliye ve kemer sıkma” politika öyküsünün gerçekleştirilebilmesi için küresel ekonominin koşulları artık söz konusu bile değil. Ticaret savaşları, (anlaşmalı ya da anlaşmasız) her ne pahasına Brexit; düzensiz göç ve sosyal dışlanmaya dayalı milliyetçilik ve bunun yarattığı açık faşizm ve hukuksuzluk tüm dünyada kırılganlıkların arttığı, dengesizliklerin şiddetlendiği bir konjonktür yaratmakta. Küresel piyasaların yaklaşık 15 trilyonluk mali varlığın negatif getiriler ile sarsıldığı bu konjonktür altında IMF’nin spekülatif sıcak para girişlerine dayalı neoliberal reçetelerinin başarılı olma olanağı yok.
Arjantin’in bizlere sunduğu en önemli ders de bu.

İki ‘başarı’ öyküsü

İki ‘başarı’ öyküsü

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 10.7.19
AKP ekonomi yönetimince dile getirilen iki adet “başarı” öyküsü var:
Enflasyon gerilemekte ve cari işlemler açığı kapatılmakta, hatta fazlaya dönüşmekte.
Bu yazıda bu iki savı tartışacak ve aslında olan bitenin krizin geriletilmesi değil, bilakis biçim değiştirerek derinleşmesi anlamına geldiğini açıklamaya çalışacağım.

Enflasyon ve baz etkisi
Önce okurlarımdan özür dileyerek,
şu çok basit ama gerekli teknik örneği paylaşmama izin veriniz. Varsayın ki bir ailenin harcamaları 100 lira tutmaktadır. Bu yıl fiyat artışlarından dolayı söz konusu malların toplam maliyeti 20 TL artsın ve 120 lira olsun. Dolayısıyla bu yılki (tüketici fiyatları) enflasyonu % 20’dir. Bir yıl sonra diyelim ki fiyatlar gene 20 TL arttı ve bu paketin toplam fiyatı 140 TL oldu. Bu dönemde fiyatların “artış oranı”, yani “enflasyon oranı”, fiyatlar 120 liralık düzeyden başlatıldığı için %16.67 olacaktır: (140 – 120) / 120.
Hiçbir tedbir alınmamasına ve fiyatların 20 lira artmaya devam etmesine karşın, 2. yıl fiyat “artış oranı” sanki kendi kendine %20’den, %16.67’e gerilemiş durumdadır. Aritmetiğin mucizesi!
Hesabı bir kere daha yapalım. Fiyatlar 3. sene gene 20 TL artmış olsun ve 160 liraya ulaşsın. 3. senenin enflasyon oranı da, 140 liralık harcama düzeyine görece, %14.29 olarak hesaplanacaktır.
Eğer yeterince sabırlı davranırsanız, ekonomide istikrara ilişkin herhangi bir müdahalede bulunmadan, her sene malların fiyatları 20 TL artmaya devam etse dahi, enflasyon oranı altıncı sene “tek haneli” sayılara; on altıncı senede de T.C. Merkez Bankası’nın hedeflediği %5 düzeyine gerileyecektir. (Not düşelim, TCMB’nin açık enflasyon hedeflemesine geçtiği 2006’dan bu yana %5 enflasyon hedefi henüz tutturulmuş değildir.)
Sonuç: Enflasyon oranının geçen yılın yüksek baz etkisine dayanarak, beklendiği üzere geriliyor olması enflasyonla mücadelede başarı elde edildiği anlamına gelmemektedir.

Cari İşlemler Dengesi’nde iyileşme “Cari İşlemler Dengesi” gündemimizdeki yerini koruyor. Ancak bu kez “açık” boyutuyla değil, “Cumhuriyet tarihimizin rekor fazlasını vermek” hedefiyle. Cari İşlemler Dengesi”nde fazla veriyor olmak ulusal ekonomide süregelen dengesizliğin artık düzelmekte olduğunun bir işareti sayılır mı?
Yanıtı “hayır”! Bilakis, söz konusu gelişmeler krizin derinleşmesinin bir başka işaretidir. Şöyle ki, “Cari İşlemler Dengesi” bir ülkenin yurt dışı ekonomilerle sürdürdüğü üretim ve harcama faaliyetlerinden kaynaklanan döviz alışverişlerinin bilançosunu özetlemektedir.
Milli gelirin tanımlanmasında kullanılan muhasebe özdeşlikleri bakımından ise cari işlemler açığı (ya da dış açık) ulusal tasarruflar ile yatırım harcamaları arasındaki farka eşittir. Eğer yatırım harcamaları için ulusal tasarruf düzeyi yeterli olmamışsa, dış tasarruflara, yani cari işlemler açığını finanse eden sermaye girişlerine ihtiyaç doğacaktır. Söz konusu sermaye girişleri portföy hareketlerini yansıtan spekülatif nitelikli sıcak para akımlarından ve örneğin özelleştirmeler yoluyla elde edilen döviz gelirlerinden kaynaklandığı gibi, merkez bankasının rezervlerinin eritilmesi ya da net hata ve noksan kalemi altında yer alan kaynağı belirsiz “meçhul” sermaye girişleri ile karşılanabilir.
Türkiye geleneksel olarak yüksek cari işlemler açığı veren bir ekonomi değildi. Ancak 2003 sonrasında AKP ekonomi idaresi altında o dönemde izlenmekte olan yüksek faiz politikası uyarınca ulusal ekonomiye yoğun sıcak para girişi olmuş; dövizin fiyatı reel olarak yarı yarıya ucuzlamış ve Türkiye’nin ithalata ve dış borçlanmaya dayalı tüketim talebi patlamış idi. Bir yandan AVM çılgınlığı, öbür yanda konut inşaatı ve çılgın projeler tasarımlarıyla sürdürülen bu “Lale Devri” nihayetinde “tasarruflar geriledi”; tasarruf yatırım açığı derinleşti; cari işlemler açığı milli gelirin %10’una değin çıktı.
2018’den bu yana yaşananlar, artık cari işlemler açığını finanse edecek sermaye girişlerinin sürdürülememesi nedeniyle açığın zorunlu olarak kapanmasıdır.

  • Ulusal ekonomideki daralma ve kriz sürecinde yatırımlar da çöküntü içindedir.

Örneğin 2018’in ilk çeyreğinden bu yana geçen altı çeyrek dönemde yatırım harcamalarının büyümesi hep negatiftir. Sırasıyla, %-1.2; -3.0; -6.6; -4.1; -0.7…
Dolayısıyla, yatırımlar gerilemekte ve zaten düşük düzeydeki tasarruflarla eşitlenerek, dış açık kapanmaktadır.

  • Yani ulusal ekonomide daralma sürmekte,
    kriz reel ekonominin sermaye birikimi kararlarına sirayet etmektedir.
  • Türkiye’de yaşanmakta olan, reel ekonominin krize küçülerek intibak etmesi sürecidir. 

    Bütün bunların “başarı” olarak nitelendirilmesi; “hedeflerimizi tutturuyoruz” diye savunulması ise gerçeklerin gizlenmesi ve algı operasyonundan ibarettir..

KRİZE SÜRÜKLENİŞ

KRİZE SÜRÜKLENİŞ

Prof. Dr. Öztin Akgüç
Cumhuriyet, 26.12.8

Doğru politikalar öngörmek, izleyebilmek için, soruna, nedenlerine doğru tanı koymak gerekir. Yüksek enflasyonla durgunluğu birlikte yaşadığımız ekonomik durum kriz olarak tanımlanmaktadır. Ekonomik kriz teriminin, fiyatların düştüğü, iflasların arttığı, deflasyon sürecinin başladığı dönemi daha iyi ifade edeceğini; durgunluk içinde enflasyon (stagflation) teriminin içinde bulunulan durumu daha iyi açıklayacağını düşünmekle birlikte; genel eğilimi dikkate alarak kriz sözcüğü kullanılmıştır. Fiyat yükselişi ile birlikte ekonomik daralma ivme kazanır, iflaslar artarsa, enflasyonla çöküş (slumpflation) teriminin kullanılması daha uygun olabilir. 

Ekonomide görülmemiş başarı, dünyanın en büyük on ekonomisi kümesine giriş övünmeleri yapılır, övgüler düzülürken, ekonominin çöküş eşiğine girdiği savının açıklanması gerekir. 
AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başlarında (AS: 3 Kasım 2002 seçimiyle) iç ve dış koşullar elverişliydi. Türkiye 2001 krizinden çıkmış, büyüme sürecine girmiş, 2002’de yıl bazında cari işlemler fazlası vermişti. Dünya ekonomisi büyümekte, dış ticaret hacmi genişlemekte, düşük faiz, likidite bolluğu yaşanmaktaydı. Bu koşullarda ithalatı hızla artırmak, cari işlemler açığı vermek, açığı sermaye hareketleri, dış borçlanma ile fonlamak kolaydı. 
Cari işlemler açığı, ekonomik büyümeye, fiyat istikrarına olumlu katkı yapmakta, ülkenin kullanılabilir kaynağını (GSMH + dış açık), tüketim ve yatırım harcamalarını artırmakta, iç tasarruf açığını kapatarak, tasarruf düzeyi üstünde yatırım yapılmasını sağlamakta; yaratılan gelirden daha çok harcama yapılmasına olanak vermektedir. Ülkeye sermaye girişi de döviz kurunun düşük düzeyde oluşmasına, ulusal paranın değerlenmesine, ithalat artışıyla piyasalara iç üretimin üstünde mal sunumu fiyat artış hızının yavaşlamasına yol açmaktadır. Cari işlemler açığının olumlu katkısıyla düşük enflasyonla hızlı büyüme, harcamaların artması, başarı olarak görülmüştür. 

Para birimi tam konvertibl, rezerv para niteliğinde olmayan bir ekonominin sürekli büyüyen cari işlemler açığı vermesine olanak olmadığından, bir süre sonra bu yapay başarı görüntüsü kaybolmaya, ekonomide başarı görüntüsü altında makroekonomik riskler oluşmaya başlamış, gelecekteki olası bir krizin tohumları da atılmıştır. Dış yükümlülüklerin sürekli artması, cari işlemler açığı / GSMH oranının yükselmesi, mal ve hizmet üreten firmalarda (reel sektörde) döviz pozisyon açığının büyümesi, döviz yükümlülüklerini karşılama oranının düşmesi, finansal yapının (borç / öz sermaye oranının) bozulması, banka kredilerinde hızlı genişlemenin dış sendikasyon kredileriyle fonlanması, tüketici kredilerinin reel sektör kredilerinden daha hızlı artması, hanehalkının “yükümlülük / gelir oranının” yükselmesi, gayrimenkul piyasasında stok birikimi (AS: 3 milyon konut fazlalığı var!), tüm bu gelişmeler makroekonomik riskler oluşturarak, ekonominin krize sürüklenmesine yol açmıştır. 

  • Bir alanda başarısızlık varsa ana nedeni yönetim hataları, kozmetik yönetim anlayışı, sağgörü, öngörü yetersizliğidir. 

Döviz kuru, faiz düzeyi dengesi sağlanamaması, faiz arbitrajına, ara kazanç ticaretine (carry trade) yol açmış, faizi daha düşük para birimlerinden borçlanılarak, faizi daha yüksek piyasalara yatırılması, kısa süreli spekülatif sıcak para hareketine yol açmıştır. Merkez Bankası tarafından, faiz farkını giderecek, faiz arbitrajına son verecek kur politikası izlenmemiş, aksine ROM (Rezerv Ospiyon Mekanizması) ile bankalar kısa vadeli YP borçlanmaya özendirilmiştir. Bankalar faizi düşük YP borçlanarak, TL zorunlu karşılıkların bir bölümünü USD ve / veya Avro olarak TCMB’ye yatırmışlardır. Kısa dönemde TCMB’nin döviz rezervi artmış, bankaların da kârlı gözükmeleri yanıltıcı izlenim yaratmıştır. 

Reel sektör bile faiz arbitrajı yapılmış, düşük faizle dış piyasalardan alınan borçlar TL’ye çevrilerek yüksek faizli mevduat olarak bankalara yatırılmış, faaliyet kârı değil, finansal net gelir elde edilerek kârlı görüntü verilmiştir. 

Banka yöneticileri, artan kredi, kur, faiz risklerini; işletmeler de kredi, kur, likidite risklerini, bozulan mali yapılarını, kârlarının reel olmadığını ya görmemiş ya da görmezden gelerek önlem almamışlardır. 

Ekonominin krize sürüklenişinde, kamu ve özel kesimde yönetim hataları, öngörü eksiklikleri, açıklanan verilerin süslü, gerçekçi olmaması büyük rol oynamıştır.

Ekonomide genel görünüm

Ekonomide genel görünüm

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 21.11.18

Bugün ekonominin genel görünümünü ve içinde bulunduğu yapısal kriz ortamının sinyallerini, güncel veriler aracılığıyla, dış dengeler açısından inceleyeceğiz.
Son bir hafta boyunca üç önemli veri yayımlandı. Önce işgücü piyasaları üzerine Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tahminlerini anımsayalım: “Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2018 yılı Ağustos döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre 266 bin kişi artarak 3 milyon 670 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 0.5 puanlık artış ile % 11.1 seviyesinde gerçekleşti.”
Dolayısıyla, (açık) işsizlik oranı kabaca geçen mart ayından bu yana düzenli olarak artış göstermekte. Unutmayalım ki, söz konusu rakam sadece “iş aramak için son dört hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan çalışma çağındaki tüm kişileri, kapsamaktadır. Bu rakam, içinde umudu kırıldığı için veya başka sebeplerle iş aramaktan vazgeçen, ancak bir olanak bulunduğu takdirde iki hafta içinde iş yapmaya hazır kişiler dahil değildir. İş aramaktan vazgeçmiş umutsuzları kapsamayan bu “geniş tanımlı” işsizlik kavramı, DİSK’in yayımlamakta olduğu İşsizlik ve İstihdam raporlarında yakından takip edilmektedir. 

DİSK Araştırma Dairesi (DİSK-AR), söz konusu “geniş tanımlı işsiz” sayısının 2018 Ağustos ayında, bir önceki yılın aynı dönemine göre 404 bin kişi artarak 6 milyon 352 bine ulaştığını belirtmektedir. Söz konusu (gerçek) işsizlik oranı %18 olarak hesaplanmakta. Bu yaklaşımdan hareketle,

  • işgücü piyasasına katılmayan ancak ne eğitimde, ne de istihdam arayışı içinde olan atıl gençlerin oranının ise %28.6’ya çıktığı gözleniyor. 

TÜİK istatistiklerine göre ağustos ayında son bir yılda 490 bin kişiye net istihdam artışı sağlanmış olmasına karşın, Türkiye ekonomisi bir bütün olarak mevcut işgücü potansiyelini değerlendirmekte cılız kalmakta, işsizlik oranının yükselmesine engel olamamaktadır.
Geçen hafta TÜİK tarafından yayımlanmış bulunan Sanayi Üretimi İstatistikleri bu tespitin uzantısı niteliğindedir. TÜİK tahminlerine göre sanayi üretimi 2018 Eylül ayında son bir yılda %2.7 azalış gösterdi. Sanayinin alt sektörlerine baktığımızda, söz konusu dönemde imalat sanayisindeki daralmanın % 3.2; ara malları ve sermaye malları sanayilerindeki daralmanın ise sırasıyla, %4.8 ve % 4.1 olduğunu gözlemekteyiz. Reel ekonomik aktivitedeki gerilemenin öncü göstergesi niteliğindeki bu saptama, ekonomide sert bir iniş yaşanmakta olduğunu dile getiriyor.
***
Şimdi gelelim bir iktisatçı olarak yorumlamakta güçlük çektiğimiz döviz piyasalarına… Ekonomide reel daralma ve çöküntünün belirginleştiği bu konjonktürde, Türk Lirası’ndaki değerlenmenin (Dolardaki düşüşün) nedenlerini algılamakta zorlanıyoruz. Ekonomik göstergelerin bozulduğu bir ortamda Türk Lirası’nın değer kazanıyor olması, olsa olsa iktisat-dışı söylemlerle açıklanabilir. İrdeleyelim: TC Merkez Bankası ekonomiye olan döviz giriş çıkışlarını “Ödemeler Dengesi İstatistikleri” aracılığıyla izliyor. Aşağıdaki tabloda cari işlemler dengesi ve finansman kalemlerinin bu yılın ilk dokuz ayındaki seyri, geçen seneye göreceli olarak sergilenmekte.
Buna göre, yılın ilk dokuz ayında cari işlemler açığı 29.9 milyar Dolar düzeyinde. Geçen sene bu rakam 31.3 milyar Dolar idi. Ancak geçen sene bu açığı kapatmak üzere yurt dışından sermaye girişleri 33.9 milyar Dolara ulaşıyor; cari işlemler ve sermaye hareketleri dengesi beraberce toplamda net 2.678 milyon Dolarlık bir döviz fazlasına olanak sağlıyordu. Oysa 2018’in Ocak – Eylül döneminde sermaye hareketleri dengesi eksi 4.2 milyar Dolar ile açık vermiş, cari işlemler ile birlikte Türkiye’nin toplam döviz açığı 34.2 milyar Dolara yükselmiştir.
Merkez Bankası’nın istatistikleri bu açığın finansman biçiminin, öncelikle kayıt dışı sermaye girişlerini veren net hata ve noksan kalemi ile karşılandığını göstermektedir. Yılın ilk dokuz ayındaki kayıt dışı sermaye girişi 17 milyar Dolar ile rekor düzeyindedir. Ekonomiye sağlanan bu gizemli kaynağın gene de yeterli olmadığı gerçeğinden hareketle, buna bir de Merkez Bankası’nın rezervleri eklenmiş ve uluslararası rezervler 16.9 milyar Dolar azaltılarak 
toplam dış açık yamalanmıştır. [Haber görseli]

Kaynak: TC Merkez Bankası, Ödemeler Dengesi İstatistikleri 

  • Türkiye ekonomi idaresi, derinleşmekte olan krizi siyasi kaygılarla yadsımakta;
  • alınması gerekli tedbirleri uygulamaya koymak yerine,
  • kaynağı belirsiz döviz girişleri ve
  • Merkez Bankası’nın mevcut birikimlerini devreye sokarak gün kazanma çabası içinde gözükmektedir.
  • Krize karşı önlemlerin savsaklanmasının bedeli bugünden çok daha ağır olacaktır. Tarih bu tür acı derslerle doludur, unutmayalım.

Ekonomide doğrular ve yanlışlar

Ekonomide doğrular ve yanlışlar

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 23 Mayıs 2018
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
AKP ekonomi idaresinin almış bulunduğu makro iktisadi kararlar ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, çarpık büyüme stratejisi çok ciddi yanlışlıklar içermekte ve ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek, tahrip etmektedir.

Söz konusu yanlışlar dizisi ve tahribat, önceleri “cari işlemler açığı finanse edildiği sürece sorun değildir” söylemi ile uygulanmış ve Türkiye ekonomisi kronik olarak dış dengelerinde bozulmaya itilmiştir. Daha sonra Cumhuriyet tarihimizin en derin krizlerinden birisi olan ve ulusal ekonominin %6.5 daraldığı 2009 krizinin dersleri görmezden gelinerek, “krizin Türkiye’yi teğet geçtiği” savlanmış ve Türkiye yeniden ve çok daha kararlı bir biçimde bir “ithalat cennetine” dönüştürülmüştür. Günümüzde de “enflasyonun asıl nedeninin yüksek faizler olduğu(AS: Yüksek faiz bir neden değil bir sonuçtur!) gibi gerek iktisat bilimi, gerekse de iktisadi tarihin deneyimlerine tümüyle zıt bir saplantıda ısrar edilerek enflasyonla mücadele politikası ağır derecede tahribata uğratılmıştır.
***
AKP’nin 2003’ten bu yana geliştirdiği ekonomik politikaların ana dayanağı dövizin her ne pahasına olursa olsun ucuz kılınması ilkesine dayanmaktadır. 2003’ten 2009 küresel krizine değin geçen sürede, AKP hükümetleri (ve Merkez Bankası yönetimi) dövizi ucuz tutarak bir yandan enflasyonist baskıları hafifletmeyi, öbür yandan da ithalat maliyetlerini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını kamçılamayı öngörmekteydi. Ucuz döviz (aşırı değerli Türk Lirası) sayesinde dolar bazında ifade edilen milli gelir rakamlarımız da sanal bir biçimde olduğundan çok daha yüksek gözüküyor, bu da kamuoyunda bir AKP mucizesi olarak pazarlanıyordu. 
AKP’nin bu ilk dönemi küresel ekonominin de sanal ve istikrarsız bir büyüme içinde olduğu genişleyici bir konjonktüre denk düştü. Amerikan ekonomisi Avrupa ve Uzak Asya ile olan ticaretinde ciddi açıklar veriyor ve bu açıkları da yüksek hacimlerde dolar basarak ve küresel piyasalara tahvil ihraç ederek finanse ediyordu. Dolayısıyla, tüm dünyada faizler hızla düşerken, ucuz dolara dayalı döviz bolluğu dünya ticaret hacmini genişletiyordu. Ancak “yerçekimini yadsıyan” bu kendi kendine değer kazandırma hayali, reel ekonomilerin gerçekleriyle yüzleştiği noktada kriz patlak vermişti. 
Türkiye de bu dönemde göreceli olarak çok yüksek reel faizler sunarak (AS: dövizi de baskılayarak)  küresel ekonomide dolaşan bu finansal kâğıtları ve ucuz dolara dayalı sıcak parayı ulusal ekonomiye çekme uğraşı içindeydi. Söz konusu dönemde sıcak paraya dayalı büyümenin istikrarsızlık kaynağı olduğu ve ulusal sanayiyi tahrip ederek yapısal bir işsizlik tehdidi yarattığı yönündeki uyarılar “dövizin sıcağı soğuğu olmaz, cari açık finanse edildiği sürece sorun olmaz” türünden akıl ve bilim dışı bir retorik ile susturuluyordu. 
AKP bu dönemde uluslararası işbölümünde yüksek faiz sunan, bir ucuz ithalat cenneti olarak yer bulurken, yükselen piyasa ekonomisi unvanına layık görülüyordu. Bugün yaygın söylem ile 2003-2008 arası AKP’nin uyguladığı faiz politikasını betimlersek, en uygun sözcük “faiz lobisinin, AKP ekonomi idaresinin bizzat kendisi olduğudur.”
***
İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değerini ise üç biçimde tanımlanmaktayız: 
(1) faiz oranı; (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır. Dolayısıyla, enflasyon, faiz ve döviz kurunun aşınması birbirine bağlı olarak ilişki içindedir. Paranın bu üç tanımı arasındaki iktisadi ilişkiler herhangi bir “neden-sebep-sonuç” ilişkisi içermez, sadece bu üç öğenin birlikte hareket ettiğini belirtir. 
Nitekim enflasyon, özünde işgücü piyasalarındaki katılıkların ve dengesizliklerin para piyasalarına yansımasının bir ürünüdür. Enflasyonla mücadele ulusal ekonominin yapısal nitelikli sorunlarının çözümünden geçer, Merkez Bankası’nın günlük (kısa vadeli politika) faizlerinin düşürülmesinden değil. 
Yineleme pahasına yeniden vurgulayalım: 

  • AKP ekonomi idaresinin izlemekte olduğu bilim-dışı enflasyon politikası ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, inşaat betonuna dayalı büyüme stratejisi ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek tahrip etmektedir.
    ===============================================
    Evet dostlar,

    Ekonomi hocası Sn. Erinç Yeldan’ın yazdıkları böyle..
    AKP = RTE uzun zamanlardır bilim dışı takıntıları ile faiz yükseltilmesine karşı çıktı. Ülkenin ne durumlara sürüklendiğini gördük birlikte.. Londra ziyaretinde de saçma sapan sözler kullanılınca yangın iyice büyüdü.  Sonunda tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı, dün gece TCMB faiz oranlarını bir kezde 3 puan daha artırarak %13,5’ten 16,5’e yükseltti!

  • Milyonlarca insan, koca bir ülke ileri derecede yoksullaştırıldı bu TEK ADAM dayatması ile.
  • Bu çok ağır bir bedeldir ve vebali bütünüyle Erdoğan’ın boynundadır; hesabı verilmelidir.
  • Tanrı, bir kulunu cezalandırmak istese idi daha ağır bir yaptırım uygular mıydı acaba??

    Erdoğan’ın kibiri – bilim dışı takıntıları… daha “resmen” Başkan olmadan bu ağır sonuçları doğurdu. Ulusal gelir ciddi oranda eridi, enflasyon daha da yükselecek, cari açık, dış ticaret açığı ve bütçe açığı (3’lü açık sarmalı!) daha da büyüyecek.. Bu günkü açıklamasında Erdoğan yine verileri çarpıttı : Kamu borçlarının ulusal gelire oranının %8,5 olduğunu söyledi!? Oysa kamu borcu 450 milyar $ ve 2017 sonu ulusal geliri 850 milyar $ dolayında ve oran %50’nin üstünde. Bu borç şimdi daha yüksek, gelir ise daha da küçüldü.. Erdoğan salt 2018 yılı verisini temel alarak sorunu gizliyor. Oysa böyle bir ölçüt yok. Ayrıca asıl olan salt kamunun borcu da değil.. Ülkenin toplam borcu özel sektörle birlikte! Bu rakam ise 700 milyar dolara dayandı. 245 milyar doları aşan özel sektör borçlarına kamu (Hazine) büyük ölçüde kefil. Örneğin şehir hastaneleri talanı başta olmak üzere kamu- özel ortaklığı masalı ile yürütülen pek çok uluslararası projede, yüklenicilerin dış kredilerine (borçlanmalarına) Hazine garantisi verildi üstelik kur garantisiyle!

    AKP = Erdoğan, sokaktaki insanı belki bir süre daha aldatabilir ve akıl – bilim dışı kibirli, dinci takıntılarıyla yarattıkları cehennemi kendilerine dönük operasyon gibi sunarak, yine mağdur edebiyatıyla 24 Haziran’da oylarını da artırabilir.. Ancak güneş balçıkla sıvanamaz! 16 yıldır sürdürülen har vurup harman savurma – yağma/talan bezirganlığının bedeli ödenecek, Türkiye’ye ödetilecektir. Elbette bu kaçınılmaz diyet ödemelerinden AKP = Erdoğan’a de er ya da geç hak ettiği pay düşecektir, düşmelidir..

    Sevgi ve saygı ile. 24 Mayıs 2018, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İktidarın ekonomi efsaneleri iflas etti; büyük çöküş başladı


İktidarın ekonomi efsaneleri iflas etti; büyük çöküş başladı

DPT eski Müsteşarı, ekonomi uzmanı
İlhan Kesici’den bomba açıklamalar:

Devlet Planlama Teşkilatı eski Müsteşarı,
ekonomi ve siyaseti en iyi bilen isimlerden biri olan İlhan Kesici, AKP’nin ekonomi balonlarının söndüğünü söyledi.

Kesici “Yara derindedir. Kullanılacak merhem artık kâr etmez. Yeni bir kalkınma modeli, yeni bir anlayışa ihtiyaç var.
Seçim çok önemli.” dedi.

Sevgili okurlarım,

Bugün sizlere Devlet Planlama Teşkilatı’nın eski Müsteşarı,
ekonomi uzmanı ve siyasetçi İlhan Kesici
ile ekonomi üzerine yaptığım söyleşiyi sunuyorum.
Dürüst çizgisi ve doğruları eğip bükmemesi nedeniyle haklı bir saygınlık kazanmış olan Kesici ile sohbetimize “AKP’nin ekonomiyle ilgili efsanelerinin birer birer çökeceğini
öne sürüyorsunuz. Nedir bu efsaneler ve niçin çökecekler?”
sorusunu yönelterek başladım.

İşte sorularım ve cevapları:

* * *

İLHAN KESİCİ (İ.K.): Uğur Bey, ekonomide yaşayacağımız şey “Bazı ekonomik efsanelerin” iflası ve çöküşüdür. Pompalanan “Ekonomik efsaneleri” patlatmak lazımdır.
Bunların neler olduğuna gelince:

1- Ekonomimiz çok sağlamdır. TL’miz çok kıymetlidir. Ve bolluk-bereket içindeyiz.
Son Cumhurbaşkanı-Merkez Bankası kur-faiz tartışmaları bütünüyle traji-komik bir tartışmadır.

Nereden çıktı, nasıl çıktı bilen bir Allah’ın kulu olduğunu da sanmıyorum. Sadece bildiğimiz, kantarla soğan-patates tartar gibi kıymeti “sayfa sayısı” ile ölçülen bir “ekonomi brifingi” yapıldığıdır.
Okurlar bilmeliler ki, 2003’ten 2015 başına kadar, ana hatları ile uygulanan kur-faiz politikası şudur: “yüksek faiz-düşük kur.”

Bu da şu anlama gelir: Ver yüksek faizi, tut dolar kurunu, gelsin sıcak para,
olsun para bolluğu, olsun ithal mallar cenneti! Al sana bolluk-bereket!..

Yaşanmaya yeni başlanan şey işte bu efsanenin çöküşüdür.
İlk 11 senede, yani 2002-2013 döneminde, kurdaki artış sadece ve sadece % 18’dir.
Son bir aydaki artış da yüzde 18’dir. Böyle bir ekonomi politikası olabilir mi?

TÜRKİYE BORÇ CENNETİ

UĞUR DÜNDAR (U.D.):
Peki bu ekonomi politikasının ortaya çıkartacağı tablo, yani varacağı sonuç nedir?


(İ.K.):
Sonuç, 2003-14 diliminde dış ticaret açığı 656 milyar $, cari işlemler açığı 447 milyar dolardır. Kamu dış borcu 64 milyar dolardan (ki bunun 22 milyar doları IMF borcu idi)
107 milyar dolara çıkmıştır. Yani IMF’ye olan borç kapatılsa bile toplam kamu dış borcu
43 milyar dolar daha artmıştır.

Özel sektör dış borcu ise 43 milyar dolardan 280 milyar dolara çıkmış haldedir.
Bu yaklaşık 6 katlık bir borç artışıdır ve çoktur.

Kamu iç borcu, dolar cinsinden 90 milyar dolardan 250 milyar dolara çıkmıştır.
Hane halkı borcu başka bir kapsamdadır ama o da 4 milyar dolardan 155 milyar dolara çıkmıştır.

(U.D.): Yani aşırı borçlanmayla sahte bir cennet mi yaratıldı?

(İ.K.):
Çok doğru söylediniz. Bu sadece bir borç cennetidir.  Bu sahte cennetin bedeli ise tam 465 milyar dolarlık
faiz ödemesidir. 
465 milyar dolar faiz ödemek demek,
Türkiye ve dünyanın iftihar projelerinin her zaman başlarında gelen 100 adet Atatürk Barajı parası demektir.
Kamu maliyesinin iliğinin kemiğinin emilmesi demektir.

Bu “kur-dolar değeri çarpıklığı” bugün de çıkmış değildir.
1 Temmuz 2013’te TBMM’de kabul edilen Onuncu Kalkınma Planı, 2014-18, onaylandığı gün 1 doların değeri de 1.95 TL idi.
Ama Plan’ın tam dört sene sonrası olan 2018 yılı için hedef aldığı ve bütün hesaplamaları da bunun üstüne oturttuğu kur da 1.97 idi.
Bundan daha büyük bir öngörüsüzlük, hesap yanlışlığı, veya
bizi kandırmacılık olabilir mi? Böyle bakılınca son tartışma olan “indir faizi, hayır indirmem; ver bana hesabını, al sana 130 sayfalık brifing”  koca ülke ve 77 milyon insan ile alay etmekten başka bir şey değildir.

Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcımız Ali Babacan da Bursa Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmada konuya  “Dolar-Toto-oynamak-oynamamak”yaklaşımı ile müdahil olmuştur.

Ama bilinmelidir ki bu dolar bu TL’yi döver!

Ama şimdi ama seçimden sonra. Seçimden sonraya kalırsa en iyimser durum “knock-down”dur.
Evet. Bu sene 200 milyar dolarlık bir taze döviz ihtiyacı vardır.
Kamunun 20, özel sektörün 130-140 milyar dolarlık kısa vadeli borçları ve 40 milyar $ dolayında cari işlemler açığının döndürülebilir olması lazımdır.

EKONOMİK BÜYÜME YALANI

(U.D.): Birinci efsaneyi anlattınız. Peki ikincisi nedir?

(İ.K.):   Ekonomik büyümede neredeyse dünya şampiyonu gibi gösterilmemiz patlayacak olan ikinci efsanedir. Hemen aşağıda yer alan şu iki tabloya bakar mısınız? Zira bu tablolar efsaneyi yerle bir ediyor:

Meşhur devlet adamı ve büyük şairimiz Ziya Paşa’nın bu tür durumlarda kullandığı bir ölçü var: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”.

Grafiklerdeki rakamlar devletin resmi rakamlarıdır. Ne görünüyor?

1- Bütünüyle sağlıksız ve sürdürülebilir olmayan bir manzara.
2001 yılındaki büyük krizin ertesi bir büyüme sıçraması olmuş, ki dünyanın her tarafında ve bizde de bütün kriz ertelerinde aynen böyle olur, sonra kesintisiz her yıl mütemadiyen olmak üzere yüzde 9.4’ten -4.8’e kadar durmadan düşmüş.

İkinci grafik, 2009 krizinden sonra tekrar bir sıçrama ve tekrar her yıl düşerek yüzde 9.2’den yüzde 3’ün bile altına düşme.  Böyle bir trend insana kalp krizi geçirtir, ülke ekonomisini de allak-bullak eder.

2-Büyüme büyüklükleri: 1946 – 2002, çok partili demokratik düzene geçtiğimiz ilk 56 yılın ortalaması, yıllık ortalama ekonomik büyüme %5.1. Bu uzun dönemin içinde çok olumsuz politik dönemler de var:  İkinci Dünya Savaşı’nın artçı etkileri; 10 yıl arayla gelen üç askeri darbe-ihtilal ve bunların politik ekonomik sonuçları; üç büyük ekonomik kriz, 1994, 1999 depremi ve 2001; arada 1974 Kıbrıs Harekatı ve politik ve ekonomik sıkıntılar.
AKP dönemi, 2003-2014, bütün dünyanın 2000 yılından itibaren ekonomi tarihinde gördüğü en büyük olumlu sıçramalar, uluslararası sermaye hareketlerinin en serbest ve en büyük boyutlara çıkması, dünya ticaretinin önündeki engellerin hemen hemen bütünüyle ortadan kalkması, bütün dünyada neredeyse gökten sıfır maliyetle dolar yağması.

Bu olumlu şartlar altında, 2003-2014 ortalama yıllık büyüme hızı kaç olmuş? Beklenir ki herhalde yüzde 5.1’in çok üstündedir. Hayır sadece yüzde 4.7.

(U.D.): Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?
(İ.K.): Bunun içine biraz daha girilirse ayrıca şu görülür. Bunun ilk dört yılı, 2003-2006, büyüme yüzde 7.4’tür, çok iyidir; ama asıl  “ustalık dönemi” olarak ifade edilen 2007-14 dönemi ise sadece  % 3.3’tür. Neredeyse Türkiye ortalamasının yarısı.
Artık ekonomi sadece “patinaj” yapmaktadır.

Büyüme bahsini yeniden toparlarsak… Büyüme,
1) Türkiye ortalamasının bile yarısına doğru gitmektedir;
2) Çok sağlıksız bir görüntü vermektedir;
3) Katiyen sürdürülebilir değildir.

MİLLİ GELİR DE DÜŞTÜ

(U.D.): Evet çok net bilgiler verdiniz. Gelelim üçüncü efsaneye… Nedir o?

(İ.K.): Söyleyeyim o da milli geliri 3 katı artırdık, kişi başına düşen milli gelir rakamını
ta 2008 yılında 10 bin doları aşırdık.

Uğur Bey,
Birincisi, bu tür karşılaştırmalar adına “cari fiyatlar” dediğimiz rakamlarla yapılmaz,
ortak paydaya getirilmiş rakamlarla yapılır. İki, Milli Gelir hesaplamalarını baskılanmış dolar kuru ile yaparsınız bir başka çıkar, mesela şimdiki kur ile yaparsanız başka çıkar. O zaman da övünülen eski değerlerin hepsinin çok altına düştüğünü görürüz. Böyle bakınca, mesela
2015 yılında kişi başına milli gelir rakamı gider, ta 2008 yılı rakamının bile altına düşer.


(U.D.):
Teşekkür ederim, böylece geldik dördüncü ve sonuncu efsaneye… O nedir?


(İ.K.):
Dördüncü efsane de “Türkiye’yi dünyanın 17. Büyük ekonomisi yaptık” söylemidir.
Türkiye 1991 yılında dünyanın 17. büyük ekonomisi idi. Yıllar içinde bazen bir üstte bazen bir altta yer aldı. Sebebi kullanılan kurdur. Ama şimdi bu düşük büyüme ve kurdaki sıçrama dolayısıyla herhalde birkaç sıra birden düşecektir.

(U.D.):
İlhan Bey gelin bu kez çözüm önerisi de arayalım. Bu karamsar tablodan
Türkiye”yi kurtarmanın, millete umut vermenin ve çözüm getirmenin yolu ne olmalı?

(İ.K.):
Çok güzel ve yerinde bir soru. Gördük ki bu yara derindedir. Kullanılan merhem artık kâr etmez. Yeni bir anlayış, yeni bir kalkınma modeli, yeni hekimler-kadrolar,
yeni merhemler-fikirlere ihtiyaç vardır. Önümüzdeki seçim bunu çıkarmalıdır.

===================================

Dostlar,

Önemli bir söyleşidir. Sayın Dündar’a da Sayın Keici’ye de teşekkür ederiz.

Ancak 1994 seçimlerinde İstanbul Büyüşehir Belediye Başkanı adaylarından biri de DYP adına Sayın Kesici idi.. O seçimde oylar 4’e bölündü ve RTE 1/4 (%25) oy bile alamadan aradan sıyrıldı.. Sonrası 21 yıldır gözler önünde.. Önlenemeyen bir yükseliş ve Türkiye’nin
RTE çıkmazı.. O bakımdan, Sayın Kesici’yi bağışlayamıyoruz, ciddi bir özeleştiri borcu vardır.

Sevgi ve saygı ile.
24.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

DIŞ BORÇLAR HEPİMİZİN BORCUDUR

 

DIŞ BORÇLAR HEPİMİZİN BORCUDUR

portresiPROF. DR. ESFENDER KORKMAZ
http://www.iktisatlilar.net/index.php?option= com_ content&view=article&id=724:dis, 24.2.15

 

İç ve dış borç stoku açıklanırken, yalnızca kamu iç borç stoku açıklanıyor…
Çünkü devletin aldığı iç borçlar hepimizi ilgilendiriyor.
İç  borçlarla yapılan bütçe harcamaları hepimiz için yapılıyor.
Yine bu borçlar hepimizin vergileri ile geri ödeniyor.

Dış borçlara gelince, ister devlet alsın, ister özel sektör alsın dış borçlar
Türkiye’nin dış borcudur. Nedenleri ise:

1) Dış borç alındığında, Türkiye’ye döviz veya mal ve hizmet olarak kaynak girişi oluyor. Kaynak girişi, iç tasarruf açığını kapatıyor. Milli gelirin artmasına olanak veriyor.
Büyüme hızı artıyor. Bundan da herkes yararlanıyor.

2) Dış borç anapara ve faizleri geri ödendiğinde ise tersine kaynak çıkışı oluyor.
Ekonomide büyüme olumsuz etkileniyor. O kadar ki, geri ödenen dış borç anapara ve faizleri ile yine yurt dışına faiz ve kâr çıkışı ile birlikte değerlendirilirse, bunlardan oluşan
toplam kaynak çıkışı, büyüme oranından daha çok ise, ülkede yoksullaşma başlar.

3) Dış borcu ve faizini geri ödemek için TL’yi ayrıca dövize çevirmek gerekir.
Bu durum dövize olan talebi artırır. Döviz fiyatları artar. Sıcak para girişinin bir yerde durması kaçınılmazdır. O zaman kur artışı, ithalat yoluyla enflasyonu artırır. Döviz sıkıntısı ortaya çıkabilir. Döviz her zaman bizim yumuşak karnımız olmuştur. Bol sıcak para girişi,
bu sorunu unutturmasın. Çünkü Türkiye’ye ciddi fiziki yatırım için döviz gelmiyor.
Hatta kârlı işletmeleri satın almak için gelen yabancı yatırım sermayesinde de azalma var.

2012 ikinci çeyrekte Türkiye’nin brüt dış borç stoku 323.5 milyar  dolardır.
Dış borç stoku  geçen sene aynı döneme göre 16.8 milyar dolar artmıştır.

Öte yandan 2002 yılında toplam dış borç stoku 129.6 milyar dolar idi. Yani AKP iktidarında 193.6 milyar dolar arttı. Başka bir ifade ile son 10 yılda Türkiye 2002 yılına kadar geçen
80 yıldan daha çok dış borç aldı.

Toplam dış borçların, 212.5 milyar doları özel sektöre aittir.

Dış borç stokunun ağır olup olmadığı, ekonominin ödeme kapasitesine bağlıdır.

1) Dış borçlar için her yıl faiz ödüyoruz. Son yıllarda faizde düşme var.
Ancak yine de geçen yıl 1.1 milyar dolar faiz ödemişiz. Faiz yükü dış borç yükünü artırıyor.
(AS: 2015 içinde 33,8 milyar Dolar faiz ödenecek.. 2014’te 1,1 milyar Dolar??)

2) Dış borçların uzun veya kısa vadeli olması da, dış borç yükünü etkiler. Türkiye’nin toplam dış borçları içinde 99 milyar doları bir yıldan kısa, 224.5 milyar doları da uzun vadelidir.
Uzun vadeli dış borçlar, bir ödeme planı yapmaya daha elverişlidir.
Kısa vadeli dış borçlar, konjonktürün daralma dönemlerinde sorun olabiliyor.

3) Dış borçlarda bir gösterge de dış borçların milli gelire oranıdır. Bu oran düşük olursa,
yük daha az demektir. Türkiye’de bu oran % 40’tır.
(AS: Toplam 400 milyar $ dış borç, 800 milyar $ GSMH var.. Oran %50!?)
Ancak yüksek büyüme ve yüksek yabancı sermaye girişi olursa, yük azalır.
Çünkü ekonominin ödeme kapasitesi artar.
Aksi halde ödeme kapasitesi düşük olur. Dış borç ödeme sorun yaratabilir.

4) Toplam dış borç stokunun ihracata oranı yüksekse, bu durumda ödeme kapasitesi düşük demektir. Türkiye’de bu oran 225.2’dir ve yüksektir. Bu demektir ki ödeme kapasitesi düşüktür. (AS: 158/400 milyar $)

5) Özellikle kısa vadeli dış borçların ödenmesi açısından, TCMB rezervleri de önemli bir göstergedir. Türkiye’de TCMB rezervleri dış borçların dörtte biri kadardır. Hatta rezervler kısa vadeli borçlardan daha azdır. Bu durumda, dış borç yükünün ağır ve dış borç ödeme riskinin olması demektir.

Özet olarak; Türkiye’de tasarruf ve yatırım açığı devam ettikçe, cari işlemler açığı
devam ettikçe, varlık satışları azaldıkça, Türkiye’nin dış borçları artacaktır.
Bugün riskli olan dış borç stoku daha da ağır bir yük olacaktır.

IMF’den 11 maddelik Türkiye raporu


IMF’den 11 maddelik Türkiye raporu

IMF1

IMF heyeti değerlendirmesine göre, Türkiye ekonomisi 2010’dan bu yana
%6’lık kayda değer bir büyüme kaydetti ancak…

Uluslararası Para Fonu (IMF) heyetinin değerlendirmesinde, Türkiye ekonomisinin 2010 yılından bu yana ortalama %6’lık kayda değer bir büyüme kaydettiği ancak düşük ulusal tasarruflar ve rekabet gücü zorluklarının, yatırım ve ihracatı sınırladığı belirtildi.

IMF‘nin Madde 4 Olağan Görüşmeleri’ne ilişkin değerlendirmesi Hazine Müsteşarlığı’nın internet sitesinde yayımlandı.

Değerlendirmesini 11 başlık altında toplayan IMF heyetine göre, Türkiye ekonomisi 2010 yılından bu yana ortalama % 6’lık kayda değer bir büyüme gösterdi. Ekonomi, büyük finansal kriz sonrasında hızlı bir şekilde toparlandı ve işsizlik oranı
son 10 yılın en düşük düzeyine geriledi. Yakın zamanda, artan yerel belirsizlikler ve finansal piyasa dalgalanmalarının yansımaları etkili bir şekilde önlendi. Ancak hızlı büyüme, yüksek enflasyonu ve büyük bir dış açığı beraberinde getirdi. Büyüme potansiyelini aşağı çeken bu dengesizliklerin, özenle kurgulanmış makro-ekonomik politikalar ve yapısal reformlarla ele alınması gerekiyor.

Büyüme, ortalama bir tempoyla da olsa devam etme eğiliminde bulunuyor.
2014’te büyümenin, kamu kesimi ve net ihracatın desteği ile yılın sonlarına doğru
özel tüketimde gözlenecek hafif canlanmanın da katkısıyla %3 dolayında gerçekleşmesi bekleniyor. Değerlendirmede, döviz kuru geçişkenliği, yüksek gıda enflasyonu ve kısmen, erken gerçekleştirilmiş parasal genişleme nedeniyle enflasyonun bir kez daha belirlenen hedefin üzerinde gerçekleşeceği, ayrıca cari işlemler açığının,
her ne kadar azalıyor olsa da yüksek düzeyde seyretmeye devam edeceği belirtildi.

IMF heyeti değerlendirmesine göre, mevcut politikalarda bir değişiklik yapılmaması durumunda, gelecek dönemde ekonomik performansın yakın geçmişe kıyasla daha zayıf olması bekleniyor. Türkiye’nin düşük yurt içi tasarrufları ve rekabet gücü zorluklarının, yatırım ve ihracatı sınırlayıcı etkenler olmaya başladığı vurgulanan değerlendirmede, “Bu nedenle mevcut politikalar ve ulusal tasarruf oranıyla ekonomik büyümenin yavaşlaması ve orta vadede yüzde 3,5 düzeylerinde gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu daha düşük büyüme oranının, enflasyonu ve cari açıktaki kötüleşmeyi sınırlandırması beklenmektedir. Ancak bu durum aynı zamanda, Türkiye’nin gelir düzeyinin gelişmiş ülkelere yakınsamasının yavaşlaması ve
ülkenin orta gelir tuzağına itilmesi anlamına da gelecektir.” ifadesine yer verildi.

TAKİPTEKİ ALACAKLAR DÜŞÜK DÜZEYDE

IMF değerlendirmesine göre, finansal sistem güçlü sermaye yapısını sürdürüyor. Sermaye yeterlik oranları ortalama olarak yüksek ve çoğunlukla, yüksek kaliteli bir sermaye yapısına dayanıyor. Takipteki alacaklar düşük düzeyde ve bu alacaklara uygun ölçüde karşılık ayrılmış durumda. Ancak bankalar, bol miktarda ve ucuz olan toptan dış fonlama kullanımını arttırdı. Buna paralel olarak bankalar, finansal olmayan şirketlere sağladıkları döviz cinsi krediler nedeniyle, artan bir dolaylı döviz kuru riski ile karşı karşıya.

Ekonomik görünüme ilişkin temel riskin, yükselen piyasa ekonomilerine yönelik sermaye girişlerinde yaşanabilecek keskin bir düşüş olduğu belirtilen değerlendirmede, şunlar kaydedildi:

“Türkiye’nin GSYH’sinin %25’inin üzerinde seyreden brüt dış finansman ihtiyacı, ülkeyi sermaye akımlarındaki ani değişimlere karşı kırılgan kılmakta ve bu da reel ekonomide maliyetli bir düzeltmeye yol açma ihtimali taşımaktadır. Ayrıca, özel sektörün kaldıraç oranlarının yükselmiş olması nedeniyle şoklara karşı koyabilecek tamponları da azalmış olabilir. Dengesizliklerin artmasına daha uzun süre izin verilmesi ve yetkililerin şoklara yanıt verecek ek politika alanı oluşturmakta daha da gecikmesi, ekonomide yaşanabilecek bir düzeltmenin daha maliyetli hale gelmesine neden olacaktır.”

EKONOMİNİN DENGELENMESİNE YÖNELİK POLİTİKA GÜNDEMİ

Kısa vadede, makro-ekonomik politika çerçevesinin, ekonominin dengelenmesi ve dengesizliklerin giderilmesi için daha büyük rol oynaması gerektiğine işaret edilen IMF değerlendirmesinde, Türkiye’nin büyümesinin, tüketime olan bağımlılık, düşük ihracat artışı ve ciddi yatırım ihtiyaçları ile bu durumun meydana getirdiği büyük dış açık dolayısıyla baskılandığı kaydedildi.

Ekonominin dengelenmesine ilişkin zorlukların, özellikle yetkililerin yapısal politika gündemi meyvelerini verinceye dek, ancak güçlü bir makro-ekonomik politika setinin uygulanması yoluyla giderilebileceğine vurgu yapılan değerlendirmede,
şu görüşlere yer verildi:

“Daha sıkı bir kamu maliyesi duruşu, dış dengesizliğin azalmasına ve para politikası üzerindeki baskının hafiflemesine katkıda bulunacaktır. Ekonomiden daha hızlı büyüyen faiz dışı kamu harcamaları, ciddi bir genişletici etkiye sahiptir. Ayrıca, her ne kadar
borç sürdürülebilirliği bir endişe kaynağı olmasa da, yapısal mali denge de son yıllarda bozulmaktadır. Buna ek olarak daha sıkı bir kamu maliyesi duruşu,
enflasyon hedefinin yakalanması noktasında para politikası üzerindeki yükü de azaltacaktır. Bu duruş ayrıca, ekonomide tüketimin ağırlığının azaltılması yoluyla yeniden dengelenmeye yardımcı olacak, özel sektör yatırımlarını destekleyecek ve ticarete konu sektörlerin rekabet gücünü artıracaktır. Ayrıca, daha güçlü bir kamu maliyesi duruşu, özel sektör bilançolarının daha da sıkıştığı bir süreçte, şoklara yanıt verilebilmesi açısından ek bir politika alanı oluşturacaktır. Bu nedenle Heyet, faiz dışı fazlanın 2017 yılına kadar GSYH’nin % 2’sine ulaşmasını sağlayacak önden yüklemeli bir mali bir düzeltmeyi tavsiye etmektedir. Bu düzeltme, faiz dışı cari harcamaların azaltılması ve ekonomik açıdan sağlam projelere yapılacak yatırımların korunması yoluyla gerçekleştirilmelidir.

Para politikası duruşu enflasyon hedefiyle uyumlu olmalıdır. Mevcut politika faiz oranı,enflasyonun %5’e indirilmesi hedefi ile tutarlı değildir. Para politikası bu hedefe odaklanmalı ve beklentileri yönlendirecek, enflasyonu düşürecek bir pozitif reel faiz oranını sürdürmelidir. Enflasyon hedefinin tutturulması için para politikası alanında
sarf edilecek çabalar, daha sıkı bir kamu maliyesi duruşu ile hafifletilebilir.”

IMF değerlendirmesine göre, brüt uluslararası rezervler yeterli olmasına rağmen, ihtiyatlı olmak adına, net uluslararası rezervlerin artırılması gerekiyor. Brüt uluslararası rezerv seviyesi, çok yüksek olmamakla birlikte, uluslararası standartlarla uyumlu ve hala, emsal ülkelerin rezerv düzeylerinin altında. Net rezervler ise düşük ve dolayısıyla döviz kurunda yaşanabilecek uzun süreli bir dalgalanma halinde sunabileceği tampon etkisi sınırlı olacak. Merkez Bankası’nın, piyasa koşullarının izin verdiği ölçüde,
sterilize edilmiş müdahaleler yoluyla net uluslararası rezervlerini güçlendirmesi gerekiyor.

BANKACILIK SEKTÖRÜNÜN GÜCÜ MUHAFAZA EDİLMELİ

Bankacılık sektörünün gücünün muhafaza edilmesi gerektiğine yer verilen değerlendirmede, gözetim standartlarının ve eşit rekabet koşullarının sürdürülmesinin önemine işaret edildi. Ayrıca, ihtiyati ve makro-ihtiyati araç setinin genişletilmesinin de değerlendirilebileceğinin altı çizilen değerlendirmede, “Ekonomideki kur riskini denetim altına almak için yetkililer, dikkatli bir etki analizi yaparak bankaların toptan fonlama piyasasından yabancı para cinsinden borçlanmayı kısmalarını ve şirketlerin yabancı para cinsinden borçlanmayı azaltmalarını teşvik edecek ek tedbirleri
göz önünde bulundurabilir. Ayrıca, dövize endeksli borçlanmalara uygulanan ihtiyati tedbirler, doğrudan döviz cinsi kredilere uygulanan tedbirlerle aynı çizgiye getirilmelidir.” görüşleri paylaşıldı.

Değerlendirmede, orta vadede, yapısal reform politika gündeminin tekrar canlandırılması gerektiği belirtildi. Makroekonomik politikaların kısa vadede, yeniden dengelenmeyi ve finansal istikrarın korunmasını destekleyebileceği ifade edilen değerlendirmede ancak daha güçlü bir orta vadeli büyümenin, Türkiye’nin ekonomik potansiyelini arttırmayı hedefleyen yapısal reformların ilerletilmesine bağlı olduğu kaydedildi. Değerlendirmede, “Bu nedenle Heyet, 10. Kalkınma Planı’nda yer alan iddialı reform gündeminin hızlandırılmasını tavsiye etmektedir. Bu noktada öncelik, özel tasarrufların artırılmasını ve enerji bağımlılığının azaltılmasını teşvik edecek politikaların uygulanması olmalıdır.” görüşüne yer verildi.

AA , 3.10.14

ANAHTAR SÖZCÜKLER : IMF, Uluslararası Para Fonu, IMFnin Madde 4 Olağan Görüşmeleri, ENFLASYON,Türkiye ekonomisi , IMF heyeti, cari açık

TÜSİAD’dan Gezi desteği


TÜSİAD’dan Gezi desteği

  • TÜSİAD YİK Başkanı Erkut Yücaoğlu, Gezi Parkı eylemleriyle ilgili olarak “Türkiye’de artık bu tabloların yaşanmaması lazım, bu tablolara bir son vermemiz lazım.” diyerek hükümeti eleştirdi.

TUSIAD


TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz
, TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi toplantısında konuşma yaptı.

Yılmaz, finans piyasalarının yükselen piyasalara fon sağlayabilmelerinin ardında iki balon olduğunu söyledi.

 

“Bunlardan birincisi 2008 krizine kadar gelişmiş ülkelerde oluşan finansal balonuydu. İkincisi ise 2008 sonrasında merkez bankalarının aşırı gevşek para politikalarıyla ortaya çıkan finansal balon” diyen Yılmaz, “Her ikisinin de sürdürülemeyeceği pek açıktı. Nitekim FED‘den Haziran ayından başlayarak gelen işaretler bu ikinci dönemin bittiğine işaret ediyor.” şeklinde konuştu. Yılmaz sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bundan sonra küresel finansman kaynaklarının daha kısıtlı, daha doğru ifade etmek gerekirse, daha gerçekçi olacağı bir düzende yaşayacağız. Büyüklüğü ve
dışa açıklığıyla Türkiye, bu küresel geçiş dönemlerinden önemli ölçüde etkileniyor. Gelişmekte olan ülkelerin tarihi potansiyel büyümelerinden bahsetmek mümkün olmayacak. Çin dahil bu ülkeler, büyümeleri aşağı revize etmek durumunda kalacak.”

Orta vadede büyümenin üç formülü

Bu yıl %4’ün altında büyüme olacağını söyleyen Yılmaz, Orta ve uzun vadede %6 büyüme gerektiğini belirterek büyümenin üç formülünü verdi:

“Bunlar arasındaki en önemli politika alanı 10. Kalkınma Planı‘nda da öngörüldüğü gibi iç tasarruf oranlarının artırılması ve daha da önemlisi nasıl artırılacağı konusudur. Büyüme oranlarının sürekli olarak yarattığı cari işlemler açığı probleminin, tek kalıcı çözümü, iç tasarruf oranlarının artırılabilmesidir. Mevcut düşük iç tasarruf oranımız dikkate alındığında, bu konu Türkiye ekonomisinin en önemli meselelerinden biri olmaya devam edecektir.

Bize göre en az 3 puan artırılması gereken iç tasarruf oranı için, öncelikli reform alanları;
kayıt dışı ile mücadele,
– sosyal güvenlik modelinin güçlendirilmesi,
– sigorta sisteminin geliştirilmesi ve
– sermaye piyasası araçlarına erişimin kolaylaştırılmasıdır.

İkinci kritik reform alanı ise, çözüm sürecinin başarıya ulaşmasıdır.
Siyaset, kendisinden bekleneni yerine getirdiği sürece, iş dünyası üzerine düşeni yapacak, ülke kalkınması hızlanacak ve bölgede refah artacaktır. Bu yıl içinde, Cizre’de sunmuş olduğumuz, TÜSİAD çalışmasının da gösterdiği gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin kalkınması, ekonomimize sağlayacağı katkıyla, potansiyel büyüme oranımızı 1 puan kadar artıracaktır.

Orta uzun vadeli büyümeyi, %6 seviyelerine getirecek olan 3. alan ise, arz yönlü bir dizi yapısal reformdur. Arz yönlü reform alanı aslında hepinizin aşina olduğu ve sürekli dile getirdiği bir alan: enerji sektörü reformlarından, gelir vergisi kanununa; fikri mülkiyet düzenlemelerinden, esnek işgücü uygulamalarına kadar, yaklaşık 50 maddeyi hemen sizlerle paylaşmak mümkün.”

‘Merkez Bankası’nı izleyeceğiz’

Merkez Bankası’nın politikalarına değinen Yılmaz, “Bizim Merkez Bankası’nın büyüme ve enflasyon arasında denge politikası yürüttüğünü görüyoruz. Faiz aracı kullanılmadı, kur yukarı gitti. Merkez Bankası çeşitli politika araçları kullanıyor. Bizim açımızdan bu politika aracı enflasyon hedefine ulaşıldığında yerinde olacak. Dünyadaki balon etkisi geçince enflasyon hedefinde sapma olacak. Merkez Bankası’nın politikalarını izleyeceğiz” şeklinde konuştu.

‘Demokratikleşme paketi üç amaca hizmet etmeli’

Çözüm süreci konusunda konuşan Yılmaz, “Yaklaşık 10 aydır şiddetin terörün durması toplumda memnuniyetle karşılanıyor. Bu sürecin kalıcı olması şu an gündemde olan demokratikleşme paketine bağlıdır. Paket üç amaca hizmet etmelidir” diyerek bu üç amacı şöyle sıraladı:

“Bir, Şiddet ve terörden arındırılmış olan ortamı ve toplumsal huzuru kalıcı hale getirecek siyasi adımların atılması.

İki, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda geriye gidildiğine dair son dönemlerde gözlenen ve yaygınlaşan izlenimlerin ortadan kaldırılması ve güven ortamının arttırılması.

Üç, AB süreci ve çözüm sürecinin gereklerine uygun bireyi esas alan özgürlükçü bir Anayasa hazırlama çalışmalarına ivme kazandırılması.”

‘Türkiye ağır yükten kurtulmalı’

“Demokratikleşme paketinden bahsederken, unutulmasına izin vermek istemediğimiz bir büyük acıya, bir büyük soruna da değinmek istiyorum” diyen Yılmaz, “Türkiye’nin bazıları kırk yılını aşmış, uzun bir faili meçhul veya aydınlatılmamış siyasi suikastler ve kıyımlar listesi var. Yıllardır gerçekler ortada yok. Hrant Dink’in ailesinin umutsuzluk haykırışlarına duyarsız kalmak mümkün değil. Türkiye’nin demokratikleşme paketini, yeni anayasayı, Kürt sorununun çözümünü konuştuğu bir dönemde, karanlıkta kalan bu acı olayları aydınlığa kavuşturarak, bu ağır yükten de kurtulması gerektiğini, bir kez daha belirtmek isteriz.” şeklinde konuştu.

‘Toplumu ayrıştıran söylemlerden uzak durulmalı’

Yılmaz şöyle devam etti:

“Türkiye’nin 2000’li yılların başından bu yana sistemini özgürleştirmek, sivilleştirmek, demokratikleştirmek yönünde ciddi adımlar attığını hepimiz kabul ediyoruz. Bu dönemin kazanımları Türkiye’nin örnek bir ülke olarak görülmesini sağladı. Bu kazanımlarımızı güçlendirmeye ihtiyacımız var. Bu kazanımlardan geriye gitmek hepimiz için haksızlık olacaktır. Toplumu yoran, ayrışma ve kutuplaşma kaygıları yaratan sert söylem ve gerginliklerden kaçınmalı, Cumhuriyetimizin 100’üncü yıl hedeflerine kenetlenerek uzlaşma ve özveri içinde çalışabilmeliyiz.”

‘Batı karşıtı söylem gücümüzü azaltıyor’

Son günlerde artan Batı karşıtı söyleme de değinen Yılmaz,

“Bu huzursuzluk yaratıyor. Birçok ülkenin Türkiye’ye düşman olduğu söylemi Türkiye’nin uluslararası alanda gücünü azaltıyor.” dedi. “Batı’nın bir başka önemli özelliği ise, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve tüm inançlara saygılı laik yönetim anlayışını benimsemiş olmasıdır” diyen Yılmaz, “Özünde, “Türkiye – AB Katılım Ortaklığı” belgesi uyarınca, uymayı taahhüt ettiğimiz, Kopenhag siyasi kriterlerinin içeriği de bundan ibarettir. Bunlardan uzaklaşmak Türkiye açısından bir çıkmaz yola girmek demektir” şeklinde konuştu.

‘AB süreci hedefe yerleştirilmeli’

Yılmaz, AB üyelik sürecinin yeniden hedefe yerleştirilmesi gerektiğini söyledi ve
22, 23 ve 24’üncü müzakere başlıklarının açılmasının önemine dikkat çekti.

‘Suriye’de askeri müdahale olmadan çözüm gerekli’

TÜSİAD Başkanı, hükümetin Suriye politikasının etkili olmadığını belirterek, “Umudumuz, askeri müdahale olmaksızın kalıcı çözümün sağlanması” diye konuştu.

Yücaoğlu: Şiddet potansiyeli olan ülke algısı yarattık

TÜSİAD YİK Başkanı Erkut Yücaoğlu da yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“OVP’nin revize edilmesi gerekiyor. Cari açığın en büyük neden enerji.
Başka bazı ülkelerde de enerji açığı var. Onlar da net ithalatçı. Ancak onlar katma değerli ürünler yaratıp döviz rezervlerini artırıyorlar. Enerji açığı var deyip kabul etmemek lazım. Başka ürünlerle bu açığı kapamalıyız. Bunun için de yapısal reformlar ve sanayi stratejisi hayata geçmelidir.”

Gezi Parkı olaylarına da değinen Yücaoğlu, artarak devam eden tepkinin yarattığı gerilimin, şiddete eğilimli bazı gruplar tarafından kullanılıp çevreye zarar verildiğini anlattı. Yücaoğlu, “Bu üzücü olayların yaşanması can kayıplarına ve çok sayıda yaralanmaya neden oldu.

  • Kim olduğunu tam bilemediğimiz 7-8 sopalı adamın bir genci ölümüne sebep olacak şiddetle dövmesinin, kameralarla saptanan resimleri kamuoyunun aklından çıkmıyor. Kimdir bu adamlar?

Evet, suçlu olarak yakalananlar var, elbet cezalarını çekecekler ama Türkiye’de artık bu tabloların yaşanmaması lazım, bu tablolara bir son vermemiz lazım” dedi. Protestonun ifade özgürlüğü sınırları içinde başladığını dile getiren Yücaoğlu, “Eğer hoşgörü ve diyalog içinde ele alınabilseydi, Türkiye gülümseyen ve barışçı eylemlerin yaratıcılığını seven bir yüzünü dünyaya göstermiş olacaktı. Bunun yerine ifade özgürlüğü baskı altında ve şiddet potansiyeli olan bir ülke algısı yarattık.” değerlendirmesini yaptı. (Cumhuriyet portal, 20.9.2013)