Etiket arşivi: Boko Haram

Siyasal İslamcılar için her yol mübah : ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslam konusunda uyararak “İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman ikinci bir ajandaları var. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmek” dedi.

09 Ağustos 2022 Cumhuriyet

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: 'Soru çalmayı doğal görüyorlar'İlahiyatçı Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslamın geçmişini, Türkiye’deki durumunu, özelliklerini, amaçlarını ve ideolojik konumlarını Cumhuriyet’e anlattı.

Özellikle Türkiye’de, siyasal İslamın Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşman olduğunu vurgulayan Maraş,

  • “Onlara göre ‘devrim’ için her şey mübah; soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gerekli” dedi.

Maraş,

  • Siyasal İslamı, “tercümelerden doğmuş; gerçekçilikten, gelenekten, derinlikli düşünceden ve yaşamdan kopuk; tepkisel, devrimci, tektipçi, sosyal değişimi reddeden ve ötekileştirmeye dayalı ideolojik ve siyasi temelli ütopik bir hareket” olarak nitelendirdi.

Maraş,

  • Düşünsel veya sosyal bir hareket değil, çünkü ideolojik ve siyasi yapısı onu daha selefi ve radikal bir çizgiye itmiş ve toplumsal yönü gözükse de topluma tektip, zamana, mekâna ve olgusal duruma göre değişmeyen ve sloganik bir ‘sözde İslami’ anlayışı dikte ettirme üzerine şekillenmiştir” dedi.

“DİKTATÖRLÜĞE MEYİLLi”

“İslamcılık, Türkiye’de ve dünyada, 18. yüzyılın son çeyreğinden başlatılsa da bu kesinlikle doğru değil. Türkiye’de İslamcılık, 1960’lardan itibaren başladı” diyen Maraş, “Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılmış fikirler, kesinlikle İslamcılık değil. Bu dönemde kullanılan tabir, siyasi olmayan bir ittihad-ı İslam, İslamlaşma fikridir. Ana hareket noktası da akılcı ve bilimi reddetmeyen bir din olarak inanılan İslamın ana kaynaklarına, gelenekteki yorum zenginliğine dönerek ve aynı zamanda Batı medeniyetinden de faydalanılarak yeni bir medeniyet inşa etme düşüncesidir.” ifadelerini kullandı.

Siyasal İslamcılığın ise “kendi dışındakini dönüştürmeyi, buyurganlığı, ötekini tanımlamayı ifade ettiğini” aktaran Maraş, “1960 sonrası günümüze kadar gelen İslamcılık, toptancı ve aspirinci bir yapıdadır. Batı’yı neredeyse toptan bir reddedişe dayanır” diye konuştu.

Siyasal İslam’ın ortaya çıkışında “sağlıklı modernleşememiş muhafazakâr toplulukların, sözde dine sığınma hastalığının etkili olduğunu” kaydeden Maraş, “Bu yönüyle İslamcılığın çıkış nedenlerinden biri, kendilerini zihnen ve ilmen yenileyemeyenlerin çaresizlik ve sömürgecilik karşısında ortaya attıkları bir ütopyadır. Yani özellikle taşralı gençlerin, şehirlerde kendi metaevrenine, gettosuna çekilip acılarıyla başbaşa kalma anlayışıdır. Ezildiğine inanan bu arabesk yapı, fırsat bulduğunda ezmeye, acılarının kinini almaya, kinini din edinmeye, dolayısıyla da adaletsizliğe, şiddete ve diktatörlüğe meyillidir. Bunun en önemli sebebi, hayallerinden sıyrılıp gücü elde ettiklerinde zihinlerindeki İslamileştirmeyi hızlandırma isteğidir” diye konuştu.

Maraş, siyasal İslamcıların önemli bir kesimi için tekil (üniter) devlet ve millet gibi kavramların “şirk ve küfür” olarak değerlendirildiğini, bu nedenle bu yapıların “etnik ayrıştırmacı ve bölücü hareketlere yakın durduğunu” da vurguladı.

“TASAVVUFİ ANLAYIŞ”

Bu nedenle bu tür bölücü yapıların İslamcılık” söylemi altında gizlenebildiği uyarısında bulunan Prof. Maraş,

  • “Bugünkü tarikat ve cemaatler, tasavvufi görünümlü olsalar da düşünce tarihindeki tasavvufi anlayışla herhangi bir alakaları kalmamıştır.
  • Çoğu tipik bir İslamcı hareket olarak sahne almaktadır.
  • Son zamanlarda İslamcılığın, bilhassa gençler arasında Selefilik ve Vahhabiliğe doğru bir eğilime yol açtığı da görülmektedir.
  • Bu yönelişte ülkemizdeki sığınmacıların ve bilhassa Sakarya, Trabzon ve Rize’ye konuşlanmış dış destekli Vahhabi-Selefi grupların da ciddi bir etkisi var” ifadelerini kullandı.

“KADIN ÖTEKİLEŞTİRİLİYOR”

İslamcılık deneyimi Türkiye’den eski olan bazı ülkelerdeki grupların çöktüğünü ve çıkmaz sokağa girdiğini, Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu aktaran Maraş,

  • “İslamcılar, yönetimi üstlendiklerinde hayatın gerçekleriyle, devletle, demokrasiyle, büyük maddi imkânlar ve büyük hırsızlıklarla, ahlaksızlıklarla ve bunun meşrulaştırılmasıyla yüz yüze geldi. Bu da insaflı ve aklı başında az sayıdaki İslamcıda, İslami devrimin değil insani ve ahlaki devrimin yapılması gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bana göre hiçbir İslamcı hareket ve dini grup, İslamcılık ve bilhassa dinin siyasetle eşitlenmesi sarmalından kurtulamaz.
  • Çünkü İslam dünyasındaki asırlardır kronik bir hastalık halini alan; aklı, bilimi, ahlakı, devlet yapısını dışlayan ve dini; geleneğe, nassa, sabit hükümlere, yorumlara, ideolojiye hapseden, cinsiyet ayrımcılığına ve kadın ötekileştirmesine dayalı yanlış bir İslam anlayışı var.
  • Bundan sıyrılabilmek için ciddi bir zihniyet yenileşmesi gerekli. Bu yenileşme olmadan İslamcılık, Taliban, IŞİD, el-Kaide, Boko Haram vb. hareketlerden asla kurtulamayız” dedi.

“TÜRKLÜĞE DÜŞMANLAR”

Maraş, Sovyet tehlikesine karşın desteklenmenin de siyasal İslamı besleyen kaynaklardan olduğunu söylerken “İslamcılar içinde ağırlıklı olarak yalnızca Türkiye’deki İslamcılar, Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşmandır. Çocuklarına bile Türkçe ad vermezler. Halbuki Türkiye dışındaki İslamcılar, çoğunlukla, daha milli bir çizgidedir.” ifadelerini kullandı. Maraş,

  • Siyasal İslamın, özellikle Türkiye açısından “her türlü devlet, millet, vatandaşlık, bayrak ve vatan gibi kavramların reddine dayandığını”, aynı zamanda
  • “kendi hayal evrenlerinde kurulduğunu, bu düşüncenin de takiyyenin caiz olduğu inancına götürdüğünü” aktardı.

“SORU ÇALMAK, TORPİL MÜBAHTIR”

Maraş, şunları kaydetti:

  • “Yani ‘devrim’ için her şey mubahtır.
  • Soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gereklidir.
  • Bu açıdan parti, STK, vakıf, okul ve benzeri bütün teşkilatlanmaları, sadece öyle görünmek için yapıyorlar. Bunlar sadece hedefe giden yolda basit araçlardır.
  • Son yıllarda İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman 2. bir ajandaları vardır. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmektir.
  • Devlette kendilerine bir alan açılınca orayı gettolaştırıp başkalarına imkân tanımayacak hale getirmeye çalışırlar. Çünkü kendileri gibi ‘Müslümanca’ düşünenler bir yerlere gelirse hayallerindeki İslami düzeni kurabileceklerdir.
  • Halbuki şeriat, hukuk ve adalet demektir. Ama onlar için şeriat, zihinlerinde kurguladıkları veya bağlı oldukları mezheplerin ayet ve hadislerden çıkardıkları anlamların, özellikle de bunların yüzyıllar önceki toplum şartlarına göre yapılan yorumlarının, sabit bir hakikat olarak, aynen bugün için de tekrar edilmesidir.
  • İslamcı için din siyasettir, siyaset de dindir.
  • İslamcıların hemen hepsinin üzerinde durduğu belli başlı kavram ikileştirmeleri şunlar: Cahiliye toplumu / Müslüman toplum, darül-harp / darül-İslam, tağut idaresi (demokrasi) / İslami idare, beşeri sistem / İslami sistem, resmi İslam / sivil İslam, ehli dünya / öncü nesil veya altın nesil, tevhit /şirk, modernleşme / İslami uyanış.”

“TUTARLI YAKLAŞIM DEĞİL”

Siyasal İslamcıların, İslamcılığı geçmişle ilişkilendirmeye çalıştığını, ilk nedenin ise “yeni ortaya çıkmış, kimlik ve aidiyet sorunu yaşayan bir hareketi geçmişle ilişkilendirerek bizatihi İslamcıların kendilerine tarihsel meşruiyet sağlama gayreti” olduğunu aktaran Maraş, şunları kaydetti:

“İkinci sebep ise İslamcılık hakkındaki kıymetli çalışmalarıyla yakından tanınan İsmail Kara’nın ve onun gibi düşünenlerin, kendi gelenekçi düşünce çizgisinden kaynaklanan sebeplerle İslamcılığı bütün tecdit, ıslah ve yenileşme hareketlerini kapsayacak şekilde genelleştirme çabasıdır. Bu görüş, birçok İslamcının kabul ettiği bir düşüncedir. İsmail Kara’nın bu zorlama tanımı, oldukça gelenekçi ve yenilik karşıtı bir düşünce çizgisine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. O, İslamcılığa eleştirel baksa da her türlü yenileşme hareketini İslamcılık olarak adlandırmak suretiyle İslamcıların tarihsel meşruiyet arayışlarına bir nevi haklılık kazandırmakta ve böylece İslamcılığı 18. yüzyılın son çeyreğindeki yenileşme hareketlerinden başlatmış olmaktadır. Bu yaklaşım tutarlı bir yaklaşım değil, kendi içinde çelişkiler barındırıyor. Hatta Sayın Kara, akıl-vahiy uzlaşmasının bile İslam’ın özünde olmayıp sonradan, yani ilk felsefi tercüme hareketleri döneminde sokulduğunu söyleyip, bunu da İslamcılığın fikri olarak sunmaktadır. Bu da tümüyle yanlıştır. Bunu kabul edecek olursak, başta Farabi olmak üzere akılcı, yenilikçi ve bilginin evrenselliğine inanan birçok İslam düşünürünün İslamcı olması gerekiyor ve aynı zamanda İslam medeniyeti diye bir şeyi ve bilginin, hakikatin ve İslam’ın evrenselliğini yok saymanız gerekiyor. Son olarak ilginç bir şey daha ilave etmem gerekir. Gerçekte İslamcı olmayan ama İslam dünyasının dertleriyle meşgul olan bir kısım aydın, İslamcılığın ideolojik cazibesinden veya ne olduğunun karıştırılmasından dolayı kendisini İslamcı zannediyor.”

Limitsiz din sömürüsü

Gani AŞIK
ESKİ CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ / MÜFTÜ

Cumhuriyet, 15 Eylül 2021

 

Dünyayı çiftliği olarak gören emperyalizm özelinde ABD, gezegenimizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini belirleyip onlara el koymakla yetinmez, özellikle Latin Amerika ve Ortadoğu’da kullanışlı siyasetçi keşfi de yapıp gerekirse darbeyle iktidara taşır. Türkiye için Erdoğan’ın seçilmesini ve partisinin kurdurulmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Çünkü Erdoğan, söyledikleri ile yaptıkları tutarlı, Batı’nın emperyal hesapları ile de örtüşen “davası”nın gözü pek bir mücahididir.

  • Sözünü açık, özünü gizli tuttuğu davası,
  • Atatürk’ün modern ve laik devletini şeriat devletine dönüştürmektir.
  • Demokrasi bizi istediğimiz durağa götüren tramvaydır, halk isterse laiklik elbette kaldırılır, hem Müslüman hem laik olunmaz” ifadeleri, İhvancı pusulanın yönünü çok net gösterir.

(Hafızı kelam ve ilahiyat eğitimliyim. En deruni duygularım ve tüm benliğimle Müslüman, sapına kadar da laikim).

Laisizmin inançlarla barışık olduğunu anlayabilmek için özgür düşünebilme yetisine sahip olmak gerekir.

İLK HEDEF ATATÜRK

Siyasi İslamın, tarikat ve cemaatlerin Atatürk’e duydukları bitmeyen kin, Ata’nın, yüzyıllardır saf ve eğitimsiz müminlerin beynine attıkları kördüğümü ve akıllarını bloke eden kemendi kudretli kılıcı ile kesip Anadolu halkını Kuran İslamı ile aracısız buluşturmasındandır.

Çarpık akidelerine göre “Laik devletle ve kurucusu ile boğazlaşmak Allah yolunda cihattır”. IŞİD, Taliban, El Kaide ve Boko Haram da bu “itikattan” beslenir.

Başımızdaki belanın özeti, Kurtuluş Savaşı’na karşı savaş açanların torunları ile o kutsal savaşta şehit düşenlerin torunlarının bugün de “Cumhuriyet mi, şeriat mı” kavgası
veriyor olmalarıdır.

Bekamızı doğrudan ilgilendiren bu saflaşmada, ihanet piyasası hain sıkıntısı çekmiyor. Hemşerim Seyrani, sanki bugünler için yazmış:

“Rum’un Ermeni’nin yağlı ketesi, kaypak Müslüman’ı dinden çıkarır.”

ŞERİATÇI HAMLELER

Atatürk’ün “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar ülkesi olmayacak” özdeyişine meydan okurcasına

  • Devlet İskender Paşa, İsmail Ağa, Menzil ve Süleymancılar arasında paylaştırıldı.
  • İktidarı temsil edenlerin de zaten bu cemaatlerin kravatlıları olduğu dikkate alınırsa,
  • laik Cumhuriyetin “tarikatlar devleti”ne dönüştürüldüğü net olarak görülür.

Bunların medreseleri ülkeyi bir ağ gibi sardı, vali ve kaymakamlar emre amade.

“Milli”liği adında kalan, sözde laik eğitim, dinci tarikatların sarmalında ve skolastik odakların kucağında. Atatürk’ün “irfanı hür, vicdanı hür nesiller” hedefi yerini, irfanı karartılmak, vicdanı köreltilmek istenen yeni bir gençlik profiline bırakmıştır.

  • Eğitimdeki tahribat vahimden de öte bir faciaya dönüşmüştür.

Ceylan derisi koltuklarda oturan, ofisi, şoförü ve çalışma kadrosu bulunan Vekiller, İstiklal Savaşı’nda derme çatma sandalye ve sıralarda oturan, han köşelerinde geceleyen, zeytin-peynire talim eden Vekillere gıpta ediyorlar. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nı milli irade temelinde yürüten Mutafa Kemal, cephedeki en kritik gelişmeleri çok değer verdiği Meclis ve Vekillerle paylaşıyordu.

  • Erdoğan’ın devleti çürütme yöntemlerinden biri olan ucube sistemi, Gazi Meclis’i işlevsiz, vekilleri de işsiz ve yetkisiz bıraktı.

VE YARGI

Partili Cumhurbaşkanı, TSK’deki bir etkinlikten sonra, adli yıl açılışında da laik hukuku imana getirmek için, Ali Erbaş Hoca’nın mübarek nefesi ile yargının kalbini ve ruhunu hafifçe yelpazeletti!

Saray’dan “Atatürk’ün de Meclis’i dua ile açtığı” duyuruldu ama Mustafa Kemal’in gizli niyeti laik Cumhuriyetti, Saray’ın gizli niyeti ise bunu ortadan kaldırmaktır.

“Eylemler niyetlerle ölçülür” (hadis). Afro-Amerikalıların özgürlük simgesi Martin Luther King, yüz binlere hitaben yaptığı konuşmada “Bir hayalim var” demişti.

Benim de bir hayalim var: “Sayın Cumhurbaşkanı, laik yargının açılışında dini tören yapılamaz” diyebilecek Yargıtay başkanı ve ABD’de olduğu gibi “Ben cumhurbaşkanından önce anayasaya bağlıyım” diyebilecek komutan.

  • Eğitimden sonra Atatürk’ün ordusunu ve yargıyı da selefi İslam’a açma niyetleri, Türkiye’yi sonu karanlık büyük belaların girdabına çekebilir.

Son tahlilde;
– partisinin hedefine ulaşabilmesi ve iktidarını koruyabilmesi,
– siyasi, sosyal ve hukuki meşruiyet koşullarında yapılacak seçimle asla mümkün görünmediği için,
– Erdoğan, bilinen siyaset mühendisliğiyle çaresizlikler içinde çare arıyor.

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK : Eğitimde millilik kaybedildi

Eğitimde millilik kaybedildi

Süleyman Çelik, değişen eğitim müfredatını yazdı.

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK
ADD Samsun Şb. Eski Başkanı
14.8.2017, AYDINLIK web sitesi

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Tayyip Erdoğan, ‘İslâm Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması’ toplantısı açılış oturumunda yaptığı konuşmada, “Soran, sorgulayan nesil yetiştirememekten” yakındı. “Soran, sorgulayan” nesil yetiştirebilmek bir eğitim sistemi meselesidir.

İNSAN ÖZGÜR ORTAMDA GELİŞİR

İnsanlar özgür bir ortamda büyür ve eğitilirlerse; yani kuşkuya, özgürce soru sormaya/ sorgulamaya, eleştiriye ve tartışmaya yer veren; kısaca demokrasi kültürüne dayalı, eleştirel akılcı bilimsel eğitim görürlerse akılları gelişir; yaratıcı olur, buluş ve keşifler yaparlar. Kendi akılları ile sorunların üzerinden (AS: üstesinden) gelebilecekleri için kimsenin peşine takılmaz; yalnız akıl ve bilimi rehber edinir, demokratik rejime uygun, özgür birey olurlar. Buna “Aydınlanmacı Eğitim” denir.

Tersine dogma, hurafe, korku masallarına dayalı; olayları / olguları neden – sonuç ilişkisi ile açıklamayıp doğaüstü güçlere bağlayan; tabular dayatılan, biat kültürünü esas alan, ezberci eğitim sistemi ile eğitildiklerinde, insanların akılları gelişmez ve büyüdüklerinde de bebekler gibi içgüdüsel reflekslerle yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. İçgüdüsel refleksler, yaşamın sorunlarının üzerinden gelmeye yetmeyeceği için, bunlar kullanılmaya elverişlidirler; çoğu kendilerini güdecek bir şarlatanın peşine takılır / mürit olur ve kullanılırlar. “Dogma, tabu, biat, mürit” gibi sözcükler genellikle dini söylemler olmakla birlikte demokratik olmayan ideoloji ile yönetilen ülkelerde de eğitim bu şekilde yapılır.

ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN ÖNEMİ

Önüne engeller konulmuş sular bazen taşar; bentleri, barajları yıkarak felaketler oluşturur. Önüne engeller konularak gelişmesi önlenmiş akıllar da taşabilir; o zaman karşımıza El Kaide, IŞİD, Boko Haram vs. olarak çıkıp felaketlere neden olurlar…

Sayın Erdoğan’ın aynı konuşmasında, “Hoca kılıklı şarlatanın peşine takılan insan müsveddeleri; doçent, profesör olmuşlar ama şarlatan için ‘bize şah damarımızdan daha yakın’ diyorlar,” diye tanımladığı FETÖ’cüler, bu şekilde eğitilmiş insanların tipik örnekleridir. Bunların okumuş olmaları, profesör ya da general olmaları fark etmez.

  • 15 Temmuz’da gördüğümüz gibi, koskoca generaller, hiçbir askerlik bilgileri olmayan sivil imamların aklına uyup darbe yapmaya kalktılar.

Batı, Aydınlanma Devrimi ile aydınlanmacı eğitime geçerek Ortaçağ karanlığından çıktı ve daha önce gerisinde olduğu Doğu’nun önüne geçti, sömürmeye başladı.

Atatürk devrimlerinin nihai (AS: sonal, soncul) amacı Aydınlanma Devrimi idi.

  • Atatürk, “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller istiyor”diyerek bu amaca aydınlanmacı eğitim ile erişilebileceğini işaret etmişti. Bu nedenle eğitim en önem verilen konu oldu. Öyle ki, öğretmenlere milletvekillerininki kadar aylık verildi.

‘BENİM DE PEŞİMDEN GELMEYİN’

Bununla birlikte cehalet diz boyu idi ve bu eğitimi uygulayacak yeterli eğitimci yoktu. Padişahın kulu olarak yetiştirilmiş öğretmenlerin çoğunluğu Aydınlanmadan habersizdi.
Öyle ki Samsun’da öğretmenlerle yaptığı bir söyleşide, söz alan herkes, mürşit (kılavuz, rehber) ve benzeri betimlemelerle kendisine övgüler dizerek konuşunca, Atatürk söz almış ve özetle şu konuşmayı yapmıştır:

  • “Kardeşlerim, gönülden söylediğinize inandığım için iltifatlarınıza teşekkür ederim. Ancak geçmişte milletimizin başına ne geldiyse bir insanı mürşit edinip peşinden gitmeleri yüzünden gelmiştir. Artık ben de dahil, hiç kimseyi mürşit edinmeyin. Benim de peşimden gelmeyin. Yalnız bilimi rehber edinin” diyerek kısaca “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” şeklinde özlü söze dönüştürülen konuşmasını yapmıştır.

Köy Enstitüleri ile amaca erişilir gibi olunmuştu ki, halkımızın mürit olarak kalmasını isteyen emperyalistler ve yerli egemenler / işbirlikçilerce kapatıldılar. (AS: 1954, Demokrat Parti, Adnan Menderes hükümeti.. ayrıca Halkevleri ve Halkodalarını da DP-Menderes kapattı!)

EĞİTİMDE MİLLİLİK KAYBEDİLDİ

Bundan sonra gerici ya da aymaz / sapkın iktidarlarca adım adım aydınlanmacı eğitimden uzaklaşılarak dogmatik / ezberci eğitime doğru gidildi. Sonunda ‘Milli Eğitim’ milliliğini kaybetti. Özlemle andığımız Sevgili Ahmet Taner Kışlalı‘nın deyimiyle

  • Milli İhanet Bakanlığı’‘na dönüştü.

Bu Bakanlıkça hazırlanmış olan Yeni Öğretim Programı (müfredat) ile eğitim tümüyle dogmacı / ezberci sisteme dönüşecektir. Bu eğitim programı ile Türkiye Ortaçağ’a gider / Suudi Arabistan düzeyine düşer.
===================================
Dostlar,

DİNCİ – KİNCİ NESİLLER YETİŞTİRECEK EĞİTİMİ HALKIMIZ REDDECEKTİR!

Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik Eczacılık kökenli Farmakoloji hocasıdır. Uzun yıllar Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği yapmış ve emekli olmuştur. Nitelikli bir Cumhuriyet aydınıdır. ADD’de (Atatürkçü Düşünce Derneği) dava arkadaşımızdır. Bu yazısıyla, AKP = RTE‘nin eğitim – öğretim programında geçtiğimiz ay yaptığı kökten gerici – yobaz yetiştirmeye dönük değişikliği özlü biçimde irdelemekte.

Dileriz uyarılar tek yetkiliye = TEK ADAM‘a erişir!? Ancak umutlu olmak için bir neden yok! Çünkü;

  • ”… dindar ve kindar bir nesil yetiştirmede kararlıyız..” diyen de,
  • ”.. okullarda altyapı vb. tamam, sıra müfredatta..” diyen de;
  • ”.. sosyal kültürel alanda beklediğimiz dönüşümü yapamadık..” diyen de aynı kişi;
    AKP’li Cumhurbaşkanı, laiklik karşıtlığını kezlerce itiraf etmiş R.T. Erdoğan!

Dolayısıyla kafalar duvara çarpmadan feci sonuçların öngörülemeyeceğini düşünüyoruz.

Öte yandan;
– bunca gerici, yobaz, ayrımcı, ötekileştirici, toplumu bölücü ve çatışmaya sürükleyici,
– pozitif bilimler yerine din adına hurafe ile doldurulmuş, ezberci – sorgulamayan,
– din için savaşacak cihat militanı yetiştirmeyi….. hedefleyen,
– temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı,
– laiklik düşmanı,
– Anayasa’nın başlangıç hükümleri ile 2, 24, 42 ve 174. maddelerine açıkça aykırı,
– Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası hukuk metinlerine, başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi… olmak üzere açıkça aykırı..
Artık tartışılmayan Bilimsel bir gerçek olan EVRİM’i dışlayan,
– Ülkemizin kurtarıcısı – kurucusu ATATÜRK‘ü ve Devrim tarihimizi görmezden gelen
Dinci – kinci nesiller yetiştirmeye kararlı ….

Dolayısıyla bu gerici sistem üzerinden toplumu oy deposu müritlere dönüştürmeyi ve ölene dek iktidarda kalmayı, sonra da halife sultanlıkla cülusu (babadan oğula geçen iktidar) hedefleyen bir anti-demokratik siyasal iktidar olgusu ile yüz yüzeyiz..

Ne var ki, böylesine bir eğitim – öğretim programı (!) çokkültürlü bir toplumda, 21. yy’ın şafağında değil Türkiye’de, Körfez Emirlikleri – Afrika kabilelerinde bile asla dayatılamaz!

Bu girişim ölü doğmuştur, meşru değildir, hatta suçtur. İktidar açıkça suç işlemektedir. Cumhuriyetin savcıları, Cumhuriyet Başsavcısı görevlerini artık yapmalıdır.

Danıştay ne beklemektedir önüne getirilen bu Yönetmeliği oyalanmadan iptal etmek ve Yürürlüğünü Durdurmak (YD) için? OHAL mi engeldir YD kararına? O halde yargılamayı hızla tamamlamak ve bu belayı ülkenin başından okullar başlamadan defetmek gerekir.. Yargıç cübbesinin olmayan düğmelerini Başbakan iken Erdoğan’ın önünde iliklemeye çalışan (bilinçaltındaki biatçı eğitimin içgüdüsel refleksi!) kimi yetkililer artık hiç olmazsa gölge etmemelidir.

  • Cumhuriyetin öğretmenleri ve veliler böylesine halkı hiçe sayan faşist ve çağdışı, bütünüyle hukuksuz, TBMM’de özgürce tartışılıp onaylanmamış, toplumsal uzlaşma aranmayan ve olmayan… çocuklarımızı geleceğe hazırlamayan bu dayatmayı tanımayacak, uygulamayacak ve fiilen kadük bırakacaklardır. Büyük ATATÜRK‘ün kurduğu ve bizlere kutsal bir emanet olarak bıraktığı
  • AYDINLANMACI Türkiye Cumhuriyeti, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun yol geçen hanı olarak göremeyeceği ölçüde saygın ve köklüdür. Herkes attığı adıma dikkat etmeli, ”haddini bilmelidir”! AKP iktidarı da elbette gidicidir, sonu görünmektedir ama Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün koyduğu ilkelerle ilelebet payidar kalacaktır. 

    Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2017, Tekirdağ

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dinin yakasından düşün!

 

14 Şubat 1945’te ABD Başkanı Roosevelt (AS: Franklin D.) Suudi Kral Abdülaziz’e ‘Bundan böyle ben senin iktidarını koruyacağım sen de dinini ve mezhebini benim için kullanacaksın.’ dedi.

ABD 1947’de BM’deki gücünü kullanarak Filistin’in yarısını alarak Yahudilere verdi ve İsrail devletini kurdu. ‘En hakiki Müslüman ve Kutsal Mekanların Hizmetkarı’ Kral, İslam dini adına sesini çıkarmadı.

Suudiler ilk kez İslam dinini dinin aleyhine karşı kullanmıştı. Ya da İslam dininin gereği olarak Filistin’e ve Müslümanlar’ın ilk Kıblesi Kudüs’e sahip çıkmamıştı. Suudiler 70 yıldır bu ihanetin içinde.

Yani İslam dinini hem kendi hem de patronlarının çıkarlarını korumak için siyasette bir araç olarak kullanıyorlar. Geçen süre içinde Suudiler bu anlayışı yerleştirmek ve yaygınlaştırmak için dünyadaki tüm İslamcı parti, örgüt, grup, dernek, cemaat ve dini okulların tümüne dolaylı-dolaysız milyarlarca dolar para dağıttılar.

Yeşil Sermaye denilen karanlık finans kurumları bunun için var olmuştur.
İslam ülkelerinde birçok iktidar Suudiler’in işini kolaylaştırmak için her zaman dini kendi iktidarlarını korumak ve güçlendirmek için bir araç olarak kullandılar. 
Bunun için halklarını sürekli yoksul ve cahil bırakıyorlardı.
Arap ve Müslüman ülkelerinin içinde bulunduğu durum bunu açıklıyor.
Okuma yazma oranları, kişi başına düşen milli gelir ve yüzeysel ama etkili din algısı.
Bununla yetinmeyen Suudiler dine en büyük darbeyi vurmak için Afganistan olaylarını bekledi.

  • Kaide ve Taliban’ı CIA ve Pakistan istihbaratı ile kuran Suudiler
    dini yaşamın her alanında ön plana çıkarmayı başardılar.

İslam dini ‘Allahsız komünistlere karşı’  kullanılıyor ve ‘Mücahitler’ din adına Batının kölesi haline getiriliyordu.

‘Arap Baharı’ Suudiler ve Müslüman dostları için yeni bir fırsat yarattı.
Dini dünyevi amaçları için kullanan Müslümanlar iktidar olacak ve Allah adına herkesten hesap soracaktı.
Yani Ahiret’i bu dünyada ilan edip Allah düşmanlarını cehennemde cayır cayır yakacaklardı.
Aleviler’i, Şiiler’i, komünistleri, solcuları, laikleri, liberalleri hatta ‘evet ama yetmezcileri’…
Suudi ve Körfez’in parası devreye girmişti.
Camiler, imamlar, din adamları, liderler, partiler, örgütler, dernekler, üniversiteler ve medya hep birlikte görev başındaydılar.
Ama olmadı.

Olmayınca imdada IŞİD, Nusra, Boko Haram, El-Şabab ve benzeri ruh hastası gruplar yetişti.
‘İslamı en iyi biz araç olarak kullanırız’ dediler.
Dediler ve kafa kesmeye, intihar saldırılarında bulunmaya, kurşuna dizmeye, tecavüz etmeye ve bilumum kanlı ve rezil işleri yapmaya başladılar.
Yaptıkları her şeyde dini müthiş bir araç olarak kullandılar.
70 yıldır Müslüman ülkelerde ABD işbirlikçisi iktidarların dini ‘komünist ve solculara karşı’ kanlı bir araç olarak kullandığı gibi.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok.
Missouri Zırhlısı’nın Nisan 1946’da İstanbul ziyaretinden bu yana.
Cami mahyalarına bile ‘Well come Missiouri’ (AS: welcome) yazıldı.
Menderes iktidarı ile birlikte din artık en etkili siyasal, sosyal, kültürel ve ahlaki bir silah.
Menderes iktidarı iç ve dış politikada ABD’nin emrinde oldu; Din silahını kullanarak.
Bu ülkede her şey ‘komünist tehlikenin önlenmesine’ göre kurgulandı.
Kurgu öyle olunca din adına çok kanlı olaylar yaşandı. Madımak ne ilk ne de son.
Öncesinde… Maraş, Malatya, Çorum, sağ-sol çatışmaları, Kara Cumalar…
Kim neden ve nasıl yaptı?
Sonrasında… Belleğinizi zorlayın ve etrafınıza bakın. Kim ne yapıyor?
Roosevelt-Suud anlaşmasından bu yana öykü hep aynı.
Din dahil herşey dini perişan etmek için dinciler tarafından kullanıldı kullanılıyor.
Çalıp çırpmak, rüşvet verip almak, yalan söyleyip insanları kandırmak ve onlara ‘Yemin billah ne yaptıysak Allah ve İslam için yaptık’ demek.
‘800 kişinin ölmesi Hac’ın fıtratında vardır’ demek gibi. (AS: Bin’i çook geçti korkarız!)
‘AKP’ye oy vermeyenler Cennet’e gitmez’ demek gibi.
Verenlerin nereye gideceğini bilen yok. Önemli olan her şeye besmele ile başlamak.
Dinin de dincilerden neler çektiğini bir tek dinin sahibi Allah bilir.
Hesabını da elbet sorar.

‘Münafıklar cehennem ateşinin en dibinde olacaklar ve onlara hiç kimse yardım edemez’
(Nisa Suresi : 145)

======================================

Dostlar,

Ortadoğu konusunda uzman Suriyeli gazeteci – araştırmacı – yazar Sayın Hüsnü Mahalli, özellikle sislendirilen ve anlaşılması zor kılınan “karmaşık ve kanlı ” Ortadoğu Politik Denklemlerine ışık tutuyor. O’nun ustalıklı irdelemeleri, Kurguları kavramamızı kolaylaştırıyor. Öngörülerinin gerçekleşmesi de ayrı bir kazanç..

O’nu izliyor ve O’ndan öğreniyoruz..
Mahalli, yazılarında hep, “ne yaparsanız yapın Esad’ı indiremeyeceksiniz…” temasını işleyegeldi. NewYork’taki BM görüşmelerinde Putin’in ABD’ye (Obama’ya) bu bağlamda geri adım attrıması dünya barışı açısından son derece önemli bir kazanımdır.

Erdoğan da geöen hafta Moskova ziyaretinin ardından ağız değiştirerek 180 derece dönmüş ve 4 yıl önce bu ülkede iç savaş başlatan emperyalizmin maşası ülke Türkiye değilmiş gibi, birkaç ay içinde Şam’da Emevi camisiınde namaz kılmaya koşullananlar kendileri değilmiş gibi..  Bay RTE artık, “.. Geçiş döneminde de olsa Esad’la devem edilebilir…” noktasına gelmiştir. Acaba Taç giyen baş mı akıllanmıştır; yoksa bu kez de Putin mi Erdoğan’ı kandırmaktadır??

Sırada kim / hangi kurum – devlet – cemaat -tarikat – parti..
var AKP ve RTE’yi kandıracak??


Sevgi ve saygı ile.
29.09.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Deniz Kavukçuoğlu : İSLAM BARIŞ DİNİ MİDİR??


İSLAM BARIŞ DİNİ MİDİR??


Dostlar,

Kritik bir yazı…

Şimdi İlahiyat uzmanları çıksın ve açık açık yanıt versinler…

Word dosyası olarak Kur’an metninde taranınca lede edilen somut kanıtları
Yeni Akit yazarı Faruk Köse, 12.1.2015 tarihli, köşesinde aşağıdaki gibi yazmış ve
meydan okuyan bir de başlık atmış..

“Kim Demiş ‘İslam Barış Dinidir’ diye?”

Ve apaçık soruyor :

İslam sadece “barış dini” ise, Kur’ân-ı Kerim’deki “savaş ve cihad ayetleri” ne oluyor?

– Kur’an’da “Savaş” anlamına gelen “kıtâl” kelimesi 13 yerde,
– “karşılıklı savaş” anlamındaki “mukatele” ve türevleri 57 yerde,
– bu kavramların kökü olan “katl” kelimesi ve türevleri 170 yerde,
– “harb” kelimesi ve türevleri 11 yerde, 
– “cihad” kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor.

Yazıya aşağıdaki erişkeden (linkten) erişmek olanaklı.
http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/faruk-kose/kim-demis-islam-baris-dinidir-diye-9157.html

Biz yine de bu makaleyi pdf olarak ekliyoruz :
Kim_demiş_Islam_baris_dinidir_diye_Faruk_Kose_YENI_AKIT_12.1.15

Bin yılların dilemması tüm haşmetiyle sürüyor..
İslam dışında öbür tüm dinler şiddet sorununu çözdü..
İslam dışında tüm dinler şiddeti dışladı ve
İslam dışında tüm dinler kamusal alandan çekilmeyi kabullendi.
Toplum laikleşti, devlet düzeni de sekülerleşti..
Önce DİNDE REFORM, sonra Bilimsel devrimler ve AYDINLANMA yaşandı.

Sorun kimin, sorun kimde ve nasıl çözülecek??

Aşağıdaki yazıyı dikkatle okumalı ve uykusuz geceler geçirmeli insanlık..

Çözülecek elbet, ancak İslam hinterlandında daha ödenecek epey bedel var,
dökülecek kan var korkarız..

Sevgi ve saygı ile.
18.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

portresiDeniz Kavukçuoğlu

Cumhuriyet, 18.01.2015

 

El Kaide militanlarının Paris’teki Charlie Hebdo kıyımıyla birlikte dünya kamuoyunun gündemine oturan tartışma konularından biri de İslamın bir barış dini olup olmadığıydı.

Türkiye’de Cumhurbaşkanı’ndan Diyanet İşleri Başkanı’na kadar tüm devlet yetkilileri ile birlikte inanç sahibi köşe yazarları, televizyon yorumcuları ağız birliğiyle İslamın bir
“barış dini” olduğunu savundular.

Öte yandan dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren

El Kaide, El Nusra, IŞİD, Boko Haram
ve benzeri

“savaş/terör” örgütlerinin hareketlerinin/eylemlerinin kaynağının İslam olduğunu
iddia ettiklerini biliyorduk.

Bu çelişkiye Yeni Akit yazarı Faruk Köse, 12.1.2015 tarihli,

“Kim Demiş ‘İslam Barış Dinidir’ diye?”

başlıklı yazısında açıklık getirdi. Yazısının bir bölümünü noktasına, virgülüne, vurgulamalarına dokunmadan aşağıya alıyorum.

***

“İslam barış dinidir” söylemi, “İslam barışı önerir/önceler”in önemini vurgulamaya yönelik değil. Bu tür söylemleri genelde “müslüman olmayanlar”ın veya
“gayrimüslimlere hoş görünmek isteyenler”in kullandığına dikkat etmenizi isterim.
Bu, “cihad ve kıtal ayetleri olmayan bir uysallaştırılmış ve vicdanlara hapsedilmiş İslam” tarifinden başka bir anlama gelmiyor.

İslam sadece “barış dini” ise, Kur’ân-ı Kerim’deki “savaş ve cihad ayetleri” ne oluyor?

– Kur’an’da “Savaş” anlamına gelen “kıtâl” kelimesi 13 yerde,
– “karşılıklı savaş” anlamındaki “mukatele” ve türevleri 57 yerde,
– bu kavramların kökü olan “katl” kelimesi ve türevleri 170 yerde,
– “harb” kelimesi ve türevleri 11 yerde, 
– “cihad” kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor.

“Barış” anlamındaki “silm” kelimesi ise, “barış” anlamında sadece 6 yerde geçiyor.
Bu noktada sormak istiyorum:

Müslüman Kur’an’ın tamamına muhatapken, savaşmayan bir müslüman tipi,
Kur’an’ın önerdiği bir müslüman tipi olabilir mi?

Bu Kur’ani gerçeklerin yanında, “Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” buyuran
Rasulullah (sav)’in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa iştirak ettiği,
50 de seriyye gönderdiği biliniyor.


Hal böyleyken “İslam barış dinidir” sözünün ne anlama geldiğini; nasıl bir
“müslüman tipi” çizdiğini, dünyanın her yanında Müslüman kanı akıtılırken Müslümanlara nasıl “uysal koyun” olmak öğütlendiğini görmek, bunun arka plânında oluşturulan “İslam” ve “Müslüman” tipolojisinin farkına varmak lazım.

***

Açık konuşmak gerekirse yazarın açıklamalarını hem yaşanan gerçeklere hem de zamanın ruhuna uygun saptamalar olarak doğru buluyorum. Çünkü gerçeklerle bağdaşmayan savların, söylemlerin kimseye bir yararı olmuyor. Siz onları istediğiniz kadar teröristlikle, kıyıcılıkla, katillikle suçlayın, o örgütler bildiklerini okumayı sürdürüyorlar. Bu suçlamalar, gelişmiş
Batı ülkelerinde doğup büyümüş, okumuş yazmış binlerce genç insanın ölüme / öldürmeye koşma nedenlerini açıklamıyor. Aktardığımız yazı, bize barışı vaaz eden öbür dinler gibi İslamın da sırasında savaşçı olabileceğini gösteriyor.

Etkili olmak için gerçekleri isteğe göre çarpıtmadan görmek gerekiyor.
Bu nedenle gerçeklerin derinine inecek, olanların nedenleri üzerinde düşünüp öneriler geliştirecek bilim insanlarına, özellikle de İslam ilahiyatçılarına ihtiyaç var.
Adımlarını, bir oy daha fazla kaygısı ile atan siyasetçilerin söylemleri ise yarardan çok zararlara yol açıyor, toplum kutuplara ayrılıyor, insanlar birbirlerine düşmanlaşıyor.

***

8. Çukurova Kitap Fuarı nedeniyle bir süredir Adana’dayım. Fakat aklım da yüreğim de gazetemde. Cumhuriyet’in ve gazetedeki arkadaşlarımın düşünce özgürlüğünü bayraklaştırmasıyla, dik duruşuyla, yürekliliğiyle gurur duyuyorum.

Müslüman Dünyası tarihi dönüm noktasında

Müslüman Dünyası tarihi dönüm noktasında

portresi

9 Temmuz 2013

Olmak ya da Olmamak

Mehmet Bedri Gültekin

mbgultekin@ip.org.tr

Satır içi resim 2

Haziran 2013’te, üç önemli Müslüman ülkede yaşananlar, kesinlikle
yeni bir tarihsel gelişmeye adım attığımızı gösteriyor.

            En başta; Suriye Hükümeti ve Ordusunun Mayıs ayında stratejik Kusayr kentini çetelerden temizleyerek, uluslararası emperyalist komploya karşı verdiği vatan savunmasında, inisiyatifi ele almasını belirtmek gerekiyor.

Suriye halkı, Beşar Esad’ın önderliğinde 100 bine yakın evladını feda ederek, Müslüman dünya başta olmak üzere tüm insanlığa büyük bir hizmette bulundu.

İkinci önemli gelişme Türk milletinin “Büyük Haziran Ayaklanması”dır.

Milletin bütün kesimlerinin bir araya gelerek Amerikan emperyalizmine ve AKP hükümetine karşı ayağa kalkması,
Türkiye’de bütün dengeleri değiştirdi.

Şimdi artık Haçlı irtica iktidarının sonu görünmüştür.

  Emperyalizmin “Ilımlı İslam” üzerinden Müslüman dünyasına hakim olma planları bozulmuştur.

Artık ABD başta olmak üzere herkes, “AKP sonrasına” ilişkin değişik ihtimallere göre hesabını yapmaktadır.

Üçüncü önemli gelişme Mısır’da Mursi iktidarının yıkılmasıdır.

Önce net olarak saptayalım; Mursi’yi Mısır halkı devirdi.
Ordunun bütün yaptığı, ayağa kalkmış olan Mısır halkının iradesine
boyun eğmek oldu.

Belirleyen ülkeler

            Türkiye, Mısır ve Suriye, İslam dünyasında rastgele ülkeler değildir.

Türkiye büyük imparatorluklar geleneğinin mirasçısı, tarihin ilk milli kurtuluş savaşını vermiş ve ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan en gelişmiş Müslüman ülkedir.

Mısır en büyük Arap ülkesi, tarihsel olarak Arap dünyasında
hep önder roller oynamış ve Nasır hareketi ile son 60 yılda Arap bağımsızlığının ve milli hareketinin simgesi olmuştur.

Suriye ise hem tarihsel olarak oynadığı rol, hem de son yarım yüzyılda İsrail siyonizmine karşı verdiği mücadele ile özel bir konuma
sahip olmuştur.

İşte bu özelliklerinden dolayı Türkiye, Mısır ve Suriye (elbette
İran ile birlikte); İslam dünyasındaki gelişmeleri belirleyen ülkelerdir.

İki yol

            İslam dünyası hangi yolu takip edecektir? 2000’lerle birlikte
iki seçeneğin netleştiğini görüyoruz:

1.     Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) yedeğinde uygulamaya konulan “Ilımlı İslam” yolu.

Türkiye’de AKP, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Tunus’ta En Nahda, Fas’ta “Adalet ve Kalkınma Partisi” bu projenin gereği olarak birer birer iktidar koltuklarına oturtuldular.

Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerinde “Ilımlı İslamcı” yönetimler eskiden beri vardı. Libya’da NATO bombalarının açtığı yoldan ilerleyerek iktidarı ele geçirenler, “Haçlı İrtica”nın çeteleriydi.

Suriye, Irak, Çad, Somali, Sudan ve Pakistan gibi ülkelerde faaliyet gösteren El Kaide, El Nusra, Boko Haram, El Şebap vb. türünden terör örgütlerinin batılı istihbarat servisleri ile bağları öteden beri biliniyor.

Sonuç olarak bütün bunlar, Müslüman halkların önündeki
birinci seçeneği temsil ediyorlar.

Yani en başta ABD olmak üzere emperyalist dünyanın yedeğinde “Ilımlı İslam” başka ifadeyle “Haçlı İrtica” iktidarlarını hakim kılmak.

Milli Demokratik Devrim Yolu

2.     İslam Dünyasının önündeki ikinci yol, tarihsel olarak Mustafa Kemal, Cemal Abdül Nasır ve Baascılık tarafından temsil edilen milli bağımsızlık ve demokratik toplum modeline yönelmektir.

Bu model, tarihsel olarak bugün de sosyalizme açıktır.

Geçmişte Ekim Devrimiyle, Sosyalist Sovyetlerle ve Çin Halk Cumhuriyeti ile dostluk ilişkileri içinde olmuştur.

Bugün ise emperyalist Batının karşısında başını Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Rusya ve Venezüella gibi ülkelerin çektiği gelişen dünya ile dayanışma halindedir.

Geçtiğimiz 10 yılda bu iki seçenekten saldıran, mevzi kazanan
hep “Ilımlı İslam” seçeneği oldu.

İşte şimdi bu durum değişiyor. “Tarihi dönüm noktası” dediğimiz gelişme budur.

Türkiye, Mısır ve Suriye’nin tarihsel rolü

            Şimdi herkes “siyasal İslam”ın bittiği tespitinde birleşiyor.

Gerçekte “bitmiş” olan ABD’nin bölgemize ilişkin hegemonya projesidir.

Bu projenin bir “yan unsuru” olan Ilımlı İslamın yaşanan gelişmelerle birlikte rafa kalkması kaçınılmazdır.

İslam dünyası, 20. yüzyıl başındaki devrim dalgasını da aşan bir hamle ile yeniden Milli Demokratik Devrime yöneliyor.

Türkiye, Mısır, Suriye ve İran bu yeni devrimci atılımın başını çeken ülkelerdir.

Yaşadığımız günlerin tarihsel önemdeki gerçeği budur.